Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Niye tıkandı?



Son seçimin üzerinden yaklaşık 8.5 ay geçti. Geldiğimiz yere bakın. Biri yüzde 47 oy almış iktidar partisi olmak üzere, Mecliste temsil edilen partilerden ikisi hakkında kapatma dâvâsı açılmış durumda.

Yani, oylarıyla bu Meclisi oluşturan seçmenlerin yarıdan fazlası, bu dâvâların muhatabı.

Ama “devlet”in öyle bir derdi yok. O, kendi duyarlılıklarının sıkı ve amansız takipçisi. Kim ki “irtica” ya da “bölücülük” peşinde; affetmiyor.

Bazı yasakçı hızlı rektörler tarafından fütursuzca ilân edildiği gibi, siyasî partiler isterlerse yüzde 95 oyla gelsinler, değişen birşey olmuyor.

Gerçi telâffuz ettikleri bu oy oranının, Baas tipi “cumhuriyet”lerden başka hiçbir yerde örneğinin olmaması ayrı bir “ironi” oluşturuyor.

Çünkü demokrasinin kökleştiği ve dengelerin oturduğu gelişmiş ülkelerde yüzde 90’lara varan oy oranlarına rastlanmıyor. Seçmen tercihleri, köklü partiler arasında dengeli şekilde dağılıyor.

Denilebilir ki, oralarda demokrasinin yerleşmesi asırlarca devam eden, hattâ zaman zaman kanlı mücadelelerin yaşandığı zorlu süreçlerin neticesinde, adım adım, etap etap gerçekleşti.

Aslında bizde de süreç yeni başlamış değil.

Çok partili sisteme geçişimiz, bu sene 100. yılını idrak ettiğimiz II. Meşrutiyete dayanıyor.

Eğer şartlar müsait olsaydı, siyasî kültürümüz ve altyapımız bu sistemi taşıyabilseydi, şahıs istibdadına son verme iddiasıyla harekete geçenler onun yerine komite istibdadını ikame etme yanlışına düşmeselerdi, sonuç farklı olabilirdi.

Padişah deviren komite istibdadı, altı asırlık koca Osmanlı çınarını da devirmeyi becerdi. Ama bu çöküş sonrasında bile çok parti sistemine ara vermeyebilirdik. İstanbul’daki Meclis-i Meb’usan çalışamaz hale geldikten sonra Ankara’da toplanan TBMM, çok partiyle devam edebilirdi. Nitekim Birinci Mecliste iki grup vardı.

Ama bu gruplardan biri tasfiye edildikten sonra ilân edilen cumhuriyet, tek parti zihniyeti ve onun oluşturduğu sistem üzerine oturtuldu.

Ve cumhuriyet adı altında, Bediüzzaman’ın tabiriyle “istibdad-ı mutlak” mânâsında bir tek parti hegemonyası ve diktatoryası tesis edildi.

Bu istibdat, ancak 27 sene sonra, 1950’de çok partili sisteme geçildikten sonra aşılabildi. Ama sistemin kendi dinamikleri içinde gelişmesine yine müsaade edilmedi. Önce 27 Mayıs, ardından 12 Mart, sonra 12 Eylül ve nihayet 28 Şubat müdahaleleri, çok partili siyaseti dejenere etti.

Said Nursî’nin tahlillerine göre, Türkiye’de çok partili sistem dört ana siyasî akıma dayanıyor, ama bunları temsil eden partilerden biri olan CHP’nin devlet ve bürokrasideki ağırlığını dengelemek için diğer iki partinin, yani ittihad-ı İslâmı hedef ittihaz eden partiyle milliyetçi tandanstaki Millet Partisinin DP’nin yanında ve onunla beraber hareket etmeleri gerekiyor.

Böylece, Türkiye’nin dört parti gerçeğinin, fiiliyatta iki partiye inmesi gibi bir sonuç çıkıyor.

Bir tarafta CHP, diğer tarafta DP.

Zaman içinde CHP’nin millet içindeki tabanı ve desteği eridi ve erimeye devam ediyor; ama devletteki etkinliğinde herhangi bir azalma yok.

Buna karşılık, milletin ekseriyetini temsil konumundaki DP çizgisi, ardı arkası gelmeyen toplum mühendisliği projelerinin uygulama alanı yapıldı. Demokrasiye ve siyasete yapılan her müdahalenin öncelikli hedefi bu çizgi oldu.

Hep bu çizgiyle uğraşıldı. Kadroları dağıtıldı. Yerine başka oluşumlar ikame edilmek istendi. Diğer iki parti bu çizgiye karşı kullanılmak suretiyle, “devlet partisi”nin eli kuvvetlendirildi.

1995, 1999, 2002 ve 2007 seçimlerinden çıkan neticeler, hep bu projelerin mahsulleri olarak tezahür etti. Ve siyasette DP çizgisinin sağlıklı şekilde temsil edilemeyişi ülkeyi sıkıntıya soktu.

22 Temmuz’dan bu yana AKP-CHP-MHP-DTP dörtlüsüne dayanan ve içinde DP çizgisinin yer almadığı bir Meclisle devam ediyoruz.

Bu Meclis 8.5 ayda niye tıkandı dersiniz?

03.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KAPLAN

“Sosyal güvenlik...”



Üç nesil sonra..

Yani;

2008-2075 döneminde…

Ve de:

“En kötümser tahmin” ile;

Millî gelirimiz 248,5 trilyon dolar olacak(mış)…

“ –mış… ” diyoruz…!

Çünkü;

Bunun, bir de:

“İyimser tahmini” var.

O da ne kadar, biliyor musunuz?:

370,3 trilyon dolar!

Şimdi, sıkı durunuz:

İddia edilen açık, 1,5 trilyon dolar…

Bütün bu bilgiler ve iddialar; bir şekilde kamuoyuna da yansıdı…

Gazeteciler Sendikası bile bunları iddia edenler arasında yer almakta!

Bildiğiniz gibi, bu mesele, bir şekilde; hepimizi ilgilendiriyor!

Bütün çalışanları…

TBMM’de genel kurula gelen “Sosyal

Güvenlik Kanunu” bu tartışmalara yeni bir hız kazandırdı.

Çalışanlar;

Artık 25 yıllık çalışma sonrasında ulaştıkları orana ulaşabilmek için 32,5 yıl, yani eskisinden 7,5 yıl daha fazla çalışarak ulaşabilecekler!

Emekli maaşları:

Öyle mi olacak?

Böyle mi olacak?!

1,5 trilyon dolarlık açık ne olacak?

Cumhuriyet tarihi boyunca, çalışanların elde ettikleri hakları ellerinden mi alınacak?

Merkezî yönetim bütçe gelirleri toplamı sonucu bu işler nereye varacak?

Türkiye’miz;

Yüzde 50’lere varan kayıt dışı ekonomiyi neyleyecek?

Reform diye sunulan sosyal güvenlik yasasıyürürlüğe girdiği takdirde ortaya neler çıkacak?

Ey;

En fazla, 70-80 yıl yaşayan biz insanoğlu!

Bu dünyadaki rahatımız için bu kadar rakamlarla kafa yoran Ademoğulları ve dahi Havva ana kızları!

Ebedî bir hayat için..

Ölümden sonraki, sosyal güvenliğimiz için…

Son pişmanlığın fayda vermediği gün için hangi hazırlığı yapıyoruz acaba?

Göz açıp-kapayıncaya kadar geçen bu dünya hayatına bu kadar özen gösteren Bizler;

Mahşer günü:

Acep;

Halimiz nice olur?

Sığınacak kimimiz var?

O’ndan başka(cc)….

03.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Dalgalı denizde istikrar aramak



En çok ihtiyaç duyulan günlerde istikrar darbe aldı. Başta Amerika ekonomisi olmak üzere bütün dünyada ciddî krizler yaşanıyor. Dünyaya yön veren ekonomilerin ‘grip’ olduğu şu günlerde Türkiye ekonomisinin yatağa düşme tehlikesi var.

“Durum o kadar da kötü değil, göstergeler iyi” diyenler de haklı olabilir. Ancak reel sektörü temsil edenlerin beyanlarına bakılırsa 2008 ekonomik anlamda ‘kayıp yıl’ olmaya aday.

Yılın çeyreğini geride bıraktık. Tartışmalara bakılırsa sadece ekonomik anlamda değil, siyasî anlamda da 2008’i kaybedebiliriz. Yapılması gereken öncelikli işler arasında ‘daha hür, daha demokrat bir Türkiye’ hedefinin yer almaması ciddî bir kayıp.

Sıkıntılar kapıda olmakla beraber, bu sıkıntılar aşılmaz değil. Fırsatlarımız da var, ancak ne hikmetse bu fırsatlardan haberdar değilmişiz gibi davranılıyor. Mesela, ciddî ‘para’ sıkıntısı yaşanıyor; ama öte yanda gidecek yer arayan ciddî fonlar, paralar var. Bilhassa Körfez ülkeleri bu konuda dikkate alınmalı. Nitekim, konuyla ilgili açıklama yapan Kuveyt Türk Genel Müdürü Ufuk Uyan, bu imkânlara dikkat çekip, “Dünyada ciddî bir kriz var. Bunu görmezden gelemeyiz. Türkiye için Körfez ülkelerindeki birikim iyi bir fırsat. Bu fonları ülkemize çekebiliriz. Bunun için çalışıyoruz” şeklinde konuşuyor.

Yüksek seyreden petrol fiyatları sebebiyle bu ülkelerin kasası dolu. Yatırıma dönüşmeyi bekleyen ciddî bir birikim var. Fakat bazıları bu fırsatları değerlendirmek yerine, var olan tarihi dostluklara zarar vermenin peşinde. Elbette bu konudaki baş ‘suçlu’ medyadır, ama yardımcılarını da unutmamak lâzım.

İçinde bulunduğumuz haftada, Kuveyt Emiri Türkiye’yi ziyaret etti. Medya, aradaki muhtemel fırsatları değerlendirmek gerektiği şeklindeki haberler yerine, Cumhurbaşkanı Gül’ün misafirini havalimanında karşılamasını garip karşılayan yayınlar yaptı. Tabiî ki sadece menfaatlerle hareket etmek hiç kimseye yakışmaz. Ancak bu tavır, sadece menfaatlerle değil, samimiyetle açıklanabilecek tavır olarak da görülebilir.

Kuveyt Emiri ya da benzer şekildeki devlet adamları, Avrupa’ya gittiklerinde de en üst seviyede ağırlanmıyorlar mı? Yakın zaman önce ABD Başkanı Bush’un, ‘zengin misafirleri’ni nasıl ağırladıkları hatırlansın... Aynı şekilde Amerika ya da Avrupalı yöneticiler ‘zengin krallar’ın ülkelerine gittiğinde her türltü şirinliklere imza atıyorlar. Bunlar garip karşılanmıyorsa, çok yönlü dostluklarımız olan ‘komşu ülke’lerin yöneticilerini havalimanında karşılamak niçin garip karşılanır?

Sermayeleri ‘renk’lere ayırmanın ağır faturalarını ödeyen bir ülke olarak bu konularda daha dikkatli davranmak durumundayız. Pek çok ortak noktamız olan dost ve komşu ülkelerde yatırım için bekleyen paraları mutlak surette ülkemize çekmenin yolunu aramalı ve bulmalıyız. Bu konuda çalışanlara destek olmak da en birinci vazife. Bunun için de öncelikli olarak siyasî istikrara ihtiyaç olduğu belli.

Devam eden tartışmaları bir de bu yönüyle değerlendirmek faydalı olur. İçerde sun’î ‘düşman ve korku’larla kavgayı bırakıp, dışarıdaki imkân ve fırsatların farkına varalım. Bunu başarabilen Türkiye, istikrarsızlık denizini de aşar.

03.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet ARICAN

Sosyal Güvenlik Kanun Tasarısı hakkında...



Sosyal güvenlik reform yasasının Bağ-Kur’lulara getireceği imkân ve faydaları açıklamadan önce, reform yasasının geldiği son durum hakkında okuyucularımıza genel olarak bazı bilgiler verelim. 5510 sayılı reform yasasının bazı maddelerine başlangıçta sosyal taraflardan olan emek platformu karşı çıkmıştı. Hükümet ile emek platformu temsilcileri arasında yapılan görüşmeler neticesinde her iki taraf da ihtilaflı olduğu konuların yaklaşık olarak yüzde 80’i üzerinde anlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Ancak daha sonra emek platformu sendikaları arasında çatlaklıklar olunca bazı sendikalar eylem kararı aldılar ve reform yasası taslağının “anlaşmaya varıldı” denilen haliyle yasalaşmasına karşı çıktılar. Aslına bakılırsa hükümet ile sosyal tarafların anlaşmaya vardıkları konuların tam olarak ne olduğu ve TBMM genel kurulunda bu haliyle yasalaşıp yasalaşmayacağı konusunda net bir belirginlik yok. Örnek olarak, ölüm aylığının bağlanması için gerekli gün şartı olan 900 günlük sürenin sadece SSK’lılara mı, yoksa Bağ-Kur ve Emekli Sandığı mensuplarına da uygulanıp uygulanmayacağı konusunda açık bir bilgi yok. Eğer ölüm aylığı bağlanması için emek platformu ile hükümetin “anlaşmaya vardık” dedikleri 900 günlük süre şartı sadece SSK’lılar için aranıp ta, Bağ-Kur’lular ve memurlar için 1800 günlük süre şartı aranılacaksa reformun özündeki “herkese eşit sosyal güvenlik hakkı” ilkesinde uzaklaşılmış ve yasa işçiler lehine düzeltilmiş olmaktadır. Ya da sendikalar hükümetle sadece kendi tabanları olan işçilerin haklarını savunmak için mi masaya oturdular? Eğer sosyal güvenlik reform yasasında hükümetle sendikalar arasındaki bazı lehte düzenlemeler yalnız işçiler için yapılıyorsa, esnaf ve memur temsilcilerinin de bu aşamada girişimlerde bulunması gerekmez mi?

Bu konuda söylenmesi ve eleştirilmesi gereken çok sayıda konu var. Bunlardan birisini örnek olarak verelim. Son zamanlarda muhtelif bazı basın yayın organlarında, reform yasasındaki 7200 gün şartıyla ilgili olarak vatandaşların 7200 gün hizmet sürelerini tamamladıklarında, 10 veya 15 yıl daha emeklilik için kendilerine gerekli olan 65 yaşını beklemek zorunda kalacakları belirtildi. Sanki bu uygulama vatandaşa reform yasasıyla yeni getiriliyormuş gibi bir eda içerisinde verilen bu haberler doğrusu endişe verici ve halkı tam bilgilendirme amacına yönelik değildir. Çünkü bilindiği üzere, işçilere, esnaflara ve memurlara hem hizmet şartını, hem de yaş şartını doldurduktan sonra emekli olabilme koşulu 4759 sayılı kanunla 2002 yılından itibaren getirildi. Yani anılan yasaya göre memur, işçi ve esnaflar kendilerine emeklilik için gerekli olan gün şartını yerine getirseler bile, eğer yaşları emekli olmaları için yetmiyorsa, yaşlarını beklemek zorundadırlar. Örnek olarak, 2002 yılından sonra 18 yaşında işe başlayan bir erkek işçi, emekliliği için kendisine lazım olan 7000 günü 38 yaşında doldurmuş oluyor. Dolaysıyla 2002 yılında çıkan 4759 sayılı yasaya göre, bu durumdaki bir işçi emeklilik yaşı olan 60 yaşını tamamlamak için 22 yıl daha beklemek zorundadır. Görüldüğü üzere, 2002 yılında çıkan ve yaklaşık altı yıldır yürürlükte olan emeklilikte gerekli olan yaş şartı için bekleme zorunluluğunu, sanki reform yasasıyla yeni gelen bir hükümmüş gibi insanlarımıza izah etmek son derece yanlış bir yaklaşımdır.

5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasası, resmi gazetede yayımlandığı gün itibariyle yürürlüğe girmeyip, yasanın uygulanması için gerekli olan yönetmelik ve genelge gibi mevzuat alt yapının oluşturulması açısından üç beş ay gibi daha geç tarihlerde yürürlüğe gireceği öngörülmektedir. Bu açıdan reform yasası tasarısı yasalaşırsa ve tam olarak yürürlüğe girerse, ortaya çıkan tabloya göre okuyucularımıza bu köşeden bilgi vereceğiz.

SOSYAL GÜVENLİK REFORMU EN

ÇOK BAĞ-KUR'LULARIN İŞİNE YARAYACAK

He ne kadar sosyal güvenlik reform yasasının işçi, esnaf ve memur açısından mahiyeti tam olarak belli olmasa bile, anılan yasa tasarısına hükümet ve sosyal taraflarca itiraz edilmeyen bazı hükümler vardır. Bunlardan birisi de reform yasasıyla Bağ-Kur’lulara getirilen yeni hak ve faydalarla ilgilidir. Ülkemizdeki sosyal güvenlik haklarından bu zamana kadar en dar ölçülerde yararlanan kesim yıllarca maalesef esnaflar ve çiftçiler olmuştur. Esnaf ve çiftçilerin yıllardır mahrum kaldıkları sosyal güvenlik hakları sosyal güvenlik reform yasasıyla nihayet kendilerine verildi. Bu bakımdan esnaf ve tarım Bağ-Kur’lularına 5510 sayılı reform yasasıyla getirilen yeni hak ve faydalardan en önemlilerini alt başlıklar halinde açıklayacağız.

a) Bağ-Kur’luların adı değişiyor

Bağ-Kur’da 1479 sayılı kanun kapsamındaki esnaf Bağ-Kur’lular ile 2926 sayılı kanun kapsamında tarım Bağ-Kur’luları olmak üzere iki farklı çeşitte sigortalılık türü bulunmaktadır. 5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasası yürürlüğe girerse artık Bağ-Kur’lulara “Bağ-Kur’lu” değil, “4/b sigortalısı” diyeceğiz. Bunun yanında işçileri 4/a sigortalısı, memurları 4/c sigortalısı diye adlandıracağız. Bu şekilde ayrımın sebebi ise, 5510 sayılı yasa kapsamındaki kişiler son yedi yıllık prim ödemelerinde en çok ne olarak (işçi, memur, esnaf) prim ödemişlerse, ona göre emekli olabilmelerinin belirlenmesi içindir. Yani reform yasası yürürlüğe girse bile, hizmet birleştirme yoluyla emekli olacaklar için son yedi yılın (1261 gün) önemi devam edecektir.

b) Sağlıktan yararlanmak için “bekleme süreleri” kaldırılıyor

Bağ-Kur’daki sağlık sigortası yardımlarından yararlanabilmek için gerek 1479 sayılı Kanun kapsamındaki sigortalılar, gerekse 2926 sayılı kanun kapsamındaki sigortalılar için “bekleme süreleri” vardır. Sigortalılar ve bunların bakmakla yükümlü olduğu eş, çocuk, ana ve babaları bahse konu bekleme sürelerini doldurmadan Bağ-Kur’dan sağlık karnesi alamazlar. Yani 1479 sayılı Bağ-Kur Kanunu ile 2926 sayılı Tarım Bağ-Kur Kanunları gereğince ilk defa Bağ-Kur’lu olanlar en az 8 ay prim ödemeden kendileri ile bakmakla yükümlü olduklarına sağlık yardımı alamamaktadırlar. İkinci kez (yeniden) Bağ-Kur’lu olanlar ise, 4 aylık süreyi doldurmadan Bağ-Kur’dan sağlık karnesi alamıyorlar. İşte eğer 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yürürlüğe girerse, 30 gün prim ödeyen 4/b’liler Genel Sağlık Sigortası Kanunu kapsamındaki sağlık sigortası yardımlarından yararlanabileceklerdir. Ancak, Bağ-Kur’lulara yine şimdiki mevzuatta olduğu gibi prim borçları olduğunda sağlık yardımları yapılmayacaktır. İşçi ve memurlar için sağlık yardımlarından yararlanmak için aranmayan “borcu olmama” şartı esnaflar için aranılmaktadır.

c) Bağ-Kur’lulara çeyiz parası geliyor

SSK’lılarda ve Emekli Sandığı mensuplarına yıllardır verilen ancak Bağ-Kur’lulara hiçbir zaman verilmeyen çeyiz parası yardımları 5510 sayılı reform yasasıyla artık Bağ-Kur’lulara da verilecek. 5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasasına göre Bağ-Kur’dan dul aylığı alanlar ile (dul aylığı alan kişinin erkek veya kadın olması fark etmez) Bağ-Kur’dan yetim aylığı alan kız çocukları evlendikleri takdirde Bağ-Kur’dan aldıkları dul ve yetim aylıklarının bir yıllık (12 aylık) tutarı kendilerine çeyiz parası olarak ödenecektir. Bağ-Kur’dan yetim aylığı alan erkek çocuklarla, dul ana ve babaların evlenmeleri halinde kendilerine çeyiz parası ödeneceğine dair bir hüküm reform yasasında yoktur.

d) Ödeyecekleri prim miktarları ve prim

oranları düşüyor

1479 ve 2926 sayılı kanun kapsamındaki Bağ-Kur’lular şimdiki Bağ-Kur mevzuatına göre 24 basamaklı gelir tablosuna göre bulundukları basamakların tutarları üzerinden Bağ-Kur’a prim ödemektedirler. Yani günümüz itibariyle Bağ-Kur’lular hangi basamakta iseler ödeyecekleri prim miktarları ve alacakları emekli aylıkları ona göre belirlenmektedir. Ancak sosyal güvenlik reform yasası yürürlüğe girerse 4/b’lilerin (Bağ-Kur’luların) ödeyecekleri prim miktarları, basamaklara göre değil, kendilerinin seçecekleri ve belli edecekleri aylık gelirlere olacaktır. Günümüzdeki değerler üzerinden 4/b’lilerin ödeyecekleri alt sınır asgari ücretin değeri olan 608 YTL, üst sınır ise asgari ücretin altı buçuk katı yani 3952 YTL olacaktır.

Ayrıca, 1479 sayılı Kanunun 50 nci ve ek 15 inci maddeleri gereği Bağ-Kur’lular bulundukları gelir basamağının yüzde 40’ı oranında prim ödemektedirler. Söz konusu bu tutarın yüzde 20’si emeklilik (malüllük, yaşlılık, ölüm) primi, yüzde 20’si de sağlık sigortası primidir. Yeni reform yasası yürürlüğe girerse Bağ-Kur’luların ödeyecekleri prim miktarı yüzde 40’tan yüzde 32,5’e düşecektir. Yani yeni dönemde 4/b’liler SGK’ya beyan edecekleri kazançlar üzerinden yüzde 20 oranında emeklilik ve yüzde 12,5 oranında da sağlık sigortası prim ödeyeceklerdir. Ayrıca, yaptıkları işin tehlike ve sınıf derecesine göre yüzde 1 ile yüzde 6,5 oranları arasında kalmak şartıyla iş kazası ile meslek hastalığı primi de ödeyeceklerdir.

e) Bağ-Kur’luların cenaze parası arttırılıyor

Şimdiki Bağ-Kur uygulamalarına göre esnaf ve tarım Bağ-Kur’lular eğer Bağ-Kur sigortalılıkları devam ederken vefat ederlerse bunların hak sahiplerine yaklaşık olarak 240 YTL cenaze parası ödenmektedir. 5510 sayılı reform yasasın yürürlüğe girerse, Bağ-Kur’luların aldıkları cenaze yardım miktarları arttırılacak ve Bağ-Kur’lunun (4/b’linin) hak sahiplerine (cenaze ödeneği, sigortalının eşine, yoksa çocuklarına, yoksa ana babasına, o da yoksa kardeşlerine şeklinde olmak üzere sırasıyla verilecektir.) asgari ücret tutarında cenaze parası ödenecektir.

f) İş kazası ve meslek hastalığından yararlanma hakları genişliyor

Halen uygulanmakta olan Bağ-Kur Kanunlarına göre, 1479 ve 2926 Sayılı Kanunlar kapsamında sigortalı olan kişiler, sigortalı sayılmalarını gerektiren işlerini yaptıkları zamanlarda iş kazası geçirirlerse ya da meslek hastalığına tutulurlarsa, iş gücü kayıpları en az yüzde 67 olması halinde kendilerine malullük aylığı bağlanmaktadır. İş kazası ve meslek hastalığı sonucu ölümlerde ise hizmet süresine bakılmaksızın ölüm aylığı bağlanmaktadır. Ancak Bağ-Kur’da iş kazası ve meslek hastalığı imkânlarından yararlananlar çok sınırlı düzeydedir. Özellikle şoförlük yapanlarda görülen kazalar ve mobilyacılar gibi meslek hastalığı riski olan kişiler Bağ-Kur’daki iş kazası ve meslek hastalığı imkânlarından hiç yararlanmıyorlar desek yeridir. Eğer 5510 sayılı yeni reform yasası yürürlüğe girerse, Bağ-Kur’lular (4/b’liler) için hem iş kazası ve meslek hastalığının uygulanma alanı genişleyecek hem de, 4/b’lilere kısa vadeli sigorta kolları (iş kazası, meslek hastalığı, analık) yardımlarından olan geçici iş göremezlik ödeneği, sürekli iş göremezlik ödeneği, emzirme parası gibi sosyal güvenlik yardımları verilmeye başlanacak. Ayrıca, Bağ-Kur’luların şimdiki gibi mutlaka sakatlıklarının yüzde 67 olması halinde aylık bağlanması uygulamasından vazgeçilerek, yüzde 10’dan daha yüksek bir rapor oranıyla sakat kalan 4/b’lilere ömür boyu gelir bağlanacak.

g) Bayan Bağ-Kur’luya doğum ve süt parası

geliyor

Yeni reform yasasıyla birlikte Bağ-Kur’lulara getirilen en büyük hak ve imkânlardan birisi de, Bayan Bağ-Kur’lulara (yani bizzat kendisi Bağ-Kur sigortalısı olan hanım Bağ-Kur’lulara) geçici iş göremezlik ödeneği verilecek olmasıdır. Bayan Bağ-Kur’luya doğumdan önceki 8 hafta ve doğumdan sonraki 8 hafta süresinde Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından ödenek (yevmiye) verilecektir. Ayrıca, yeni reform yasasıyla birlikte kadın veya erkek Bağ-Kur sigortalılarından çocukları olan olursa, asgari ücretin üçte biri kadar süt parası (emzirme yardımı) verilecektir. Yani, doğum yapan Bayan Bağ-Kur’lu olmayıp, bu kişinin erkek eşi Bağ-Kur’lu ise (4/b’li ise) Bağ-Kur’lu olmayan bayan eşe de asgari ücretin üçte birisi miktarında emzirme parası verilecektir.

03.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Demokratik zaafın “bedeli”



Başkent kulislerinde ilginç senaryolar uçuşuyor. Önceki örneklerinde olduğu gibi iktidardaki bir partiyi “kapatma davası”nın Türkiye’ye bedelinin bu kez daha da vâhim olacağı belirtiliyor.

Dahası bunun 28 Şubat postmodern darbe sürecindeki gibi bir “hükûmet krizi” olmasının ötesinde bir “devlet krizi”nin açığa çıkan ucu olduğu ileri sürülüyor. Bilindiği gibi, ilk önce “bedel ödemeye hazır değiliz” diyen Başbakan, ardından “Bedel ödemeye hazırız” demişti.

Son grup toplantısında “kapatma davası”nı değerlendiren Erdoğan, bu kez “Türk ekonomisinin hassasiyetleri de değişmiştir. Herkes bu sorumluluk bilinci ile hareket etmek zorundadır. Kimsenin bu millete bedel ödetmeye hakkı yoktur” demesi dikkat çekici.

Siyasî partileri mahkeme yoluyla kapatmanın büyük bir “bedeli” olduğu ortada. Lâkin Başbakan’ın işâret ettiği gibi bu “bedel”in, salt “ekonomik hassasiyetler”i değil, başta demokrasi ve özgürlükler olmak üzere ülkenin maddî ve mânevî kalkınmasını tahrip edeceği ortada. AB’den, iktidar partisine dâvâ açılan bir ülkenin müzâkere sürecinin durdurulacağı uyarısı bunun bir örneği…

* * *

Gerçek şu ki “bedel”i AKP değil, yine millet ödeyecek. Demokrasinin rafa kaldırıldığı her darbe ve ara rejimde olduğu gibi, “bedel” yine milletin maddî ve mânevî gelişmesine ödetilecek…

Nitekim, başta ifâde özgürlüğü olmak üzere beş yıldır hiçbir düzeltme yapılmayıp ertelenen inanç hürriyeti, din eğitimi ve diğer temel hak ve hürriyetler, “kapatma davası”yla daha şimdiden gündemin gerisine itildi. Bir iktidarın en güçlü olduğu dönem, seçimi kazandığı ilk altı ayıdır. Ne var ki AKP hükûmetleri, beş yılı özelleştirme ihâleleriyle, orman yasasıyla geçirdi. Demokratikleşme ve mânevî meselelerde “bir adım ileri iki adım geri” tutuk ve tâvizkâr politikalar izledi…

Seçim beyannâmesinde, meydanlarda, hükûmet programında ve “Âcil Eylem Plânı”nda söz verdiği vaadleri hep erteleyip öteledi. Ne “mutlaka çıkacak” denilen YÖK yasası çıkarıldı. Ne içinde imam hatiplerin bulunduğu bir milyonu aşkın meslek lisesi mezununu mağdur eden 28 Şubat darbesinden kalma “katsayı haksızlığı” düzeltildi. Ne YAŞ kararlarıyla hayatlarının mesleklerine adamış subay ve astsubayların “irtica” iddiasıyla sorgusuz - sualsiz ihrâçları durduruldu. Ne yine 28 Şubat’la gelen Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı” kaldırıldı…

Başörtüsü meselesinde ise Başbakan’ın ifadesiyle İspanya’dan spontane bir “çıkış”la mesele sapa sardı. Anayasa’yı değiştiren her iki partinin sözcülerinin itirafıyla bir çıkmaza girildi. Gelinen noktada, AKP iktidarı bu “ikircikli” ürkek politikalarıyla ne İsa’ya ne Musa’ya yaradı. Leyla Şahin dâvâsında olduğu gibi AİHM’e gönderdiği “hükûmet savunması”nda başörtüsünü tıpkı dönemin YÖK yöneticileri ve yasakçı rektörler gibi “laikliğe aykırı”, “gerginlik sebebi”, “siyasî simge” sayıp yasağı “onaylaması”na rağmen, “yasakçıları” memnun etmedi, ettirmedi…

İşin garibi, iktidar partisi milletvekillerinin, “Başörtüsü yasağı insan haklarına aykırıdır; hükûmetin başörtüsü yasağını savunmasına katılmayız; inanç özgürlüğüne aykırıdır; bunu demokratik gerekçelere sığınarak yapmasını doğru bulmayız” şeklindeki tenkitleri “kapatma iddianâmesi”ne konuldu… (s. 90-96)

* * *

Diğer yandan Başsavcının, “kapatma iddianâmesi”ni salt “laiklik” üzerine kurmasına karşı, Başbakan’ın âdeta “pişmanlık” bildiren bir üslûpla, “Ayıptır, insan utanır; ben Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak bu ülkede beş yıldır böyle bir şeyi gündeme mi getirdim?” sözü, bu “çekingen politikalar”ın son bir yansıması olmakta…

Bir başbakan yardımcısının, “Başörtüsü yüzde birbuçuğun meselesidir” şeklinde konuştuğu gerçek. En son “bir cümlelik anayasa değişikliği” teklifine MHP’nin atlamasıyla son anayasal değişiklikleri yapmaya mecbur kalındığı intibâını verdirmekte…

Başbakan, “Açık söylüyorum, tarih bunu affetmeyecektir” diyor. Doğru, tarih demokrasi dışı dayatmaları bedeli millete ödetmeyi affetmeyecek. Lâkin tarih, sırf siyasî rant hesabıyla mahallî seçimler öncesinde “velev ki”yle ortaya atılan en temel inanç ve insanlık haklarının teminindeki zafiyetle bedeli millete ödetilen demokratik mücadele başarısızlığını da affetmeyecektir…

03.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘İslâm’ın kılıcı ve Beyaz Saray’ın fethi’



Ali İmran 111/112’nci âyetlerde geçen ‘Allah’ın ipi ve insanların ipi hariç nerelerde olurlarsa olsunlar onlara zillet (prangası) vurulmuştur’ âyetinde geçen ‘Allah’ın ipi veya insanların ipiyle payidar olurlar’ ifadesinin asrımıza bakan yüzünü yorumlayan kimi İslâm uleması ve müfessirler ‘Hablinminennasi’ ifadesinde İngiltere ve ABD’yi görmüşlerdir. Ya da bu âyetten İngiltere ve ABD’yi istihraç etmektedirler. 1917’de başlayan İngiltere’nin ipi, 1948’de nihayete erdi ve koptu. Sonra Henri Truman ile birlikte Amerikan ipi devreye girdi. İngiltere’nin yerini ABD aldı. Kimileri bu devrenin de 1947-2017 dilimi ve yılları arasında devam edeceğini öngörüyor. Napolyon ile başlayan ve Churchill ve Balfour’un devraldığı İsrail bayrağı veya ipini Bush elinde tutuyor. Ona alemdarlık yapıyor. Sonunda Amerikan ipi de zail olmaya mahkum. Zira, Paul Kennedy gibi tarihçilerin de haber verdikleri gibi bu arizi bir devreden ibarettir. İşte kimileri planla, komplo ve hileyle bu arizi devrenin ömrünü uzatmaya çalışıyorsa da bu uğraşlar boşuna ve nafiledir. Ama insanların eceli gibi devletlerin ve medeniyetlerin de eceli geldiğinde bu ne bir saat gecikir ne de bir saat ileri atar. Buna eceli mübrem de diyorlar. Hile ancak ecel-i mukayyedi uzatabilir. Naom Chomsky ve Brzezinski gibi Amerikanın akil adamları Irak savaşıyla birlikte başlayan süreçte Müslümanların ABD’den nefretleriyle birlikte bu ipin de gevşeyeceğini ve sonunda da kopacağını öngörmektedirler. Bu süreç, 11 Eylül’den geçerek Afganistan ve Irak işgalleriyle birlikte olgunlaşmaya başlamıştır. İp koptuğunda da İsrail oksijensiz kalacaktır.

İngiliz The Independent yazarlarından Robert Fisk Irak savaşının beşinci yıldönümünde bu işgaller yüzünden Afganistan ve Pakistan’ı ve benzeri ülkeleri kaybettiklerini yazıyordu. BBC World Service’nin yaptığı yeni bir kamuoyu yoklaması her ne kadar ABD’nin imajında belirli bir düzelme olduğunu ortaya koyuyorsa da hâlâ İslâm dünyasının bakışında kayda değer bir değişiklik yok. Beşeri ipin tümden kopması ise, 120 yıllık ikinci ifsad veya Yahudi yüzyılının ve İslâm aleminin fetretinin bitmesi demektir.

***

Beşeri ipi sembolize eden unsurlardan birisi de Yahudilerin güçlü devletlerle ittifakıdır. Numan Abdurrazzak Samarrai, ‘et-Tahaluf mea’l akviya’ adlı eserinde, Yahudilerin bu özelliğini veya kimyasını veya karakterini anlatır ki bu beşeri ipe tutunmalarını remzeder. Daily Mail gazetesinden bir gün önce The Times gazetesi Müslüman nüfusun Katolik nüfusu solladığına dair yazısında Roma’nın fethine ve Papa’nın yeri-ne bir imamın geçtiğini anlatan bir hikâyenin haberine yer vermişti. Ardından bir gün sonra da The Daily Mail bu defa da Beyaz Saray’la alâkalı bir gölge oyununa yer verdi. The Daily Mail “Palestinian boy kills President Bush with ‘Sword of Islam’ in latest Hamas puppet show...” başlıklı haberinde Filistinli bir çocuğun gölge oyununa temas ediyor. Bu gölge oyunu Hamas’a ait Al Aksa Kanalı’nda da gösterilmiş. Filistinli çocuk gölge oyununda Bush’un ve Beyaz Saray’ın akibetine yer veriyor. Karagöz ve Hacivat timsali iple yapılan bu gölge oyununda (the hand-held puppet) Filistinli çocuk şunları söylüyor: “Sen bir canisin! Sen bir aşağılık adamsın. Beni öksüz ve yetim bıraktın. Beni herşeyden mahrum ettin”.

Çocuk, Bush’u Filistin’de Irak’ta ve Gazze’de İsrail ile muvazaa halinde ailesini öldürmekle suçluyor. Ve sonra çocuk İslâm’ın kılıcıyla birlikte rövanşını alıyor ve Bush’u ortadan kaldırıyor. Gölge oyununda, Bush’u kirli biri olmakla itham ediyor ve sonra Beyaz Saray’ı cami haline getirmek için yemin ediyor. İtalyan oyun yazarı Valerio Massimo Manfredi’nin geniş hayâli sonunda Roma’yı bir İslâm şehri hâline getirirken, Papa’nın postuna da bir imamı oturtuyor. Filistinli çocuğun hayâli de Bush’u ortadan kaldırırken Beyaz Saray’ı da cami haline getiriyor. Tarihte Sasanilerin Beyaz Saray’ının akibeti gibi.

***

Birileri kışkırtmak için Roma’nın Müslüman olacağını yazsa da diğer birileri de gönüllerini soğutmak için Beyaz Saray’ı cami haline getirse de ahirzamanda kimse hiçbir şey hakkında kendisinde ‘olmaz, olmaz’ deme hakkını bulamaz.

03.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Üstadın en çok üzerinde durduğu mesele



Her meselenin gereği, esasları ve şartları vardır. Ticaretle uğraşan kişi, kurallarına uymalı ki sonuç alabilsin. Çiftçilik yapan kişi gerekli işlemleri gerekli zamanlarda yapmazsa verim alamaz.

Peki, imana, Kur’ân’a hizmet gibi yüce bir maksat için yapılan hizmetlerin de bir kısım gerekleri ve şartları yok mudur? Vardır elbetteki. Bunlara uyulmadığında da salim bir netice alınamaz.

Hizmetini iman ve Kur’ân hakikatlerini izah, ispat ve neşri üzerinde odaklaştıran Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetinin esaslarından birini ihlâs teşkil ediyorsa, diğerini de tesanüd oluşturur. Onun için, “Evvel âhir tavsiyemiz; tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tehaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır”1 der.

Tesanüd bir vücudun azaları gibi kenetleşmeyi, dayanışma içerisinde bulunmayı gerektiriyor. Bunu, Bediüzzaman, İhlâs Risâlesi’nde bir vücudun azalarına ve bir fabrikanın çarklarına benzetir. İnsanın bir eli diğer eline rekabet etmediği, bir gözü diğer gözünü tenkit etmediği, gözü kulağına itiraz etmediği, kalp ruhun ayıbını görmediği, aksine birbirlerinin noksanını tamamladığı, kusurlarını örttüğü, ihtiyacına yardım ettiği, vazifesine muâvenet ettiği gibi kardeşler de birbirlerine destek vermek zorundadırlar. Aksi halde o insan vücudunun hayatı söner, ruhu kaçar ve cismi de dağılır.

Fabrikaya benzetirken de şunları söyler: “Nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip sa’ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumi maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakiki bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i maksatlarına yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.”2

Demek hizmetin tesanüdsüz yürümesi mümkün değil. Tesanüd bu hizmetin hakkı ve şânından olduğu halde tesanüd için yapılması gerekenler yapılmazsa o zaman neler olur? Olumsuz sonuçları daha dünyadayken görülmeye başlar. Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür.” Yani cemaatte sağlam bir birlik beraberlik olmazsa kesir çarpımında olduğu gibi rakam çoğaldıkça değer küçülür. Dört kere dört on altı ederken kesirlerde çarpma ve toplamalar küçültür. 1/4’i 1/4’le çarptığımızda 1/16 yapar. Bunun gibi insanlarda sıhhat ve istikamet ile birlik olmazsa, rakam arttıkça değer küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.3 Sonra cemiyetteki tesanüd durgun şeyleri harekete geçirmek için yaratılmış bir âlet iken karşılıklı haset ise, harekette olanları dahi durduran bir âlet olur.4

Evet, hizmet durur ve akamete uğrarsa, İslâm düşmanlarının aradıkları atmosfer doğar, ekmeklerine yağ sürülmüş olur, insî ve cinnî şeytanlar sevinir, nefis bayram yapar.

Allah’ın dinine hizmet gibi yüce bir maksat için yola çıkan kişi, insî ve cinnî şeytanları sevindirmek, nefsi güldürmek değil, onlara en büyük darbeyi indirmek için vardır. Demek ehl-i iman, hizmetin gereği hareketlerini kontrol etmek zorundadır.

Dipnotlar: 1- Şualar, s. 262. 2- Lem'alar, s. 165 3- Mektûbât, s. 459 4- A.g.e.

03.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hak ve hürriyetlerin temel sâiki: Ahirete iman



Ahirete iman esası, direkt olarak hak ve hürriyetlerle ilgilidir. Zira, ölüm, diriliş, haşir, mizan, hesap, adalet, sırat, Cennet, Cehennem gibi hakikatler, doğrudan doğruya bununla ilgilidir.

Dünyada sonsuz yaşamayı arzuladığımız gibi, sonsuz hayatta sonsuz mutluluğu da isteriz. İşte, ahirete iman, sonsuz yaşama aşkını tatmin eder ve buna bağlı olarak tüm hastalıklarımızı tedavi eder.

- Ahirete iman, insanca yaşama lezzeti, zevki ve mutluluğunu verir.

- İnsan, sevdiği şeylerden ayrılmak istemez. En çok sevdikleri, başta ruhu olmak üzere, eşi, çoluk çocuğu, ebeveyni, akrabaları, malı mülkü vs. İşte, ölüm yok oluş ve kaybediş değil, buluşma yeridir. Ahirete iman, sonsuz hayatta buluşup sonsuza dek bir arada yaşama mutluluğu verir.

- Ahirete iman, sosyal hayatın emniyet ve huzur içinde geçmesini de sağlar.

Cemiyet hayatını meydana getiren çocuklar, gençler, ihtiyarlar, fakir ve zayıflar, musibetzedeler, hasta ve hayatından memnun olmayanlar, ehl-i iman ve takva sahibi insanların o imanla yüzleri güler.

- Çocukların nazik ve nazenin kalpleri, etraflarındaki ölümlerden devamlı müteessir olur. Cennete iman, onların o üzüntülerini hafifletir, ruhlarını “cennette buluşma” ümidiyle sükûnete kavuşturur.

Çocuklara, şu telkini yayar:

“Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Ve validem öldü, fakat rahmet-i İlâhiyeye gitti, yine beni cennette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim” diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’ân dersiyle temkin verir.

Yalnız çocuklara değil, toplumun tüm katmanlarına tesellî verir:

Deli dolu, heyecanlı, güçlü kuvvetli gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” Aklı başlarına getirir.

Zalime der: “Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir.

İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevi saadet ve taze, bâkî bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmaya çalış.” Ağlamasını gülmeye çevirir.1

Ahirete iman, gençlerin taşkınlık ve galeyanda olan duygularını ancak Cehennem korkusu ve hesap verme inancıyla sükûnete kavuşturur. Böylece gençler zulmetmekten çekinirler:

“Zalimlerin hakkı şüphesiz ki pek acı bir azaptır...”2

“Oraya atıldıklarında cehennemin gürleyişini işitirler ki, kaynayıp duruyor... Neredeyse öfkeden parçalanacak!”3

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 205

2- İbrahim Sûresi, 14:22

3- Mülk Sûresi, 67: 7-8.

03.04.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Gaddar asrın mağrur hükûmetleri



Meşrûtiyet'ten günümüze yüz yıllık demokrasi serüvenini araştırıken, bilhassa Bediüzzaman Said Nursî ile devrin hükûmetleri arasında yaşanan münasebet ve yaklaşım tarzları ziyadesiyle dikkatimizi çekti.

Baktık gördük ki, zamane hükûmetlerinin çoğu tam da "enaniyet asrı"nın karakteristik özelliklerine uygun bir tavır sergilemiş ve Said Nursî'ye karşı en gaddar muameleyi revâ görmüştür.

Bu son derece mağrurâne ve kahredici yaklaşım tarzının ilk kırılma noktasına ise, 1950 sonrasında rastlamaktayız.

Şimdi, sırasıyla bu mezkür devirlere şöyle kısaca bir nazar gezdilerim...

Mutlakıyet devri

Memleketin maarif meselesi için 1907'de hükümet merkezine gelen ve merkezin kalbinde görmüş olduğu istibdat hastalığını hürriyet ve meşrûtiyet ilâcıyla tedâvi etmeye çalışan Bediüzzaman, kendi ifadesiyle "divanelikle taltif" ediliyor. O, hamiyet duygusuyla yapmış olduğu bu fedakârane hizmetine mukabil, devrin hükümeti tarafından önce tımarhaneye, ardından da nezarethaneye sevk ediliyor.

Orijinal ifade ile: "Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâd olunurdu; zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi." (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 17)

O zamanın hükümeti, istibdada çatan, hürriyet ve meşrûtiyeti ise hararetle savunan Üstad Bediüzzaman'a, mağrurâne bir edâ ile adeta şunu söylüyor: "Sen kim oluyorsun ki, gelip bize bu dersleri veriyorsun!"

Evet, işte bu tarzdaki söz ve davranışlar, hiç şüphesiz gururun, enaniyetin ve gaddarlığın birer tezahürüdür.

Meşrûtiyet devri

Güzel olan meşrûtiyet idaresi, hürriyet nimetiyle tezyin edilince daha da mükemmelleşir. Ne var ki, isim ve mânâ itibariyle güzel olan bu devrin hükümet nezdindeki uygulamaları da farklı olur.

Hakim zihniyetin, bilhassa Bediüzzaman'a bakış ve yaklaşım tarzı ziyadesiyle gaddarânedir. Eski hükümetin "divanelik" isnadına mukabil, yeni hükümet ise onun hayatına kast ediyor, derhal idam edilmesini istiyor. Orijinal ifade ile: "Vaktâ ki i'tidâl, istikamet; irtica ile iltibas olundu; Meşrûtiyet'te şiddetli istibdat, hapishaneyi mektep yaptı." (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 17)

Hapishaneden idamlıklar mahkemesine sevk edilen, ancak orada da hürriyet ve meşrûtiyeti aynen müdafaa eden Bediüzzaman'a, devrin hükümeti yine aynı edâ ile seslenir gibi bir muamelede bulunuyor: "Sen kim oluyorsun ki, gelip bize bu dersleri veriyorsun!"

Anlaşıldığı gibi, yine aynı hastalık.

Cumhuriyet devri

Hastalığın büyüğü gibi, istibdadın büyüğü de ne yazık ki bu devride çıkıyor Said Nursî'nin karşısına.

"Ben dindar bir cumhuriyetçiyim" diyen Bediüzzaman ve onun gibi binlerce Kur'ân hizmetkârının canına, malına, eserlerine ve hatta imanlarına kast eden devrin hükümeti, onlar hakkında sürgün, hapis, zindan, zehirle öldürmeye varıncaya kadar, her türlü şenâati revâ görüyor.

Bu mutlak istibdat devrinde iyiden iyiye kabaran enaniyet damarından yine aynı zehir fışkırıyor: "Sen kim oluyorsun ki, gelip bize hürriyet, cumhuriyet dersleri veriyorsun!"

Demokrasi devri

Hürriyet, meşrutiyet ve istibdat meselesi hakkındaki genel bakış ve yaklaşımın, işte bu devirde değiştiğini görmekteyiz.

İstanbul'da görülen Gençlik Rehberi Mahkemesinde (1952) Said Nursî'nin avukatı olan Mihrî Helâv, beraetle neticelenen mahkemede yaptığı müdafaatında aynen şu ifadeleri kullanıyor: "Filhakîka, müvekkilim (Bediüzzaman), bütün milletle beraber istibdâda karşı mücâdele etmiş, hürriyet ve demokrasinin tesisine çalışmış ve bu hususta husûle gelen muvaffakıyetten dolayı da memnun olmuştur." (Tarihçe–i Hayat, s. 567)

Evet, bu tarz bir müdafaa, ilk kez olmak üzere devrin hükümetini hiddete değil, bilâkis memnuniyete sevk ediyordu.

Devir, artık gurur ve enaniyetin değil, dostluğun, tevazuun, muhabbetin devriydi.

Tarihin yorumu

İsmetçiler işbaşında

Yeni Meclis, bir hafta evvel yapılan genel seçimlerin ardından toplandı. 429 üyenin hazır bulunduğu Genel Kurul'da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminin tek adayı yine İsmet Paşaydı.

Birinci oturumda, milletvekillerinin tamamının oyunu alan İsmet Paşa ikinci kez Cumhurreisi oldu. Aynı gün içinde yeni kabine de belirlendi. Hükümeti kurmakla Dr. Refik Saydam görevlendirildi.

Tâ M. Kemal'in ölümcül hastalığını öğrendiği günden beri İsmet Paşaya yanaşan ve onun has adamı olma tavrını sürdüren Saydam, esasında 25 Ocak'tan beri aynı makamda bulunuyordu.

İsmet Paşa, ilk fırsatta Celal Bayar'ı Başbakanlıktan uzaklaştırmış ve onun yerine Refik Saydam'ı getirtmişti. Dolayısıyla, Saydam'ın istifasını verip aynı gün içinde tekrar hükümet kurması, tamamiyle bir formaliteden ibaret oldu.

Bilindiği gibi, M. Kemal, Dolmabahçe'de ölüm döşeğinde iken, siyasetten uzaklaştırmış olduğu İsmet Paşayı yanına çağırmış ve onunla son bir kez görüşmek istemişti. Ancak, bu görüşmeye Refik Saydam şiddetle karşı çıkmış ve İsmet Paşanın İstanbul'a gitmesine mani olmuştu. Saydam'a göre, bu görüşme bahanesiyle Paşa kesin olarak bertaraf edilecekti. Bunun asıl sebebi ise, M. Kemal'in ölümünden sonra İsmet Paşanın rahat durmayacağı ve Bayar'ın başına belâ olacağı kanaatine varılmış olmasıydı.

Saydam'ın endişesi yerinde olmalı ki, İsmet Paşa da onu her yönüyle ihya etti.

Bu tarihten 1950'ye kadar gelip giden hemen bütün kabine üyeleri—tıpkı Saydam'ın da yaptığı gibi—birbiriyle "Ben daha fazla İsmetçiyim" yarışına girdiler. 1950'de ise, bu yarışı hep birlikte kaybettiler.

03.04.2008

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

İbadet ve ticaret



Ticarette amaç, para kazanmak, sermayeyi artırmak, daha iyi şartlarda yaşamak, huzurlu ve mutlu bir ömür geçirmektir. Bunun için de tâcirin düzenli, disiplinli, devamlı çalışması gerekir. İşini iyi bilecek, işin kurallarına uyacak, gerektiğinde bir takım fedakârlıklara ve zahmetlere katlanacaktır. Kazandıkça çektikleri zahmetleri unutacak, mutlu ve huzurlu olacaktır.

İbadet de bir nevî ticarettir. İbadet eden insan da bir kazanç elde etmeyi ümit eder. Fakat bu ümit, maddî bir kazanç elde etmek olmayıp, Cenâb-ı Hakkın rızasını kazanma ümididir. Zaten bundan daha büyük kazanç da düşünülemez. Mevlânâ Hazretlerinin dediği gibi, “Onu kaybeden neyi bulur, Onu bulan neyi kaybeder.”

Bediüzzaman Hazretleri, 3. Söz’de “İbadette büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahatte büyük bir hasâret ve helâket vardır” diyor. İnsan, ruhlar âleminden gelip dünyadaki meşherden (pazardan) ahiretteki mahşere doğru yol alan bir yolcudur. Mahşerden sonra Mizan’dan ve Sırat’tan geçen yolculuk, sonsuzluk yurdu olan Cennet veya Cehennem menzillerine doğru devam edecektir. Bu uzun yolculuk esnasında da insana bir takım erzak ve iâşeler lâzım olacaktır. Onun için her insan, aynı zamanda iyi bir tüccar olmak zorundadır. Ama orası hizmet ve ticaret yeri olmadığı için, ahiret nimetleri de dünya pazarındaki alışverişte kazanılacaktır. İşte ömür sermayesi de bu ticaret için verilmiştir.

Ahiret erzakı, ibadet ticareti ile tedarik edilir. Akıllı tâcir, dünya pazarında ahireti için en yüksek kazancı sağlayan tacirdir. İnsana verilen ömür sermayesi, her iki dünya için de gerekli olan ihtiyaçları karşılayacak kadar değerlidir. Bu sermayeyi iyi kullananlar dünyasını da, ahiretini de bununla kazanabilirler. Ömür sermayesini gaflet ve dalâlet çarşılarında çarçur edenler ise, müflis bir tüccar gibi ahiret yurduna elleri boş olarak dönerler. Böyle kıymetli bir sermayeyi de batırdıkları için kendilerinden hesap sorulacaktır.

Akıllı tüccar, hem dünya için, hem de ahiret için yapmış olduğu ticarette kâr eden tüccardır. Elindeki sermayeyi en güzel şekilde değerlendiren, önüne çıkan imkân ve fırsatlardan azami derecede istifade eden insan, her zaman kazanacaktır.

Hayat yolculuğunda, insanın önünde her zaman iki yol bulunmaktadır. Biri hak ve hakikate, öteki de batıla ve sefahate gider. İmanın işaret ettiği ibadet yolunu takip edenler en kârlı bir ticaret ve saadete kavuşurken, nefsin ve şeytanın işaret ettiği batıl yolu tercih edenler, sefahet ve felâkete düşmekten kurtulamayacaklardır.

Âkıl odur ki, her zaman zararsız yolu zararlı yola tercih eder.

İBADET

İnsanı Rabbine muhatap eder,

Mahbup ile muhabbettir ibadet.

İnsan kul olmanın zevkine erer,

Mutluluktur, saadettir ibadet.

İbadet insanı insan ediyor,

Hem de köleleri sultan ediyor,

İnsana cenneti ihsan ediyor,

En kârlı bir ticarettir ibadet.

Aczini anlayan dağlar ve taşlar,

“Sübhanallah” diye tesbihe başlar,

Sadece rükuda eğilir başlar,

En şahane hürriyettir ibadet.

Yer yarılsa, gökkubbe de çatlasa,

Küre-i arz bomba olup patlasa,

Hiç irkilmez bir kalp, imanı varsa,

Metanettir, cesarettir ibadet.

İbadetle dikenler hep gül olur,

Sarp kayalar, yalçın dağlar yol olur,

Hak’ka kul olmayan kula kul olur,

Bir şereftir, haysiyettir ibadet.

03.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri