Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 





Kazım GÜLEÇYÜZ

AB’yi savsaklamak



Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan son üç buçuk senedeki “reform serencamı”nı şu ifadelerle özetlemiş:

“2005’te Alman ve Fransız seçimlerindeki söylemler, 2006’da Kıbrıs, 2007’de 27 Nisan ve 367 gibi meseleler reform sürecinin önüne geçti.”

Peki, 22 Temmuz seçimlerinden sonra başlayan yeni dönemde bu durum neden aşılamadı?

Babacan bu soruyu da şöyle cevaplıyor:

“Yeni hükümet yeni anayasayı ve yeni Meclis içtüzüğünü öncelikli olarak gündemine aldı. Ama olayların akışı nedeniyle gerçekleştiremedi...”

Sabah yazarı Soli Özel’in 23 Nisan tarihli köşesinde yansıttığı bu sözler, hem “Üç buçuk yıldır AB reformları ilerlemiyor” eleştirisinin birinci ağızdan kabul ve ikrarı, hem de hükümetin kendi gündemini hakim kılmak bir yana, olayların akışına kapılıp gittiğinin itirafı niteliğinde.

Şimdiye kadar defaatle yazdığımız gibi, 17 Aralık 2004’e kadar epeyce reforma imza atan AKP, Brüksel’in o gün “Tamam, müzakerelere 3 Ekim 2005’te başlayacağız” kararını açıklamasından sonra reformları daha da hızlandırması icab ederken, inanılmaz bir şekilde frene bastı.

O günden bugüne hiçbir yeni adım atılmadı.

2005’in 3 Ekim’inde müzakereler güya başladı. Ama bu önemli gelişme kamuoyumuzda hiç hissedilmedi bile. Tam tersine, müzakere süreci gündeme dahi gelmedi. Ne olup bittiğine dair kamuoyuna bilgi verme ihtiyacı da duyulmadı.

Kırık dökük bilgilerle, teknik tarama süreçlerinin devam ettiği belirtildi. Medyada çıkan haberler, bir başlıkta müzakerelerin açılıp geçici olarak kapatıldığı, beş başlıkta da açılan müzakerelerin sürdüğü şeklinde, halk için birşey ifade etmeyen kuru bilgiler olmanın ötesine gitmedi.

Böylece AB süreci gündemden düşürüldü.

AB cenahında Sarkozy ve Merkel gibi isimlerin başını çektiği Türkiye aleyhtarı tavır ve söylemler ise, iç kamuoyunda AB süreci hakkında kuşku ve tereddüt uyandırmak ve halkı AB’den soğutmak niyet ve kastıyla abartılarak sunuldu.

Başbakanın AB’ye karşı sık sık yerli yersiz rest çekip meydan okumaları, “Eğer Kopenhag kriterleri olmazsa Ankara kriterleriyle yola devam ederiz” söylemleri meselenin tuzu biberi oldu.

Sonuçta, bir medeniyet projesi olarak AB sürecinin bir numaralı takipçisi ve lokomotifi olması gereken hükümetin tam tersi bir tavır sergilemesi, reformlarda ilerlememizi engelledi.

Şimdi Babacan bu gecikmeye her yıl için birer sebep gösteriyor. 2005’in kaybedilmesinden Sarkozy ve Merkel’i sorumlu tutarken, 2006’da Kıbrıs, 2007’de ise 27 Nisan ve 367 meseleleri yüzünden reform sürecinin aksadığını söylüyor.

Peki, bu izah tarzı ne ölçüde inandırıcı?

AKP 2005’te hangi reformu yapacaktı da, Sarkozy ve Merkel engelledi? 2006’nın başından sonuna hep Kıbrıs sorunuyla yatıp kalktığımız için mi yeni demokratikleşme reformlarına vakit ve fırsat bulunamadı? 2007’de, 22 Temmuz’da zoraki gidilen seçim daha önceden yapılmış olsaydı 27 Nisan ve 367 tartışmaları yaşanır mıydı?

Peki, bütün bunlar bir tarafa, 22 Temmuz’un ardından kurulan yeni hükümet, yeni anayasa projesinden niye vazgeçti? Neden bu son derece önemli konuyu olayların akışına kurban etti?

Gelinen noktaya baktığımızda, AB ve demokratikleşme sürecinde altın kıymetinde olan üç buçuk koca senenin göz göre göre heba edildiği vâkıasıyla karşı karşı olduğumuzu görmekteyiz.

Hatırlayanlar olacaktır; bundan birkaç sene öncesine kadar, Türkiye’nin elini çabuk tuttuğu takdirde 2015’te AB üyesi olabileceği konuşuluyordu. Ama şimdi Olli Rehn, 10-15 yıl sonrasına, yani 2023’e uzanan bir vadeden söz ediyor.

Tabiî ki, bu 10 yıllık sarkmanın AB cenahından kaynaklanan önemli sebepleri de var. Ama bizi birinci derecede ilgilendiren, kendi durumumuz. AKP, demokratikleşme reformlarını savsaklamanın Türkiye’ye—ve kendisine—nelere mal olduğunun hâlâ farkına varamadı mı?

29.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Önce ‘aile’, sonra yine aile



Cemiyeti tehdit eden tehlikeleri saymakla bitiremeyiz, ama biri var ki hepsinden önemli: ‘Aile’nin tahrip, dağılma ve yıkıma maruz kalması. Aile, kendi başına bağımsız bir ‘kurum’ olmadığı için tahribin zararı da onunla sınırlı kalmıyor. Tahrip edilen ailelerin topluma, çevreye ve ‘komşular’a verdiği zararı tahayyül edin. Bu hususta tarihe mal olan ‘atasözleri’miz de var. İşin ehli olanlar, “Milleti ayakta tutmak istiyorsanız, ‘aileyi’ koruyun” demişlerdir. Bu tesbitin tersi de doğrudur. Bir milleti içten çökertmek istiyorsanız, ‘aile’yi tahrip edin, yeter. Çünkü ailenin tahrip olduğu bir milletin ayakta kalması eşyanın tabiatına aykırıdır, ayakta kalması mümkün değildir.

Ailenin tahrip edildiğini gösteren göstergelerden biri de kısaca ‘sokak çocukları’ dediğimiz vak’adır. Bilhassa büyük şehirlerin izbe köşelerinde ‘sokak çocukları’ denilen ve bir şekilde ailesinden koparılmış çocuklar, hatta gençler var. Bu grubun ‘kötü’ emellere âlet edilmesi hayli kolay. Ailesi olan çocukları muhafaza etmenin bile zor olduğu bir devirde, aile yuvasından mahrum çocuklara neler yaptırılmaz?

‘Sokak çocukları’ denilen çocukların da bir ailesi vardır mutlaka. Ancak ya boşanma sebebiyle ya da başka sebeplerle var olan o aile dağılmış ve çocuklar sokaklara saçılmıştır. Devlet, bu problemle baş etmeye çalışıyor. Ancak mevcut durum, bunu pek de mümkün kılmıyor. Çocukların sadece ‘karnını’ doyurmayı hedef alan bu çalışmalar, bir yere kadar fayda sağlıyor. Çünkü insan sadece ‘mide’den ibaret bir varlık değil. ‘Mide’nin, başta kalp ve akıl olmak üzere tatmin ve terbiye edilmesi gereken onlarca ‘arkadaş’ı var. Bunlar tatmin ve terbiye edilmedikten sonra sadece mideyi doyurmak, onu tatmin etmek ‘sokak çocukları’nı topluma kazandırmaya yetmiyor.

Umut Çocukları Derneği Başkanı Yusuf Ahmet Kulca, bu noktada en önemli görevin ailelere düştüğüne dikkat çekmiş. Kulca, kendisinin de yetiştirme yurtlarında ve ‘sokak’larda yaşadığını hatırlatarak, bir anlamda ‘Damdan düşenin halini damdan düşen anlar’ gerçeğini akla getiriyor. “İş, devlete ve ailelere düşüyor” sorusunu “Kesinlikle evet” diyerek cevaplandıran Umut Çocukları Derneği kurucu ve başkanı Kulca şöyle demiş: “Bizim aile içine müdahale şansımız çok kısıtlı, hatta çoğu zaman hiç yok. Burada eğitim devreye giriyor. Hem çocuğun hem de ailenin eğitimi. Ebeveynleri eğiten kurumlar kurulmalı. Hem devlet hem de aileler, çocukları, boş zamanlarını değerlendirebilecekleri sosyal faaliyetlere yönlendirmeli.” (Türkiye, 27 Nisan 2008)

Çarenin ‘eğitim’de olduğu her halde kabul edilir. Fakat bu ‘eğitim’in de eğitim olması şartıyla. İnsanların akıl ve kalplerini fethedemeyen kuru, ‘bilgi’ yığınından ibaret bir eğitimle bu promlemleri halletmek mümkün değil. İş dönüp dolaşıp ‘kalplerin fethi’ne geliyor ki bunun yolu da doğru dürüst din eğitiminden geçer.

“Din eğitimi” denildiğinde her türlü itirazı ileri sürenlerin, ne ‘sokak çocukları’ problemine, ne de başka problemlere çare sunmaları mümkün değildir. Her hal ve şartta, önce ve sonra ‘aile’yi muhafaza etmeliyiz. Sıkıntılardan kurtulmanın başka yolu olsaydı, bu güne kadar o yollar denenmez miydi?

29.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Savunma stratejisi” ve kırılmalar…



Ankara kritik haftaya ifâde özgürlüğü üzerindeki tartışmalarla başladı. İki önemli konu TBMM’nin gündeminde.

Genel Kurul’da bugün son aylarda pirinç, bulgur ve bakliyatta fiyat artışları ile ilgili gerekli tedbirleri almadığı için Tarım Bakanı Eker hakkında gensoru önergesi ile Türk Ceza Kanununun 301. maddesindeki değişiklikler görüşülecek. Diğer yandan “kapatılma dâvâsı”nda İktidar partisine verilen bir aylık süresin sonuna geliniyor. Ek süre istenmediği takdirde partinin “ilk savunma”sını vermesi gerekiyor.

Başbakan her ne kadar 10-15 maddelik bir “anayasa değişikliği paketi” hazırlığından söz etse de bunun kapsamı ve ne zaman Meclis’e getirileceği belli değil. Kaldı ki bu hususta partisinde ciddî itirazlar yükseliyor. Bununla beraber ilgili Anayasa ve yasa maddelerini değiştirerek, hatta referanduma kadar giderek işi bir “siyasî savaş”a kadar vardırmak isteyenlere karşı, “akl-ı selim”i önerenler de var. Bu dönemde “partiyi kurtarma”ya veya Anayasa Mahkemesi’ne dair değişikliklere gidilmesine tepki gösteriyorlar. Tıpkı “Cumhurbaşkanlığı seçimi”nde olduğu gibi simetrik tahrikle meseleyi doğrudan siyasî ranta dönüştürmek isteyenlere mukabil, parti kurulları ve Meclis grubundan “Cumhurbaşkanının mutâbakatla seçilmesi”nden sarf-ı nazar edilerek, başörtüsü için anayasal değişikliklere gidilmesinin süreci tıkadığı uyarıları yapılıyor…

“AKP sağ parti olamadı; aslında normal oy oranı yüzde 47 değil, Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci olmasaydı sonuç farklı olurdu ve mutâbakatla seçilmiş olsaydı bugünkü sıkıntılar olmazdı” diyen Kırıkkale milletvekili Vahit Erdem’in sözleri bunun ifâdesi. Erdem’in, başörtüsü yasağını kaldırmaya dair Anayasanın iki maddesinde yapılan değişiklik için, “Başbakanımızın İspanya’daki beyânı üzerine MHP fırsatı kaçırmadı; ‘işte var mısın, varım’ gibi bir şey oldu, Türkiye açısında iyi olmadı” sözü ise, AKP’nin sözkonusu düzenlemeye hiçbir hazırlığı olmadan tamamen emr-i vaki ile sürüklendiğini ortaya çıkarıyor. “Kapatma dâvâsı”nı “sürpriz” bulan, buna karşı partisinin uygulamada hata yaptığını ve bu yüzden bazı endişeler taşıdığını söyleyen Erdem’e, gün geçtikçe başkaları da katılıyor…

Bu açıdan Genel Merkez’de nabız tutmak için düzenlediği yemekli toplantıda bazı milletvekillerinin Erdoğan’ın yüzüne, “Türbanla ilgili düzenlemede MHP’nin oyununa geldiniz; çok acele edildi ve tuzağa düşüldü” demeleri dikkat çekici.

Belli ki partide önemli bir grup, “kapatma dâvâsı” sürecinde “dâvâ”yı etkileyecek anayasal ve yasal değişiklikleri yanlış buluyor. Bunun gereksiz gerginliklerin artması ve siyasî tansiyonun tırmanarak krize dönüşmesi tedirginliğini taşıyorlar. Bu tür düzenlemelerin “dâvâ”nın ardından daha muhtevalı bir “demokratikleşme paketi”nde veya “yeni anayasa”da ele alınmasının daha sağlıklı ve netice alıcı olacağını belirtiyorlar.

Görünen o ki iktidar partisinde tartışma bitmiş değil. Bu yüzden kararsız kalan parti ve hükümet “demokratikleşme paketi”nin kapsamı hakkında net bir tavır sergileyemiyor. Başbakan iki arada bir derede; salt bir “demokrasi manifestosu” olacak dediği “savunma” ile yetiniyor. “Savunma”nın ana stratejisi sâdece Başsavcı’nın “delilleri”ni çürütmekle kalıyor.

Bundandır ki “savunma”, “iddianâme”nin “kasıtlı yazılardan cımbızlanmış, çarpıtılmış haberlerden özensizce seçildiği, AKP’nin laikliğe aykırı suç işlemeyip bilâkis laikliğe hizmet ettiği ve bu ilkeyi güçlendirdiği” ekseni üzerine yapılıyor. Başbakan’ın çeşitli parti toplantılarında açıkça ve özellikle laikliğe vurgu yapması bunun için…

Ne var ki, Başbakan ve iktidar partisi sözcüleri bu “vurgu”yu yaparken çoğu zaman kantarın topuzu kaçıyor. Daha önce parti yöneticilerinin “mayınlı arazi”den uzak kalmak hesabına başörtülü milletvekili adayı kabul edilmemelerini yasadışı yasağa bağlayıp “yasal yasak var” demeleri misali, kazanılmış hakları dahi kaybettiren kırılmalara giriliyor. “Savunma”da yer alacağı söylenen “imam hatip okulu açmadık” ibâresinin yanısıra, “iptal” dâvâsıyla Anayasa Mahkemesi’nde görüşülmeyi bekleyen başörtüsü hakkında yaptığı değişikliklerden “pişmanlık” belirtileri açığa vuruluyor. Zira milletvekillerinin, “Başbakan İspanya’da bir açıklama yaptı, o safhada bir parti bunun üzerine atladı ve bu iş bu raddeye vardı” türü beyânları, “tuzağa düşüldüğü” ve “oyuna gelindiği”nin örtülü itirafı oluyor. Anlaşılan o ki iktidar partisi, irâdesiyle değil, sırf Başbakan’ın yurtdışındaki “çıkışı” üzerine şimdi çözümü daha da zorlaştıran ve yasağı azdıran değişikleri yapmış; ikrarlar bunu gösteriyor. Zaten gelinen noktadaki “tıkanma” üzerine Erdoğan’ın, “Beş yıldır başörtüsü yasağını gündeme getirmeyen bir başbakan, neden bunu getirsin; İspanya’da sordular, ben de o cevabı verdim, ne deseydim!” tarzındaki “tavzihi”, bu kırılganlığın ilk sinyalini vermişti…

Ne var ki şimdi de “savunma strateji”yle yeni yeni “siyasî savrulmalara giriliyor. Demokrasi ve özgürlükler erteleniyor; varsa yoksa “laiklik!” Ve bunun ceremesini yine ülke ve demokrasi çekiyor.

29.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Ölüm sarsıntısı gelince



Tuğba Hanım:

*“Sekerat ne demektir? Sekerata giren Müslüman için neler yapılır?”

İnsan güzel dünya hayatından benzersiz güzel ahiret hayatına giderken, fani bir misafirhaneden ebedî bir mülke geçerken, imtihan dünyasından hakikatler âlemine intikal ederken bir miktar sarsıntı geçirebilir. Bu sarsıntıyı, bu geçişin tabiatına vermek lâzım. Fakat her zorlukta Allah’a sığındığımız gibi, bu sarsıntının şiddetinden de hiç şüphesiz Allah’a sığınmak gerekir.

Sekerât, ölüm sarsıntısı ve sarhoşluğu demektir. Ölüm sarhoşluğu kişinin aklını ve salim düşüncesini kaybetmesine yol açabilir. Kişiyi, ne yaptığını ve ne söylediğini bilmez duruma düşürebilir. Bu açıdan kendisinde ölüm belirtileri görülen hastaya veya sekerâta girdiği anlaşılan kişiye iman ve inanç yapısını bozmadan ruhunu teslim edebilmesi için yardımcı olmalıdır.

Sekerâta giren hastaya yapılması gereken sünnetler şunlardır:

1- Sekerâta giren hasta, yüzü kıbleye getirilecek şekilde sağ yanı üzerine yatırılır. Eğer sağ yanı üzerine yatırılmasında zorluk varsa, ayaklarının iç kısımları ve yüzü kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırılır ve başı altına bir yastık konularak yüzünün kıbleyi görmesi sağlanır.

2- Sekerâta giren hastanın yanında yüksek sesle konuşulmaz ve tartışılmaz. Sevdiği bir kişi tarafından kendisinin duyacağı şekilde tatlı bir fısıltı ile ve yumuşak bir dil ile Kelime-i Şehâdet veya Kelime-i Tevhid getirilir.

Son nefeste şehadet kelimesi veya tevhid kelimesi getirmenin önemi büyüktür. Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki:

“Her kim ki, son sözü Lâ İlâhe İllâllah demek olursa o kimse Cennete girer.”1

“Her kim, Allah’tan başka ilâh olmadığını bilerek ölürse Cennete girer.”2

“Ben Allah’tan başka hak ilâh olmadığına ve benim Allah elçisi olduğuma şehâdet ederim. Bu iki hususta şüphe etmeyerek ve Allah’a bu iki şehâdetle kavuşan her kul, muhakkak Cennete girecektir.”3

“Kim ki lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Resûlullah şehadetini getirirse Allah ona ateşi haram kılar.”4

“Ümmetimden kim ki, Allah’a hiçbir şeyi eş tutmayarak ölürse, o kimse Cennete girer.”5

Ölmek üzere olan bir Müslüman’ın yanında bulunduğumuzda ona fısıltı halinde tevhid kelimesini veya şehadet kelimesini söyleyerek hatırlatmamız sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm): “Ölmek üzere olan kimselere lâ ilâhe illallah sözünü telkin edin”6 buyurmuştur. Fakat “Bunu söyle!” dememeliyiz ve baskı yapmamalıyız. Bir defa söylemesi ve son sözü Kelime-i Tevhid olması yeterlidir.

3- Sekerât halinde bulunan kimsenin yanında Yasin Sûresi okumak sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Ölümü yaklaşan kimselerin yanında Yasin Sûresi okuyun.”7

4- Sekerât halinde bulunan kimsenin yanında hayır söz söylemeliyiz, hayır duâda bulunmalıyız. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Hastaya veya ölüye geldiğinizde hayır söz söyleyin. Çünkü melekler sizin söylediklerinize ‘Âmin’ derler.”8

5- Hasta, ölüm esnasında Allah’ın kendisini bağışlayacağı hakkında hüsn-ü zanda bulunmalıdır. Yani Allah’a, günahlarından bağışlanarak gittiğini düşünmelidir. Bu sünnettir. Nitekim imanını muhafaza eden kişinin bütün günahlarının Cenâb-ı Hak tarafından bağışlanacağını ummak, bizzat Cenâb-ı Hakk’ın müjdesine uygundur. Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muâmele ederim.”9

Cenâb-ı Allah, ehl-i iman olarak, ölenlerimizi bağışlasın, kalanlarımıza sıhhat ve afiyet versin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Nesâî, Cenâze, 4; Tecrit Terc., 4/264

2- Müslim, Îmân, 10/43

3- Müslim, Îmân, 10/44

4- Müslim, Îmân, 10/47

5- Buhârî, Cenâiz, 617; Riyâzu’s-Sâlihîn, 413

6- Tirmizî, Cenâze, 7; İbn-i Mâce, Cenâiz, 4; Müslim, Cenâiz, 1, 2; Nesâî, Cenâze, 4

7- Ebû Dâvûd, 3121; İbn-i Hibban, 720

8- Tirmizî, Cenâze, 7/984

9- Bedîüzzaman, Sözler, s. 39; Buhârî, Tevhid, 15; Tirmizî, Tevbe, 1; Müslim, Tevbe, 1

29.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah adına sevmenin kazandırdıkları



Daha önce sevdiklerimizi Allah adına sevmenin önemi, anlamı, kıymeti üzerinde durmuş; Allah adına sevilmediği takdirde o sevginin kısa, geçici ve elemli olduğunu belirtmiştik. Şimdi de sevdiklerimizi Allah adına sevmenin kazandırdıkları üzerinde duralım. Bunları iki başlık altında toplamak mümkündür: Biri dünyadaki, diğeri de ahirette kazandırdıkları.

Sevilenler eğer Allah adına değil, nefis hesabına seviliyorlarsa böyle sevgilerin dünyada belâları, acıları, sıkıntıları çok; safaları, lezzetleri ve rahatları az olur. Meselâ şefkat, âcizlik yüzünden elemli bir musibet; sevgi ayrılık yüzünden belâlı bir yanma; lezzet zevâl yüzünden zehirli bir şerbet olur. Ahirette ise Allah hasabına olmadığından hiçbir fayda sağlamaz. Hele harama girilmişse azap getirir.

Meselâ enbiya ve evliyaya duyulan bir kısım sevgiler sonuçsuz, hatta zararlı olur. Hz. İsa’ya sevgide aşırı gidip onu tanrılaştıran, Hz. Ali’ye peygamber, hatta ilâh diyecek kadar ileri giden bir kısım Rafizîlerin sevgilerinin faydasız kaldığı gibi.

Eğer sevgi Allah namına olsa hem dünyada, hem de ahirette güzel sonuçlar verir.

Eğer leziz yiyecek ve içecekler, güzel meyveler Allah için sevilirlerse o sevgi elemsiz bir nimet ve ayn-ı şükür bir lezzet olur.

Nefsi Allah adına sevmek ona acımak, onu terbiye etmek, zararlı arzulardan uzak tutmakla olur. O zaman nefis bize binmez, arzularına esir etmez, aksine biz nefse biner, onu süflî arzuları istikametinde değil, doğru yolda istihdam ederiz.

Eşe duyulan sevgi onun dış güzelliğine değil, güzel huylarına, şefkatine yöneltilir ve ona Allah’ın bir hediyesi nazarıyla bakılıp samimî ve içten bir sevgi ve merhamet duyulursa karşılığında hürmet ve muhabbet görülür. Bu hürmet ve muhabbet yaşlandıklarında daha da artar, mutlu bir hayat geçirirler. Yoksa dış güzelliğe bağlanan nefsanî sevgi çabuk bozulur; geçimsizlikler başlar.

Anne ve babaya Allah adına gösterilen sevgi bir ibadettir. Yaşlandıkça hürmet ve muhabbet daha da arttar. Uzun ömürlü olmaları için duâ etmek, ellerini öpmek ruhânî bir lezzet verir insana. Eğer sevgi nefsânî ve dünya itibariyle olsa yaşlanıp yük olacak hâle geldiklerinde en süflî ve alçak bir hisle varlıklarından yüksünmek, hayat sebebi olan o saygıdeğer insanların ölümlerini arzu etmek vahşî, kederli, ruhanî bir elemdir.

Cenâb-ı Hakk’ın nezaret ve terbiyesine verdiği sevimli, canayakın evlâtlara Allah hesabına sevgi duymak mutluluk verici bir sevgi ve bir nimettir. Ne musibetleriyle fazla elem çeker, ne de ölümleriyle ümitsizce feryat eder. Rabbinin Rahîm ve Hakîm olduğunu düşünür, “Ölüm onlar hakkında bir saadettir” der, onları kendine emanet eden Rabbinin rahmetini düşünür, ayrılık acısından kurtulur.

Dost ve ahbabları Allah için sevince onların ayrılıkları, hatta ölümleri sohbete mani olmaz. Manevî sevgi ve irtibat devam eder. Kavuşma lezzeti sürekli olur. Allah için olmazsa bir günlük kavuşma lezzeti, yüz günlük ayrılık elemini netice verir.

Enbiya ve evliya Allah için sevilirse kabir âlemi onlar sayesinde birdenbire aydınlanır ve insan oraya gitmekten değil ürkmek, korkmak, aksine onlara kavuşmak için büyük bir iştiyak duyar, dünya hayatının lezzeti de kaçmaz.

Demek insan Allah adına sevdiğinde her zaman maddeten ve mânen kazançlı.

29.04.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Ağacı kesmekle, şuur kesilmiyor



Geçtiğimiz hafta sonunda, İzmit'li okuyucularımızla birlikte, Nur menzillerinin en çok bulunduğu Barla'ya dördüncü ziyaretimizi yaptık. Kırk sekiz saat süren bu seyahatimiz, her zamanki gibi yine çok nurlu, feyizli ve bereketli geçti.

Risâle–i Nur'un ilk telif edildiği bu beldeye ilk kez bundan tam yirmi sene evvel yine böyle bir bahar mevsiminde gitmiştik. Burayı ilk kez görmenin sevinç ve heyecanıyla kendimizden geçmiştik.

Bu nurlu diyâra ikinci seyahatimizi 1995 yazında yaptık. Çoluk çocuk Barla'dan Çam Dağına çıkmış, orada (henüz ayakta olan Çam ve Katran ağacının ortasında) çadır kurarak yedi gün süreli bir kamp hayatı yaşamıştık.

Üçüncü seyahatimiz ise, herbiri ayrı bir hatıra niteliği taşıyan Tepelice Çam'ın zirvesindeki o meşhûr Katran Ağacı ile koca Çam Ağacının "meçhul eller" tarafından kesilmesinden sonraya rastladı. Mâlum, 2001 yılı Aralık ayının son günlerinde, Kurban Bayramından bir gün önce, yerde yarım metre kar tabakasının bulunduğu bir esnada, bu dağın tepesine doğru bir "indirme harekâtı" yapılmış. Ardından, "motorize testere birlikleri" o hatıra ağaçların bulunduğu tepeye doğru taarruza geçirilmiş ve nihayet kendilerini koruma, hatta kımıldama imkânı dahi olmayan bu iki ağaç kesilip devrilmek sûretiyle operasyon tamamlanmıştır. Alelacele havalanıp üslerine dönen "muzaffer testere birliği"ni, dağdaki bir avcıdan başka gören olmamış.

İşin garibi, zaferle (!) neticelenen bu operasyonu bugüne kadar da sahiplenen olmadı. Oysa, ortada vakti, zamanı, hatta hava şartları bile çok iyi hesaplanıp planlanmış olduğu anlaşılan önemli bir vukuat var, bir fiilî durum var. Yani, o dağda çarpıcı bir fiil var; ancak, fail sekiz yıldır hâlâ ortada yok.

Ancak, gerek avcının anlattıklarından ve gerekse 1960 yılı Temmuz'unda Nebbaşların Urfa'da yaptıklarından yola çıkarak bakacak olursak, faillerin ve azmettiricilerin, yine 48 sene evvelki "mezar soyguncuları" olduğuna kanaat getirebiliriz. Kaldı ki, bu işi o sâbıkalılardan başkası da yapmaz, yapamaz.

Bu caniler zannettiler ki, Said Nursî'nin mezarını kaybetmekle, dâvâsını da bitirecekler. Ancak, fena halde aldandılar.

Tuhaftır ki, aldanmaya da doyamadılar. Yıllar sonra, bu kez daha da gizli bir sûrette dağ başındaki hatıra ağaçlara saldırdılar, motorlu testere ile kesme nâmertliğinde bulundular. Evet, mertçe ve erkekçe olmadığına göre, nâmertçe ve ürkekçe yaptılar bu işi.

Tabiî, yine aldandılar. Zira, zannettiler ki, mâsum ağaçları kesmekle, bu menzillere yönelik ziyaret akınını da, ziyaretçilerin manevi irtibatını da kesmiş olacaklar.

Oysa, Nur menzillerinin ziyaretçileri, bilinçli, itidalli ve şuurlu kimselerdir. Ağaçların kesilmesiyle, ne tahrik oldular, ne de şuur kaybına uğradılar. Üstelik, ziyaretler daha da sıklaştı ve ziyaretçilerin adeti daha da çoğaldı.

Demek ki, ağaçların kesilmesiyle, şuurlanmanın önü kesilmiyor, kesilemiyor. Zira, burada mühim olan dağ, taş, ağaç gibi maddî unsurlar değil, fikriyat ve ruhiyat gibi mânevî unsurlardır. Ki, bunları kesecek herhangi bir âlet–edevat henüz keşfedilmiş değil.

Tarihin yorumu

Selanik Ordusunun Yıldız Sarayı yağması

Hareket Ordusuna mensup çapulcu subaylar, "arama yapma" bahanesiyle girdikleri Yıldız Sarayını yağma ettiler. Yağmacılar, gerek devlete ve gerekse tahttan indirilen Sultan Abdülhamid'in şahsına, hatta ailesine ait ne buldularsa alıp götürdüler.

Dolayısıyla, Yıldız Sarayında kimin ne götürdüğü, toplam ne kadar mal ve servet götürüldüğü anlaşılmadı. Bilânço, sonradan da tesbit edilemedi.

Bu utanç verici hadisenin mahiyeti, ileriki günlerde yapılan bazı teşebbüslere rağmen bir türlü aydınlatılamadı ve tarihin karanlık dehlizlerine gömülüp gitti.

23 Nisan'da (1909) İstanbul'a giren ve yönetime el koyarak sıkıyönetim ilân ettiren Hareket Ordusu (nâm–ı diğer "Selanikliler Ordusu"), Şeyhülislâm ile birlikte hükümet ve Mebusan Meclisi'ni de baskı altına alarak, Sultan II. Abdülhamid'i 33 yıllık tahtından indirdiler.

Selanikliler, Padişah'ı Selanik'e gönderirken, kendileri de Yıldız Sarayı'na kuruldular. Ancak, bunların çoğu adi, dönek ve aşağılık herifler olduğundan, kendilerini tutamayıp Saray'ı yağma ettiler. Saray'da özel veya devlete ait ne buldularsa, tâlân edip götürdüler. Kimin ne alıp götürdüğü ise, tarihin kara ve karanlık sayfalarında kaldı.

29.04.2008

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Elimden gelse



Bir hizmet alanında veya bir haksızlık karşısında, ihmalkârlığımızı örtmek için en çok başvurduğumuz savunma yöntemi, “elimden gelse” söylemi olmaktadır.

“Elimden gelse şunu yaparım, bunu yaparım, şöyle hizmet eder, böyle yardımcı olurum” gibi dilek ve temenniler, belki içimizi rahatlatır ama, hakikatler ile hiç örtüşmez.

İnsan olarak ne kadar âciz, fakir ve güçsüz olsak da, bize verilen yetenekleri yerinde kullandığımız takdirde, elimizden çok şeylerin geldiğini göreceğiz. Zaten “elimden gelse” diye yakınacağımıza, elimizden gelenleri yapsak yeter de artar bile.

Elimizi vicdanımıza koyup, “elimden neler geliyor” diye bir düşünelim. Evvela, düşünce sahibi olmak büyük bir nimettir. Demek ki düşünmek elimizden geliyor. O halde, buradan işe başlayabiliriz. Düşünen insan istidatlarının farkına varır. Fıtratındaki tekâmül meylini keşfeder. Buna uygun olarak hareket ettiği zaman da, elinden çok şeylerin geldiğini görecektir.

Meselâ, bir insan, hizmet alanında kendisinin yetersiz olduğunu düşünüp, “ben de hizmet etmek istiyorum ama, elimden gelmiyor” diyerek bir köşeye çekiliyorsa, kendisine haksızlık ediyor demektir. Herkesin iyi bir hatip olması beklenemez fakat, herkesin lisan-ı hal ile ders vermesi mümkündür. Güzel ahlâkı, doğru davranışları, halis ibadetleri ile başkalarına iyi bir örnek olmak hemen herkesin elinden gelir.

İbadet konusunda elimizden o kadar çok şey gelir ki, her an ibadet halinde bulunmak gibi bir kabiliyete sahibiz. İşimizi yaparken, otururken, parkta dolaşırken de zikir ve tesbih çekerek, hatta tefekkür ederek ibadet edebiliriz. İbadetlerin şahı olan namaz için de aynı kolaylıklar söz konusudur. Namaz kılmak için insana tanınan kolaylıklar, hiç bir bahaneye sığınmaya imkân vermiyor. Yani hangi hal ve şartta olursa olsun, namazını eda etmek her insanın elinden gelir.

Ayakta duramayacak kadar hasta olan, oturarak kılabilir. Abdest almak için su bulamayan teyemmüm eder. Camiye gidemeyen evinde kılar. Dışarıda olan, bulunduğu mekânda kılabilir.

Bu kadar kolaylıklara rağmen, “elimden gelse namazlarımı hiç aksatmayacağım” diyen bir insan, elinden gelenlerin hiç birisini yapmıyor demektir.

Salih bir amel, hâlis bir düşünce, samimi bir niyet, hemen her insanın elinden gelir. Hani Üstâd Hazretlerinin 24. Sözde verdiği çok güzel bir misal vardır.

Bir adam beş kuruş kıymetinden bir hediye ile padişahın huzuruna çıkar. Fakat başkaları milyonlar değerinde hediyelerle gelmişlerdir. “Benim hediyem hiçtir, ne yapacağım” der. Sonra hatırına gelir, “Ey seyyidim. Bütün bu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Sen onlara layıksın. Elimden gelseydi, bunların bir mislini sana hediye ederdim” der. Padişah da o bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu en büyük bir hediye gibi kabul eder. Demek ki insan ne kadar bîçare olsa da, güzel bir arzu ve küllî bir niyet, her insanın elinden gelir.

Merhum Mehmed Âkif’in şu ikazı ile yazıma son vermek istiyorum:

“Ey dipdiri meyyit! İki el bir baş içindir

Davransana, el de senin, baş da senindir”.

29.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri