Yanılırız…
Oysa, bazen yanıldığımızı fark edemeyiz.
Bekler dururuz, şarkılardaki gibi bir aşkı. Sevgi gelecek, çarpışacak bizimle. Sonra ya kitaplarımız düşecek ya da market dönüşü torbalarımız. Eğildikten sonra, “Pardon, affedersiniz” denecek ve başlayıverecek film gibi her şey.
Biz hayal edilen sevgili, karşımızdaki yıllardır bizi arayan âşık.
Biraz rüya gibi yani.
Sonra uyanınca rüyadan, ne torba olur elimizde, ne de yere dağılan kitaplar. Hayallerden kalan ise, hiç bitmeyen bir umut. Ve hatırlandığında, hep yüzü olmayan bir sev-gili…
Düşünüyorum da; eskiden şarkılar hayatlarımıza uyardı, şimdi biz hayatlarımızı şarkılara uydurmaya çalışıyoruz.
“Bizim” dediğimiz şarkıya uysun diye hâlimiz, olmadık şeyleri yapıyoruz.
Oysa sevgi, karşıya geçince bize çarpan arabadan inecek kişi değildi ya da sohbet odalarında yazışıp, hayaller kurduğumuz ve sanal aşka sanal mersiyeler düzdüğümüz gibi de değildi.
Peki, neydi aşk?
Aşk karşılıklı anlayıştı.
Minik ayrıntıları göz ardı etmeden yaşanan, fikirlerin uygunluğuyla süslenmiş bir duyguydu. Ve en önemlisi şefkatti.
Sevgi paylaşıldıkça artmalıydı. Hayatın acılıklarına karşı dayandıkça gelişmeli, eksikliklerimizi gördükçe de nefret değil, şefkat sözcükleri dökülmeliydi dilimizden. Ayağı taşa değdiğinde bile, sevgilinin yüreği telâşa düşmeli, gözünden bile esirgemeliydi onu.
Bunun için “Birbirinizi cennete götürmeye vesile olsun sevginiz” dermiş eskiler.
Öyle ya!
Seven sevdiğinin sadece dünyasını değil, âhiretini de düşünmeliydi.
Yani aşk şefkatin kucağında olgunlaşırdı aslında.
Şefkat olmadan ıztırap yüklü bir topal kalmaya mahkûmdu aşk…
Yani aşk; şefkatle birleşmedikçe, yakan bir ateşten başka bir yere varamazdı içimizde.
Ve devamında: “Bana bakmayan yar, Allah belânı versin.” deyip, çekip vurmak… Ya da” Ya benimsin ya da toprağın” türünden arabesk şarkı sözlerinde drama dönüşürdü bu en yüce duygu. Yok yok, “İçiyorsak sebebi var” türünden iğreti sözlerle, elem ve keder dolu âcizliğimizi dillendirmek değildi aşk.
Gerçek şu ki, bizler aşkın tanımını değil, mânâsını unuttuk yahut kaybettik.
Kitap satırları arasından “ ey aşk beni tara” türü bir edebiyat gelişince meselâ, modern Mecnun ya da Leyla oluverdik her birimiz. Kaldırım çöllerinde gezerken, bir maymun iştahlılıkla mânâsından soyulmuş “Leyla ve Mecnun” edasıyla benliğimizi tatmin etmekten başka bir şey yapmadık.
Ah, “Ben” vadilerinin vazgeçilmez savaşçısı olmaktan hiç vazgeçmeyen ben…
Başkasının yüreğine talip olduk, daha kendi yüreğimizi tanımadan, başkasının yüreğinden ne istediğimizi bilmeden.
Sahip olunca da bir yular takıp yerlerde gezdirdik. Güya “Seven sevdiğini yerden yere vururmuş” Öğrendiğimiz en yanlış gerçekti bu. Oysa, seven sevdiğini başının üzerinde gezdirmeliydi, yapamadık.
”Biz” kavramını öğrenememiş bir yüreğin, başka bir yüreği tamamen sahiplenme yanılgısından başka bir şey değil bu yanılgımız.
Değil mi ki, bu yanılgının ardından; acı, gözyaşı, isyan ve her güne kahreden “ben” olarak kalmıştık geriye; o hâlde kaybettiğimiz ve tamamen silikleştirdiğimiz bir “öteki" kaldı aşkımızdan geriye de.
Oysa “sevgi insanı insan yapar.” demişti eskiler.
Biz “ben” diye diye insanlıktan çıkacak hale geldik kabuğundan soyulmuş sahtekâr aşkımızla.
Ve bize düşen; geç kalmamalıyız ve idrak etmeliyiz “biz” demek olduğunu sevgiden kastın. Yılların verdiği beyaz boyaların üzerine, ağlamayı yeğlemeden…
30.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|