Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mehmet KAPLAN

Kırık notlu karneler?



Güzel yavrularımız hiç üzülmesinler.

Karnelerini ellerine alır almaz :

"Ay bu karne de ne böyle !" demesinler.

Kendilerine kahır yapmasınlar!

Bakar mısınız?:

Kendi karnelerimiz çok mu iyi?

Ele verirken telkini, kendimiz götürüyoruz salkımı (!)

***

Eğitimciler :

"Millî Eğitim Bakanı ve Maliye

Bakanının karnesi zayıf" diyor !

Dernekler:

"Hukuk karnemiz yasaklarla dolu" diyor.

***

Avrupa Birliği:

Hükümetimiz için :

"İfade hürriyeti ve ekonomide hükümetin karnesi iyi değil" diye açıklamalar yapıyor.

Milletimiz:

"Medya: Halkın güvenilenler listesinin hâlâ alt sıralarında..." açıklamaları yapıyor.

***

Yeryüzünün karnesi en berbat ancak zengin birçok insanı:

"Dünya ekonomisinde işler o kadar da kötü değil" diyor.

Sevsinler(!)

Yıllarca Filistin ve Lübnan'da yapılan insanlık dışı katliamlardan sonra.

Başınızı yesin insanlığınız!

***

Sevgili öğrenciler:

Yalan söylemedikten sonra.

Başkalarının hakkına saygılı iseniz.

Ve de :

İdealiniz :

Düzgün bir dünya ise.

Korkmayın!..

Siz çok daha iyi bir geleceği hak ediyorsunuz demektir.

Asıl biz utanalım:

Dünyanın şu hâli ile hangimizin karnemize bakacak yüzümüz var!

31.01.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Başörtüsü ve çözümler konusunda aklımıkarıştıran sorular



Her ne kadar profesörler bile düşündüğü için "denetimli ceza"dan kurtulamıyor ise de, insan düşünmeden edemiyor?

- "Türban"a değil, "başörtüsü"ne karşı olanlar neden hâlâ itiraz ediyor? Onlara göre nasıl bir bağlama şekli başörtüsüdür, kafalarında bir formül var mı? Hazır bir örtünme şekli tasarlıyorlarken, 2008 ilkbahar-yaz kreasyonlarını da bir zahmet hazırlayabilirler mi?

- Neden başı açıklar da saçlarını anneleri gibi yaptırmak zorunda değil? Üniversite kapılarında bir bayan kuaförü istihdam edilip, saç şekilleri konusunda denetim yapmaları ve saçlarını Anadolu kadını gibi yaptırmamış olanların sıfıra vurdurmaları neden teklif edilemiyor? Yoksa böyle bir şey de mi teklif bile edilemiyor?

- Başörtüsü bağlama şeklindeki bu Anadolu sevgisi neye dayanıyor? Başörtüsü Anadolu'daki gibi bağlanacaksa, neden diğer kıyafetlerin Avrupaî olmasına itiraz edilmiyor? Neden üniversiteler folklorik kıyafetlerle dolup taşmıyor?

- Anadolu kadının örtünme şekline olan bu yakın ilgiye karşılık, meselâ Trakya kadınına neden ayrımcılık yapıyor? Kimi yerlerdeki kara çarşaflar neden öcü muamelesi görüyor? Bu, aynı zamanda, "Anadolu kadını gibi örtün, asla Trakya kadını gibi değil" demek değil midir?

- Çene altından bağlamak üniversitede lâikliğe uygun ise, lisede ya da kamuda neden "kesinlikle" yasak? Üniversite öğrencileri için geçerli olan lâiklik, lise öğrencileri ve kamu görevlileri için geçerli değil mi? Liseyi bitirince lâik, üniversitede "eh işte lâik", üniversiteyi bitirip işe başlayınca tekrar tam lâik mi olunuyor? Üniversite, bir tür tampon bölge mi?

- Neden birileri sürekli tesettürden "üniforma" diye bahsediyor? Bunlar, başa bir şey takılan her kıyafeti (asker, hemşire, polis, v.b.) üniforma zannetme hastalığından mı muzdarip? Yoksa her şeye askerî gözle bakma gibi daha derin bir rahatsızlıkları mı var? Meselâ onlara "Dikkaaaaat!" çeksek, ayağa kalkıp selâm dururlar mı?

31.01.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Üç silahşör



"Türkiye 2008, Beklentiler,Tercihler, Beğeniler" araştırmasına göre, Türkiye'nin bu yıl genel "ruh halinin" anlaşılmasına yardımcı olabilmek için çeşitli dallarda araştırma yapılmış.

Ekonomi, siyaset, tüketim eğilimleri. Çok sayıda konu başlıkları. İşte onlardan biri: Türkiye'nin en beğenilen televizyoncu/habercileri.

Kimmiş biliyor musunuz?

Ali Kırca birinci sırada. Uğur Dündar ikinci. Mehmet Ali Birand üçüncü sırada yer alıyormuş. Duyun da inanmayın.

Sebebine gelince;

Ali Kırca ve Mehmet Ali Birand haftada 5 gün ana haber sunduğu için. Uğur Dündar haftada bir defa, o da gecenin bir yarısı yayına çıktığı için. Eğer bu bir ölçüyse, her gün yayına çıkan diğer televizyoncuların hakkı yenmiyor mu?

Hatta, bu isimler arasında Reha Muhtar'a ayıp edildi! Neden onun ismi yok? Onun adı da burada altın harflerle yazılmalıydı ama.

Konumuza devam edelim.

Ali Kırca'nın 1963'te Deniz Harp Okulu'ndan mezun olduğu söylenir. Halbuki biz atıldığını biliyorduk. 1974'te gazeteciliğe TRT'de muhabir olarak başladı. Kurumda çeşitli görevlerden sonra bir dönem TRT Haber Dairesi Başkanlığı. Ardından M. Ali Birand'ın ekibinde 32. Gün programlarının hazırlanmasına katkı yaptı. TRT'nin Washington temsilcisi olarak çalıştı. Sonra ilk özel kanal İnterstar'a geçti. Tarih 1993'ü gösterirken, Atv Haber Müdürü oldu. 94'te Türkiye'nin ilk "anchorman"ı olarak ana haber bülteni sunmaya başladı. Ama o daha çok 28 Şubat dönemindeki baş aktörlüğü ve daha sonradan kendisiyle ilgili müstehcen görüntüleriyle anılır oldu. Demek Ali Kırca, "en beğenilen" ünvanı taşıyor! Şaşırdım doğrusu.

Mehmet Ali Birand'a bakalım: Galatasaray Lisesi'nde okuduğunu bilmeyen yok.. Mesleğe 1964 yılında Milliyet gazetesinde başladı. Sabah gazetesinde köşe yazarlığı, TRT ve Show televizyon kanalında 32. Gün programını yaptı. Daha sonra Kanal D'de haber programı Manşet'i ve 32. Gün'ü yapan Birand, şimdi ana haber bültenini sunuyor. Aslında ekranda yaptığı gafları bilmeyen yok. Daha önceleri de "öldürülen kadın terörist lider" için hayatını kaybetti demesi. Bu gün itibarıyle başörtülü kız için neredeyse terörist muamelesi yapan bir anchorman. Diksiyon düzgünlüğünü, anchorman olabilmenin olmazsa olmazlarından olduğunu hatırlatan bir haberci abidesi!!! "Gaf"ları youtube'de geziniyor.

Gelelim Uğur Dündar'a:

Gizli kamera duayenlerinden. Geçmişine baktığınızda göz kamaştıran parlak bir kariyeri görünüyor.

TRT'nin açtığı sınavları kazandı... Televizyon prodüktörü ünvanlığı. Aynı yıl İngiltere'de BBC'nin Televizyonda Yapım Yönetim kursuna katılımı... Döndükten sonra yine TRT'de yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak çalıştı. Dündar, üstüne üstlük "Sedat Simavi Vakfı Ödülü"nü kazanmış. Ardından özel kanal maceraları. Star'a yayın koordinatörlüğü. Kanal D ve CNN Türk'te program yapımcılığı ve yayıncılığı. Ne garip, o da 28 Şubat'ın öne çıkan aktörlerindendi!

Yine ne garip ki, 28 Şubat'ta psikolojik baskıların yoğun olduğu dönemlerde "anchorman"lar öndeydi.

Şimdi başörtüsü tartışmalarının yoğun olduğu bir dönem geçiriyoruz, anchormanlar yine gözde! Belli isimler sanki toplumda seviliyormuş gibi bir hava yayılıyor.

Bunun tesadüf olduğunu söylemek safdillik olsa gerek!

31.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Gelinen nokta



Başbakanın Madrid'de yaptığı "Velev ki başörtüsü siyasî simge olsun, suç olabilir mi?" çıkışıyla başlayan süreçte geldiğimiz nokta:

AKP ve MHP "çözüm"ü yükseköğrenimle sınırlayan iki maddelik bir anayasa ve tek maddelik de bir yasa değişikliği paketinde uzlaştılar.

Ama bu paketin, asıl amaç olarak ifade edilen "üniversitelere özgürlük" getirip getiremeyeceği meçhul. Buna karşılık, üniversite dışı alanlarda sıkıntıyı daha da arttıracağı kaygısı var.

Yine bu uzlaşmanın, başörtüsü dışı diğer bazı önemli konularda da sıkıntılı sonuçları olacak.

Biri, iki aydır "Ha bugün açıklanacak, ha yarın" denildiği halde sürekli ertelenen yeni anayasa taslağının tümüyle gündem dışına itilmesi.

Diğeri, sonuç getireceği şüpheli bir başörtüsü paketi için MHP'nin desteğini almak uğruna, senelerdir çözüm bekleyen bir başka kronik sorun olan 301'de, "Bu maddeye dokundurmayız" diyen bu partinin çizgisine demir atılması.

Bir diğeri, üç yıldır hiçbir adım atılmayan AB ve demokratikleşme sürecinin, "2008 AB yılı olacak" söylemlerine rağmen iyice tavsatılması.

Ve bir başkası, ekonomideki dalgalanmaların gündeme getirdiği risklerin gözden kaçırılması.

Bu listeyi daha da uzatmak mümkün. Ama gerek yok. İşin vahim tarafı ise, bundan sonraki süreçte yaşanabilecek bilumum olumsuzlukların faturasının, başörtüsü için gündeme getirilen bu sözümona çözüm girişimine ve dolayısıyla-hiç alâkası olmadığı halde-başörtüsüne çıkarılmak istenmesi.

"Çözüm bekleyen bu kadar sorun varken türbana takıldığımız için bunlar oldu" demeye hazır tipler pusuda...

Devam edelim:

Çözüm girişiminin üniversiteyle sınırlı olması bizzat AKP mensuplarının da içine sinmedi. Bu durumdan kaynaklanan rahatsızlıklarını dile getirmeye teşebbüs edenler ise-Konya Milletvekili, Hukukçular Derneği eski Başkanı Hüsnü Tuna ve Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaban örneklerinde olduğu gibi-parti yönetiminin hışmına uğrama tehlikesiyle karşı karşıya.

Şimdi Erdoğan başta olmak üzere parti yöneticileri bir yerlere "Vallahi üniversite dışında yasağı kaldırma düşüncemiz yok" diye teminat üstüne teminat veriyorlar ve inandırıcılıklarını arttırmak için de "aykırı çıkış" yapanlar hakkında derhal disiplin mekanizmasını işletiyorlar.

Ancak bu tavır, yasağın kalkması için ümide kapılacak gibi olanlara yeni hüsranlar yaşatırken, yasakçı cephe keyifle ellerini ovuşturuyor.

"Çözüm girişimi"nin getirdiği bir diğer sonuç:

Teziç'in gitmesi ve özgürlük mesajlarıyla işbaşı yapan yeni YÖK Başkanının gelmesiyle oluşmaya başlayan olumlu hava, yasakçı rektörlerin YÖK yerine Üniversitelerarası Kurulu kullanarak sürdürdükleri direnişi açık şekilde tam bir meydan okumaya dönüştürmeleriyle dağılıyor.

Öyle ki, dinî konularda son derece tartışmalı ve milletin inançlarına ters düşünceleri pervasızca dile getirmesiyle mâruf olan ve dahası "Ordu tabiî ki darbe yapacak, bundan daha doğal ne olabilir?" diyebilen bir şahıs, ÜAK tarafından YÖK üyeliğine aday gösterilebiliyor!

Şimdi cevabı merak edilen soru şu: Gül bu şahsı YÖK üyeliğine getirir mi? Getirirse millete, getirmezse rektörlere sebebini nasıl açıklar?

Bakalım, bu gidişin sonu nereye varacak?

31.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Eleştiriye de hapis



Bir konuşma/eleştiri ve akabinde başlayan mahkeme süreci sonrasında ortaya çıkan karar, "önce hürriyet" demek gerektiğini bir defa daha bütün Türkiye'ye gösterdi.

Hepinizin bildiği üzere Prof. Dr. Atilla Yayla, İzmir'de düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşmada 'tek parti devri'ni eleştirmiş, bazılarının hoşuna gitmeyecek yorumlarda bulunmuştu. Medyanın, ilgili konuşmayı biraz da abartarak/çarpıtarak duyurması sonrası Prof. Dr. Yayla hakkında Kemalizmi eleştirdiği gerekçesiyle dâvâ açılmıştı. İlgili konuşma sonrası dâvâ açıldığında da kamuoyu bu tavra tepki göstermiş ve "Bir 'uzman'ın fikir beyan etmesinden daha tabiî ne olabilir?" diye sorulmuştu.

Süreç devam ederken, Prof. Dr. Atilla Yayla'yı konuşmaya davet eden 'iktidar partisi temsilcileri'nin davet ettikleri konuşmacıya sahip çıkmamış olmaları da ayrıca eleştirilmişti. Nihayet celseler devam etti ve mahkeme kararını verdi: 1 yıl 3 ay hapis!

Başlangıçta 1 yıl 6 ay olarak takdir edilen mahkûmiyet kararı, sanığın 'iyi hali' sebebiyle 1 yıl 3 aya indirilmiş. Yine aynı gerekçe ile olsa gerek, hapis cezası ertelenmiş. Eğer 2 yıl içerisinde aynı 'suç' tekrarlanmazsa Yayla hapse girmekten kurtulacak.

Bazıları, "Bunda büyütülecek ne var? İşte zaten hapse girmiyor, ceza ertelenmiş" diyebilir. Bu düşünce kökten ve temelden yanlıştır. Çünkü, böyle bir konuşma ve eleştiri için bir 'uzman'a 'ceza' verilmiş olması itirazı hak ediyor. Yoksa, 1 yıl 3 ay, ya da 1 yıl 6 ay olması değil!

Bakınız, kamuoyu yıllardan beri 301 ve benzeri maddelerin sebep olduğu gariplikleri konuşuyor, tartışıyor. Her defasında ifade edilmeye çalışıldığı üzere, Türkiye'nin problemi sadece 301. madde değil. Sırada onun gibi, zaman zaman kullanılan onlarca madde var. Bu maddelerin tümü, ifade hürriyetini bir şekilde engelliyor, konuşanların mahkûm olmasına sebep oluyor. Hapis cezası kararından sonra kısa bir açıklama yapan Prof. Dr. Yayla, "Artık ben değil, başkaları konuşsun" demiş. (Taraf, 29 Ocak 2008)

Prof. Dr. Yayla, bu serzenişiyle haklı. Çünkü o konuştu ve neticesinde mahkûm oldu. Bundan sonra konuşma sırası; hak, hukuk, adalet, insan hakları diyen sivil toplum kuruluşlarında. Doğrusu çok sayıda sivil toplum kuruluşu, yazılı açıklama yaparak Yayla'nın mahkûm edilmesine tepki gösterdi. Aynı tepkinin, bilhassa Yayla'nın meslektaşlarından da gelmesi beklenir.

Bu kararın, insan hakları sicili zaten tartışmalı olan Türkiye'ye bir faydası olmayacağı açıktır. Aksine, Türkiye'yi 'idare eden'lerin ilk yurt dışı gezisinde bu karar önlerine gelebilir. Avrupa Birliği yetkilileri de her halde aynı soruları yöneticilerimize soracaktır. Aldıkları cevaplarla ikna olabileceklerini zannetmiyoruz.

Tabiî 'kötü' görünen işlerin de bir 'hayır' yönü vardır. Bu karar, şimdiye kadar unutulan, ama geçmişte pek çok masum insanın başını ağrıtan bir kanunun gündeme taşınmasına ve tartışılmasına da vesile olabilir.

Bakalım Türkiye'yi 'idare eden'ler, yanlıştaki ısrarlarını ne kadar devam ettirebilecekler?

31.01.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dinin temeli



Kur'ân, "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol"1 buyurur.

Allah'ın emrettiği şekilde dosdoğru olmak, ciddiyet ve gayret isteyen zor bir iş olduğu için Peygamberimizin (asm) "Hud Sûresi beni ihtiyarlattı" buyurduğunu da biliyoruz.

Çocukluğu da, gençliği de, olgunluk yaşı da hep istikamet üzere geçmişti Resûlullah'ın (asm). Dürüstlüğü, dost düşman herkesin tasdik ettiği en önemli özelliklerinden biriydi. İlk vahiy geldiğinde muhtereme eşi Hz. Hatice, "Sen sözün doğrusunu söylersin" diyor, hemen iman ediyordu.

Daha çocuk yaşta olan Hz. Ali, Efendimizle (asm) Hz. Hatice'nin namaz kıldığını gördüğünde merak ve heyecanla sormuş, Resûl-i Ekrem de (asm) kıldıklarının namaz olduğunu, kendisinin de peygamber olarak gönderildiğini söylemiş, iman etmesini teklif etmişti. "Babam Ebû Talib'e danışayım" diyen Hz. Ali de dışarı çıkmış, sonra onun güvenilirliğini, dürüstlüğünü düşünüp geri dönmüş, Efendimiz (asm) sorduğunda da "Hayır. Allah beni yaratırken babama sormadı ki ben Müslüman olurken sorayım" diye cevap vermişti.

Hz. Ebû Bekir ilk defa peygamberliğini dile getirdiğini duyduğu zaman hemen Allah Resûlüne (asm) koşmuş, durumu sorup öğrendiğinde hiç tereddüt etmeden Müslüman olmuştu.

Kâinatın Efendisinin (asm) dürüstlüğü sadece yakın dostlarında değil bütün Kureyş'te kabul görmüş, Kureyş'i Safa Tepesinde toplayıp dağın arkasında bir ordunun kendilerine hücum edeceğini söylese kabul edip etmeyeceklerini sorduğunda hep bir ağızdan, "Elbette inanırız. Çünkü şimdiye kadar senin hiç bir yalanını işitmedik" demişlerdi.

Abdullah bin Selâm ismindeki bir Yahudi âliminin, daha simasını görür görmez, "Vallahi bu simada yalan olamaz, hile olamaz" deyip Müslüman olduğu da bilgilerimiz dahilinde.

Ebu Süfyan daha Müslüman değilken bir ticaret vesilesiyle gittiği Şam'da davet üzerine Bizans kralı Herakliyus'la görüştüğünde, onun, "Daha önce hiç bir yalan söylediğini işittiniz mi?" sorusuna, "Hayır"; "Sözünden hiç döndüğü olmuş mudur?" sorusuna da, "Hayır, verdiği sözden dönmez" diye cevap vermişti.

İşte onun bu temizliği, dürüstlüğü insanlara güven vermiş, kolayca İslâma girmelerine vesile olmuştu.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Şam'da 1911 yılında yüzü aşkın ilim adamının bulunduğu bir cemaate, İslâm âleminin içine düştüğü sıkıntıları ve tedavilerini ele aldığı hutbesinde Resûl-i Ekremin (asm) hayatının esası hâlini getirdiği doğruluğun önemine dikkat çekmiş; İslâmın temeli, ulvî seciyelerin rabıtası ve sosyal hayatın esası olan doğruluğu ihyâ edip mânevî hastalıklarımızı onunla tedavi edebileceğimizi belirtmişti.

Bu güzel duyguyu yeniden ihyâ etmeye her zamankinden daha çok muhtaç değil miyiz?

Dipnotlar:

1- Hud Sûresi: 112.

31.01.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Farklılıklara tahammül ve dayanışma



Farklılıklarımız zenginliğimizdir. Maddî yapılarımız (yüz, göz, parmak izleri, seslerimiz, hücre, hatta saç tellerimiz) farklı. Duygu ve düşüncelerimiz, kişiliklerimiz, karakterimiz, mizaçlarımız/huylarımız, hülâsa duygularımız da farklı.

Meşreplerimiz, üslûbumuz, metodumuz, hareket tarzımız da farklı olabilir. Bu farklılıklarımız; gruplara/cemaatlere de yansır. Dolayısıyla hizmet tarzlarımız da farklıdır. Farklılıklar; iş-güç, fikir birliğine engel olmadığı gibi; çatışma sebebi de değildir. Daha doğrusu olmamalıdır. Gruplaşma/cemaatleşme değil; ancak, "grupçuluk-cemaatçilik" zararlı ve tehlikeli.

Günümüz cemaat/grup, ekipleşme zamanı. Fert olarak dâhî de olsak, bid'a rüzgârlarına dayanamayız.1 Cemaat, sosyal hayatın tabiî neticesi olduğundan; aynı cemaat içinde de farklı meslek, meşrep ve grupların bulunması mümkün.2 Bu farklılıklar, çekişmeyi, çatışmayı değil, yardımlaşma ve dayanışmayı gerektirir. Şirket-i mâneviye olduğuna göre; çekişmek ve çatışmak bütün bütün anlamsız değil mi?

- Meslek, meşrep, metot veya üslupta, ittihat şart değil. Hatta, ittifak etmek câiz olmadığı gibi, mümkün de değildir.

- Kendi mesleğimizin (düşünce, metot ve üslûbumuzun) sevgisiyle hareket etmeliyiz.3 Başkalarını kötüleyerek, yanlışlarını ortaya dökerek kuvvet kazanamayız.4

- Grupta gerçek birlik olmazsa; kesirlerdeki toplama ve çarpma işlemi gibi rakam büyüdükçe küçülürüz. Yâni, çoğaldıkça, parçalanır; arttıkça zayıflar, gücümüz düşer.

- Hak, doğru yalnız bizim mesleğimiz, meşrebimizdir iddialarından sakınmalı.5

- "En güzel, en doğru bizim mesleğimiz, meşrebimiz, metodumuzdur" demeye hakkımız var. Ancak, "Yalnız doğru, tek güzel benim mesleğim, meşrebim, cemaatim" diyemeyiz.

- Önyargılardan uzak durmalı. Çünkü, önyargılar öğrenmeyi, empatiyi, sinerjiyi (kaynaşma ve duygusal alışverişi) engeller ve güdük bırakır.

- Tarafgirlik son derece tehlikeli bir damardır. Daima, hakkın/gerçeğin, doğrunun tarafında olmalı, onun hâtırını üstün tutmalıyız. En yakınlarımız sözkonusu olsa bile. Körü körüne taraftarlık felâkettir.

- Mânevî hayat ve kulluğun sıhhati, düşmanlık ve inatla sarsılır. Çünkü, kurtuluş vasıtası ve vesilesi olan ihlâs zayi olur. Zira, tarafgir bir muannid, kendi hayırlı işinin hasmına üstün gelmesini ister. Hâlisen livechillâh amele pek de muvaffak olamaz. Hem hüküm ve muamelâtında tarafgirini tercih eder, adalet edemez.6

- Bütün fertlerin katkılarıyla teşekkül etmiş hizmetleri veya başarıları bir ferde, lidere veya başkana vermek haksızlıktır, zülümdür.7

- Cemaat/grubun selâmeti (emniyet veya huzûru) için ferdi ve haklarını asla fedâ etme hakkına sahip değiliz.8

- Eğer cemaat olarak dayanışma içerisinde bulunursak, durgunlukları harekete geçirebiliriz.9

- İ'lây-ı kelimetulahı (Allan'ın dinini yayma, yüceltme, insanlığa hizmet etme ve insanlığa yararlı olma, İslâm medeniyetini ihyâ) hiçbir garaza vasıta yapılamaz.10

- Topluluk/cemaat istikametli olsa; sosyalleşme, bilgilenme o nisbette parlar ve artar. Şahs-ı mânevî bozuksa; sonuç da o derece kötü olur.11

- Farklı inanç veya cemaatte olanların farklı düşüncelerine saygı gösterdiğimiz gibi; aynı grupta bulunduğumuz insanların da farklı düşüncelerine saygı duymalıyız. Elbette saygı göstermek ayrı bir şey, kabul etmek ayrıdır.

- Hakkı/gerçeği, bâtılın/yanlışın hücumundan kurtarmak için ittifakın zarûret derecesinde şart olduğunu bilmeliyiz.

Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nûriye, s. 87.; 2- Kastamonu Lâhikası, s. 84.; 3- Lem'alar, s. 155.; 4- Hutbe-i Şâmiye, s. 104.; 5- Mektûbât, s. 256.; 6-Mektûbât, s. 163.; 7- Lem'alar, 138, Mesnevî-i Nûriye, s. 75.; 8- Kastamonu Lâhikası, s. 108.; 9- Hutbe-i Şâmiye, s. 130; Mektûbât, s. 459.; 10- Age, s. 105.; 11-Mesnevî-i Nûriye, s. 87.

31.01.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İzmirli'nin 94 yıl önceki tesettür makalesi



Sebilürreşad mecmuasının sahibi Eşrefe Edib, Tarihçe-i Hayat'taki "Tahliller" bölümünde yer alan yazısının başlarında 1908'ler İstanbul'una dair şu hatıratı nakleder: "Üstad'la (Bediüzzaman) tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen hergün idârehâneye gelir; Akif ler, Nâim'ler, Ferid'ler, İzmirli'lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musâhabelerde bulunurduk." (Age, s. 541)

İsmi listenin sonunda yer alan şahıs, büyük âlim ve mütefekkir İsmail Hakkı İzmirli'dir.

İzmirli Hoca, bundan 62 sene evvel bugün, yani 31 Ocak 1946'da Hakk'ın rahmetine kavuştu.

Onun tam 94 yıl önce Sebilürreşad mecmuasında neşredilen "tesettür tartışması"yla ilgili uzunca bir makalesi vardır ki, günümüzün aynı konulu tartışmasına da ışık tutuyor.

Aşağıda bu makalenin çok az bir kısmını iktibasen okuyacaksınız. Ama, önce bu kıymetli zâtın hayat hikâyesine kısaca bir bakalım.

* * *

İsmail Hakkı Bey, 1868'de İzmir'de doğdu. Babası, yüzbaşı İzmirli Hasan Beydir. Temel eğitimini İzmir'de tamamladıktan sonra, İstanbul'a gelerek medrese tahsiline başladı. Arapça ve Farsça'yı rahatlıkla ders verebilecek kadar öğrendi.

Bu arada Şâzelî Tarikatı'na girdi ve buradan icazet aldı. Bir müddet İzmir'e giderek burada Farsça muallimliği yaptı. Ayrıca, Ahmed Âsım isimli bir zattan 10 yıl kadar tasavvuf dersleri aldı.

İzmir'den tekrar İstanbul'a geldi ve 1892'de yeni açılan "Darü'l- Muallim-i Aliye"ye (Yüksek Öğretmen Okulu) girdi. Aynı zamanda Şakir Efendinin Yavuz Selim Camii'ndeki derslerine devam etti ve buradan da Hadis icazeti aldı.

1894'te Darü'l-Muallim'i birincilikle bitirdi. Hemen ardından Mercan Lisesinde din, tarih ve ahlâk bilgisi öğretmeni olarak ders vermeye başladı.

* * *

İzmirli Hakkı Bey, 1908'de Meşrûtiyet'in ilânı ile çıkmaya başlayan Sırat-ı Müstakim mecmuasının yayın heyetine katıldı. Bilâhare, ismi Sebilürreşad olarak değişen bu mecmuanın sahibi ve başyazarı Eşref Edip Beydir. Yazar kadrosu içinde yer alan diğer bazı isimler ise şöyledir: Bediüzzaman Molla Said, Mehmed Âkif, Babanzâde Ahmed Naim...

Burada ismi geçen Üstad Bediüzzaman, Mehmet Akif ve İzmirli İsmail Hakkı Bey, aynı zamanda 1918'de yeni kadrosu teşkil edilen Darü'l-Hikmet'il-İslâmiyenin de aslî âzâlarıdır.

İsmail Hakkı Beyin Sebilürreşâd'da çıkan yazı ve makaleleri, dahi ziyade aktüel tartışmalar ve cevap bekleyen konulara dairdir.

Hocalığı yanı sıra, birçok eğitim kurumunda idarecilik de yapan İzmirli, aynı zamanda pekçok esere de imza attı.

Aynı tarz hizmetini-Osmanlı'daki kadar olmamakla beraber-Cumhuriyet döneminde de devam ettirdi. Bu çerçevede olmak üzere, 1932 ve 1937' de yapılan Tarih Kongrelerine iştirak etti, hazırlamış olduğu tebliğleri sundu. Ne var ki, tebliğleri pek dikkate alınmadı. Zira, yeni zihniyetle tam bir uyum içinde değildi. Olması da imkânsızdı.

Bununla beraber, İzmirli Hocanın, Osmanlı dönemindeki sâfiyetini, ilmî ciddiyetini ve dinî/içtimaî konularda tavizsizliğini Cumhuriyet döneminde hakkıyla muhafaza edemediği şeklinde bazı kanaatler ve hatta tenkitler de vâki olmuştur. Ki, bunların tamamı haksız sayılmaz. Ancak, şunu hatırlatmakta fayda var: Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminin yıkıcı sarsıntılarından etkilenmeyen şahıslar çok nadirdir.

* * *

1935'te Ordinaryus Profesör olarak emekliye ayrılan İzmirli Hoca, 3700 ciltlik kütüphanesi ve henüz basılmamış eserlerini Süleymaniye Kütüphanesi'ne vakfetti.

Hayatının geri kalan kısmını yine kendi çapında ilmî çalışmalarla geçiren İsmail Hakkı Bey, 31 Ocak 1946'da ziyaret için gittiği Ankara'da vefat etti. Cenazesi Cebeci Mezarlığına defnedildi.

* * *

İzmirli Hakkı Hocanın, 9 Nisan 1914 tarihli Sebîlürreşâd'ın 291. sayısında "Tesettür meselesinin turûk-i halli" başlıklı bir makalesi yayınlanır. Bugünkü ifadeyle "Tesettür meselesinin çözüm yolları."

Yazının muhtevasından açıkça anlaşılıyor ki, bu mesele o zaman da gündemin en hararetli tartışma konularından biriydi. Makalenin giriş ve başlangıç kısmı şöyledir:

"Bugün bizi en ziyade meşgul eden bir mesele-i ilmiye var ise, o da tesettür meselesidir.

"Tesettür meselesini hangi nokta-i nazardan (bakış açısı) mütalaa edeceğiz? Evvel be/evvel (öncelikle) tayin edilecek nokta işte budur: Tesettür meselesi ya ulum-ı içtimaiye (sosyal ilimler) ve felsefiye veya ulum-ı şer'iyye (İslâmî ilimler) nokta-i nazarına göre mütalaa olunur.

"Herhangi ilim nokta-i nazarına göre mütalaa olunur ise, orada ancak o ilmin kavaid ve zavâbıtı (kaide ve nizamları), usul ve menâhiki (mihengi) hâkim olur.

"Görüyorum ki, tesettür meselesini iş-güç edinen erbâb-ı kalem, meseleyi dînen, şer'an halletmek istiyor. Bu halde istinadgâhımız ancak hücec-ı şer'iyye (şer'i deliller), zevâbıt-ı şer'iyye, usûl-i fıkhiyye (fıkıh usûlü) olacaktır.

"Filvaki bu zevat bazen âyât-ı kerime ve ehâdis-i şerifeden bahsediyorlar, bazen eimme-i (imamlar) diniyeden birinin kavlini beyan ediyorlar ise de âyât-ı kerimeyi veya hadis-i şerifi okumak ile veyahut böyle bir kaide-i fıkhıyye vardır demekle iş bitmez, böyle bir hüküm, âmiyane ve câhilanedir.

"Evvela, bir ayet-i kerimeyi veya bir hadis-i şerifi görmekle hemen şer'an böyledir denemez. Ehl-i ilim şer'in bir takım aksamını beyan ediyorlar."

Önemli bazı ölçü ve prensiplerin hatırlatıldığı bu giriş bölümünden sonra, geniş izahlara ve detaylı delillerin sıralanmasına geçiliyor.

Arzu edenler, bu makalenin tamamını Köprü Güz 2003 (84.) sayısından okuyabilirler. Şimdi bu tesettür makalesinin son bölümünü aktararak niyahet verelim:

"...Hulâsa, insanlardan ne vakit fesad-ı zina havfı (korkusu) kalkar ise işte o vakit tesettür ve hicâb da kalkar. Başka türlü kalkamaz, ne turuk-ı hamse (beş yol) ile, ne edille-i ahkam-ı şer'iat (şer'î hükümlerin delilleri) ile, ne kavâid-i celîle-i fıkhıyye ile tesettür ve hicab kalkamaz. 'Emr-i bilmâruf ve nehyiani'l-münker' mani olunmadıkça, ilm-i şeriat erbâbı bulundukça ve onlar sâkit-i ani'l-hak (hakkı söylemeyen, susan) olmadıkça, tesettür kalkmaz ve kadınlar ile tatlı tatlı sohbet edilemez.

"Eslâf ve ahlâf-ı fukahanın (önceki ve sonraki fâkihlerin) aleyhinde ne kadar söz söyleniyorsa söylensin, ona Müslümanlık âleminde hiçbir kıymet verilmez."

31.01.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Batı Karadeniz



Ülkemizde her mevsim dört ayrı iklim ile buluşabilirsiniz.

Doğu Karadeniz il ve ilçelerine yolumuz düştü geçtiğimiz hafta.

Osmanlı Unları'nın satış temsilcileri Çetin Kaya ve Yılmaz Özdemir bey kardeşlerimin nazik davetlerine iştirak ederek, soğuk kış günlerinin sıcak duruşlu insanları ile hasbihâl ettik.

Anadolu ayrıdır. Anadolu başkadır. Şiveler farklı olabilir. Boylar, kısa veya uzun olabilir. Bunlar hiç farketmez.

Uğradığımız herbir insanın simasındaki tebessüm, insanın soğuk havada içini ısıtıyordu.

İlk durak, Ilgaz ilçesi. Orada, bir tarafta ekmekler fırından çıkarken, hemen yan tarafında sıcak muhabbet halkası vardı.

Çankırı'nın Çerkeş ilçesi, Eskipazar derken Karabük'e kara dumanlar içinde girdik.

Kardemir'in kara hâleti, ilin havasına oldukça sirayet etmişti. Bu il, Türkiye'de hava kirliliğinde dördüncü sırada imiş. Ama imdatlarına doğalgaz yetişecek inşallah.

Bu kara dumanlar içinde, kalbi aydınlık ile dolu dostlarımızla akşam muhabbeti yaptık.

Safranbolu'yu görmedi iseniz büyük bir kayıptasınız. Sanki Osmanlı'yı yaşıyorsunuz. Samimi insanların güzelliği, hanelerine de yansımış.

Günler bir bir geçiyordu. Yağışlı bir günün gündüzünde Bartın'ın içine düştük. Hareketli bir çarşısı vardı. Sokaklar dar ama gönülleri genişti.

Amasra'ya kuşbakışı bakan Fatih Sultan Mehmed Han'ın, hayran kalarak, atıyla durduğu yerde söylediği; "Lala lala, çeşm ü cihan bu mu ola?" sözünü tekrar duyar gibi olduk.

Her mahalde cami, her mahalde göğe birşeyler söyleyen minareler...

Çaycuma'da kısa bir moladan sonra Zonguldak'ta bizi bekleyen avukat dostumuz Hamza Bey'le, Osman kardeşimizle buluştuk.

Her uğradığımız yerde taze hacıların taze hurma ve zemzemlerinden tattık.

Gece Kilimli'de konakladıktan sonra ver elini Ereğli'ye.

Buradaki can dostlar Vahit Ağabey, nezih insan Burhan Beyle, Danışmazlarla ve can dostum İsmail Özdemir'in mihmandarlığı ile Erol Beyi de alarak Düzce'nin yolunu tuttuk.

Nahit Beye taziyelerimizi sunarak, Necdet kardeşim ve diğer bahadır insanlar ile muhabbetten sonra gece tekrar Ereğli'ye döndük.

Ertesi gün çok muhteşem Ereğli mağaralarını ziyaretten sonra tekrar aynı istikametten memleketimize döndük.

Siz siz olun seyahat edin, sıhhat bulacaksınız inanın.

31.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kişi sevdiğiyle beraberdir



Saffet Bey:

*"Peygamber Efendimiz (asm), 'Kişi sevdiğiyle beraber haşrolacaktır' hadisini nerede, kime ve ne maksatla söylemiştir? Bu hadisin kaynağı nedir? Bu hadisi açıklar mısınız?"

Kişinin dünyada sevdikleriyle beraber olduğu gibi, âhirette de sevdikleriyle beraber olması Allah'ın hususî bir lütfudur. Zaten beşer olarak biz de bunu istiyoruz. Çünkü ancak sevdiklerimizle birlikte olduğumuzda mutlu olabiliyoruz, yüzümüzden tebessümler taşıyor. Sevdiklerimizden uzak olduğumuzda ise içimizi bir düşüncedir, bir kederdir, bir garipliktir, bir mutsuzluktur, bir keyifsizliktir alıp gidiyor.

Beşer olarak sevdiklerimiz içinde yaşamak, sevdiklerimiz içinde gülmek, sevdiklerimiz içinde ağlamak, sevdiklerimiz içinde ölmek istemiyor muyuz? Acımızda, kıvancımızda, sevincimizde, düğünümüzde, derneğimizde hep sevdiklerimizi yanı başımızda görmek istemiyor muyuz? Öyle ki, başımız ağrıdığında sevdiklerimiz çare buluyor, dişimiz ağrıdığında sevdiklerimiz merhem oluyor, düştüğümüzde sevdiklerimiz elimizden tutuyor.

Hazret-i Âdem (as) yaratıldıktan hemen sonra, sevdiği bir eş olarak beraberinde Hazret-i Havva validemizin de yaratılmış olması ve ikisi arasında derhal sevgi, muhabbet ve ünsiyet var edilmiş olması ve ikisinin de gerçekten birbirini sevmesi insanoğlunun ne derece sevdikleriyle birlikte yaşama isteği ile dolu dolu yaratıldığını ve bu istekle yaşadığını gösterir. Cenâb-ı Hak da bu isteğe cevap olarak insanoğluna sevebileceği eşler, dostlar, ahbaplar ve arkadaşlar yaratmıştır.

Madem sevdiklerimizi bize Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir. Öyleyse onları Allah için sevmeliyiz. Onları Allah için sevdiğimizde, Cenâb-ı Hak ebedî âhiret hayatında da inşaallah onları bize, bizi onlara ihsan eder. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: "Ruhlar, sınıf sınıf toplanmış cemaatlerdir. Birbiri ile dünyada tanışmış ve birbirlerini sevmiş olan salih ruhlar, orada bir araya gelirler ve birbirlerini yine severler. Dünyada birbiri ile zıtlaşan, birbirini inkâr eden, birbirine muhalif giden ve birbirini sevmeyenler ise, orada yine birbirlerine muhalif giderler, birbirlerini sevmezler ve birbirinin sınıfında da olmazlar."1

Hiç şüphesiz sevgilerin başında Allah sevgisi gelir. Gerçek dostumuz Allah'tır. Gerçek sevdiğimiz Allah'tır. Nitekim sevebileceğimiz dostlar yaratmak sûretiyle, dost aynasında bize asıl kendi sevgisini gösteren Allah'tan başkası değildir. Sonra Resûlullah (asm) sevgisi gelir. Sonra Allah için olmak şartıyla diğer insanların ve varlıkların sevgisi gelir.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah bir kulu sevdiği zaman Cebrail'i (as) çağırır ve: 'Ben falan kimseyi seviyorum. Sen de onu sev!' diye emreder. Cibril de onu sever. Sonra Cibril semada seslenip, 'Allah falan kimseyi seviyor. Siz de onu seviniz!' der. Hemen ardından gök ahalisi de onu severler. Sonra yerdeki insanların gönüllerine o kimse hakkında Allah tarafından kabul ve sevgi konulur. Herkes onu sevmeye başlar."2

Enes bin Malik (ra) der ki: Bir adam geldi ve Resûl-i Ekrem Efendimiz'e (asm):

"Yâ Resûlallah! Kıyamet ne zaman kopacak?" dedi. Resul-i Ekrem (asm):

"Sen kıyamet için ne hazırladın ki?" buyurdu. Adam:

"Allah'ın ve Resûlünün (asm) sevgisini hazırlayabildim ya Resûlallah!" diye cevap verdi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (asm):

"Muhakkak sen sevdiğinle berabersin!" buyurdu.

Enes (ra) der ki: "Biz İslâm'a girdikten sonra Hazret-i Peygamber'in (asm), 'Sen sevdiğinle berabersin!' sözünden dolayı duyduğumuz sevincin üstünde daha şiddetli bir sevinç duymadık. Ben, Allah'ı, Resûlünü, Ebû Bekir'i ve Ömer'i severim. Ben onların hayır işlerine benzer hayır ve ibadet işlememiş olsam bile, onlara olan bu sevgim sebebiyle âhirette onlarla beraber olacağımı Allah'ın kerem ve inayetinden umarım."3

Şüphesiz âhirette ve Cennette sevdiklerimizle beraber olmamız, onlarla aynı makamda bulunmamızı gerektirmez. Farklı makamlarda bulunduğumuz halde sevdiklerimizle beraber olabilmemiz mümkündür ve bu sırf Allah'ın bir lütfudur. Hazret-i Peygamber (asm) ile onu seven ümmetinin Cennette beraber olması mümkündür. Bu beraber oluş, Peygamber (asm) ile ümmetinin aynı makamda olduğunu elbette göstermez. Bedîüzzaman Hazretleri buna, aynı bahçede farklı görme ve işitme yeteneklerine sahip olan dostların, yetenek farklılıklarından dolayı zevklerinin de farklı olmasına rağmen bir yerde ve beraber bulunmalarının mümkün ve vâkî olduğu misâlini verir. Aynı dostlardan biri görme yeteneği zayıf olduğundan dolayı az ve zevksiz görmekte, diğeri ise mükemmel görmekte ve eksiksiz göz zevkini almakta olmasına rağmen iki dost beraber bir bahçede bulunabilmektedirler. Bu, dünyada mümkün ve vâkîdir; Cennette de mümkün ve vâkî olacaktır. Dost dostuyla beraber bulunduğu halde her biri farklı makamlarda, farklı zevk ve safa içinde bulunabilecektir.4

Dipnotlar:

1- Müslim, Birr, 49.

2- Müslim, Birr, 48.

3- Müslim, Birr, 50.

4- Sözler, s. 460.

31.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ergenekon'un manevî zemini



Cumhuriyet rejimiyle birlikte yer altındaki Osmanlı batınîliği yüzeye çıktı. Dünün galipleri bugünün mağlupları, mağlupları galipleri haline geldi. Zira, onları kontrol eden mekanizma dağıldı. Bu bir sünnetullah ve adetullahtır, kaçınılamaz. İnsanlar arasında sayılı günler deveran edip gider. Osmanlı'nın kurulu düzeni çözülünce, dinî yaşantının ölçüsü de pek kalmadı. Ve ikinci olarak, yeni rejim, ya dini reforme etmek, ya da vatandaşların dinî anlayışlarını değiştirmek istemesinden dolayı da dini anlamanın ve yaşamanın usulü ve yöntemi kalmadı. Bunun sonucu olarak, dolaylı olarak da olsa yeni rejim veya anlayış, dini anlamanın da bir ölçüsü ve kıstası haline geldi. Kaim-i makamı oldu. Dinin kendi ölçüleri kalmayınca, bu defa yerine vaz'î ve keyfî ölçüler ikame edildi ve böylece dinî hayatın çerçevesi değişti veya değişmeye zorlandı. Bu hususta Taha Akyol, Yeni Şafak'ta Mehmet Gündem'e yaptığı değerlendirmede şunları söylüyor: "Ben diyorum ki; Atatürk bir siyasi itikat konusu olarak ele alınmamalı. O vakit parçalayıcı olur, daha da önemlisi dogmatik oluruz..." Başörtüsü gibi konularda, Sabih Kanadoğlu gibilerin anayasanın dibacesine ve kurucu ilkelere gönderme yaparak veya bunu gerekçe göstererek engellemeci yaklaşımları, aslında en azından onların nazarında Kemalizmin dini anlama ve yaşamada da bir kriter olduğunu ortaya koyuyor. Bunu, sadece laiklikle izah etmek kabil değil. Zira, bu serbestiyi veren ülkelerin, bizden başkasının laikliği ve ilkesi zedelenmiyor, aşınmıyor. Ne Batı'da, ne de Doğu'da. En katıları Fransa'dan en yumuşaklarına kadar. Demek ki, burada bizim laiklik anlayışımız ile Batı'nın laiklik anlayışı arasında bir mesafe açısı var. Bir ideolojiyi veya ona isim veren tarihî şahsiyeti ve Taha Akyol'un deyimiyle birbirinden farklı olduğu halde icraatlarını mutlaklaştırdığınızda çelişki, çatışma ve sapma kaçınılmazdır. Din alanındaki bu daraltılmış anlayış, dindarlara baskı olarak yansırken, manevî alanda da batınî akımlar diyebileceğimiz akımların türemesine zemin hazırlamaktadır. Zira, hakim pradigma veya ideoloji hem siyasetin, hem de dinî alanın veya anlayışın kriteri ve belirleyicisi oluyor-olmama gerekçesiyle doğmuş olduğu halde. Siyasî ve dinî alanın sınırlarını belirliyor ve tayin ediyor. Dolayısıyla dinî hayat, tabiî mecrasını bulamıyor. Bundan dolayı, son Ergenekon örgütü ile bağlantılı operasyonlarda gözaltına alınan isimlerin bazılarının batınî eğilimler taşıdığını görüyoruz. Hem de birden fazlasında.

***

Kendilerini müesses nizamın koruyuculuğuna atamış veya onun hamîliğine soyunmuş bu isimler, bu himaye misyonlarını deruhte edebilmek için dine karşı menfî bir konumları olduğu halde dinî hareketlerle taktik ilişkilere de girebiliyorlar. Dinî hareketlere sızabiliyorlar ve özellikle de dinî geleneği olmayan nevzuhur akımlarla bağlantıya geçebiliyor ve hatta bütünleşebiliyorlar. Fener'in karşılığı olarak da düşünülen Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin bazı yetkilileriyle ideolojik veya manipülatif münasebetler kurulması gibi. Tam olarak bilmiyoruz, ama ilişkiler yumağı bu kanaati pekiştiriyor. Kendisini rejimin bekçisi sanan bu tür örgütlenmeler, geleneği olmayan ve gelenekten kopuk her türlü batınî akımlarla yanyana duruyor veya bütünleşebiliyorlar. Bu meyanda, son operasyonlarda bir ara gözaltına alınan Kuva-yı Milliye Derneği şeflerinden birisinin son zamanlarda sahte peygamberlerle beraber olduğu iddiası da bu kanaati pekiştiren hususlar arasındadır. Hatta Star gazetesine göre, kendisini İsa Mesih sanıyormuş veya ilan etmiş. Sabah'ta yayınlanan bazı kıyafetlerine baktığınızda ya Kartal Tibet'i, dindar rolünde oynuyor sanırsınız, ya da gerçekten de tekkeden çıkan birisi zehabına kapılabilirsiniz. Bu iddialar doğru, ya da yanlış, ama ortada böyle birden fazla iddia ve dolayısıyla şaibe var. Bunlardan birisi de 'Hayatta en hakiki mürşit ilimdir' vecizesini besbelli yanlış anlayan Scientology Tarikatı eski Türkiye sorumlusunun da bu örgütle bağlantılı olarak gözaltına alınması ve ardından delil yetersizliğinden serbest bırakılmasıdır.

***

Dolayısıyla Ergenekon'un arkasından çıkan dinî görüntüler hiç de sağlıklı değil. Bir kıvam sorunu olduğu ortada. Bu örgütler belki de farkında olmadan Kemalizmi bir tarikata çevirmek istiyorlar. İşte bunların aşılabilmesi için dinin gerçeğine uygun bir şekilde öğretilmesi gerekir. Bir de Taha Akyol'un dediği gibi, kurucu liderleri ve icraatlarını mutlaklaştırmamak gerekiyor. Çünkü mutlaklaştırdığınızda, sorgulayamıyorsunuz veya yanlışlayamıyorsunuz. Tabu oluyor ve dokunulmazlık zırhı kazanıyor. Bazı çeteler de onun altına sığınıyor ve at koşturuyor.

31.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri