Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Nurculuk ve kapitalizm



Şu satırlar, 25.4.08 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir yazıdan:

“Nur hareketinin izleyicilerinin 5-6 milyon dolayında, bazılarına göre de 9 milyon dolayında olduğu söylenir. Risale-i Nur öğrencileri 5500 ikametgâhta haftada iki kez Nursî’nin yorumlarını tartışmak için bir araya gelirler.”

Rakamların bir istihbarat raporundan veya bu tür raporlara da dayandırılan ve artık uluslararası çapta yapılan strateji enstitüsü çalışmalarından alınmış olması kuvvetle muhtemel. 5-6 milyon rakamını en son Ertuğrul Özkök’ün “İslâmî Kalvinistler” yazısında kullandığı da mâlûm.

Cumhuriyet’te “Kapitalizmin yeni garantörleri!” başlığıyla çıkan yazının sahibi Doç. Dr. Gülümser Heper ise, Özkök’ün Nurcular için yaptığı Kalvinist benzetmesinin, orijinal kaynağında Fethullah Gülen grubu için kullanıldığını yazıyor.

Söz konusu kaynağın, Almanya’da Soros desteğiyle faaliyet gösteren Avrupa İstikrar İnisiyatifi adlı kuruluş olduğunu evvelce yazmıştık.

(Konuyla ilgili olarak 27.1.06: Yeni tuzağa dikkat; 31.1.06: Nur hareketi; 1.2.06: Tecdid ve reform; 3.2.06: Küresel tuzak ve 7.3.06: Erdoğan ve Soros yazılarımızı tekrar hatırlatmak isteriz.)

Doç. Heper’in yazısında bazı doğru tesbitlerle yanlışlar, çarpıtma ve saptırmalar iç içe geçmiş.

Yazısının tümünde vermek istediği mesaj, kapitalizmin İslâmı kendisine uydurmak için Said Nursî ve özellikle Gülen hareketini kullandığı.

Gülen hareketinin, Risale-i Nur’un orijinal çizgisinden ayrıldığı bazı kritik hususlarda bu iddiaya haklılık verdiren tarafları olabilir. Bunların ayrıca dikkatle üzerinde durulması gerekir.

Ama bizim esas konumuz, yazarın Said Nursî’ye ve Nurculuğa yönelttiği eleştirilerin haksızlığı. Bu eleştiriler için gösterdiği dayanakları bağlamından koparıp tümüyle kendi kafasındaki kurguya oturtarak yazdığı için yanlışa düşmüş.

Meselâ, Said Nursî’nin 1950’de Papa’ya mektup ve kitap göndermesi ve Papa’nın cevabî bir mektupla teşekkür etmesinden hareketle, “Nurculuk Vatikan onaylı” hükmüne varılabilir mi?

Keza, “Türkiye ve İslâm dünyasını Batı bilim ve teknolojileri ile modernize etme fantezileri, Hıristiyan dünyasının haz duygularını kamçılamada etkili olmuş, Nursî’yi aracıları olarak görme ve değerlendirmelerine yol açmıştır” iddiasının insaf ve mantıkla bağdaşır bir tarafı var mı?

Bir defa Said Nursî’ye “İslâm dünyasını modernize etme fantezisi” izafe etmenin hiçbir geçerliliği yok. Zira böyle birşeyin aslı esası yok.

Evet, Bediüzzaman fünun-u medeniyeyi, yani modern fenleri aklın nuru olarak nitelendirmiş ve dinî ilimlerle kaynaştırılarak okutulmalarını istemiştir. Ayrıca bugün Batının elinde bulunan —ve gerçekte İslâmın malı olan—medeniyetin güzelliklerinin alınması gerektiğini söylemiştir.

Ancak bunun, çok farklı anlamlar ve çağrışımlar yüklü olan “modernize etme fantezisi” ile uzaktan yakından en küçük bir alâkası yoktur.

“Hıristiyan dünyasının haz duygularını kamçılama” ve “Nursî’yi aracıları olarak görme” ifadeleri ise, yazarın ele aldığı konunun ciddiyetiyle de bağdaşması imkânsız hafiflik örnekleridir.

Peki, Yeni Dünya Düzenini, “kapitalizmle uyumlu hale getirilmiş Hıristiyanlığın, kendine engel olarak gördüğü İslâmî felsefe ve tasavvuf fikrini yok ederek İslâmı kirli kapitalist sistemlere uydurması ve uyarlamasıdır” diye tarif edip İslâmî felsefenin faiz, rüşvet, haksız kazanç, emek harcamadan kazanç, sömürgecilik sistemlerini yasakladığını belirten yazar, kapitalist sistemin bu olumsuzluklarına Said Nursî’nin getirdiği güçlü eleştirilerden niye hiç söz etmiyor?

Evet, yazarın dediği gibi Said Nursî hareketi uluslararası düzeye ulaşmış, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dahil dünyanın çoğu bölgesinde “yaşam ve aktivite” imkânı bulmuştur. Ama bunun sebebi, kapitalist sistemin bu harekete, kullanma kastıyla zemin açması değil, hürriyet ortamında kendisini gösteren hakikatin gücüdür.

30.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“Neler gördük neler?”



Bazılarınca tecrübe, ‘uğranılan haksızlığın toplamı’ olarak isimlendirilir. Bu bakımdan, babalarımız yahut dedelerimiz, gençlik yıllarını anlatırken “Ah, biz neler gördük neler!” diye hayıflanırlar.

‘Tecrübeli yaşlılar’ımızın ‘hayatlarının roman’ olduğunun farkında olmak lâzım. Hele, ‘tek parti devri’nde yaşananları, başka türlü öğrenme imkânımız yok. “Tek parti devrinde şunlar oldu, bunlar oldu” dedikçe, hemen itirazlar yükselir. İşte o itirazları ancak ‘canlı şahitler’in beyanlarıyla susturmak mümkün. Aksi halde, meselâ; tek parti devrinde 18 yıl boyunca ezanların susturulduğunu anlatmak dahi mümkün olmaz.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış tarihi olan 23 Nisan, Türkiye’de ve bütün ‘dış temsilcilikler’de törenlerle kutlandı. Tabiî bu tarih kutlanırken, ‘çocuk bayramı’ yönü öne çıkıyor. Oysa bu tarih, daha çok ‘millet hâkimiyeti’ni gündeme taşımalıydı.

‘Çocuk bayramı’ ön plana çıkınca, 1920’lerin ‘çocuk’larını da hatırlamak lâzım. “TRT Radyo Televizyon” dergisi, bir belgesel için 1921 yılında 10 yaşında olan Sakine Bozkurt’un kapısını çalmış. O günlerin ‘çocuk şahidi’, bugünün de ‘Sakine Nine’si olan Sakine Bozkurt şöyle konuşmuş:

“10 yaşındaydım, fişek fabrikasında çalıştım. Şöyle kocaman kalıplar var (İki eliyle gösteriyor.) Koca imla (barutun fişeklere doldurulması) atölyesi, burası (odayı kastederek) kadar... On iki kalıp var. Metal tezgâh pırıl pırıl... Kalıbı yıktın mı hızla gidiyor. Oradan da itiyorlar, vız bana geliyor. Hemen dolduruyoruz fişekleri. Elimize kurşun çekirdeğini alıyoruz, hemen kalıplara dolduruyoruz. Kalıpların biri geliyor, biri gidiyor. Döner, habire döner fabrika...

“Vay gidi fabrika vay... Bir gün yangın çıktı. Tam ineceğimiz yerden alevler geliyor. Biz üst kattaydık, erkekler alt katta çalışıyordu. Erkekler makarna fişeğini (kesilmek üzere hazırlanmış barut) patlatmış; fabrika tutuşmuş. Tutuşunca da bir alev, bir alev... (Gözleri dalıyor, ağlamaklı bir hal alıyor.) Kaçışıyoruz oradan oraya... Geçecek bir yer bulamıyoruz. (...) Merdiven kurdular dışarıya. İndirdiler. Su verdiler kararttılar ateşi. Keskin’de kadın kalmadı. Fabrika yanıyor diye hep okula doldular. (...) 4. Orduya saldılar bir tabur askeri. Bir tabur askerimizi gâvur topla tüfekle kovalamış, batağa sürmüş. (...) Çok zor... Neler gördük neler! Daha unutamıyorum. Ağlıyorum...” (TRT Radyo Televizyon dergisi, Nisan 2008, sayı: 227)

Dergide kullanılan fotoğraflar da “Türkiye gerçeği”nin delili. Çocuklarla ‘nine’ler aynı tezgâhta çalışıyor. Hepsi de tesettürlü... Tesettürün millet nezdinde kabul gördüğünü, benimsendiğini bundan daha iyi gösteren bir ‘belge’ olur mu?

Bütün bunları görmezden gelip, 23 Nisan’ı sadece ‘çocuk oyunları’na hasretmek gerçeklerle örtüşür mü? Milletin çektiği sıkıntı ve ıztırabı görmeden bu zaferleri anlamak mümkün mü? Topyekûn kazanılan bir zaferi, kişilerle sınırlamak kazanılan zaferi de sınırlamaz mı?

Umalım ve dileyelim ki önümüzdeki bayramlarda işin bu yönü de görülsün...

30.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

ABD, Türkiye’yi gözden çıkarmış…



Türkiye’deki “laiklik vurgusu” modasının dalgaları okyanuslar ötesini de vurdu. Yalnız iktidar partisini “kapatma dâvâsı iddianâmesi”nde ve buna karşı hazırlanan “AKP savunması”ndaki “laiklik vurgusu”nun ardından Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’in “dâvâ” ile ilgili “laiklik” vurgusu, çeşitli spekülasyonlara sebebiyet verdi.

Türk-Amerikan Konseyi toplantısında, “kapatma dâvâsı”nı yakından izlediklerini belirten Rice’nin, “Karar laik konteks ve laik prensiplere göre verilmeli” diye konuşması, dikkat çekici oldu. Ve Washington’dan Ankara’ya iletilen “en üst düzey laiklik mesajı”, siyasî mahfillerde “Neler oluyor?” sorusunu sordurdu.

George W. Bush ekibinin önde gelen zenci isimlerden olan Rice, aralarında “kadın hakları”ndan “Fener Rum Patriği’nin ekümenik statüsü tanınması”na, “Heybeliada Ruhban okulu açılması”ndan Amerika’daki zenci atalarına atıfta bulunarak Türkiye’deki “etnik grupların insan haklarının güvence altına alınması”na kadar bir dizi “demokratikleşme için yapılacaklar listesi” önerisiyle kalmadı.

“Stratejik müttefik” Türkiye’nin ABD’nin işgal ettiği Irak’ta “aynı amaçları paylaştığını” ve Afganistan’da kukla “Karzai hükümetinin güçlendirilmesi” gerektiğini bildirdi. Amerika’nın işgal ettiği bu her iki ülkede tıpkı Bush’un yardımcısı Dick Cheney gibi petrol şirketlerinin ortağı olarak, Türkiye’nin işbirliğinin devamını diledi. Satır aralarında Afganistan’a “ek muharip asker” gönderilmesi talebini yineledi…

* * *

Rice’in alışılmışın dışında birkaç defa “laiklik” vurgusu yapması, ilk etapta Washington-Ankara hattında “ABD’nin artık AKP’yi gözden çıkardığı” spekülasyonlarına yol açtı. “Kapatma dâvâsı”nın açılmasından hemen sonra “Ortadoğu turu”nun son durağı Ankara’ya uğrayan Afganistan ve Irak’taki işgal ve savaşların mimarı Cheney’in—Erdoğan’ın görüşmesinde konuyu açtığı söylentilerine karşı—bu hususa hiç değinmemesi, bu konudaki istifhamları arttırdı.

Çünkü bütün zalim ve çıkarcı küresel güçler gibi ABD de sık sık “kullan at” vefâsızlığında bulunur. Dünyada en yakın “dostları”nı, çıkarlarına âlet ettiği en gözde “ortakları”nı “işi bittikten” ve “kullanma miâdı dolduktan” sonra fütursuzca satar, satabilir.

Ne var ki ABD’nin AKP’yi gözden çıkardığı yorumlarının en azından bu safhada zorlama bir te’vil olduğu, Amerikalı yetkililerin peşpeşe demeçleriyle ortaya konuldu.

“Kapatma dâvâsı” haberinin Washington’a ulaşmasından altı saat sonra ilk tepki Amerikan Dışişleri Bakanlığı Avrupa İşleri Dairesinden Matt Bryza’nın beş cümlelik kısa bir açıklaması gelmişti. Ardından Beyaz Saray devreye girdi. Ankara eski Büyükelçisi Marc Grossman ile Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Sean Mc Cormack, önce bu dâvânın siyasî etkilerden uzak biçimde yorumlanması gerektiğini söylediler.

Peşinden de Amerikalı yetkililerden “Türkiye’de ABD’nin küresel çıkarlarına en uygun bir iktidarın işbaşında olduğu, AKP’nin kapatılmasının Amerika’nın bölgedeki çıkarlarını zora sokacağını” belirten açıklamalar geldi. ABD’nin AKP’yi kapatmasına engel olması gerektiği hususunda uyarıları yapıldı…

* * *

Aslında ABD’nin AKP’yi gözden çıkardığı bir “şaşırtma”dan ibâret. Rice’in şaşırtıcı bir şekilde Türkiye’deki “laikçi” mahfillere ve kendilerini “rejimin sahibi” gören mihraklara “laiklik vurgu”suyla göz kırpması, Ankara’nın gazını almanın ötesine geçmiyor. Bir bakıma her ihtimale karşı AKP’nin kapatılması halinde yeni dönemde Türk siyasetinde “laik kulvar”da işbirliği yapacak “yeni ortaklar”a zemin hazırlama amacını taşıyor.

Zira 12 Eylül ihtilâlinin ilk saatlerinde gece yarısı tiyatro seyreden dönemin Amerikan Başkanı’na “Bizim çocuklar Türkiye’de işi bitirmiş” diye kulağına fısıldandığı hâlâ hâfızalarda. Anayasayı ilga edip demokrasiyi tahrip eden, siyasî partileri re’sen kapatan darbeye ve darbecilere ABD hep arka çıkmış…

Doğrusu “ABD’nin AKP’yi gözden çıkardığı” iddiası hâlâ muğlak ve muhataralı. Ancak, “ABD’nin Türkiye’yi gözden çıkardığı” bir gerçek.

ABD, Irak’ta Türkiye’nin bütün “kırmızı çizgileri”ni sildi. Ne terörist elebaşları teslim etti, ne de ülkedeki faaliyetlerine son verdi. Terörist başı Öcalan’ın kardeşinin, “ABD, baştan beri PKK ve PEJAK’a he türlü ekonomik, askerî, sağlık, para, gıda ve silâh yardımı yapıyor ve desteğini sürdürüyor” ifşası, bunun son belgesi…

Keza Başbakan ve Cumhurbaşkanının defalarca Bush’a aktardığı ve Talabani’nin son ziyaretinde Gül’ün başbaşa görüşmede bizzat ilettiği “Irak’ın petrol ihâlelerinden pay ve işbirliği” talebine rağmen Washington, Ankara’nın bu beklentisini de boşa çıkardı.

İşgalindeki Irak’ta Amerikan ve İngiliz şirketlerinin yanısıra Danimarka’dan Güney Kore’ye kadar birçok ülkenin petrol şirketlerine ihâlelerinde pay verdikleri halde, Irak işgalinden en çok zarar gören ve kayıp veren Türkiye’nin bu defa da unutulması, bunun göstergesi…

Anlaşılan ABD, Türkiye’yi gözden çıkarmış; ama AKP dış politikada hâlâ ABD ekseninde ısrar ediyor. Peki neden?

30.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

AKP’den yeni DTP çıkar mı?



1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması polemiği ile gergin başlayan gündem AKP’li milletvekillerinin gizli ve açıktan eleştirileriyle parti içi tartışmaya dönüştü. Önce Kırıkkale Milletvekili Vahit Erdem ardından da isimsiz, “çok önemli bakanlıklar üstlenmiş, tecrübeli” bir siyasinin Fikret Bila’ya verdiği beyanat parti içinde kaynamanın gözle görülür bir hale geldiğini gösterdi.

İddialara göre Bila’ya konuşan kişi Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek. Çiçek kendisine yöneltilen soruyu geçiştirdi, ama üzerindeki kuşku bulutlarını dağıtamadı.

Yine iddialara göre Başbakan Erdoğan ile Çiçek’in arası limoni. Buna göre Çiçek kapatılma dâvâsını önceden biliyordu. AKP’nin iktidar yıllarında etkin bir görevde olmasına rağmen iddianamede geçen “yasaklanacaklar” listesinde yer almaması da kuşkuları arttırdı. Bunlar şimdilik söylentiden öteye geçmiyor. Söylentilere kulak kabartırsak kapatılma dâvâsının açılmasından sonra birileri AKP grubunu yakın takibe aldı.

Buna göre etkili şahıslar AKP milletvekillerinden bir bölümüne çeşitli telkinlerde bulundu. O kadar ki görüşülen milletvekili sayısı da veriliyor. Buna göre 172 milletvekili ile görüşülmüş ve AKP’den ayrılmaya, seslerini yükseltmeye dönük isteklerde bulunulmuş. İçerden Vahit Erdem ve Cemil Çiçek, dışardan ise Abdüllatif Şener’in açıklamaları bu bağlamda değerlendiriliyor.

Bunlar kulis bilgileri olunca yanlışlığını veya doğruluğunu zaman gösterecek. Ancak ateş olmayan yerden de duman çıkmaz. Türkiye benzer görüntüyü 28 Şubat sürecinde de yaşamıştı. RP ile koalisyon ortağı olan DYP’den bir çok milletvekili çeşitli benzer telkinlerle partiden ayrılmış ve genel başkanlığını Hüsamettin Cindoruk’un üstlendiği Demokrat Türkiye Partisi’nde (DTP) toplanmıştı. Şimdi aynı senaryonun AKP için işletildiği iddia ediliyor.

**

1 Mayıs kutlamaları da yine ortamı geren ayrı bir konu. İşçi temsilcileri Taksim’de toplanmakta ısrarcı. Ancak Taksim için izin çıkmadı. Hele geçen hafta Başbakan Erdoğan’ın “ayaklar, başları yönetmeye kalkarsa” gafı işçileri daha da hırslandırdı. İş resmen karşılıklı “hodri meydan” çağrılarına dönüştü.

Bu yüzden dün sabah Başbakan Erdoğan sendika temsilcileriyle alelacele bir görüşme yaptı. İki taraf da sözlerini çiğnememek adına orta yolda buluşmanın yollarını aradı. Son kararı yine hükümet verecek. Bu yazının yazıldığı saatlerde herhangi bir açıklama yapılmamıştı. Ancak Başbakan Erdoğan grup toplantısında karşılıklı yumuşamanın sinyallerini verdi.

Taksim’de anıta çelenk koyma, basın açıklaması yapmanın makul olacağını söyleyen Erdoğan, onbinleri bulacak toplantıya izin verilmeyeceğini bir kez daha tekrarladı.

1 Mayıs herkesin gündemindeydi. MHP lideri Bahçeli de Taksim’deki kutlamaların ertelenmesini istedi. DTP ise Taksim tartışmasına girmeden 1 Mayıs kutlamalarına tam kadro katılacağını Ahmet Türk’ün ağzından açıkladı. Cumhurbaşkanı Gül de herkesi “aklıselimle hareket ederek kanunlara ve kurallara uymaya” çağırdı.

Türkiye öyle bir noktaya geldi ki artık bayramlar bile gerginlik sebebi olabiliyor. 23 Nisan ve 1 Mayıs bunun en yakın örneği.

Bakalım, 20 gün sonraki 19 Mayıs’ta nasıl ve ne kadar gerileceğiz?

30.04.2008

E-Posta: [email protected]




Hasan YÜKSELTEN

Ben ölmeden önce



Ne zaman öleceğinizi bilmek ister miydiniz hiç? Ara sıra da olsa doğum tarihinizin aksine, ölüm tarihiniz de düşer mi aklınıza? Aslında insanların öleceği zamanı bilmemesi büyük bir nimet değil mi? Hayatı azap olmaktan kurtaran bir nimet. Nitekim yapılan anketlerde de insanların % 96’sı öleceği zamanı bilmek istemediğini belirtmiş. Sadece ölüm zamanını bilmiyor olmak bile büyük bir şükrü gerektiriyor aslında.

Son zamanlarda, sanırım vizyona giren bir filmin de etkisiyle olsa gerek, ölmeden önce gezilmesi, görülmesi gereken mekânlar, izlenmesi gereken filmler, yaşanması gereken maceralar, vs. gibi konular yeniden moda oldu. Geçen hafta bu konuların tekrar hatırlanmasını sağlayan filmi benim de izleme imkânım oldu. Filmin konusu bilindik birşey aslında. Altı ay ömürleri kaldığını öğrenen iki insanın ölmeden önce yapılacaklar listesi yapıp, ömürlerinin son altı ayını keyiflerince geçirmelerini konu alıyor film.

Bu film bir yönüyle hayata dair güzel mesajlar içerse de, diğer bir yönüyle modernizmin, ölümü bile reklâma ve tüketime âlet etmesi gibi bir mânâyı hatırlattı bana. Zira ölmeden önce yapılacaklar listesi hep nefsî hazlar üzerine, hayatı tüketmek üzerine kurulu kapitalist bir tüketim anlayışını tavsiye ediyor. Ölmeden önce görülmesi gereken yerler, ölmeden önce çıkılması gereken tepeler, ölmeden önce yenilmesi gereken yemekler, ölmeden önce gidilmesi gereken konserler, vs, vs. İnsanlara hayatı nasıl yaşamaları gerektiği empoze ediliyor bir anlamda. Bu dünyanın ölümsüz zevklerin merkeziymiş gibi yaşanılacak bir yer olduğu mesajı, çok ilginçtir ölüm olgusu kullanılarak veriliyor. Yani bir anlamda, ‘Hayatın zevklerini yaşamak için ölmeden önceki altı ayı beklemeyin. Ne duruyorsunuz? Hemen alın bavulunuzu, atlayın uçağa ve yaşayın hayatınızı’ gibi bir mesaj insanların bilinç altına sokuluyor.

Oysa o yerleri görmese, o yemekleri yemese, o maceraları yaşamasa, insan ne kaybeder acaba? Fani ve geçici bir dünyada hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak, insanın sonunu değiştirmiyor ki. Hem, kabirdeki suâller, insanın dünyada gezdiği, gördüğü yerlerden de çıkmıyor. Bediüzzaman’ın dediği gibi: “İnsan bir yolcudur. Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fani dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış.”

Hadid Sûresi’nde şöyle bir âyet geçer: “Bilin ki, şu dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden, bir süsten, aranızda bir övünmeden, mallarda ve evlâtlarda çoğalma yarışından başka şey değildir.” Bir yazar, dünyadaki bu gezip tozma hevesini ‘modern hacılık’ olarak tanımlıyor ve aslında bütün bu gezmelerin tozmaların “Ben yaptım ve oradaydım” diye gururlanmak adına kutsallaştırıldığını belirtiyor. Nitekim bugün Umre ziyaretleri bile ehl-i dünya tarafından kısmen turistik bir seyahat haline dönüştürülmüş değil midir?

Ehl-i dünyanın bu listelerine karşı, dindar kesim, ‘Def-i şer celb-i nef’a racihtir’ kaidesi gereği ‘ölmeden önce yapılmayacaklar listesi’ hazırlamalı bence. Harama nazar etmemek, dedikodu yapmamak, kul hakkı yememek, namazları kazaya bırakmamak, ölümü akıldan çıkarmamak, vb. maddeler de listenin başında yer almalı. Ölmeden önce dünyaya ait yapılacaklar listesini tamamlamayı değil, ölmeden önce ölebilmeyi başarmalı insan. Bunu başarabilenler, öyle listelere filan da çok ihtiyaç duymaz zaten.

Bir hadisinde, “Nasıl yaşadıysanız öyle öleceksiniz” buyuruyor Peygamber Efendimiz (asm). Yani hayat listelerimiz bize nasıl öleceğimizi söylüyor aslında. Ne mutlu sünnet-i seniyyeyi kendisine hayat listesi edinenlere. Ne mutlu bu dünyada misafir gibi yaşayabilen ve bu dünyadan aziz olarak çıkabilenlere...

30.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Şirazlı Hafız’ın 14’lük aşkı



Yahya Kemal Beyatlı’nın mersiyelerine muhatap olan Şirazlı Hafız gerçekten de hem hafız, hem de âşıktır. Hilâfsız şarkın ve garbın lirik şiirde üstadıdır. En hoşlanmadığı şey riyakârlıktır. Onu sermest eden ise selvi boylu sevgili, lâl dudaklar ve lâl şaraplardır. Goethe bile ona bigâne ve yabancı kalamamıştır. Hayranları arasındadır ve onun divanına nazire olarak Doğu ve Batı Divanını yazmıştır. Mevlânâ, Firdevsî, Hayyam ve Hafız dört ayrı tarzın üstadıdırlar. Firdevsî destan şairidir ve şuubîdir. Hayyam ise hedonist eyyamcı bir şairdir. Hafız ise kadın ve şarap meftunu bir şairdir. En sevmediği şey kendi tabirince kaba ve ham softalardır. Mevlânâ ise içlerinde en derin olanıdır ve lisan-ı hikmettir. Hafız hep iki yıllık şarap ve 14’lük lâl dudaklı ve selvi boylu sevgiliden dem vurur. İşte günümüze kadar edebiyatçılar bu sözlerin ne anlama geldiğini tartışıp durmuştur. Kimilerine göre, ifadeleri mecazidir. Ama İbni Teymiyye gibi kelâmda mecaz tanımayanlara göre bilâkis hakikidir. Galiba komplo odaklısı zat da bu hususta ibni Teymiyye‘nin edebiyatta zahirilik mezhebini benimsemiş gibidir. Mecazcılara göre, iki yıllık şarap ile zikr-i hakim anlatılmak istenmiştir. 14 yaşındaki sevgili ile de Hazreti Peygamber’in sembolize edildiği ifade edilir. Kimileri de bu ifadeleri sembol değil hakikat mânâsında ele alır. Bundan yola çıkanlar Hafız’ı, şaribu’l leyli ve’n nehar kabul ederler. Yine o mecazî değil, hakikat mânâsında 14’lük sevgilinin peşindedir. Galiba Hafız’ın bu ifadelerini mecaz yerine hakikat ve metafizik yerine fizikî bağlamda anlayanlardan birisi de Şu Bizimkiler’in yazarı olmalı. Hafız da kabrinde Necip Fazıl gibi diyordur: Sakarya ayağa kalk dedik birisi amuda kalktı. Bizi tek bir kişi anladı o da yanlış anladı. İcraatından belli. Çünkü Şu Bizimkiler’in dili de böyledir. İstediğiniz yana çekebilirsiniz. Bu biçime yalabık da derler. Medih içinde zem ve zem içinde medih gizlidir. Diline baktığınızda Şu Bizimkiler matraklar sürüsüdür. Necip Fazıl’ından Osman Yüksel Serdengeçti’sine kadar aralarında ciddî bir adama rastlayamazsınız. Bazı romanları da Tayyip Bey’in mahkûmiyetini onaylayan sabık Yargıtay Sekizinci Daire Başkanı Naci Ünver’in romanı gibidir. Naci Ünver’le tanışıklıkları var mı bilmem ama üsluplarının tanışık olduğu kesin. Belki de kalu belâ’dan akraba sayılırlar... Belki de onlar kalu belâ’nın belasızlarındandır.

Son olarak ağır bir komploya kurban gittiğini görüyoruz. Mesele bence de komplo, ama bu komployu kuranların kimliği hususunda derin şüphelerim var. Bence komploda madalyonun iki yüzü var. Birisi bizim sürekli komplo malzemeleri üretmemizdir. Hastalıklı bünyenin komplo üretmesidir. Bu itibarla, komplonun bir parçası da biziz. İkincisi de, birilerinin istediği zaman bu malzemeleri görmesi ve düğmeye basmasıdır. Öyleyse gerçekten de komplo kimin eseri? Malik Bin Nebi’ye bakacak olursanız, komplo bizim kendi eserimizdir. Yenilgi ancak hezimet veya yenilgiye yatkın olmakla (kabiliyetü’ hezime) mümkündür. Yani Malik bin Nebi, yenilgi veya komploları kendi eserimiz olarak görür. Komplo olsa olsa bir sonuçtur. Bizim savrukluğumuz ise sebeptir. Sebep olmadan sonuç olmaz. Yenilginin sebebi daima iç dinamiklerdir. Dış dinamikler ise bir sonuçtur. Bunu ne ulusalcılarımız anlayabildi ne de sözde dindarlarımız. Ulusalcılar kendilerini aklamak için ABD ve AB gibi yeldeğirmenleri bulmuşlar habire Sanço Panza gibi üzerine saldırıyorlar. Gözlerindeki merteği görme niyetleri yok. Halkla ve inançlarıyla barışmak diye bir dertleri yok. İç cepheyi kendi elleriye zayıflattıktan sonra ABD’nin komplolarından dem vuruyorlar. Halbuki Amerikan müdahalesine zemin hazırlayanlar da kendileri.

***

İslâmî kesimler de öyle. Kemal Pilavoğlu’ndan beri aynı delikten kaç kere geçtik. Bu mu basiret bu mu gelişme? Emine ŞENLİKoğlu’na göre son skandalın sahibine ya Hafız’inki gibi şarap içirmişler (ona bakılırsa hap içirmişler); bunun üzerine rüyasında 14’lük sevgililer görmeye başlamış ya da düpedüz ateş getirmiş ve Düzceli bir şeyhe özenmiş. Bence Hayyam’ın arkadaşı ve hazcılığın tatbikçisi ve yeryüzü cennetinin ilk kurucusu Hasan Sabbah’ın bahçelerine özenmiş de olabilir veya onu taklit etmeye yeltenmesi de mümkün. Bu süreci 28 Şubat sürecine benzetenlere sormak gerekiyor: 28 Şubat sürecinden hangi dersi çıkartmıştınız? Yaşadıklarımız sürpriz mi yoksa bile bile lades mi? Bu durumda birileri şöyle yazmaktan kendini alamayacaktır: “Şimdi Üzmez de nicedir oturduğu “milliyetçi-muhafazakâr yazar” koltuğundan, o kimlikle hayli uyumsuz bir lekeyle devrilirken cemaatte rezil olma durumu yaşıyor. Tabiî aynı çapta bir başka skandal da cemaatin ya görmezden gelerek rezaleti gizlemesi ya da “komplodur” filan diyerek neredeyse sahiplenmesi... Üzmez kendisinden 50 yaş küçük eşiyle evlendiğinde kayınpederi bu durumu, “Ne var yani; Peygamberimiz de 9 yaşında bir kızla evlenmişti” diye savunmuştu. İslâmcı basının hiç olmazsa Hz. Peygamber’i korumak adına buralarda bir duruş sergilemesi gerekmiyor mu?Yoksa ilkokul 2’deki kızlarımız için de mi kaygılanmalıyız?...”

***

İslâm adına zındıkaya pas verenler var. Bunların hepsi satılmış olamayacağına göre içimizde ahmak sürüleri olmalı. Beyinsizler var. Ve en vahimi, bunların tepelerde olmaları. Dolayısıyla İslâmî camia için en büyük tehlike hamakat sahipleri ve bunların sadaret mevkiinde oluşlarıdır. Aşağıdaki satırlar da, satırlarında daha önce 90’lı yıllarda kızının cinsel hikayesini yazan bir Hürriyet yazarına ait. Serapa dine imana saldırıyor ve bunun ışığında skandalın açtığı rahneyi birkez daha değerlendirin: “Sırtında kırılması öngörülen değnek sayısı belki elliye, hatta belki yirmibeşe indi. Fakat kurtulmayan, kurtarılamayan ve kurtarılamayacak olan iki şey kaldı: On dört yaşındaki bir kızcağızın feryâdı ve “şeriat hukuku”nun tekrar tekrar iflâsı!..”

***

Komplo ‘Ha geldim ha geliyorum diyen mail-i inhidam bir durum’ değildir. Komplo şaibeli bir adamın bu kadar yıllar yılı camia içinde barındırılması ve barınmasına göz yumulması ve yataklık edilmesidir. Bunun üzerine hamakat destanı yazılsa sezadır. Peki dedesi yaşında erkekle resmî nikâh kıyanlara ne demeli? Onları da şöhret çarpmış. Onlar onunla değil rüzgârıyla ve şöhretiyle evleniyorlar. O kızlarımız başka camiada olsaydı ya Mehmet Ali Erbil ya da Tarkan’ın peşinden koşturacaktı...

30.04.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yaşayan şahitten Barla hatıraları



Barla'ya yaptığımız hemen her seyahat esnasından görüşüp konuştuğumuz mümtaz şahsiyetlerden biri de Mehmet Gönenç Ağabeyimizdir.

Ancak, bu seferki görüşmemiz biraz farklı oldu. Yalnız değildik. Kırk beş kişilik bir kafile idik. Hep birlikte Mehmet Ağabeyin evine gidip kendisine misafir olduk ve tatlı tatlı sohbetine iştirak ettik.

Mehmet Gönenç, sıradan biri değildir. Birçok özelliği ve meziyeti olan muhterem bir ağabeyimizdir. O halde, kendisini biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

Kendisi, 1931 Barla doğumludur. Üstad Bediüzzaman'a çok büyük hizmetlerde bulunan meşhûr marangoz Mustafa Çavuş'un (1882–1939) oğludur. Babasını henüz 7–8 yaşlarında iken kaybetmiş. Üstad Bediüzzaman Barla'dan ilk ayrıldığında ise, henüz üç yaşında imiş. Bu yüzden, Üstad'ın "birinci Barla hayatı"nı hatırlamıyor.

1953'ten sonraki "ikinci Barla hayatı"nı ise, gayet iyi hatırlıyor. Gerçi, ailece kış mevsiminde Ankara'da oturuyorlar. Fakat, yaz–bahar aylarında genellikle Barla'da ikamet ediyorlar. Zira, burada evleri, bağ ve bahçeleri var, dost ve akrabaları var. Buradan asla kopamıyorlar.

Gönenç ailesinin Barla'da ikamet ettikleri ahşap evin de mânevî değeri büyüktür. Bu iki katlı geniş ve büyük ev, Üstad Bediüzzaman'ın 1953'ten sonra talebeleriyle birlikte Barla'ya geldiklerinde kaldıkları evdir. Yani, "ikinci Barla hayatı"nı genellikle bu evde geçirmişlerdir.

Bu hatıra yüklü evin eski sahibi merhum Enver Tevfik Beydir. Enver Bey, Ankara'ya gönderilmek maksadıyla Bediüzzaman Hazretlerinin Barla'da ilk sarıklı resmini çeken kişidir. Üstad'a hürmeti büyüktür. 1950'den sonra evinde ikamet etmeleri için Üstad'a kendisi teklifte bulunmuştur. İşte, etrafı bahçelik olan bu evin şimdiki sahibi, kalabalık bir heyetle ziyaretine gidip sohbet ettiğimiz Mehmet Gönenç Ağabeydir.

* * *

Şimdi de, Mehmet Ağabeyden İzmitli okuyucularımızla birlikte dinlediğimiz bazı hatıraları size nakletmeye çalışalım.

Babası Mustafa Çavuş, çok gayretli, ihlâslı ve hayırsever bir insandır. Her bakımdan Üstad Bediüzzaman'ın hizmetinde bulunmaya, işlerini görmeye ve yardımına koşmaya çalışmıştır. Marangozlukta ustadır. Üstad için Barla'da ve Çam Dağında ahşap kulûbeler yapmıştır. Aynı zamanda, Mus(a) Mescidinde uzun müddet Üstad'a müezzinlik yapmıştır. 1932 senesinde, bir defasında mescidin içinde ezan–ı Muhammedî okuduğu için, iki arkadaşıyla birlikte yakalanıp karlı bir kış gününde Eğirdir Hapishanesine götürülmüştür. Emir altında hareket eden jandarmalar, önceden gelip caminin bir köşesine saklanmışlar ve sırf Arapça ezan okunduğu için müdahalede bulunmuşlar.

* * *

Aynı camide, yine aynı yıllarda yapılmış çok zalimane bir müdahale daha var. Üstad Bediüzzaman'ın namaz kıldırdığı bir esnada, yine jandarmalar gönderiliyor ve orada misafireten bulunan Allah dostu iki şahsın derhal derdest edilerek karakola getirilmesi isteniyor. Neyse ki, jandarmalar biraz insaflı çıkıyor ve tesbihatın bitmesini bekliyorlar. O iki misafiri alıp götürüyorlar. Ancak, "Namazın bitmesini neden beklediniz, bunları niçin hemen derdest edip getirmediniz?" diye bir de hiddet yüklü azar işitiyorlar.

Bu son derece çirkin ve zalimane müdahalede bulunmaktaki asıl maksat, Üstad Bediüzzaman'ı hiddete getirtmek ve bir hadiseye sebebiyet vermekti. Neyse ki, Cenâb–ı Hak ona emsalsiz bir sabır ve metanet veriyor. Tehlike ucuz atlatılıyor.

* * *

1930'lu yılların Barla'sında yaşanan bu hadiseler hakkında, Üstad Bediüzzaman'ın yazdığı bazı mektuplar, bahisler var. İşte o bahislerden "Es'ile–i Sitte" başlığıyla kaleme alınmış şiddetli mektuptan kısacık bir bölüm:

"İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için, şu mahrem zeyil yazılmıştır. Yani, 'Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!' denildiği zaman yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır. Ve bu asırda, yüz bin cihette 'Yaşasın Cehennem!' dedirten 'mimsiz medeniyet'perestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhâldir.

"Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altında vahşî reislerinin sağır kulakları çınlasın! Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun!

"Bu yakınlarda ehl-i ilhâdın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir sûret aldığından, çok bîçare ehl-i imâna ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nev’înden, bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde (Mus Mescidi) hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. 'Niçin Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?' denildi.

"Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla keyfî istibdatla oynayan firavunmeşrep komitenin başlarına derim ki: Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usûlü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usûlle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz?..."

(Mektûbat, s. 416)

30.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah adına sevince, her şey değer ve anlam kazanır



Evet, Allah adına sevince her şey değer ve anlam kazanır.

Diyelim ki bahar mevsiminde bağ ve bahçelerde bir gezinti yapıyorsunuz. Nefis hesabına bakıldığında pek anlamlı olmayan varlıklar, Allah adına bakıldığında birdenbire bir anlam kazanır, büyük kazançlar sağlar. Hz. Ali’nin dediği gibi “Nasıl bakarsan öyle görürsün” misâli, Allah adına baktığınızda heyecanlanır, hayretten hayrete düşer, büyük bir zevk ve mutluluk hissedersiniz.

Meselâ rengârenk çiçeklere, kelebeklere baktığınızda hemen San'atkârları hatırınıza gelir, “Ne güzel yapılmışlar, yaratılmışlar! Ne harika! Mucize!” demekten kendizi alamazsınız.

İşte bu tarzda Allah adına duyulan sevgi, leziz bir tefekkür olur, güzelliğe aşık nazarınızı daha yüksek, daha mukaddes, binler derece daha güzel güzellik mertebelerinin definelerine yöneltir, baktırır. Çünkü o güzel eser, Cenâb-ı Hakkın fiillerinin güzelliğine, ondan isimlerinin güzelliğine, ondan sıfatlarının güzelliğine, ondan da sonsuz güzel olan Cenâb-ı Hakkın eşsiz güzelliğine götürür insanı. İşte bu sevgi hem lezzetlidir, hem ibadettir, hem tefekkürdür.

Gençlik Allah adına onun güzel bir nimeti olarak sevilirse elbette insan onu Allah’a ibadete yöneltir, sefahette boğdurup öldürmez. Öyleyse gençlikte yapılan ibadetler o fanî gençliğin bakî meyveleridir. Yaşlandıkça gençliğini meyveli hâle getirdiği için gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulur. Hem ibadete daha çok muvaffak olur, hem merhamet-i İlâhiyeye daha lâyık hâle gelir. Ehl-i gafletin beş-on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede, “Eyvah, gençliğim gitti!” diye üzülüp kaybettiği gençliğe ağlamaz.

Bahar gibi süslü sergilere sevgi, madem Allah’ın san'atlarını seyretmek içindir; onun için bahar gitse de temâşâ lezzeti bitmez. Çünkü baharın yaldızlı bir mektup gibi verdiği mânâlar her zaman seyredilebilir. Hayal ve zaman sinema şeridi gibi temâşâ lezzetini devam ettirirken baharın mânâlarını, güzelliklerini tazelendirirler. O vakit sevgi esefli, elemli ve geçici olmaz; lezzetli, safalı olur.

Madem ki dünya Allah adına sevilmektedir. O zaman dünyanın dehşetli varlıkları cana yakın birer dost ve arkadaş şekline girer. Dünya ahiretin tarlası olduğu yönüyle sevildiği için, her şey ahirette fayda verecek bir sermaye, bir meyve hükmüne geçer. Ne musibetleri dehşet verir, ne yok olup gittikleri için üzülür. Rahat bir şekilde dünya misafirhanesindeki ikàmet süresini geçirir. Yoksa ehl-i gaflet gibi severse sıkıntılı, ezici, boğucu, yokluğa mahkûm, sonuçsuz bir sevgi içinde boğulup gider.

Buraya kadar sevginin Allah adına kullanıldığı takdirde sağladığı dünyadaki faydalardan yüzde birine ancak dikkat çektik. Kur’ân’ın gösterdiği yolda olmadığında sebep olduğu zararların da ancak yüzde birine işaret ettik.

Bir sonraki makalemizde de ahirette sağladığı faydalara parmak basalım.

30.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İmam Mâtürîdî



Nurettin Bey: “İmam Matüridi kimdir? Tanıtır mısınız?”

bu Mansur Muhammed bin Muhammed bin Mahmud el-Matürîdî, Semerkant şehrinin Matürid Köyünde doğdu. Hicrî 238 (M. 853)’de doğduğu kabul edilen Matürîdî’nin ölüm tarihi 333 (M. 944)’tür.

Ehl-i sünnet vel-cemaatın kelâm ilmindeki reisleri iki zattır. Bunlardan birisi Hanefî, diğeri Şafiî’dir. Hanefî olanı, Ebû Mensur Matürîdî, Şafiî olanı ise Ebü’l Hasen el-Eş’arî’dir. Her ikisi de bid’at ve dalâlet fırkalarına karşı Ehl-i sünnet itikadını savunmuşlar, ispat etmişler ve anlatmışlardır. Aralarında ilmî noktada bazı içtihat farkları vardır. Fakat bu farklar temelde değildir. Temelde her ikisi de ehl-i sünnettirler ve temel fikirlerde birleşmişlerdir.

İmam Matüridi, İmam-ı Azam Ebû Hanife’den naklen gelen inanç ve itikat bilgilerini ispat etti ve kitaplara geçirdi.

İslâm dünyasında hicrî ikinci asırdan itibaren bir taraftan akla dayanan felsefî ilimler tercüme ve telif yoluyla yayılırken, diğer yandan yine aklı ifrat derecede ön planda tutan Mutezile ortaya çıkmış ve görüş ve kanaatlerini yaymaya başlamıştı. Buna karşılık itikat ve inanç konularını doğru biçimde ortaya koymak için yeni izah tarzlarına ihtiyaç vardı. Bu yeni izah tarzları nakle bağlı kalmakla birlikte akla da ehemmiyet vermeliydi. İşte farklı bölgelerde yetişen İmam Matüridi ile Ebu Hasan el-Eş’ari ehl-i sünnetin kelâm ilmini oluşturmuş, ehl-i sünnet itikadını dalâlet fırkalarına karşı korumuşlardır.

İmam Matüridî, Samaniler devletinin hâkim olduğu bir coğrafyada yetişti. Samaniler devleti (389/999) yıkılıncaya kadar ilim adamlarını korumuş ve onlara destek olmuştur.

İmam Matüridî, tahsilindeki ilmî silsile itibariyle İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin görüşlerine ve onun mezhebine uyarak İmam-ı Azam’ın nakil yanında akla da büyük önem veren tutumunu benimsemiştir. Semerkant ve civarında Karamitiler, Şiîler ve Mu’tezile mezhebiyle mücadele etmiş ve büyük başarılar elde etmiştir. Doğuda Mutezile ile Matüridî mücadele ederken, çağdaşlarından el-Eş’arî de aynı zamanda Irak’ta Mutezile ile mücadele etmiştir.

Eş’ari ile Matüridî’nin ilmî ihtilâfları

Matüridî, Eş’ârî ile birlikte ehl-i sünneti temsil etmesi ve temel fikirlerinde paralellik olmasına rağmen, aralarında ilmî bazı ihtilaflar mevcuttur.

Bu ihtilâfların başlıcaları şunlardır:

1. Cüz’î irade: Eş’arîlere göre cüz’î iradede meyletme gücü vardır ve bunu Allah yaratır. Fakat bu meyletme işindeki tasarruf yok hükmünde bir varsayımdır. Bu açıdan tasarruf kula verilebilir. Matüridîlere göre ise cüz’î iradede meyletme gücü yok hükmünde bir varsayımdan ibarettir. Dolayısıyla yaratılmış değildir. Çünkü gerçek bir varlığı yoktur. Allah, kul irade etmeden de yaratır; fakat Allah ihtiyârî olan işleri yaratmaya, kulların iradelerini sebep kılmıştır. İrademizin sebep olması da Allah’ın iradesi iledir. Bediüzzaman Hazretleri bu meyletme gücü ile tasarrufu aynı çerçevede ele alarak Maturidilerle Eş’arileri birleştirmiştir.1

2. Allah’ı tanıma: Eş’ariler, Allah’ı tanımanın dinen vacip olduğunu söylerler. Matüridîler ise Allah’ı tanımanın aklen vacip olduğu fikrindedirler.

3. Tekvin (Kâinatı var etme): Eş’ariler tekvin’i fiil sıfatlarından saymışlardır. Matüridîler ise bu sıfatı, sübuti sıfatlardan saymışlardır.

4. İlliyet ve hikmet: Eş’ariler ‘Allah’ın fiilleri için sebep aranamaz’ der. Onun fiilleri hikmet ile bağlı da değildir. Çünkü Allah yaptığından sorumlu değildir. Sorumlu olan kullardır. Matüridîlere göre Allah abesten münezzehtir. Allah yaptıklarından elbette sorumlu değildir. Fakat Allah’ın fiilleri hikmeti icabı meydana gelir. Çünkü Allah Hakîm’dir, Alîm’dir. Allah tekvinî fiillerinde ve teklifî hükümlerinde hikmetini gösterdi ve irade etti.

5. Eş’arilere göre peygamberlik için erkeklik şart değildir, kadınlar da nebî olabilirler; Hz. Meryem, Hz. Âsiye, Hz. Sare, Hz. Hacer, Hz. Havva ve Hz. Musa’nın annesi nebîdirler.

Matüridîlere göre ise peygamberliğin şartlarından birisi erkek olmaktır. Kadınlar nebî olamazlar. Hz. Meryem, Hz. Asiye, Hz. Sare, Hz. Hacer, Hz. Havva ve Hz. Musa’nın annesine vahiy gelmiştir; ancak bu, onların nebî olduklarını göstermez.

6. İbadetin ifası: Eş’arilere göre Müslüman olmayanlar da ibadetle mükelleftirler. Matüridîlere göre ise, Müslüman olmayanlar ibadet ile mükellef değildirler. Onlar öncelikle Allah’a iman etmekle mükelleftirler.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 759

30.04.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Sahi aşk neydi?



Yanılırız…

Oysa, bazen yanıldığımızı fark edemeyiz.

Bekler dururuz, şarkılardaki gibi bir aşkı. Sevgi gelecek, çarpışacak bizimle. Sonra ya kitaplarımız düşecek ya da market dönüşü torbalarımız. Eğildikten sonra, “Pardon, affedersiniz” denecek ve başlayıverecek film gibi her şey.

Biz hayal edilen sevgili, karşımızdaki yıllardır bizi arayan âşık.

Biraz rüya gibi yani.

Sonra uyanınca rüyadan, ne torba olur elimizde, ne de yere dağılan kitaplar. Hayallerden kalan ise, hiç bitmeyen bir umut. Ve hatırlandığında, hep yüzü olmayan bir sev-gili…

Düşünüyorum da; eskiden şarkılar hayatlarımıza uyardı, şimdi biz hayatlarımızı şarkılara uydurmaya çalışıyoruz.

“Bizim” dediğimiz şarkıya uysun diye hâlimiz, olmadık şeyleri yapıyoruz.

Oysa sevgi, karşıya geçince bize çarpan arabadan inecek kişi değildi ya da sohbet odalarında yazışıp, hayaller kurduğumuz ve sanal aşka sanal mersiyeler düzdüğümüz gibi de değildi.

Peki, neydi aşk?

Aşk karşılıklı anlayıştı.

Minik ayrıntıları göz ardı etmeden yaşanan, fikirlerin uygunluğuyla süslenmiş bir duyguydu. Ve en önemlisi şefkatti.

Sevgi paylaşıldıkça artmalıydı. Hayatın acılıklarına karşı dayandıkça gelişmeli, eksikliklerimizi gördükçe de nefret değil, şefkat sözcükleri dökülmeliydi dilimizden. Ayağı taşa değdiğinde bile, sevgilinin yüreği telâşa düşmeli, gözünden bile esirgemeliydi onu.

Bunun için “Birbirinizi cennete götürmeye vesile olsun sevginiz” dermiş eskiler.

Öyle ya!

Seven sevdiğinin sadece dünyasını değil, âhiretini de düşünmeliydi.

Yani aşk şefkatin kucağında olgunlaşırdı aslında.

Şefkat olmadan ıztırap yüklü bir topal kalmaya mahkûmdu aşk…

Yani aşk; şefkatle birleşmedikçe, yakan bir ateşten başka bir yere varamazdı içimizde.

Ve devamında: “Bana bakmayan yar, Allah belânı versin.” deyip, çekip vurmak… Ya da” Ya benimsin ya da toprağın” türünden arabesk şarkı sözlerinde drama dönüşürdü bu en yüce duygu. Yok yok, “İçiyorsak sebebi var” türünden iğreti sözlerle, elem ve keder dolu âcizliğimizi dillendirmek değildi aşk.

Gerçek şu ki, bizler aşkın tanımını değil, mânâsını unuttuk yahut kaybettik.

Kitap satırları arasından “ ey aşk beni tara” türü bir edebiyat gelişince meselâ, modern Mecnun ya da Leyla oluverdik her birimiz. Kaldırım çöllerinde gezerken, bir maymun iştahlılıkla mânâsından soyulmuş “Leyla ve Mecnun” edasıyla benliğimizi tatmin etmekten başka bir şey yapmadık.

Ah, “Ben” vadilerinin vazgeçilmez savaşçısı olmaktan hiç vazgeçmeyen ben…

Başkasının yüreğine talip olduk, daha kendi yüreğimizi tanımadan, başkasının yüreğinden ne istediğimizi bilmeden.

Sahip olunca da bir yular takıp yerlerde gezdirdik. Güya “Seven sevdiğini yerden yere vururmuş” Öğrendiğimiz en yanlış gerçekti bu. Oysa, seven sevdiğini başının üzerinde gezdirmeliydi, yapamadık.

”Biz” kavramını öğrenememiş bir yüreğin, başka bir yüreği tamamen sahiplenme yanılgısından başka bir şey değil bu yanılgımız.

Değil mi ki, bu yanılgının ardından; acı, gözyaşı, isyan ve her güne kahreden “ben” olarak kalmıştık geriye; o hâlde kaybettiğimiz ve tamamen silikleştirdiğimiz bir “öteki" kaldı aşkımızdan geriye de.

Oysa “sevgi insanı insan yapar.” demişti eskiler.

Biz “ben” diye diye insanlıktan çıkacak hale geldik kabuğundan soyulmuş sahtekâr aşkımızla.

Ve bize düşen; geç kalmamalıyız ve idrak etmeliyiz “biz” demek olduğunu sevgiden kastın. Yılların verdiği beyaz boyaların üzerine, ağlamayı yeğlemeden…

30.04.2008

E-Posta: [email protected]




Atike ÖZER

Aynalar yalan söylemez



Para ve şöhretle, özellikle kadınların tuzaklara düşürüldüğü, magazin kültürlü rezil hayatın gelişmesinde bizim hiç mi suçumuz yok?

Günümüz sürecinde kamusal hayatın her kesiminde kendine yer bulan kadın, modernitenin unsurlarıyla şekillenince, Müslüman aile kimliğinde ciddî şekilde çözülmeler oldu.

Özgürlükçü hayat biçimi, Müslüman kadını ekonomik kaygıya düşürerek yuvasından uçurmayı başardı.

Acı bir dönüşümün tablosuna atılan ilk fırça darbeleri ile ardı arkası kesilmeyen farklı resimler çizildi insanlık âlemine.

Diğer bir fırça darbesinin ucunda ise evlerin içine zahmetsizce, rengârenk çizilmiş cam kutular vardı.

Hanım hanımcık evde oturması uygundur diye düşünülür kadının. Oysa her odaya yerleştirilen televizyonlarla nasıl da baştan çıkarıldıkları ortadadır kadınların. Nasıl da ahlâksızlığa, duyarsızlığa, israfa, yönlendirildikleri bilinmektedir. Dinî hassasiyet taşıyan bizler bile zaman zaman, bu tuzaklara sinsice düşürülmüyor muyuz? İslâmın gereği olan insanlık vazifelerimizi yapmak için mücadele verirken, elimizde kor ateş taşımak kadar zor durumlarda bırakılmıyor muyuz?

Televizyonların evlerimizin içine yaptığı tahribat, sokaktaki tahribattan aşağı kalmıyor.

Dışarının tehlikelerinden korumak için, evde kalması uygun görülen kadını, bu sefer de sihirli kutularla sinsice büyülemeye çalıştılar.

Yani kadın, evinde olsa bile emniyet içinde değil artık! Tahribat, kapıdan giremezse bacadan giriyor, bacadan giremezse anahtar deliğinden sızıyor...

* * *

“Yuvayı dişi kuş yapar” diye öğretmişlerdi bize. Oysa gece gündüz, TV’lerin karşısından ayrılmayan dişi kuşların, yaptığı yuvalar ve yetiştirdikleri çocuklar ortada...

İnsan, iman ve İslâm kültüründen sinsice uzaklaştırılan kadınlar ve annelerin durumu ortada.

Bunların hileleri bitmez!

Soldan yaklaşamazlarsa sağdan yaklaşırlar… Sağdan yaklaşamazlarsa dosdoğru yolumuza oturup pusu kurarlar.

İşte evlerimizin baş köşelerinde oturuyorlar. Her kanaldan oluk oluk evimize akıyorlar. Biz de onlara büyük bir hürmet göstererek baş köşelerimizde ağırlıyoruz…

Bu vahşeti fark eden her insan elinden geleni yapma gayretindedir...

Bu gayretler acelecilik olarak yorumlanıyorsa bile, duyarlı olanların bu aceleciliğinde bir mahzur olmamalı. ”Hayırları yapmakta acele edin” uyarısı gereğince hassasiyetle girişimde bulunanların durumu acelecilik olarak algılanıp yadırgandığında, hayır işlerinde yapılacak acelenin bir zararının olmayacağı akla gelmelidir.

Rıza-i İlâhî esas alınınca, hakikatleri yazmak için savaş meydanında attan inmeyi beklemeyen Üstad Bediüzzaman bu konuda gerçek bir numunedir. Ya da, yazmak için hapisten çıkmayı bekleseydi Üstad, bugün insanlık halen bekliyor olurdu böylesi ebedî hakikatleri...

* * *

Pamuk Prensesin üvey annesi cadı kadın, zehirli elma ile prensesi öldürmüştü. Biz anneler de, uygunsuz televizyon kanalları ve uygunsuz çizgi filmlerle, dizilerle prenslerimize ve prenseslerimize zehirli elma şekerleri veren, cadı kadına benzediğimizi ne zaman fark edeceğiz?

“Ayna ayna söyle bana, benden daha güzel kim var?” diyen cadı kadın gibi, aynaların karşısında dünyalık beklentilerimize cevap aramak için şaşkınca ahiretimizi de dünyamızı da aynalar koridorunda kaybetme bedbahtlığında olduğumuzu ne zaman fark edeceğiz? Bugün, insanlığın endam aynalarında boyunun ölçüsünü aldığı aşikârdır. Zira aynalar yalan söylemez!

“Hırsızın hiç suçu yok mu?” diyen hoca gibi yapıp ettiklerimize suçlu ararken kendimizi sorumsuzca duyarsızlaştırmaya çalışırken birilerini suçlamak, deve kuşu misali vücudunu açıkta bırakmak traji komedisine benziyor.

Birgün hoca eşeğini çaldırmış. “Minareyi çalan kılıfını da hazırlar” derler ya! Eşeği çalan öyle bir kılıf hazırlamış ki aramakla bulunacak gibi de-ğilmiş!

Hoca aramadık han, uğramadık külhan bırakmamış. Ama eşeğini bir türlü bulamamış. Kan ter içinde kendini kahveye zor atmış. Durumu yana yakıla orada bulunanlara anlatmış. Keşke anlatmaz olaymış. Şu insanlar da ne kadar tuhafmış! Ne derdine çare olan, ne de bırakıp kafasını dinlemesine fırsat veren varmış. Her kafadan bir ses çıkmaya başlamış.

Kimi:

“Hırsız eşeği götürürken sen neredeydin?

Kimi:

“Canım hoca,” demiş, “Suçun büyüğü sende, hangi zamandayız? Bir baksana, insanın gözünden sürmeyi bile çekip alıyorlar. Böylesi günde el oğluna güvenilir mi?”

Kimi:

“Kapıya sağlam bir kilit takmak gerek” demiş.

Kimi:

“Canım, kabahat sende değil, eşeğinde de olsa gerek” demiş “Gece yarısı el adamının ardına düşüp gidilir mi? Eşeklik olur, ama bu kadar da olmaz gayrı!”

Kimi:

“Canım o kadar da ince kapı mı olur?” demiş.

Kimi de tutup ”Bana kalırsa sende de var, eşekte de var! deyince,” hoca dayanamamış:

“Yahu,” demiş, “İnsaf edin ağalar; kabahat hep bende mi, eşek de mi? O hırsız olacak eli uzunun hiç mi suçu günahı yok?”

30.04.2008

E-Posta:


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT