Ne zaman öleceğinizi bilmek ister miydiniz hiç? Ara sıra da olsa doğum tarihinizin aksine, ölüm tarihiniz de düşer mi aklınıza? Aslında insanların öleceği zamanı bilmemesi büyük bir nimet değil mi? Hayatı azap olmaktan kurtaran bir nimet. Nitekim yapılan anketlerde de insanların % 96’sı öleceği zamanı bilmek istemediğini belirtmiş. Sadece ölüm zamanını bilmiyor olmak bile büyük bir şükrü gerektiriyor aslında.
Son zamanlarda, sanırım vizyona giren bir filmin de etkisiyle olsa gerek, ölmeden önce gezilmesi, görülmesi gereken mekânlar, izlenmesi gereken filmler, yaşanması gereken maceralar, vs. gibi konular yeniden moda oldu. Geçen hafta bu konuların tekrar hatırlanmasını sağlayan filmi benim de izleme imkânım oldu. Filmin konusu bilindik birşey aslında. Altı ay ömürleri kaldığını öğrenen iki insanın ölmeden önce yapılacaklar listesi yapıp, ömürlerinin son altı ayını keyiflerince geçirmelerini konu alıyor film.
Bu film bir yönüyle hayata dair güzel mesajlar içerse de, diğer bir yönüyle modernizmin, ölümü bile reklâma ve tüketime âlet etmesi gibi bir mânâyı hatırlattı bana. Zira ölmeden önce yapılacaklar listesi hep nefsî hazlar üzerine, hayatı tüketmek üzerine kurulu kapitalist bir tüketim anlayışını tavsiye ediyor. Ölmeden önce görülmesi gereken yerler, ölmeden önce çıkılması gereken tepeler, ölmeden önce yenilmesi gereken yemekler, ölmeden önce gidilmesi gereken konserler, vs, vs. İnsanlara hayatı nasıl yaşamaları gerektiği empoze ediliyor bir anlamda. Bu dünyanın ölümsüz zevklerin merkeziymiş gibi yaşanılacak bir yer olduğu mesajı, çok ilginçtir ölüm olgusu kullanılarak veriliyor. Yani bir anlamda, ‘Hayatın zevklerini yaşamak için ölmeden önceki altı ayı beklemeyin. Ne duruyorsunuz? Hemen alın bavulunuzu, atlayın uçağa ve yaşayın hayatınızı’ gibi bir mesaj insanların bilinç altına sokuluyor.
Oysa o yerleri görmese, o yemekleri yemese, o maceraları yaşamasa, insan ne kaybeder acaba? Fani ve geçici bir dünyada hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak, insanın sonunu değiştirmiyor ki. Hem, kabirdeki suâller, insanın dünyada gezdiği, gördüğü yerlerden de çıkmıyor. Bediüzzaman’ın dediği gibi: “İnsan bir yolcudur. Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fani dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış.”
Hadid Sûresi’nde şöyle bir âyet geçer: “Bilin ki, şu dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden, bir süsten, aranızda bir övünmeden, mallarda ve evlâtlarda çoğalma yarışından başka şey değildir.” Bir yazar, dünyadaki bu gezip tozma hevesini ‘modern hacılık’ olarak tanımlıyor ve aslında bütün bu gezmelerin tozmaların “Ben yaptım ve oradaydım” diye gururlanmak adına kutsallaştırıldığını belirtiyor. Nitekim bugün Umre ziyaretleri bile ehl-i dünya tarafından kısmen turistik bir seyahat haline dönüştürülmüş değil midir?
Ehl-i dünyanın bu listelerine karşı, dindar kesim, ‘Def-i şer celb-i nef’a racihtir’ kaidesi gereği ‘ölmeden önce yapılmayacaklar listesi’ hazırlamalı bence. Harama nazar etmemek, dedikodu yapmamak, kul hakkı yememek, namazları kazaya bırakmamak, ölümü akıldan çıkarmamak, vb. maddeler de listenin başında yer almalı. Ölmeden önce dünyaya ait yapılacaklar listesini tamamlamayı değil, ölmeden önce ölebilmeyi başarmalı insan. Bunu başarabilenler, öyle listelere filan da çok ihtiyaç duymaz zaten.
Bir hadisinde, “Nasıl yaşadıysanız öyle öleceksiniz” buyuruyor Peygamber Efendimiz (asm). Yani hayat listelerimiz bize nasıl öleceğimizi söylüyor aslında. Ne mutlu sünnet-i seniyyeyi kendisine hayat listesi edinenlere. Ne mutlu bu dünyada misafir gibi yaşayabilen ve bu dünyadan aziz olarak çıkabilenlere...
30.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|