Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Belirsizlik



Haftalardır süren “türban fırtınası,” anayasanın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişikliklerin Meclisten geçmesini takiben AKP’nin frene basarak YÖK kanununun ek 17. maddesine yapılacak değişikliği beklemeye alması sonrası tedricî bir yatışma sürecine girecek gibi.

Bilindiği gibi, Başbakan parti yönetiminden gelen talepleri de dikkate alarak, iki maddelik anayasa değişikliği paketinin Anayasa Mahkemesine götürülmesi halinde oradan çıkacak karar belli oluncaya kadar YÖK kanununu gündeme getirmeyi düşünmediklerini söylemişti.

Aslında bu, bizim de evvelce 7 Şubat’ta çıkan “Sağduyuya dönüş fırsatı” başlıklı yazımızda dile getirdiğimiz yaklaşımla örtüşen bir karar.

Esasen, anayasa değişikliklerine de gerek yoktu. Ama yapıldı. Hiç değilse, yanlışı daha ileri ve geri dönüşü olmayan noktalara götürmemek için, YÖK değişikliği askıya alınmalıydı.

Anayasa değişiklikleri için dahi iptal kuşkusu varken, baş örtme biçimine tarif getirmeye soyunan bir yasa değişikliğinin âkıbeti daha baştan belliydi. Nasıl görünen köy kılavuz istemezse, bu yasa için verilecek karar da çok açıktı.

Her ne kadar hükümet sözcüleri “Kimse kendisini Anayasa Mahkemesinin yerine koyarak ahkâm kesmesin” diye esip gürleseler de, Anayasa Mahkemesiyle Danıştay’ın “Başörtüsü Atatürk ilke ve inkılâplarına aykırıdır” diyen içtihadları ortadayken farklı beklentilere girmenin bir mantığı var mı?

Kaldı ki, bunlar bir tarafa, yapılmak istenen düzenleme herşeyden önce mağdurların haklı tepkisiyle karşı karşıya.

Çünkü kılık kıyafet özgürlüğünü üniversitelerle sınırlı tutarken, imam hatipler başta olmak üzere ilk ve ortaöğretim okullarıyla kamu kurumlarda başörtüsü yasağını anayasal bir zeminde kalıcı hale getiriyor.

Ve baş örtme biçimini, sırf askerin itiraz etmeyeceği varsayılan şekle uydurup tektipleştirerek, yeni bir dayatmayı önümüze koyuyor.

Onun için, bu son derece sakıncalı formülün, Anayasa Mahkemesi faktöründen bağımsız olarak, tümüyle gündem dışı kalması gerekiyor.

Öte yandan, anayasa paketinin yüksek mahkemeye gidip gitmeyeceği de henüz belli değil.

10. ve 42. madde değişikliklerinin “türbana vize” sonucu doğurmayacağı, dolayısıyla iptal edilmeyebileceği iddiasını ortaya atan bazı hukukçular—ki bunların başını yine Sabih Kanadoğlu çekiyor—CHP’ye “Hiç boşuna uğraşma, gerek yok” diye akıl vermeye başladılar bile.

Eğer CHP de bu kanaate varır ve iptal dâvâsı açmaktan vazgeçerse ne olur? AKP askıya aldığı YÖK değişikliğini tekrar gündeme getirir mi, yoksa “Anayasa ile sorunu çözdük, diğerine ihtiyaç kalmadı” demeyi mi tercih eder?

Böyle bir durumda, serbestlik uygulaması için YÖK değişikliğini de şart koşan yasakçı rektörlerin tavrında bir farklılık olur mu? Çok zor.

“Çene altı kanunu çıkmazsa peçe ve çarşaf da girer” iddiasına “haklılık” verdirmek için o tür provokasyonlar olur mu? Kuvvetle muhtemel.

Uzun lâfın kısası, yeniden belirsizliklerle dolu sıkıntılı bir sürece giriyoruz. Bu sürecin varacağı yer “Yine başa döndük” durumu mu olur, yoksa yeni ve farklı sürprizlerle de karşılaşır mıyız?

Hep birlikte yaşayıp göreceğiz. Hayırlısı..

19.02.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Bu kadar öfke ve gürültü neden?



Toplumumuzun bir kesiminde başörtüsüne karşı gittikçe artan bir tepki, hatta öfke var. Yıllardır yaşadığım ve dindar insanların yoğun olarak yaşadığı Fatih semtinde bile, çok yakınım olan bir hanıma başörtüsünden dolayı sataşıldı. İki yaşlı hanım, “türbanlı” sıfatını kullanarak ileri-geri konuşmuş.

Ben ilk önce inanamadım. Lâkin haber ve tartışma programlarını izleyince, yaşanan gerginliğin gittikçe artan boyutlara ulaştığını görmek mümkün oldu.

Zavallı kardeşlerimiz farkında olmadan dinimize ve onun bir emri olan başörtüsü ya da türbana karşı çıkıyorlar. Bazen “şeriat” ismine hakaret edecek kadar öfke dolu açıklamalarda bulunuyorlar.

İşin kötüsü, bilmeden kendilerini ateşe atıyorlar. Gerçekten de bilmiyorlar, zirâ dinimiz körü körüne siyasete âlet edildiği için, yaptıklarını doğru zannediyorlar.

Kendilerine sorsanız, bir partiye karşı çıktıklarını ve dine karşı olmadıklarını söyleyecekler. Elbette, çok küçük bir azınlık dine karşı ve amacı dini ortadan kaldırmak. Lâkin diğer büyük çoğunluk gerçekten de dine inanıyor ve doğru yaptıklarını zannediyor.

Peki, ne oldu da bu duruma geldik? İnsanlar farkında olmadan nasıl bu kadar pervasız ve cesur olabiliyorlar? Ayrıca bazı kardeşlerimizin bilmeden Cehenneme yuvarlanmaları, niçin umursanmıyor?

Cevabı basittir. Lâkin gözü siyasetten başka bir şeyi görmeyen insanlara lâf anlatmak biraz zordur. Olaya siyaset-politika ekseninden değil de bir parça şefkat ve insaniyet yönüyle bakacak olursak, gerçekleri daha iyi görebiliriz, diye düşünüyorum.

Başbakanımız yurt dışından “velev ki türban siyasî olsun…” diyerek başladığı ve kendi ifadesi ile öfke dolu konuşmalarını yapmasaydı, geldiğimiz nokta nasıl olurdu acaba? Meselâ şöyle deseydi “Sayın Baykal, lütfen kızlarımızı okumaktan mahrum edecek yaklaşımlarda bulunmayın” veya “siyasetçiler lütfen şu soruna bir çözüm bulun veya bizim bulduğumuz şu çözüme destek olun.”

Tabiî ki böyle bir yaklaşım, siyasetçi için menfaatli veya çıkarlara uygun değildir. Hele hele yerel seçimlerin yaklaştığı bir dönemde, böylesine yumuşak bir üslup kullanılması kendi politika felsefesine asla uymayacaktır.

Başbakan ve onun akıl hocalarına göre, fırsatlara uygun hareket etmek gereklidir. Zira şimdi dinî değerleri, siyasete alet etmek için uygun bir vasat oluşmuştur. Bakın bu zevat nasıl düşünüyor ve hareket ediyor.

“Toplumun büyük bir kesimi üniversitelerdeki başörtüsü yasağına karşıdır. Bu çoğunluğu ne yapıp edip “oy almaya uygun” bir kıvama getirmek lâzımdır. Ekonomi gittikçe kötüye gitmektedir. Halkın bu konuda konuşması bizi yıpratacaktır. Bunun yerine gerginlik ve düşmanlığı pekiştirecek yaklaşımlar ve konuşmalar daha faydalıdır.

“Hazır muhalefet lideri kendi amaçlarına uygun hareket etmektedir. Karşılarında kavga etmek, hizip olmak ve çözümsüzlük üretmek üzerine, adeta bir deha bulunmaktadır. Fırsat bu fırsat, Baykal’ı dolduruşa getirip onu konuşturarak milletin büyük bir çoğunluğunun desteğini alma imkânı vardır.”

Nitekim üç aşağı beş yukarı bu plân onaylanmış ve düğmeye basılmıştır. Muhalefet lideri de tam da istedikleri türden konuşmaya başlamıştır. Yok yere gerginlik ortaya çıkarılmış, seçimlerin yaklaştığı bir vasatta halkın büyük çoğunluğu kendi saflarına çekilmiştir.

Ekonominin kötüye gitmesi, AB’ne giriş sürecinin aksaması, cehalet ve düşmanlık duygusunun hâkim olması, bazı kardeşlerimizin cehenneme gitmesi kimin umurunda? Onlar için gerekli en önemli şey; oy almaktır.

Mevcut durum Baykal’ın da işine gelmektedir. Hazır ortam gerginken, rakiplerini bertaraf etmek daha kolaydır. Şimdi ekonominin gelişmesi, cehaletin önlenmesi sevgi ve kardeşlik duygularının geliştirilmesi ve bunlarla ilgili politika üretmek için uğraşmaya ne gerek var! Hazır AB’ye giriş süreci de tökezlemiş, bundan daha güzel bir ortam olur mu?

İşte sevgili okuyucular; benim gördüğüm kadarı ile mevcut durum bu şekilde. Herkes işine geldiği gibi hareket ediyor. Din ve vicdan özgürlüğü veya aynı ülkede yaşadığımız kardeşlerimizin ateşe yuvarlanmaları siyasetçilerin umurunda bile değil. Peki, ne yapalım? Oturup ağlayalım mı?

Evet, bir parça ağlayalım. “İçinde evlâdım tutuşmuş yanıyor” diye çırpınan Bediüzzaman gibi, “iman kurtarma” mücadelesine girişelim. Politikacıların ortamı germesi yerine, sevgi ve kardeşlik duygularımızı pekiştirmeye çalışalım.

Bizim için tehlikeli duygu olan “adaveti”, yani düşmanlığı nefsimize çevirelim. Bu kadar İslâm’ın aleyhine çalışan insî ve cinnî şeytan dururken, zavallı kardeşlerimizi ateşe düşmekten kurtarmak bize zor gelmesin. Unutmayalım ki, sevgi ve kardeşlik dinimizin özünden çıkmaktadır.

Bize işin güzel tarafı düşmüş; biz dostluk ve kardeşliği, onlar ise düşmanlık ve nefreti kendilerine amaç edinmişler. Onlar için hidayet temennisinden başka bir duamız olamaz. Biz kendi yolumuza, onlar kendi yollarına gitsin, vesselâm…

19.02.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İlmi unutmak



İlimlerin şâhı iman ilmidir. Yaratılanların Rabbini tanımayan insanı, öğrendiği hiçbir şey cahilliğin gayyasından kurtaramayacaktır. San’at eserleri ne kadar mükemmel olursa olsun, onların sânii öğrenilmeden değerleri de anlaşılamaz. İnsan önce şu kâinat sarayının ve içindeki bütün mahlûkatın Yaratıcısını tanımak zorundadır.

İnsan, Yaratıcısını bulduktan ve Ona karşı kulluk vazifesini yaptıktan sonra insan olmanın zevkini tatmaya başlayacaktır. Aksi takdirde insan olmak başa belâ olacak, hayvanların bile aldığı hayat lezzetine ulaşılmayacak, böylece dünyada iken cehennemî bir hayat başlamış olacaktır.

İnsan, iman ilmiyle ancak insanlığını anlayabilir. Aksi takdirde hiçbir şey onu kendine getiremez, onu câhillikten kurtaramaz. Allah’ın yüce Habibi Peygamberimiz (asm) “İlim bütün mü’minlere farzdır” buyururken şüphesiz iman ilmini ve ubudiyet yolunu kast etmiştir.

Yunus Emre de “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin / Bu nice okumaktır?..” derken iman ilminin insan hayatındaki önemini nazara vermek istemiştir. Çünkü ilmin mahiyetini bilmeyen bir insanın ilim öğrenmesinden bahsedilemez. Kendini bilmeyen bir insanın da ilim tahsil ettiği iddiâ edilemez. O halde ilmin mahiyetini bilmeyen ve tahsil ettiği ilimle kendini, insanlığını tanımayan bir insan ilim tahsil etmiş olamaz.

İnsan her şeyden önce kuvvetli bir imana sahip olmalı, ondan sonra da Rabbine karşı kulluk vazifesini yerine getirmelidir. Bunun için de Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın hakikatlerini iyi öğrenmeli, Resûl-i Kibriya’nın (asm) yolunu takip etmelidir. İnsan, Kur’ân ve Sünnete öyle yapışmalı ki, insî ve cinnî hiçbir şeytan onu kandırmamalı, onu doğru İslâmiyetten ayırmamalı.

İman edip İslâm ilminde cehlini devam ettirenler daha kolay bir şekilde İslâm adına yanlış şeylere tevessül edebilirler. Bu sebeple iman ve İslâm ilmi, Kur’ân ve sünnet ölçüleri dahilinde çok iyi bir şekilde öğrenilmeli ve bu hakikatler hiçbir zaman unutulmamalıdır.

İlmi unutmak kendini unutmaktır. İlmi unutmak, kâinatı, var olan bütün varlıkların Yaratıcısını unutmaktır. İlmi unutmak, doğruları unutmak, yanlışların karanlık kuyularında debelenmektir. Kâinatın Yaratıcısı ve emirlerini bilmeyen, yaratılanların neden var olduğunu düşünmeyen insan cahilliğin karanlığı içinden henüz kendini kurtarmamış demektir.

İslâm inancında ilmi unutmak, Allah’ı unutmak, emirlerini önemsememek, asi olmak, günah bataklığına dalıp şeytana oyuncak olmak demektir. Bu sebeple Peygamberimiz (asm), ilmi unutmanın tehlikesini nazara vermiştir: “İlmin tehlikesi unutmaktır; zayi edilmesi, ehil olmayana öğretmektir.”

Öğrenilen iman ilminin, öğrenilen Allah kelâmının ve Peygamber yolunun unutulması büyük bir tehlikedir inanan bir insan için. İnsanı küfrün karanlıklarından kurtaracak, insana insan olduğunu öğretecek, insana kulluk tarîkını gösterecek iman ilmini unutmak tehlikesine düşmemek için bu ilmi her zaman tekrar etmek ve ilmin gerektirdiklerini her zaman yerine getirmek gerekecektir.

Öğrendikten sonra unutmak, öğrenmemekten daha çok tehlikelidir ki, Peygamberimiz (asm) öğrenilen ilmin unutulması tehlikesine dikkatimizi çekmiştir. İlmin ehline öğretilmesi, ilmin ciddî bir şekilde talip olana verilmesi de önemlidir ki, Hadis-i Şerifte, ehil olmayana öğretmek ilmin zayi olması olarak ifade edilmiştir. Bundan da ilme ehil olmanın önemli bir mesele olduğunu anlıyoruz.

Kâinatın Rabbini ve yaratılışın mahiyetini öğrenmek için öncelikle insanoğlu iradesini kullanmak zorundadır. Tercihini iman hakikatlerini öğrenme yönünde kullanan insan artık ilme ehil bir vaziyete gelmiş demektir. Allah’a yönelen ve ona kul olmak isteyen insan tercihini iman ilmi yönünde kullanmış demektir. O artık duâya sarılacak, her şeyin sahibi hakikisi olan Rabb-i Rahimden ilim talep edecektir.

Evet iman, ilmin başlangıcıdır. İmanda terakkî etmek, ilimde ilerlemek demektir. İman zaafı da cahilliğin başlangıcıdır. İmansızlık ise kopkoyu bir cahilliktir.

19.02.2008

E-Posta: [email protected]





Hüseyin EREN

Köyleşen küre



Zamanın bediisinden zamanımıza ve sonrasına öz ve özet bakan sözler: “Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır; ta’dili büyük bir himmete muhtaçtır. Ve kezâ, beşeriyet ruhundan dünyaya nazır pek çok menfezler açılmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.”

Asrın başlarında zamana derin bir idrak ile ufuk bakış, yüksek bir irfan nazar; bir Bediüzzaman böyle konuşabilir…

Küre küçüldü köy oldu, köy büyüdü küre oldu; nasıl bakarsan bak… Aşağı mahallede olan bir şey hemen yukarı mahallede duyuluyor; yukarı mahallede esen bir rüzgâr aşağı mahalleyi tozu dumana katıyor… Herkes her şeyden haberdar köyde; köyün her sokağına, evlerin büyük bir çoğunluğuna giren medeniyet, zihinleri karıştırmış, duyguları dumura uğratmış malayaniyatla iştigal ettiriyor… Kişi kendine kapalı, kâinata kapalı, Kur’ân’a kapalı; gafletin kalın duvarları arasında mahpus; adı hürriyet, adı intibah, adı ilerleme… Naim, uykuda rüyasını anlatıyor etrafına toplanmış müritlerine…

Gafletin en kalın perdesini aralamak, ışığa açılmak, gündüze geçmek büyük bir himmete, hamiyete, gayrete, araştırmaya, çalışmaya ihtiyaç var… Artan her sun’î ihtiyaç himmeti dağıtıyor, gayreti gevşetiyor, arayışlara ara verdiriyor; ışığı kalın duvarlar arkasında bırakıyor… Sun’î ihtiyacı elde edinceye kadar geçen zaman, onu elde ettikten sonraki meşguliyetse zihinleri zırvalaştırıyor, düşünceleri cüceleştiriyor, duyguları duyarsız kılıyor… İntibah sabahında uyanmak çok zor…

Ruh sonsuzluktan geldi, yönü yolu yine sonsuzluk… Yerdeki balcığın semâdaki kanatları ruh, ebedden başkasına razı olmuyor, aşkı ebedî… Ruhtan zevkler dünyasına pencereler açmak; gökteki cevheri çamura düşürmek… Dünyaya düşkünlük, sefahat çamurunu medeniyet diye yüzüne yüreğine sürmek; balcıkta batmak…

Servet, şöhret, şehvet hepsi bir Züleyha… Gömleği önden yırtılanlar gafletin en karanlık hapsinde mahpus… Ne ışık var, ne ümit… Menfezlerden sızan ışık huzmeleri medeniyet sanmak; ne geçmez bir gece…

Ya Yusuf namzetlerinin işi kolay mı ki? Hiç de değil… Ne kadar kaçarsan kaç Züleyhalar yetişiyor; kapılar kapalı, pencereler kapalı… Tek yapılacak şey, yine de kapıya kaçmak… Belki Rahmetten bir “bürhan” yetişir de, kurtulunulur Züleyha zindanından…

“Gerçekten kadın ona niyetlenmişti. Kendisine verilen ilim ve hikmetle Rabbinin delillerini görmeseydi, Yusuf da ona niyetlenip gidecekti. Onu kötülük ve fuhuştan Biz böylece alıkoyduk. Çünkü o ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yusuf Sûresi: 24)

Bu bürhanı—ilim ve hikmet—inmesini duâ ile beklemekten başka kapı yok… Yusuf medreselerinde yazılan Nur risâlelerini bedî bir nazarla, müdakkik bir zihinle tekrar be tekrar okumakla Kur’ân bahçesine girmek ve Züleyha zindanlarından kurtulmak; zamanın Yusuflarının takip edebileceği güzel bir yol… O güzel yol, inşaallah Allah’ın lütfuna mazhar olanlara götürür bizi. Korkumuz var, ama ümitsiz de değiliz. Elbet zindandan çıkacak, kendi kalp ülkemize ve yaşadığımız dünya coğrafyasına aziz olacağız inşaallah.

19.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kezzapçıdan korkma kezzaptan kork



Mersin’li kezzapçı irticacı değil, şakacı çıktı. Tabiî ki ağır romanda olduğu gibi onun yaptığı münasebetsiz ağır bir şaka. Affedilebilir tarafı yok. Ama neyse ki kaos dalgasının bir parçası değilmiş ve kezzapçı, kezzapların göstermek istedikleri gibi başörtüsü meselesinin bir parçası değilmiş. Halbuki bir takım muhalefet parti liderlerine bakılacak olursa kezzapçıdan kezzap (aşırı yalancılık) türetmek istemişlerdi. Bazı şakacılar da İstanbul’da durduk yerde kapılara ‘Allah’ ismi yazmaya başlamışlar. Herhalde bu da postmodern bir ‘Şeriat kalkışması’ olsa gerek. İşte bunları tasdik edenler ya kezzapçılardan medet uman kezzaplar ya da tedaviye muhtaç paranoyaklar. Artık gerilim ve kutuplaşma diye bayatın bayatı numaralara bilmem kaçıncı kez tevessül ediyorlar. Ama yine hüsrandalar. Böylelikle halkı değil de aslında askerî çevreleri kendilerine angaje etmeye ve onları tahrik etmeye çalışıyorlar. Yoksa halkın kışkırtmalara prim vermeyeceğini ve kanmayacağını ve amiyane tabirle karnının buna tok olduğunu biliyorlar. Kendi heveslerini tatmin etmek için orduyu kullanmak ve halkı kurban etmek istiyorlar. Lâkin oynadıkları oyun tehlikeli ve sonu çıkmaz bir oyun. Hem karşı devrimden söz edeceksiniz, hem de darağacı göstereceksiniz. Buna göre, Adnan Menderes de karşı devrimci olmuş oluyor. Her neyse...

Yine bu Mersinli kezzapçının peşine takılan kezzaplar oldu. Onlar da bu vesile ile orduyu kaşımaya kalkışıyorlar. Ülke elden gidiyor havası pompalamak istiyorlar. Başbakan Erdoğan belediye başkanlığından bu güne neler değiştiğini sorması üzerine Baykal yine felâket tellâllığına soyunmuştu ‘Hâlâ görmedin mi nelerin değiştiğini? Bunu bacağına kezzap dökülen kızların analarına sor’ diyor. Mersin’li çiftçi Mustafa Kemal Öncel’e başbakanın ‘Ananı da al git’ dedikten sonra bu meseleye de maalesef yine analar alet edildi. Ana ortada yok, ama babası kezzapçı oğlunun camiyle cemaatle bir ilişkisinin olmadığını ve Cumaya bile gitmediğini söylüyor. Ona mı inanalım yoksa, Baykal efendiye mi?

***

Baykal: “Acaba bunun Türkiye’de bir süredir yaşanan kutuplaşma ile ilgisi var mı yok mu? Türkiye’de kaotik bir ortam şekilleniyor diyenler bunu kastetmiyor muydu? Bu tepkileri doğal karşılayacak bir ortamı oluşturmadık mı?” diye soruyor. Sormakta haklı, ama cevabını vermek daha ziyade kendisine düşüyor. Yasakçılığı sosyal barış olarak takdim edersen ve millete hürriyet vermeyi kendi hürriyetinin kısılması olarak addedersen millet serbestî istedikçe sana göre gerilim tabiî ki olur. Bunu şeddeli hâle getirmek isteyen birileri de veya bazı meczuplar da çıkar durumdan vazife çıkartarak kezip/yalan denizine, daha da tutuşması için kezzap dökerler. Nitekim öyle de olmaktadır.

***

Dolayısıyla kezzapçıya değil kezzaplara bakmak lâzımdır. Biz masonluk tarihçesinden Cemaleddin Afgani, Şeyhülislâm Musa Kâzım gibi insanların da bir dönem masonluğa girdiğini biliyoruz. Bununla birlikte kimileri beyaz tarihi kirletmek pahasına, Cemaleddin Afgani’nin amansız hasmı Şeyhülislâm Mustafa Sabri’nin ismini de mason listesine geçirdiler. Bunlar onun ağzından Bediüzzaman’a da bir reddiye kaleme almışlar daha doğrusu uydurmuşlardı. Ne onun masonluğunu bırakmış ne de Akif’in mason hâmilerini! Abbas Halim Paşa’nın masonluk iddiasından yola çıkarak onun himayegerdesi olan Mehmet Akif Ersoy’u da tezyif etmek istemişlerdir. Masonluğa onu da bir şekilde bulaştırmak istiyorlar. Zaten daha önceki yazılarında onun Mısır’a zevk almak ve zevzeklik yapmak için gittiğini yoksa Mısır’daki ikametinin dinî bir amaç taşımadığını söyleyecektir. O mücerret ruh timsali dâvâ adamı ve asrımızın en büyük ideal tiplerinden olan Akif için hedonist tiplemesi yapıyor ve ona hedonist bir portre çiziyorlar. Bu onu, manevî olarak öldürmek ve yok etmektir.

Soner Yalçın gibilerin hep yaptıkları bu. Onlar nazarında, insanlar ya belden aşağısını ya da midelerini düşünürler. Onların kalpleri ve fikirleri yoktur. Hep yaptığı iş tezyif: Dinî liderleri dönme, dindarlığı da masonik gösterme çabasıdır. Aynısını kimi Batılı yazarlar İslâm’ın kökenini Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa irca ederek onu çalıntı ve buluntu göstererek yapmıyorlar mı?

Bu modern simyacılıktır ve bunun falcılık veya ortaçağdaki cadıcılıktan farkı yoktur.

Güya mason Şeyhülislâm Musa Kâzım başörtüsünü savunduğu için Soner Yalçın başörtüsünü neredeyse masonluk sembolü olarak takdim edecek. Bunu ‘Başörtüsü rahibe kıyafetidir’ diyen Yaşar Nuri Öztürk’e sorsun. Zira bu mantıktan yola çıkacak olursak başörtüsünü İslâm dışı bir adet olarak telâkki eden Yaşar Nuri neden başörtüsünü sembol edinen masonlarla kol kola? Partisi içinde önemli masonlar var. Meselâ Mustafa Ağaoğlu. Başörtüsü redcisi Yaşar Nuri sürekli mason kulüplerinin alt sınıfını temsil ve teşkil eden Lions veya Rotary kulüplerinde konferanslar vermiyor mu? Yani Yaşar Nuri ve onlarla ilişkileri aslında tam da Soner Yalçın’ın Musa Kâzım üzerinden ispat etmek istediğini tekzip ve nakz etmiyor mu? Türkiye’de Çanakkale Savaşının akabinde çarşafı ilk yasaklayan oligarşik zümre İttihatçılar değil miydi? Dolayısıyla Musa Kâzım Efendi de bu cereyan içindeydi. O başörtüsünü masonluğun değil İslâmın bir gereği olarak savunmuştur. Masonluğun başörtüsüne dost olmadığının bir delili ve kuvvetli bir kanıtı da ‘Mason İslâmcı lider’ dediği Cemaleddin Afgani’nin başörtüsü hakkındaki esnek tutumudur.

19.02.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Kışın pek şiddetli hiddeti…”



Bediüzzaman, “hava ile zeminin, zelzele ve fırtına ile gadâb-ı ilâhîyi (ilâhî gazâbı) haber vermek nevînden hiddet ettikleri” ve “âdetâ muhalif bir vaziyet gösterdikleri” zamanlarda, “mânevî fırtınaya alâmet olarak hissedilen hâdiseler”e karşı mânâ yüklü lâhika mektuplarını neşreder; zemin yüzündeki olayların anlamını Kur’ân’a göre tefsir eder.

Anadolu ve Trakya’nın büyük bir bölümü karla kaplı. Ankara ve İstanbul beyaz bir örtü altında. Şiddetli poyraz ve tipiyle birlikte bazı bölgelerde sıfırın altında otuz dereceye yaklaşan soğuklardan onlarca kişi donarak öldü.

Sâdece geçen hafta sonu kuvvetli buzlanmadan yurt çapında bin beş yüze yakın trafik kazası meydana geldi; onlarca insan vefat etti, onlarcası yaralandı. İlleri ve ilçeleri birbirine bağlayan yüzlerce karayolu, bazı otoyollar ve binlerce köy yolu kapandı. Yüzlerce yolcu yollarda mahsur kaldı.

Bütün yurtta havaalanları kapandı, uçak seferleri iptal edildi, deniz ulaşımı durdu. Birçok yerde orta dereceli okullar ve hatta üniversiteler tatil edildi.

Anadolu’da birçok göl ve nehir buz tuttu. Türkiye, âdeta kara ve soğuklara teslim oldu, soğuk hava, kar ve fırtınayla titredi, titretiyor. Kış yalnız Anadolu ve Trakya’da değil, Kafkaslar ve Balkanlar’da da hiddetiyle hüküm ferma oldu. Tuna Nehri dondu. İran’da çöllere bile uzun yıllar sonra kar yağdı.

Meteorolojinin tespitine göre, insanlığın kâinatı kirletmesi ve tahribi sonucu “küresel ısınma”yla baş gösteren dondurucu Sibirya soğukları Asya ve Avrupa kıt’asını sardı, sarıyor. Şiddetli soğuklar Doğudan Batıya hüküm sürüyor. 78 yılın en sıcak yaz mevsiminin ardından, son yirmi ve hatta elli yılın en soğuk kışı yaşandı, yaşanıyor.

Ve bütün bunlar, Bediüzzaman’ın, “hava ile zemin”in fırtına ve kışla verdiği mânevî mesajın, “kışın pek şiddetli hiddeti”nin hikmetini ve mâverasındaki mânâyı okutturuyor…

“HAVA İLE ZEMİNİN GADÂB-I

İLÂHÎYİ HABER VERMESİ”

Görülüyor ki, kışın şiddetli soğuğu ve fırtınası da diğer büyük felâketler gibi, “umumî musibet”e dönüşüyor. Bu noktada, sınırlı sayıda bazılarının işledikleri hata ve günâhların nasıl “umumî musîbet”e sebebiyet verdirdiği suali akla geliyor.

Bediüzzaman’ın Zilzal Sûresini tefsirindeki, “umumî musîbet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın (insanların) o zâlim eşhâsın (şahısların) harekâtına fiilen veya iltizâmen (taraftar olarak) veya iltihâken (bizzat iştirak ederek, katılarak) taraftar olmasıyla, mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye (umumû musîbete) sebebiyet verir” mânâsı tezâhür ediyor. (Sözler, 158-161)

“Ehl-i isyana (Allah’a ve emirlerine isyan edenlere), ehl-i dalâlete (sapıklığa düşenlere), karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlûkat öfkeleniyor” tefsiri tebârüz ediyor. (Lem’alar, 87)

“Küre-i arzın (yer küresinin) benî Âdem’den, bâhusus (özellikle) ehl-i imândan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin (gafletli tavırların, fiillerin) sıklet-i mâneviyesinden (mânevî ağırlığından) omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi”, hava unsurunun şiddetli soğukla hiddete gelip hava ile fırtınayla muhâlif vaziyetiyle hiddet ediyor. (Sözler, 157)

“Kâinatta tesâdüfe tesâdüf edilmez” kaidesince, hiçbir şeyin mânâsız, gâyesiz ve maksatsız olmadığından hareketle, vatan, millet ve İslâmiyet aleyhindeki emr-i vakilere, baskı ve dayatmalara karşı Bediüzzaman’ın dikkat çektiği “gadâb-ı İlâhî”nin “hiddeti”ndeki Kur’ânî dersin anlamını bildiriyor.

“Hava ile zeminin, zelzele ve fırtına ile gadâb-ı İlâhîyi haber vermek nevînden hiddet etmeleri” ve “âdetâ muhalif bir vaziyet göstermeleri”ni “mânevî fırtınaya alâmet olarak hisseden” Bedüzzaman, bunun sebebini anlamak için o günkü “cerideler” denilen gazetelere baktırır. “Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-i imaniye (iman hakikatleri) zararına bir hatâ-yı umumî mi (umumî bir hata mı) meydana geldi?” diye araştırır. Nur Talebelerine “Ne var? Cerîdeler (gazeteler) ne haber veriyorlar?” diye sorar... (Emirdağ Lâhikası. 110)

“İSLÂMİYET VE HAKAİK-İ İMANİYE

ZARARINA HATÂ-YI UMUMÎ…”

Bediüzzaman’ın sözünü ettiği, 1951 Aralık ayında “hava ile zeminin zelzele ve fırtına ile gadâb-ı İlâhiyi haber vermek nevînden hiddet” ettiği “İslâmiyet ve hakâik-i imâniye zararına hatâ-yı umumî”, o dönemde Meclis’te “din propagandasını yapan dindarların serbestiyet (özgürlük) kanununun geri kalması, fakat solcular hakkındaki kanunu tâcil edip (çabuklaştırarak gündeme alıp) tasdik edilmesiydi..” Ceza Kanununun 163. maddesindeki düzenlemelerin ertelenmesi, lâkin 141. ve 142. maddelerde âcilen düzeltmeye gidilmesiydi…

Bugün de cerîdelere baktığımızda, “lastikli kanun 163. madde”nin yerine ikame edilen 312’nin yerine getirilen yeni ceza maddesi de inanç ve ibadet hürriyetinin kısıtlanmasında istimal edilmekte.

Hâlâ sırf Kur’ân’ın yüzlerce âyetinin tefsiri ve Peygamberimizin hadislerinin mânâsıyla depreme İlâhî ikaz tefsirini yazıp ifâde edenler, yüzde doksandokuzu Müslüman olan ülkede, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” isnadıyla yargılanmakta, ceza almakta.

Hâlâ bin sene Kur’ân’a hizmet etmiş ve İslâmiyetin bayraktarlığını yapmış bu milletin çocuklarının dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’i öğrenmelerinin yaşla yasağı devam etmekte. Kur’ân öğrenimini tanzim eden yönetmelik bir “cürüm”müş gibi geri çekildikten sonra, bir türlü gündeme getirilmemekte.

Hâlâ sırf eşinin başı örtülü olduğu için subay ve astsubaylar, hayatlarını adadıkları mesleklerinden sorgusuz sualsiz ihrâç edilmekte; Başbakan ve Millî Savunma Bakanı, sâdece “şerh koymak”la kalmakta. Yeni Cumhurbaşkanı da bu yargısız infazlara imza atmakta…

Hâlâ sırf imam hatip mezunlarına yarayacak diye bir milyon meslek lisesi mezununun üniversite giriş sınavlarındaki katsayı haksızlığı mağdur etmekte. Bizzat Başbakan’ın partisine “ültimatomu” ve Meclis Komisyonuna “tâlimatı”yla rafa kaldırılan haksızlığın bir nebze tâdili tehir edilmekte. En son, yeni YÖK yönetimine havale edilmekle, bir defa daha “kapsamlı bir düzenleme” gerekçesiyle 2009’a ertelenip ötelenmekte.

Keza Başbakan ve yardımcısının, daha baştan “İmam hatip okulu açmayacağız” diye bazı odaklara verdiği “teminat” gereği, hiçbir imam hatip okulu açılmadığı gibi, mevcutların içinin boşaltılmasına ve öğrenci mevcudunun azaltılıp kendiliğinden kapanmasına resmen seyirci kalınmakta…

“KANUN NÂMINA KANUNSUZLUK…”

Ve tesettürün bir parçası olan başörtüsünün Kur’ân’ın emri ve dinî bir vecîbe olarak okutulduğu başta imam hatip okulları ve İlâhiyat fakülteleri olmak üzere, üniversitelerde yasadışı yasağı dayatmakta…

Kanunsuz keyfî yasağı demokratik irâde ve dirençle kaldırması gereken siyasî iktidar, hiç gereği yokken gündeme getirdiği anayasal değişikliklere dahi ciddiyetle sahip çıkamamakta. Başbakan, partisinin karar mercilerinde, yasadışı yasağı, yasağı icâd eden Anayasa Mahkemesi’nin kararına havale etmekte; “Mahkemenin kararının bekleneceğini” belirterek, en aziz bir temel hak ve hürriyeti bir defa daha askıya almakta…

En vâhimi de, kanun olmadığı halde, kimi “kanun adamları”, rektörler ve “hukukçular”, kanunsuz indî ve tepeden başörtüsü yasağını dayatmaya devam edeceklerini pervâsızca açıklamakta. Millete, millet irâdesine, demokrasiye, özgürlüğe, inancını yaşama hakkına ve hukuka âdeta meydan okumaktalar…

Böylece kanunsuz yasağı dayatmakla, “kanun nâmına kanunsuzluk, umumî tokada vesîle olmakta.” “Eğer memur ise, kanun nâmına kanunsuz hiyânet eden, ilişen, o memlekete, o biçâre ahâliye bir umumî tokada vesîle olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belâlara bir vesîle olur” hükmü tecelli etmekte. “Zulüm devam etmez” kâidesince, insanlığın en kutsal haklarından olan inanç ve eğitim hakkının engellenmesi, mânevî ve maddî felâketlerin dâvetçisi olmakta. (Emirdağ Lâhikası, 67-68)

Zelzeleyi, Kur’ân’ın ehemmiyetli bir esası ve açık emri olarak Kitap ve Sünnetle sabit olan İslâmın “tesettür şiârına bu derece açık ihânet”in cezâsı” olarak tefsir eden Bediüzzaman, yer küresi gibi şiddetli soğuk ve fırtınanın da “kemâl-i hiddet (büyük bir hiddet) ve gayz (öfke) ile dehşetli bir tokat” olduğunu, yine yüzlerce Kur’ân âyetinden ve Peygamberimizin hadislerinden ders vermekte… (Kastamonu Lâhikası, 204)

“HAVA AĞLAR, KIŞ KIZAR VE

BEŞERİ İKAZ İÇİN TİTRER…”

Diğer yandan, işgal edilip baştan başa bombalanan Afganistan’da, Irak’ta kaos, kargaşa ortasında katliâmlar devam etmekte. Öldürülen sivillerin sayısı bir milyonu aşmakta, üç milyon insan zorlandığı göçle perişaniyete düçâr edilmekte.

Gazze’de iki milyon insanı ekmek, gıda, ilâç ve elektrik ambargosuna tabi tutan İsrail, füzelerle Filistinlilere soykırımı sürdürmekte. Halen her gün çocukları katletmekte, evler basılmakta, mahalleler, köyler taranmakta…

Özetle dünyanın gözünün içine baka baka, İslâm coğrafyasında “dehşetli firavunluk ve hodgâmlıkla (bencillik ve çıkarcılıkla)”, “dünyada emsali vuku bulmayan gaddarâne zulümler” işlenmekte.

Ve ne yazık ki, çoğu kez “reel politik” perdesinde bütün bunlar bir-iki beylik cümleyle geçiştirilmekte…

Son haftalarda Ankara’ya peş peşe Amerikalı yetkililer uğramakta. Türkiye’nin Fas’tan Hindikuş Dağlarına kadar 22 İslâm ülkesini bölüp parçalayacak çıkar ve hegemonyası hesabına istilâ etme emelindeki “Büyük Ortadoğu Projesi”nin içinde yer alması plânları yapılmakta.

“Stratejik müttefik” edinilen küresel zâlimlere ve uluslararası ifsad şebekelerine destek çıkılmakta. Zâlimlerin zulmüne ortak olunmakta. Washington’da, Oval Ofis’te, Yahudi lobisi kuruluşlarında, kapalı kapılar arkasında, milletin ve Müslüman komşuların geleceğiyle ilgili vaatler verilmekte.

Bir yandan, en üst düzeyde İsrail’in Gazze’de mâsumları ablukaya alıp katleden zulmü kınanmakta; diğer yandan Ankara’da ağırlanan İsrail Savunma Bakanı’yla bir dizi ekonomik ve savunma işbirliği anlaşmalarına yenileri eklenmekte. Filistin’deki Müslümanların üzerine füze mermisi ve zulüm ateşi olarak döneceğini bile bile, sözde “terörle mücadele” için on adet insansız casus uçağa yüzlerce milyon dolar ödenerek, İsrail’in “devlet terörü”ne resmen destek çıkılmakta.

Bu arada, Müslüman komşularına karşı saldırılarda Türkiye’deki onlarca hava ve deniz limanı işgalcilere üs olarak açılmakta. Amerikan savaş ve ağır bombardıman uçaklarının bir tek İncirlik Üssü’nden Irak üzerine dört bine yakın sortinin yaptığı, bizzat Millî Savunma Bakanı’nın ikrarıyla itiraf edilmekte.

Sonuçta, “zâlimlerin zulümlerine taraftar olmak”la, musîbetin umumîleşmesine, felâketlerin yaygınlaşmasına sebebiyet olunmakta…

Ve bütün bu hatalara, “zemin hiddet eder ve hava ağlar ve kış kızar” mânâsı hükmünü icra etmekte. “Yani, emr-i İlâhî ile o mahlûklar vazifeleri içinde kuvvet ve kudret-i Rabbâniyenin tecellîsine mazhar olup gazâb-ı İlâhîyi gösterirler. Beşeri (insanları) ikaz için titrer, ağlar demektir” tefsirindeki tesbitler doğrulanmakta. (Şualar, 366)

“ZULME RIZA ZULÜMDÜR;

TARAFTAR OLSA, ZÂLİM OLUR”

Ceridelerde başka neler var…

Başbakan, İsrail’in Gazze’deki ambargosundan yakınıyor, Kudüs’te, Harem’üş Şerif’te İslâm eserlerini yok eden Mescid’ül Aksa’nın altına uzanan kazı ve yıkıntılara “tepki” gösterirken, İsrail’e, tankların yüzlerce milyon dolarla “yenilenmesi” benzeri ihâleler bahşedildi. İsrail savaş uçaklarının Türk hava sahasında, Konya Karapınar’da eğitim uçuşlarına müsaade edildi.

Kuruluşundan bu yana iktidar partisinin dış ilişkilerini yürüten “önemli isimler”den olan Murat Mercan’ın daha baştan “Türkiye-İsrail ilişkileri” için söylediği, “Yahudi topluluklarına kucak açan Türkiye kendine bir blok seçmiştir, İsrail de bu blokun içinde önemli bir ülkedir” sözleri, zâlime taraf ve zulme ortak olmanın açık bir teyidi oluyor…

Bu süreçte “bin mâsum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla mahvediliyor”; “binler, milyonlar mâsumların kanlarını heder eden” zulmün plânlayıcıları “dost” kabul edilip işbirliğine gidiliyor.

“İnsan şüphesiz ki çok zâlimdir, çok câhildir” (Ahzâb Sûresi, 72) âyetinin kapsamına giriliyor. “Zulme rıza zulümdür; taraftar olsa, zâlim olur” kaidesince, zulme suskun kalıp, râzı olup, hatta meyledip; “Zulme meyletmeyiniz, yoksa cehennem ateşi size de dokunur” (Hûd Sûresi, 110) âyetinin tehdidine muhatap olunuyor. (Kastamonu Lâhikası, 160, 161)

400 sene sûlh ve sükûn içinde yaşamasına himâyet ettiği bölgenin maddî ve mânevî mirâsını şanlı Osmanlı’dan devralan Türkiye Cumhuriyeti, bölgedeki bütün zulüm ve oldubittilere âdeta seyirci kalıyor…

Seyirci kalmakla da kalmıyor; “hem zındıka, nifak hasiyetiyle her tarafa döner; senin dostunu kendine dost edip sana düşman eder” oyununa geliyor; aynı inancı paylaşan ve ortak tarih ve kültüre sahip olan dost, kardeş, komşu Müslüman ülkeleri, sinsî desîselerle birbirine düşman etme plân ve tuzağına düşüyor.

İşte bugün içte ve dışta “İslâmiyet ve hakâik-i imâniye zararına” böylesine “hata-i umumîler”in meydana geldiği bir süreçte, Bediüzzaman’ın “endişe” ettiği Anadolu’yu donduran “kışın pek şiddetli hiddeti” hüküm sürüyor.

İSLÂM’IN İSTİKBÂLİNİN BAHARINI BEKLEMEK…

Neticede bütün bunlara karşı yapılacak olan, “kışın kızması”yla “şiddetli soğuğu ve hiddet”nin “hafifçe gafilleri uyandırması” ve “sarsması”yla kalmasına duâ etmektir.

Musîbetlere, “ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyâz ve hazinâne yalvarmakla ve pek ciddî nedâmet (pişmanlık) ve tevbe ve istiğfar (Allah’tan af dilemek) ile karşılamak ve sünnet-i seniyye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek ve duâ ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.”

“Zâlimlere mahsus kalmayan, mâsumları ve mazlûmları yakan öyle musîbetlerden kaçınmak” için çalışmaktır. (Enfal Sûresi, 25) Umumî musîbetlerin ekser insanların hatasından ve kayıtsızlığından geldiği cihetle, “insanların ekserisinin tevbe, nedâmet ve istiğfar etmekle def’ olacağı (savuşturulacağı)” anlayışı için hizmet etmektir. (Emirdağ Lâhikası, 32-33)

Bu tür zâhirî çirkin görünen hâdiselerin tohumları ve kabiliyetleri “sünbülleyip güzelleştiren” Erham’ür Rahiminden musîbetleri ve belâları rahmete çevirmesini istemektir…

“Sadakanın belâyı def etmesi gibi”, küllî (büyük, kuşatıcı) bir sadaka nev’inde semâvî ve arzî (insanların sebep olduğu küresel) belâların def’ine yalvarmaktır.

“O herşeyi en güzel şekilde yarattı” (Secde Sûresi, 7) âyetinin sırrındaki hakikatin tecellisini temenni etmektir. “Bir kısım hâdiseler var ki, zâhirî çirkin, müşevveştir (karışıktır). Fakat o zahirî perde altında gâyet parlak güzellikler ve intizamlar var” izâhındaki mânâya ulaşmaktır.

“Musîbetin mazlumlar hakkında gizli bir merhamet” olduğu inancıyla, kışın şiddetli hiddeti gibi “hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişâfı” için mânevî iklimin oluşmasına niyâz etmektir.

“Kara kış”ın beyaz örtüsü altındaki bembeyaz, her türlü maddî ve mânevî mikroptan, günâh ve zulümden, süprüntüden temizleyen kudsiyetini kazanmaktır. “Pek bâridâne (soğuk) ve tatsız telâkkî edilen karın soğuk, tatsız perdesi altındaki hararetli gàyeleri ve târif edilemeyen şeker gibi tatlı neticeleri” görmektir. (Sözler, 210)

“Her kıştan sonra bir baharı ve her geceden sonra bir nehârı (gündüzü) yaratan” Kâinatın Yaratıcısının rahmetinden, İslâm’ın istikbâlinin baharını ve hakikat güneşi Kur’ân güneşinin barış ve huzurla nurlandırdığı insanlığının gündüzünü dilemektir…

19.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dünya mü’minin zindanı mı?



Yeryüzünde mü’min kadar huzurlu, mutlu bir insan düşünülemez. İmanının gücü ölçüsünde, onun verdiği nur ve şuurla bu lezzeti tadar.

Madem Allah, dünya nimetlerini mü’min kulları için hazırlamıştır. Öyleyse onlardan faydalanmaya hiçbir engel yoktur. Şükretmek kaydıyla bütün bu nimetlerden istifade edecektir.

Bu nimetleri gerektiği gibi elde edemediğinde de mü’min yine huzursuz olmaz. Çalışır, çabalar, gayret gösterir, “Ne yapalım kısmetimiz bu kadarmış” der, sabreder, şükreder.

Ona gerçek mutluluğu yaşatan şey, içindeki duygudur, bakış açısıdır. İmanın her şeyi sevimli, güzel, canayakın gösteren şeffaf gözlüğüyle baktığı için kendini atmaz huzursuzluğa.

Kısacası mü’minin dünyası da Cennettir. Çünkü gönlü huzurla doludur, dünyada da bir nevî Cennet hayatı yaşar.

Peki, ya “Dünya mü’minin zindanıdır. Kâfirin Cennetidir” hadîs-i şerifini nasıl anlayacağız?

Tabiî ki bunu Cennetle karşılaştırdığımızda daha iyi anlarız. Mü’min, dünyada ne kadar mutlu olsa, bir nev’î Cennet hayatı yaşasa da, ahirette o kadar çok nimetlere kavuşur ki, dünyası ahireti yanında Cehennem gibi kalır. Çünkü Cennette kavuşacağı nimetleri hayal etmek bile mümkün değildir.

Kâfir de ahirette öyle sıkıntı ve azap çeker ki, dünyası ahireti yanında Cennet gibi kalır.

Buna Abdülkadir Geylânî’nin başından geçen şu hadise de canlı bir misâl.

Birgün gayet güzel, şaşaalı elbiseler içinde cins bir ata binip giderken yolda çalı çırpı taşıyan, kan ter içinde kalmış bir Yahudi’ye rastlar. “Bir dakika ey Gavs!” der Yahudi. “Müsaadenizle size bir sorum olacak.” “Buyur,” der Gavs Hazretleri. “Sizin Peygamberiniz, ‘Bu dünya, mü’mine zindan, kâfire Cennettir’ demiş. Doğru mu bu?”

“Elbette doğru” der Gavs-ı Azam.

“Nasıl olur ey Gavs?” der adam. “Bir benim şu hâlime bak. Bir de kendi şatafatlı hâlinize bakın. Yani şimdi siz saltanat gibi şu hayatınızla zindanda, ben de şu perişan hâlimle Cennette miyim?”

Nasıl anlatacaktı o büyük insan, Yahudiye? Atından inip cübbesinin sağ kolunu adama gösterdi. “Bir bak bakalım” dedi. “Ne göreceksin?” 

Yahûdî, kolun ağzından baktığında bütün haşmet ve güzelliğiyle Cenneti görmüştü. Gavs-ı Âzam da orada değil mi? Gavs-ı Âzam, “Şimdi söyle bakalım, ben bu dünyada bütün şaşaama rağmen zindanda değil miyim?”

“Zindandasın” dedi Yahudi. Sonra da sol kolunu uzattı: “Bak bakalım burada ne göreceksin?”

“Cehennemi görüyorum” dedi adam ve titremeye başladı. Çünkü kendisi de içinde yanmaktaydı.

Gavs-ı âzam sordu:

“Sen dünyada neredesin?”

“Cennetteyim” dedi ve ekledi: “Vallahi Hz. Muhammed (asm) çok doğru söylemiş. Bunları görüp de iman etmemek mümkün değil. Ben de senin dinine giriyorum. ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh.”

19.02.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Adâlet dağıtırken zulme uğruyor!



Şu garip tecellîye bakınız ki, Müslümanlar tarih boyunca adalet dağıtırken; bugün zulme uğruyor! Adalet nedir?

İslâmın öngördüğü cumhurî sistemin en önemli sacayaklarından biri adâlettir. Adalet, yalnızca mahkemelerde tecellî etmez. Hayatın bütün safhalarında geçerli olan ve olması gereken bir haslettir.

Özellikle Adil-i Mutlak olan Allah’a inanan bir Müslüman, hengi mevki ve makamda olursa olsun, âdil olmak zorunda. Bu, açık, kesin Kur’ân’î bir emirdir: “Muhakkak ki, Allah, size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah bu emriyle size ne güzel öğüt veriyor.”1 Âyette geçen “insanlar” kelimesi önemlidir. “Müslümanlar” demiyor, hangi düşünce, inanç ve milletten olursa olsun, mutlaka adâletle hükmedilme hakkı vardır.

Mücessem bir Kur’ân olan kâinat ve içindeki bütün varlıklar, hâdiseler, unsurlar arasında cereyan eden ekolojik denge de, insanlara âdil ve dengeli olmayı ders vermektedir. İşi ehline vermek de, adâletin bir gereğidir. Aksi halde adâletsizlik yapılmış olur.

İslâm medeniyeti, kuvvete değil, hakka, adâlete dayanır. Yâni kim haklı ise, kuvvetli odur. Haksız; güçlü, kuvvetli, soylu, zengin de olsa, İslâmiyetçe mutlaka cezalandırılır ve haklının hakkı ondan alınır. İslâmiyetin, bugün uygulanan demokrasilerden ayrılan noktalarından biri de bu meseledir.

Demokrasilerde, idâre edenler, idâre edilenlerin üzerindedir ve onların “idâre etme” imtiyazları vardır. Oysa, İslâmiyette, idârecilerin bir farkları, üstünlükleri yoktur, “Toplumun gerçek reisi o topluma hizmetkâr olandır”2 hadis-i şerifi bunun en bâriz örneğidir. İslâm’da, idare edilen ile idâre edenler arasında herhangi bir anlaşmazlık vukû bulduğunda, her ikisi de eşit olarak adâlet önünde hesap verirler. Başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, hilâfet, devlet başkanlığı, ordu komutanlığı, valilik gibi yüksek mevkilerde yer alanlar ile gedaların muhakeme olduğu yegâne nümûneler, İslâm tarihindedir.

Oysa, bugün bile demokrasilerde; cumhurbaşkanı, meclis başkanı, başbakan, hattâ milletvekillerinin dokunulmazlıkları vardır. Bu artık, makam ve mevkilere göre, en üst dereceden en alt mertebelere kadar devam edip gider.

İslâm tarihinin altın sayfaları, adâletin şâheser örnekleriyle doludur. Üstelik Müslümanlar, sadece kendi dindaşları ve ırkdaşlarının değil, hangi din ve inanca, hangi mezhep ve vatana, hangi sınıf ve âileye mensup olursa olsun; taraftarlık göstermeksizin, kim haklı ise ondan yana tavır koymuşlar; hakkın ve adâletin ihyası için çalışmışlar; müesseseler kurmuşlardır. Bunun ilk örneğini, İslâm dininin mübelliği, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm) bizzat nefsinde yaşayarak göstermiştir. O yüce insan, vefatına yakın günlerde, Ashab-ı Kiramını mescid-i saadette topladığında, onlara irad ettiği hutbede, şu mübarek sözlerle, hakkın ve adâletin ölçüsünü, bütün insanlığa ilân eder:

“Ey insanlar! Ben sizin hem dünya, hem de âhiret saadetinize dâvet eden Peygamberinizim. Yarın haşir günü, kimsenin bende hakkı kalsın istemem. Her kimin benden alacağı varsa, gelsin alsın. Her kimin bende hakkı varsa, gelsin alsın. İşte malım, kimin hakkı varsa gelsin hakkını alsın. İşte sırtım, idareniz sırasında kimi dövmüş isem, gelsin dövsün! Benim yanımda en sevimliniz, bende hakkı olup da benden isteyeninizdir. Veyahut helâl edeninizdir. Ben Rabbimin huzûruna kul hakkı olmaksızın varmak istiyorum.”3

Hayatında akla hayâle gelmeyecek işkencelere maruz bırakılan kutlu Nebî, kıyamete kadar gelecek insanlığa böyle seslenmiş, ilânatta bulunmuştu. Ve peygamberliğini asla bir imtiyaz olarak kullanmamıştı. “Hakkınızı helâl ediniz, özür dilerim” diyerek ucuz ve basit bir yolu seçmiyor. Ki, böyle bir hitapta bulunsa, yüz binlerce insan, elbette cân-ı gönülden “Helâl ediyoruz,” derlerdi. Ama o, söyledi, söylediklerini tebliğ etmeden önce, kendi nefsine yaşadı. Şu ifadeler o kutlu Nebînindir: “Birgün gelecek, boynuzluluğunu, boynuzsuz koyuna haksızlık yapmada kullanan koyundan bile, boynuzsuz koyunun hakkı alınacaktır.”4

Bu hadis-i şerîf, kâinatta cârî olan, Âdil-i Mutlak olan Allah’ın adâletine ve âhirette mutlak adâletin çok hassas ölçülerle tecellî edeceğine işâret etmiyor mu? Zalimi, Âdil-i Mutlak ve Kahhar-ı Züllcelâl olan Allah’a havale eden şu ikaz karşısında kim titremez: “Allah zâlimin zulmünü yanına bırakmaz.”5

Dipnotlar:

1- Nisâ, 58. 2- Keşfü’l-Hafa, 1: 462, hadîs no: 1515.

3- Müsned, 5:30.; 4- Müsned, 1:72. 5- Müslim, Birr: 61.

19.02.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hür dünya, Kosova'nın yanında



1999'dan bu yana BM'nin himayesi ve NATO askerî gücün koruması altında bulunan Kosova'da Pazar günü bağımsızlık kararının alınması, en çok vahşi Sırplar ile onların sınır tanımaz vahşetlerine daima destek vermiş olan Rusya'yı rahatsız etti.

Rahatsızlık ne kelime, Rusya ve Sırbistan, Kosova'daki bağımsızlık ilânından basbayağı tedirgin oldu. Bu tedirginlik, şu an itibariyle öfke ve hırçınlığa dönüşmüş durumda. Dünyanın lânetini üzerlerine bir daha çekme korkusunu yaşadıkları için, askerî değil, fakat diplomatik savaşı tam bir hırçınlık içinde başlatmış bulunuyorlar.

Ancak, bir halt edemezler. Zira, NATO, AB, ABD, BM, yani neredeyse bütün dünya Kosovalılar'ın yanında yer almış durumda. (Geleneksel Rus–Sırp ittifakı, şimdilik yalnız başına görünüyor.)

Bosna'dan sonra Kosova'yı da kan gölüne çevirme harekâtına girişen Sırplar'ın karşısında hür dünyanın sergilemiş olduğu bu kararlı tavır, elbette ki tebrik ve takdire şâyân bir gelişme olarak görülebilir.

Hür dünya, hürriyetine kavuşan Kosova'da bir bakıma vahşete dur demiş ve gaddar zalimlerin suratına okkalı bir sille vurmuştur.

Biz de bu durumda "Ey dünya ve ey insanlık! Eline, diline sağlık" diyor, bu hayırlı gelişmeye bilhassa öncülük edenleri tebrik ediyoruz.

Osmanlı'dan günümüze

Fatih Sultan Mehmed'in vefatından iki sene evvel (1479, Osmanlı–Venedik İttifak Antlaşması) Osmanlı'ya bağlanan özerk Kosova bölgesi, tam 433 yıl müddetle aynı statüde kalarak uzunca bir huzur ve barış devresini yaşadı.

İlk büyük sıkıntı, 1878'deki Osmanlı–Rus Savaşı (93 Harbi) esnasında yaşandı. Rusya'dan destek gören Sırplar, bölgede hak iddia etmeye başladı. 1912'de patlak veren Balkan Harbinden sonra ise, burası tamamen elden çıktı.

Kosova, 1918'de krallık, 1945'ten sonra ise komünist Yugoslavya'nın hegemonyası altına girdi.

45 yıl müddetle (1990'lara kadar) devam eden komünist dikta yönetimi esnasında, buradaki Türkler ve Müslümanlar çok büyük sıkıntılara, ıztıraplara mâruz kaldı.

Komünizmin çökmesi, demirperdenin yırtılması ve dolayısıyla Yugoslavya'nın dağılması ile birlikte, bu coğrafyada yeni bir durum ortaya çıktı. Sırbistan, eski rejimin bakiyesi üstünde hayatiyetini devam ettirirken, diğer özerk topluluklar birer birer bağımsızlığını ilân etti. Bunlardan Slovenya, Hırvatistan, Voyvodina, Makedonya ve Karadağ'da ciddî bir sıkıntı yaşanmazken, Bosna–Hersek'te 250 kadar Müslüman nüfusun canına kıyıldı.

Halen 2.2 milyon kadar nüfusu barındıran Kosova ise, son halka olarak aynen diğer emsâlleri gibi bağımsızlığını ilân etti... Şu an itibariyle, Türkiye'nin de içinde bulunduğu hür dünyanın desteğini sağlamış durumda.

Temenni ederiz ki, bu destek artarak devam etsin; ta ki, vahşetle şöhret kazanan Sırplar, yeniden harekete geçme ve bu coğrafyada yaşayan farklı unsurlara tekrar saldırma cesaretini bulamasın.

GÜNÜN TARİHİ 19 Şubat 1915

Bir ay sürecek "Boğaz Harbi" başladı

Yaklaşık bir ay kadar sürecek ve 18 Mart 1915'te büyük bir zaferle neticelenecek olan Çanakkale Boğazındaki deniz savaşı, müttefik düşman donanmasının saldırısıyla başlamış oldu.

18 Mart akşamına kadar aralıksız süren ve hemen her saniyesi ölüm kusan bu savaşın en çarpıcı neticesi, Çanakkale'nin geçilmez olduğu gerçeğinin bütün dünyaca anlaşılmış olmasıdır.

* * *

İngiliz kumandası altındaki müttefik orduların donanması, esasında daha evvel de bir deneme saldırısında bulunmuştu. Ancak, muvaffak olamayıp geri çekilmişti.

19 Şubat 1915'e gelindiğinde ise, daha kapsamlı bir plan ve daha şiddetli bir taarruzla, Boğaz'a yeniden yüklendiler.

Böylelikle, Osmanlı'yı iyice sindirmek ve tamamen etkisiz hâle getirmek maksadıyla boğazları ele geçirmeyi hedefleyen İngiliz ve müttefiklerinin müşterek donanması, Çanakkale istihkâmlarını bombalayarak topyekûn bir saldırıyı başlatmış oldu. Karşılıklı top ve mermi atışları, bir ay müddetle aralıksız şekilde devam etti.

Sürekli takviye alan İtilaf Devletleri donanması, 18 Mart günü yaklaşık 30 savaş gemisiyle en geniş çaplı saldırıyı başlattı. Çanakkale Boğazına yapılan tahkimat, bu büyük donanma tarafından tam yedi saat süreyle ve hiç fasıla vermeden ateş altında tutuldu.

Düşman cephesi, Nusret isimli mayın gemisinin gizlice döşediği mayınlar ve kıyı topçularının şiddetli savunma ateşi altında, kuvvetinin üçte birini kaybedince geri çekilme sinyalleri verdi. Altı büyük gemiden Bouvet, Irresistible ve Ocean isimli zırhlılar bir bir batırıldı, diğer üçü de kullanılmaz hale getirildi.

Düşman donanmasının ağır zayiat vermesi ve boğazı geçmeye imkân bulamaması üzerine, 18 Mart akşamı geri çekilme başladı ve bu sûretle Çanakkale'deki deniz savaşı da sona ermiş oldu.

* * *

Deniz savaşı zaferle neticelendi gerçi, ancak tehlike hâlâ devam ediyordu. Bir müddet sonra yeniden toparlanan ve yeni takviye birlikleriyle "küçücük bir karaya" yani Gelibolu Yarımadası'na yüklenen işgalci kuvvetler, yine ümitlenmiş görünüyordu.

Ancak, aylar süren çarpışmalar neticesinde, burada da hüsrana uğradılar. Böylelikle, tamamen yüzgeri oldular ve Ege Denizi açıklarına doğru çekilmek zorunda kaldılar.

Mehmed Âkif, bu emsâlsiz savaşı konu edindiği "Çanakkale Şehitlerine" isimli şiirine, şu mısralarla başlıyor:

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

19.02.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Adaletin gerçek tecellîsi



İstanbul’dan okuyucumuz:

*“Cinayet ve sair suçlara karışarak insanları taciz ettikten sonra ortalıktan kaybolan, yakalanmayan ve insanlara yaptıkları yanına kâr kalan kişiler var. Buna benzer olaylar neticesinde zarar görmüş mağdurların da kimi zaman mahkemeden de adil bir yargılama hakları korunamayabiliyor. Bu durumda mahkeme ne derse razı mı olmalı? Yoksa ne yapmalıdır?”

Hiçbir şerli veya zâlim, Allah’ın adâletinden, Allah’ın hesabından, Allah’ın sorgusundan, Mahkeme-i Kübrâ’dan kaçamaz. Yollar, Mahkeme-i Kübrâ’da birleşir! Allah’ın adâleti, her zâlimin, her mücrimin, her şerîrin hakkından elbet gelir. Cenâb-ı Hak mâsumun, günahsızın, zulme ve hakârete mâruz kalanın hakkını öyle sorar, öyle alır ve öyle adâlet eder ki, orada hiçbir mâsumun, hiçbir günahsızın gözü aslâ arkada kalmaz. Hiçbir günahsız, “Rabb’im benim hakkımı ondan sormadı, almadı, ona yeterince cezâ vermedi” demez, diyemez. Hadis-i şerifin işâretiyle boynuzsuz koyunun hakkının boynuzlu koyundan alınacağı o dehşetli günden, hangi mücrim kaçabilir, hangi suçlu hâriç kalabilir? 

Zîrâ Cenâb-ı Allah Adl’dir, Âdil’dir, Zü’ntikâm’dır, Serî’ul-Hisâb’dır, Hâkim’dir, Hakîm’dir, Azîz’dir, Celîl’dir, Kahhâr-ı Zülcelâl’dir.

Şu âyetler mücrimlerin yüreğini paramparça etmeye yeter: “Allah izzet ve intikâm Sahibidir.”1 “Allah ondan öç alır. Allah güçlüdür, öç alıcıdır!”2, “Şüphesiz Biz suçlulardan öç alacağız.”3, “Muhakkak Biz onlardan öç alacağız.”4, “Onları çarptıkça çarpacağımız gün; şüphesiz öcümüzü alırız.”5, “Bu gün herkes kazandıkları ile cezâya çarptırılır. Bu gün haksızlık yoktur! Allah hesabı çabuk görendir.”6, “Haberiniz olsun; hüküm Allah’ındır. O, hesap görenlerin en sür’atlisidir.”7

Dünyadaki mahkemeler adâleti tecellî ettirebilirlerse ne âlâ! Aksi takdirde, dünyada adâletin pençesinden kurtulabilen hiçbir suçlu ve hiçbir mücrim yoktur ki, mahşerde Allah’ın adâletinden yakasını kurtarabilsin!

Bu durumda, haksızlığa uğrayan, şerîrlerin hakâretine mâruz kalan, kötülüğe dûçâr olan, menfur tasallutlarla yüz yüze bulunan mâsûm ve günahsızlar ne yapmalıdır?

Mâsûmların dünyada hak arayacakları yer, devletin âdil mahkemeleridir. Âhirette ise “adâlet ve intikam Sahibi olan” Allah’ın adâletidir. Burada olmazsa, orada muhakkak adâlet yerini bulacaktır.—İnşaallah—

Mâsûmlar kendi hesaplarını kendileri sormalı mı? Güçleri olsa bile kendi öçlerini kendileri almalı mı? 

Hayır, hayır, hayır! Buna izin yok! Adâletin tecellîsine yardımcı olsunlar; kâfîdir. Eğer burada değilse; orada muhakkak menfur ve şerli kimselerin hesaplarının görüleceğinden emin olmalıdırlar!

Esâsen, Mahkeme-i Kübrâ’nın mahşerde kurulmasının en mühim hikmeti ve lüzûmu işte bu haksızlıklar, bu çılgınlıklar, bu haddini aşmalar, bu tasallutlar, bu kabalıklar, bu zulümler, bu zorbalıklar ve bu kendini bilmez davranışlardır! Çünkü dünya imtihân yeridir. Dünyada güçlü de, güçsüz de, haklı da, haksız da, saldırgan da, mâsûm da, günahkâr da, günahsız da, eline fırsat geçiren de, kötülüğe uğrayan da imtihan içindedir. Ölümün, herkesi eşit bir şekilde dünyadan alıp götürmesi, Allah’ın adâletinin Mahkeme-i Kübrâ’da kılı kırk yararak tecellî edeceğine işârettir! Allah’ın dünyada zâlimlere ve şerlilere fırsat vermesi ve hemen cezâlandırmaması, o habis ruhluların âhiretteki hesaplarının, cezâlarının ve âkıbetlerinin ancak vahametini gösterir!

Netîce itibariyle, burada şikâyet mercîimiz âdil mahkemelerdir. Ahlâkî referansımız ise, sabırdır! Başka bir hareket tarzımız yoktur.

Sabretmeliyiz; çünkü sabrın özünde tevekkül ve Allah’a güvenmek vardır. Sabrın muhtevâsında ise, “Eğer hak burada yerini bulmazsa, orada muhakkak bulacaktır!” îmânı ve esenliği vardır. Îmânımız, baş tâcımızdır! Allah (cc), her türlü şerlilerin ve habis ruhluların belâsından ehl-i îmânı muhâfaza buyursun. Âmin. Onları Kahhâr ism-i şerîfine havâle ediyoruz! Bu ismin gazabı onlara yeter!

Dipnotlar:

1- Âl-i İmrân Sûresi, 3/4

2- Mâide Sûresi, 5/95

3- Secde Sûresi, 32/22

4- Zuhrûf Sûresi, 43/41

5- Duhân Sûresi, 4/16

6- Mü’min Sûresi, 40/17

7- En’âm Sûresi, 6/62

19.02.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Umutlarını kaybetmişler



Nasıl tarif etmek gerekir bilemiyorum, ama ‘millete rağmen millet için’ anlayışının temsilcileri ‘umut’larını ‘kökten’ kaybetmişler. Hem öyle bir kaybetmişler ki, bu acı gerçeği birbirlerine itiraf etmekten de geri kalmıyorlar.

Ortada bir gerçek var: Milletimiz, İslâm ile müşerref olup tanıştıktan sonra mümkün olduğunca ‘tam dindar’ olmuş ve öyle de yaşamaya başlamış. Aradan geçen bunca yıla rağmen bu milletin “İslâma bayraktar olması” neticesi pek değişmemiş. Bunu da ihlâs ile, samimiyet ile yapmış ve inşallah yapmaya da devam edecek.

Ancak, milletin bu tercihinden memnun olmayanlar da her daim var olmuş, birileri; milletin inancıyla uğraşmayı marifet zannetmiş ve öyle de icraatlar sergilemiştir. Bilindiği üzere, ‘millete rağmen millet için’ anlayışı bilhassa ‘tek parti devri’nde kendisini hissettirmiş, inkâr edilmeye çalışılsa da o dönemde ‘inanç’larla uğraşılmıştır. Bu uğraşmanın en bilinen örneği, ‘Ezan-ı Muhammediye’nin aslî şekliyle okunmasının yasaklanmış olmasıdır. Uğraşmanın tek örneği elbette bu değil, ancak çok çarpıcı ve garip bir uygulama olduğu için bunu hatırlatmak istedik...

İşte, uzun yıllar milletin dinî değerlerinden koparılması için gayret sarf eden anlayışın, sonunda bunu başaramadığına şahit olmaktayız. Elbette konumuz bir kişinin itirafı değil, ancak bu itirafın bir gösterge olabileceğini düşünüyoruz.

Sabah yazarı Hıncal Uluç, “Ne olacak bu memleketin hali?” sorusuna karşılık, özetle; “Bu memleket bitti, benim hiç umudum kalmadı” demiş. (Hürriyet Pazar eki, 17 Şubat 2008)

Aslında bu tesbiti bir kişinin değil, bir anlayışın iflâsı şeklinde anlamak lâzım. Birilerine göre “Bu memleket bitti,” ama milletin kanaati daha farklı. Mesele, bakış açısından kaynaklanıyor. Şükürler olsun ki, yıllar önce atılan ‘nur tohumları’ zamanımızda sümbül vermek üzere. Dolayısıyla millet ekseriyeti için bu memleket bitmedi ve inşallah hiç bitmeyecek. İnsanların, yaradılışı gereği ‘din’e sığınmasını ‘memleketin bitmesi’ şeklinde anlamak, hadiseye doğru teşhis koyamamak anlamına gelir. Bazıları ‘ölüm’ü de ‘yok oluş’ olarak görür, ama inananlar için ‘ölüm’ de son değil, ‘başlangıç’tır.

Bu itiraf ‘insan bilmediği şeye düşman olur’ tesbitinin doğruluğunu da tasdik etmiş oluyor. Niçin millet ekseriyeti için ‘iyi’ olan gelişmeler, birileri için ‘bitiş’ olarak anlaşılıyor? Eğer gerçekleri bilmiş olsalar, Türkiye’nin gidişinden endişeye kapılırlar mıydı? Hiç sanmıyoruz. Dolayısı ile, sadece yurt dışında olanlara değil, ‘komşularımız’a da ‘doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu’ anlatmak, göstermek ve fiilerimizde ortaya koyma gereği var.

Çünkü, Türkiye’nin gidişatından endişe edenlere, “Yahu, sizin ürktüğünüz inançlı insanlar mı, İslâm mı?” diye sorsanız, mutlaka “Hayır” diyecekler. Nitekim, bu endişelerini dile getiren yazar, “Din başka bir şey. Dağın tepesinden kartopunu yuvarladığın zaman, nerede duracağı ve kimi ezeceği belli olmaz” demiş. (agg.)

Doğru, ‘din başka bir şey’ ama kesin olan bir şey var: İslâm, korkulacak bir din değil! Bunu anlatmak da ‘Said’lere düşüyor...

Birilerinin aksine milletimiz ünitvardır. Çünkü, “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır” müjdesinin tahakkuk edeceğine inanıyor...

19.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri