Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şükrü BULUT

Tesettüre karşı NLP teknikleri



Tarihimiz ilginç hadiselerle doludur. Genç Türkiye´nin Kurtuluş Savaşını müteakiben Lozan´da yaşadığı günler fevkalâde önemlidir. Kurtlar sofrasındaki paylaşımı tedaî ettirecek manzaralar az değildir. Türkiye´nin durumu görüşülürken, meşhur Mısır Hahambaşı Haim Naum´un çıkışı hâlâ kulaklardadır. Emperyalist Şefler, Genç Türkiye´ye bırakılacak toprakları görüşüyorlar. Tartışmalar yapılıyor ve seslerin yükseldiği anda birisi araya giriyor. Diplomat değil… İlim adamı hiç değil… Gazeteci de değil… Bildiğimiz kadarıyla yalnızca bir din adamı… Fakat söyledikleri mesleğinin çerçevesini fazlaca aşıyor: “Siz Türkiye´nin toprak bütünlüğünü kabul ediniz. Anlaşmanın diğer maddelerini ben onlara yaptırırım.” Lozan´da İsmet´le ahbap olan Hahambaşının neler yaptığını ve hangi istasyonda indiğini okuyucularımız iyi bilirler.

Kanaatimiz o ki, şu son on sene zarfında, İslâm âlemiyle alâkalı anlaşmaların arka cihetinde yüzlerce Haim Naumlar çabalıyor ve Müslümanları, bir asra yakındır savundukları siperlerde kısmen de olsa mağlûp ediyorlar. Samuel Huntington'un 11 Eylül´le birlikte tatbikata konulan “yeşil kuşak çatışması” projesinin askerî, siyasî ve ekonomik ayaklarının dışındaki diğer ayaklarını araştırdığımızda; bilhassa sosyal hayatımızı hedefleyen ifsad projelerini incelediğimizde dehşetli şeyler görüyoruz.

Tekelleşen medya, Batılı vakıfların finanse ettikleri üniversiteye bağlı bazı enstitüler, reklâm ajansları, bazı sivil toplum kuruluşlarıyla global medyanın Kur´ân ve Sünnete karşı birlikte yürüttükleri ifsad projeleri üzerinde durmayacağız. Araştırma gruplarının, kitapların ve belgesellerin teşrih edeceği bu çerçeve bizi aşar. Burada yalnızca, kişisel gelişim ve kişisel gelişimin bir üst gurubu olan NLP tekniklerinin tesettüre karşı nasıl kullanıldığını arz etmeye çalışacağım.

İslâmiyetin getirdiği kadın-erkek mahremiyeti, gelenek olarak toplumun düzen, ahlâk ve iç barışına katkıda bulunurken, son birkaç senedir Müslüman kadınların sosyal hayatta erkeklerle yan yana gelmeleri noktasında yoğun bir çaba yaşandı Türkiye´de. Erkeklerin bulunduğu ortamda çalışmak istemeyen kadınlara diretilen şartlar, onların sıkılganlıklarını gidermeye yönelik bilhassa belediye ve STK’ların verdikleri kurslar, kişisel gelişimi önceleyen sürü sürü cazip kitaplar, Müslüman kadının bu sahadaki direncini kırdı. Siyasal İslâmcıların da bu ifsad projesine dolaylı katkılarını belirtmek zorundayız.

İdareci oldukları kamu sektörlerinde tesettürlü başlayan genç kızların aynı ortamı paylaşma hareketi, bilâhare tesettürsüzlüğe doğru uzandı gitti. Geçim sıkıntısı bahanesiyle de mazur görülen bu manzaralar zamanla evlere ve dost sohbetlerine de sirayet etti. Siyasal İslâmcıları takiyyecilikle suçlayan kemalistler bilirler ki, Türkiye´ye takiyyeciliği onların komita diktatörlüğü getirmişti. Vatandaşa bir gün içinde iki Türkiye yaşatmışlardı: Kendi arzu ettikleri Türkiye ile milletin yaşamak istediği Türkiye…

Tesettür meselesinde, son zamanlarda iyice alışılan takiyye, ikilem veya çifte standart da bir kısım insanlarımızı tam takiyyeci yapmış. İşyerine, okula veya bazı resmî kurumlara girerken başörtülerini çantalarına koyan kadınların ve genç kızların görüntüleri Türkiye´nin ayıbı. Kur´ân´dan tahkikî îman dersini alamayan kadınlarımız, tesettüre gizliden gizliye savaş açmışların desiselerine aldanıyor, örtünme stilinde başlayan değişimler, tesettürü tamamen dışlayan bir dönüşümle sona eriyor.

Müslüman kadınların izzetiyle oynayan ve onları zillete düşürdükten sonra istihza eden bazı kadın yazarların çalışmaları bu hususun daha iyi anlaşılmasına vesile oluyor. Bir dönem İstanbul Belediye Başkanlığı yapmış bir beyefendinin hanımefendisinin tesettür serüvenini anlatan renkli bir hanım yazar, ilginç tesbitlerde bulunurken, otuz senelik bir tesettürün nasıl son bulduğunu yazıyor. Tesettürü bırakarak hürriyeti seçen Reyhan Hanım, bu zorlu mücadelesinde en büyük desteği kişisel gelişim ve NLP teknikçilerinden almış. Ailesini, annesini, eşini ve dostlarını şok eden açılmasında, “kendisini arayıp bulma yolculuğu”nda ve çevreden kabul görme mücadelesinde hakikaten hanımefendiye NLP´nin büyük desteği olmuş.

George Soros´un elliyi aşkın ülkedeki vakıfları bünyelerinde eğitim veren uzmanların “kişisel gelişim” üzerinde yoğunlaşmalarının elbette ki bir hikmeti olsa gerek. Türkiye´mizde başta TESEV olmak üzere bazı kanallardan Soros´un yardımlarına ulaşan STK’ların Haim Naum´ca seslendirdikleri bir fikir var: “Siz Türkiye´de yalnızca üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakınız, Türk kadınına tesettürü attırmayı biz biliriz” diyorlar. Almanya´da bir zamanlar büyük bir cemaatin başkanlığını yapmış Merhum Zeynelabidin´in kızı Algan gibi çeyrek asır sonra tesettürü terk edecek kadınlarımızın sayısında artış bekleniyor. Fakat asıl mesele, tezgâhın arkasındaki kişi ve çalışmaların farkına varmaktır.

Doğulu ve Güneydoğulu kadınları mahrem mekânlardan çıkararak maskaralaştıran global organizatörlere dayanarak dînî hak ve hürriyetleri iddia eden siyasetçilerin hali de perişan. Bu global şebekelerin yardımıyla “başörtüsü” problemini çözmeye kalkışmanın, düşman kılıcıyla kurtuluş ve hürriyet aramaktan farklı olmadığını düşünüyoruz. Arap ülkelerinde, Kuzey Irak ve Afganistan´da Kur´ân ve Sünneti hayattan silmeye kalkışanların, Kemalistlerle ve Yeni Liberallerle beraber çalışmadığını hiç kimse iddia edemez. Zira hepsinin maksadı başta İslâmiyet olmak üzere semavî inançları, ahlâkı ve insanî temel değerleri tahrip etmek olunca, netice değişmiyor.

09.06.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Karar: Bütün umutların idamına...



Adam, olabildiğince ciddî bir yüz ifadesi takınıp, kendini saatlerce bekleyen basın ordusunun karşısına geçti. Elindeki metni, üzüntüsünü bastıran bir resmiyetle okudu:

”İçeride bir umut boğazlanmıştır. Biz engellemeye çalıştık, ama onlar çoğunluktu, elimizden bir şey gelmedi…”

Kimse buna şaşırmış gibi görünmüyordu. Gazeteci ordusunun halinden olayın vahameti anlaşılmıyordu.

“Elbette bu cinayete üzülen de olacaktır, sevinen de…”

Demek bir umudun öldürülmesi birilerini sevindirebiliyordu. Bu, en az cinayet kadar vahim bir tabloydu. Ama bu da kimseyi etkilemişe benzemiyordu.

“Bundan sonra ülkede doğacak tüm umutlar da aynı şekilde boğazlanacaktır.”

Salonda buz gibi bir hava esmeliydi. Ama esmedi.

“Birlik ve beraberliğimizi korumalıyız.”

Demek ki bu cinayetin birlik ve beraberliği bozucu bir yanı vardı. Böyle düşünülüyordu. Oysa umudunu kaybetmiş bir insanın, bir şeyler için kavga etmeye hali kalır mıydı? Belki umudu öldürülenlerden değil, bu cinayetle yeni bir umut sahibi olanlardan korkuluyordu.

Bütün bu olup bitenleri televizyonlarından izleyenler öfkeliydi. Haksızlığa uğramanın öfkesiydi bu. Göz göre göre gelen bir ölüm karşısındaki öfkeydi. Ama kontrollü bir öfkeydi aynı zamanda. Hiçbir haksızlık, başka hak-sızlıkları, hiçbir cinayet başka masumların öldürülmesini meşrûlaştıramazdı.

Mikrofonların önünde sözlerini tamamlayan adam, aynı resmiyet ve ciddiyetle ve aynı üzüntüyle geldiği yere doğru ilerledi.

Bu cinayete ortak olanlarla aynı odaya yürüdü.

Belki maktülü otopsi raporu yazılmadan önce son kez görmek istiyordu.

Otopsi raporu… İşte bu yazılmalıydı artık.. Herkes cenazeden önce bunu görmek istiyordu. Onu görmeden konuşmak, yorum yapmak istemiyorlardı.

“Biz öldürmedik, bize geldiğinde ölüydü” mü yazılacaktı rapora, yoksa “Öldürmekten başka çaremiz yoktu” mu?

Gazeteci ordusu az da olsa merak ediyordu bunu. Ama dışarıdaki insanların umurunda değildi.

Onlar bir umutlarını daha kaybetmişlerdi ve dahası bundan sonra doğacak bütün umutların akıbeti de aynı olacaktı.

Oysa içlerinde hep bir umut vardı. Onu düşündüler. İçlerinde bir yerlerde yaşayan ve zamanı geldiğinde canlanıp hayatta kendisine bir yol çizecek umutları vardı.

Temkinli bir iyimserlikle okşadılar o umudu.

Öfkelerini yutkunup, gülümsediler.

09.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dünyaya prim vermeyen adam



İhlâs Risâlesi’nde, “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok… Onun için bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir”1 denilir.

Demek ki her işte, her hizmette, özellikle iman ve Kur’ân hizmetinde Allah rızasını gözetmeli, onu hedef edinmeli; mükâfat, şan, şeref ve iltifat beklememeli.

Ömer bin Kays’ın, “dünyaya bir an için olsun iltifat etmeyen adam” dediği Abdullah bin Zübeyir’in ruhuna işlemişti bu gerçek. Kuzey Afrika’da elde ettiği başarılarda bu anlayışı ruhuna nasıl nakşettiğini görmemek mümkün değil.

Mısır valisi Abdullah bin Ebî Serh’in Trablus’a kadar dayanan kırk bin kişilik ordusuna, fazla olmasa da küçük bir birlikle imdada koşmuştu Hz. Abdullah bin Zübeyir. Karşılarında 120 bin kişilik Roma kuvvetleri vardı. Ne var ki onca kuvvetine rağmen düşman komutanı Gregoryas Müslümanları mağlûp edememenin telâşına kapılmıştı.

Aklına kurnazca bir fikir gelen Gregoryas, İslâm komutanı Abdullah bin Ebî Serh’i öldürene hem kızını, hem de yüz bin altın ödül vereceğini vaad etti. Romalı gençler bu ödül karşısında gayrete gelmiş, şiddetli saldırılara girmiş, ancak emellerine ulaşamamışlardı.

Bu durumu gören Abdullah bin Zübeyir İslâm komutanına benzer bir teklif sundu: “Sen de Roma komutanı Gregoryas’ı öldürene yüz bin altınla onun kızını, bir de Kuzey Afrika Valiliğini vereceğini vaad et” dedi. Abdullah bin Ebî Serh de teklifi kabul etti.

Ertesi gün kumanda Abdullah bin Zübeyir’deydi. Hz. Abdullah maharetliydi; güzel bir taktik uyguladı. Orduyu iki gruba ayırdı. Birinci grup öğleye kadar savaşacak, öğleden sonra da çadırlarında istirahat eden zinde ikinci kuvvet savaşacaktı. Bu taktik iyi tutmuş, yorgun Roma askerleri daha fazla dayanamayıp mağlûp düşmüşlerdi. Hz. Abdullah bin Zübeyir’de Gregoryas’ı yakalatıp öldürtmüş, kızını da esir almıştı.

Sıra ganimetlerin dağıtımına gelmiş, haklı olarak ödüle de Hz. Abdullah bin Zübeyir hak kazanmıştı. Ama o bu ödülleri kabul etmedi. “Ben” dedi, “Mal için değil, Allah için çarpıştım. Mükâfatımı da Allah’tan beklerim.”

Komutan Abdullah bin Ebî Serh zaferi Halife Hz. Ömer’e müjdelemiş, ganimetleri götürmesi için de Abdullah bin Zübeyir’i görevlendirmişti. Medine’ye varıp ganimetleri teslim eden Hz. Abdullah askerlerin göz kırpmadan kahramanca savaştıklarını, muhteşem bir zafer elde ettiklerini anlattı, fakat kendi kahramanlıklarından tek kelime olsun söz etmedi. Çünkü inancı, Resulullah’tan (asm) aldığı ders bunu emrediyordu. Her şey Allah içindi. Bu tavrıyla Hz. Abdullah, durumu sonradan öğrenen Müslümanların gözünde daha da büyümüştü.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 222.

09.06.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Sevinç ve hüzün birarada



Dedesi, annesi ve ailesinin durumu hakkında yazdıklarımızdan memnun ve müteşekkir olan Reyhan Hanım, geçtiğimiz hafta sonu ziyaretimize geldi.

Reyhan Hanım, 15 Mayıs 2008 tarihli yazımızda kendisinden söz ettiğimiz "Habibe Ana"nın tek kızı ve Son Şahitler'den Dr. Asaf Dişçi'nin de tek torunudur. Aynı zamanda sekiz çocuk annesi olup, yaşlı annesi ve kalp hastası eşiyle birlikte ailenin geçimini temine çalışıyor.

Aslen Erzurum'lu olan dedesi vefat ettikten sonra sahipsiz kalan ve malları–mülkleri fırsatçı zalimler tarafından gasp ve garet edilen bu mağdur aile, yine de Allah'tan ümidi kesmeyerek ayakta kalma mücadelesini vermeye devam etti.

Ödeyemedikleri elektrik ve su borçları sebebiyle hayli sıkıntılı günler yaşayan Dişçi ailesi, değerli okuyucularımızın ve hayırseverlerin yardımları sayesinde, çok şükür şimdilik bir derece olsun rahata kavuşmuş bulunuyor. Sevindirici bir gelişme.

İşte, hayatını ailenin dirliğini korumaya ve moralini yüksek tutmaya çalışan Reyhan Hanım da, sizlerden görmüş olduğu bu desteğe teşekkür kabilinden, sizler adına bizi ve gazetemizi ziyaret ettiler. Desteğini esirgemeyen sizlere çokça duâda bulundular.

Bu vesileyle, kendisinden ailenin durumu hakkında daha detaylı bilgi edinme fırsatını da bulmuş olduk. Bilhassa, okula giden çocuklarının, torunlarının durumunu bilmek, bizim için çok önemliydi. Bu sene bitti; ancak, seneye onlara burs, kırtasiye ve okul malzemeleri hususunda yardımcı olmamız gerekiyor.

Bir–iki saatlik zaman zarfında çok şeyler konuştuk. Dedesi tarafından ismi konulan Reyhan Hanım, bizi hem sevindiren, hem de hüzünlendiren çok şeyler anlattı. Size, bunların küçük bir kısmını özetle aktarmak istiyoruz...

Reyhan Hanım, küçüklüğünde harp gazisi olan dedesinden Said Nursî'nin esaret hayatı hakkında çok hatırlar dinlemiş. Ancak, bunları sadece o yıllara ait bir mesele şeklinde düşünmüş. Üstad Bediüzzaman'ın, sonraki yıllarda ve bilhassa bugünlerde karşısına tekrar çıkacağını ve onun talebeleri tarafından ailece maddî–mânevî yardım göreceklerini hiç düşünememiş, aklına dahi getirmemiş.

Şimdi ise, gördükleri ilgiden, sevgiden, saygıdan son derece memnunlar. Ayrıca, artık kimsesiz ve sahipsiz olduklarını düşünmüyorlar.

Reyhan Hanımın şu anlattıkları da çok dikkatimizi çekti ve rikkatimize dokundu: "Çocuklarımız, hiç dışarıya çıkmaz, sokakta gezinmezler. Sadece evden okula, okuldan eve gidip gelirler...."

Ziyaretçimizin boğazı düğümlenerek devam etti... Neticede, bu halin iki önemli sebebe dayandığını anladık: Birincisi, mecburiyet tahtında oturdukları muhit, pek de tekin bir yer değil. Çocukların ahlâkı bozulmasın diye, evlerinde oturup ders çalışmayı tercih ediyorlar. İkinci sebebin ise, ancak yarı izahını sizlere aktarabiliriz: Sokağa çıkan komşu çocuklarının ceplerinde para var, harçlık var. Onlar, bununla bakkala, markete giderek kendilerine birşeyler alabiliyorlar....

Tarihin yorumu 9 Haziran 0068

Nero(n), sonunda kendini de yaktı

Beşinci Roma İmparatoru olan Nero(n), zalimâne pekçok icraata imza attıktan sonra sinir buhranına girdi, aklî melekesini kaybetti ve nihayet bir mağaraya çekilerek 9 Haziran 68'de intihar etti.

Aynı Nero, zevkine göre yepyeni bir şehir inşa etme takıntısıyla, (MS) 64 senesinde de koca Roma'yı ateşe vermiş ve şehri baştan başa yakıp küle döndürmüştü.

* * *

Milâdî 37 senesinde İtalya'da doğan Nero, henüz üç–dört yaşında iken babasını kaybetti. Annesi ise, aynı zamanda 4. İmparator olan amcası ile evlendi. Kendisi de bu vesileyle hem üvey evlât, hem de tahtın varislerinden biri oldu.

54'te amcası ölünce, 17 yaşındaki Nero, annesinin girişimiyle imparator oldu.

İktidarının ilk dört–beş yılı başarılı geçen Nero, yaşı ilerledikçe değişti ve sefahate, eğlenceye meyletti. Bu uğurda çok büyük masraflarda bulundu.

Onun bu tutumunu eleştiren annesini dahi öldürtmekten çekinmedi. Arkasından, diğer muhaliflerini bertaraf etmeye yöneldi. Tanınmış sayısız insanı idam ettirdi.

Mısır'dan Filistin'e, Yunanistan sınırından Britanya'ya kadar çok geniş bir coğrafyada hakimiyet kuran Nero, sonunda öyle bir bunalımın içine düştü ki, onu bu sıkıntıdan hiçkimse kurtaramadı.

Öldürüleceği korkusuna kapılan imparator, bir mağaraya çekildi ve orada hayatına son vererek "tarihin en aykırı tipleri" arasındaki yerini almış oldu.

09.06.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ın isimlerini bilmek üzerine



Gemlikten Mustafa Ataç: “Allah’ın isimleri 99 mu, 1001 mi? Bunları bilmenin önemi nedir? Allah’ın isimleri Cevşen’de mi, yoksa Kur’ân’da mı bildirilmiş? Hepsi bildirilmiş mi? İzah eder misiniz?”

Her halimizde ve her işimizde kul olarak Allah’ın isimlerini bilmeye ve O’na sığınmaya mecbur ve muhtacız. Allah’ın isimleriyle Allah’a böylesine yakın olmayı Kur’ân da istemekte, O’na, O’nun isimleriyle sığınmayı emretmekte ve Allah’ın isimleri konusunda dalâlete düşmekten bizi sakındırmaktadır.1 Şu âyetler, Kur’ân’ın bu husustaki hassasiyetini bize anlatmaya yeter:

“De ki: İster Allah diye duâ edin, ister Rahman diye duâ edin, hangisiyle duâ ederseniz edin; Çünkü Esmâ’ül-Hüsna (en güzel isimler) O’na mahsustur.”2 “Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır; Esmâ’ül-Hüsna (en güzel isimler) O’na mahsustur.”3

Allah’ın güzel isimlerini tanıdıkça kendimizi, etrafımızı, varlıkları ve Rabbimizi daha iyi tanırız; hakkı, hakikati, dini, diyaneti, maneviyatı, dünyayı, âhireti, Mahşeri, Cenneti, Cehennemi daha iyi tanırız; varlıkların özünü, künhünü, muammasını, esrarını, mahiyetini keşfederiz; sevmeyi, yaşamayı, güzelliği, dostluğu, samimiyeti, muhabbeti, barışı, esenliği, fıtratı, hilkati öğreniriz; yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş görmenin ve sevmenin zevkini ve lezzetini tadarız.

Allah’ın isimleri ne doksan dokuzla, ne bin birle sınırlı değildir. Cenâb-ı Hakk’ın isimleri sayısızdır. Allah Resulü (asm) bir niyazında şöyle buyurmuştur: “Allah’ım! Sana, Zat-ı Bari’ni isimlendirdiğin, Kitabında inzal buyurduğun, Peygamberine talim buyurduğun ve ezelî ilm-i gaybında Kendin için tahsis ettiğin Esma-i Şerîfenin hepsiyle niyaz ederim.”4

Hazret-i Âişe validemiz (ra); “Allah’ım! Esma-i Hüsna’ndan bizim bildiğimiz, bilmediğimiz bütün isimlerinle Sana münâcat ederim. Büyüklerin büyüğü olan İsminle Sana niyaz ederim. Kim ki Sana bu isimlerinle duâ ederse cevap verirsin Rabbim!” diye niyazda bulunmuştu. Bunu işiten Allah Resulü (asm), “İsabet ettin! İsabet ettin” buyurdu.5

Cenâb-ı Hak (cc) bizim bilmemizi irade buyurduğu Esma-i Hüsna’sından bir kısmını sırf vahiy olan Kur’ân-ı Kerim’inde zikretmiş, bir kısmını ise Resul’üne (asm) yine vahiyle bildirmiştir.

Peygamber Efendimiz (asm) hiç olmazsa Allah’ın doksan dokuz isminin bilinmesini ve gerekleri ile amel edilmesini istemiş ve Allah’ın isimlerini ahlâk edinenleri Cennet’le müjdelemiştir.6 Kendi mübarek diliyle yaptığı duâ ve niyazlarda Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) hep Esmâ’ül-Hüsna’dan imdat eylemiştir. Kendisine (asm) Cibril-i Emin vasıtasıyla vahy olunan Cevşen’ül-Kebir ise, Esmâ’ül-Hüsna’dan bin bir güzel isimle yapılmış bir duâ ve niyaz hazinesidir.

Bizler Allah’ın kullarıyız. Sevincimizde, üzüntümüzde, derdimizde, sıhhatimizde, iyi günümüzde, kötü günümüzde hep O’na yakın olmak isteriz ve buna muhtacız. İyi günümüzde şükretmek için O’nun adına muhtacız. Kötü günümüzde sabretmek için O’nun adına muhtacız. O’nun merhametini istediğimizde Rahman ve Rahîm isimleri ile O’na yaklaşırız. Günahlarımızdan pişman olduğumuzda O’nun Ğaffâr, Ğafûr, Tevvâb, Kâbil, Mücîb, Settâr, Afüvv isimleri ile O’na sığınırız. Hastalandığımızda Şafi ve Muâfî isimleri ile niyazda bulunur, Allah’tan şifa ve afiyet talep ederiz. Düşmanlarımıza güç yetiremediğimizde Allah’ın Kahhar, Cebbar, Celil isimlerine havale ederiz. Mal-mülk sahibi olduğumuzda Allah’ın Malik, Vâris, Ğanî, Muğnî olduğunu düşünür, elimizdeki malın emanet bulunduğunu idrak eder ve haddimizi aşmayız. Fakirlik ve yoksullukta Allah’ın Müstağni, Şefik, Vehhâb, Kerim, Âdil, Bâsıt, Atûf, Enis, Kadir, Muizz olduğunu takdir ederiz, fakirliğe sabrederiz, ümidimizi kırmayız ve çalışmaya devam ederiz. Düştüğümüzde Allah’ın Mevlâ, Mezkûr, Mufaddıl, Muhsin, Muğîs, Rabb, Muin, Râfi, Müsehhil olduğunu hatırlar, kalkmak için Allah’a sığınır ve kendimizde güç buluruz. Yükseldiğimizde Allah’ın Müzill, Münezzil, Melik, Kaim, Rakîb, Mümît isimleri ile her an düşmemizin de söz konusu olabileceğini hatırlar ve kendimizi Kaf Dağında görmez, alçak gönüllü ve kanaatkâr oluruz.

DUÂ

Ey Celâl ve İkram Sahibi! Ey Kelâm ve Kudret Sahibi! Ey Hayat ve Vahdet Sahibi! Ey Cemal ve Kemal Sahibi! Ey Beka ve Gına Sahibi! Ey İzzet ve Azamet Sahibi! Ey Tevhid ve Celâl Sahibi! Ey Rahmet ve Mağfiret Sahibi Allah’ım! Bizi Seni tanıma zenginliğinden, Senin rızana erme devletinden, Senin affına uğrama lütfundan, Senin cennetine ulaşma bahtiyarlığından, Senin Cehenneminden azat olma bahtından mahrum eyleme! Kusurlarımızı bağışla! Ayıplarımızı ört! Hatalarımızı affet! Bizi Kendine kul kabul et! Âmin.

Dipnotlar:

1- A’râf Sûresi, 7/180, 2- İsrâ Sûresi, 17/110

3- Tâhâ Sûresi, 20/8, 4- Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/391;Tecrit Terc., 8/192, 5- Tecrit Terc. 8/192

6- Buhârî, 8/1165;Tirmizî, Daavât, 86

09.06.2008

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Vicdanı hür nesiller ve hukuk



ıçınde bulunduğumuz asrın en önemli problemi materyalist bakışın etkisi ile olaylara bakışta mânâ-i ismi yaklaşımının hakim olmasıdır. Bu hal o derece insanlığı etkilemiştir ki, ibadetler dahi maddî bir bakış açısı ile ele alınmaktadır. Bu durum ferdin ha-yata bakışını ve kulluğunu çok yakından etkilemekte ve hayat ya da maddî dünya ile ilgili içinden çıkamadığımız bakış açılarını algılarımızın merkezine oturtmaktadır.

İstenmeyen ve rahatsızlık veren alışkanlıklardan kurtulmanın en etkin yolu bu alışkanlıkları terk etmekten çok, olumlu bir yöne kanalize etmektir. İnatçılığınızı manevî hizmetlerde sebat şeklinde, kıskançlığınızı olumlu yönde bir rekabet ve iyilikte yarış şeklinde, kısacası bütün kötü alışkanlıklarınızı ve istemediğiniz davranışlarınızı kendileri ile uyumlu olumlu bir şekle dönüştürebilirsiniz. Bunu, terk etmeye çalışmaktan çok daha kolay bir şekilde başarabilirsiniz.

Özellikle İslâm dini çerçevesinde yaşamanın temel felsefesi esneklik her hale genel prensipler çerçevesinde an çizgiden çıkılmayacak şekilde uyum sağlamak ve her işin bir kolayını bulma yönüne gitmektir. Çok keskin değişmez ve katı kurallar oldukça sınırlı ve ferdin hayatını sıkıntıya sokmayacak şekildedir. Bütün dinler ve hepsinin temel kaynağı olan İslâm gerek sosyal hayatta ve ferdi hayatta kurallarını yerleştirirken ve gerekse uygulamalarında insan psikolojisini nazara alan bir esneklik hali hep gözlenmektedir. Bütün fiillerin şekli kısmı bir çerçeve çizmek açısından önemli olmakla birlikte o fiilin aslını ve özünü teşkil eden mânâlar ve bu anlamda Rabb-ı Kerim ile kul arasındaki sıcak ve samimî ilişki ve muhabbet bağlantısı hep ön plandadır. Bu anlamda Âlemlerin Rabbı’na karşı içten olmak, samimî olmak, O’na muhabbetini her şeyin üstünde tutabilmek çok önemlidir. Bu yönüyle bakıldığında amellerin, yani kulluğu ifade amacı ile işlenen fiillerin niyetlere göre hüküm alması daha iyi anlaşılacaktır. Bu kesinlikle, kulluk vazifelerini yapmadan “Benim kalbim temiz” türünden ifadelerle ibadetlerde tembellik ya da umursamazlık anlamına gelmez. Zaten, işin aslını samimiyet oluşturacaksa bu tavırların hiçbirinde gerçek samimiyetin olduğundan bahsedilemez.

Gerçek samimiyet, elinden gelen hassasiyet içinde kulluk va-zifelerini yerine getirip bunun ardından ortaya çıkabilecek, net olarak belli olmayan şüphe düzeyindeki eksiklik ve noksanlıkları düzelteyim derken kulluk vazifesini aslî mecrasından uzaklaştırmamak olmalıdır. Böyle bir durumda Rabb’ül Âlemin ile kul arasındaki sıcak bir iletişimin ve muhabbeti ifadenin zemini olan ibadetler, sadece şekli unsurların ön plana çıktığı ve bütün sıcaklığını kaybetmiş, duygu boyutundan uzaklaşmış mekanik bir yapıya dönüşebilmektedir. Esas mesele bu ibadetleri emreden ve bu vesileyle kulun kendisine yönelip yakınlaşmasını arzu ettiğini bildiren Zat-ı Zül’cemal’i razı etmek, O’na muhabbetle yönelip muhabbetini celbetmek olmalı iken bir noktanın ıslanıp ıslanmadığı, üç mü dört mü rekât kılındığı gibi meselelerle bu muhabbet ilişkisi bir azaba dönüştürülmektedir. O’nun huzurunda iken bütün âlemlerin Rabbı’na dayanmış olmanın, Kâinat Sultanı’nın kendisi ile muhatap olup ilgilenmesinin ve huzuruna kabul etmesinin tarif edilmez mutluluğunu ve emniyet hissini yaşaması gereken kul, yersiz vehim ve vesveselerle bu mutluluk anını bir azaba dönüştürebilmektedir. Bu hal aslında esneklik olan ve hiçbir işinde zorluk bulunmayan bir dinin yaşantı şekli ile bağdaşmamaktadır. İbadetler yerine getirilirken kulun âleminde bir huzur ve rahatlama yerine huzursuzluk, endişe, sıkıntı hali varsa, bu durum tek başına ibadet esnasında şeytanın müdahalesinin işaretidir. Böyle bir durumda şeytanı devre dışı bırakmanın ve susturmanın en güzel yolu dinde zorluk olmadığını hatırlayıp, böyle bir zorluğun dinden değil şeytandan kaynaklandığını düşünüp oralı olmamak en akılcı yoldur.

Kulluğun en güzel yönlerinden biri de insanın Yaratıcı karşısında hep aciz ve eksik hissetmesi, O’na karşı sürekli boynu bükük ve mahcup vaziyette bulunmasıdır. Bu tarz bir ilişkide bu âlemin yaratılış gayesini de yansıtan lâtif bir sıcaklık ve ince bir nezaket vardır. Kul açısından da ince ruhluluğun, kendini bilen bir konumun ve edep timsali bir duruşun tezahürüdür. O yüzden yaptıklarından ve ibadetlerinden emin olmayan, sürekli bir eksikliğin var olabileceği düşüncesi ile hep boynu bükük ve ama o huzurdan başka da gidecek yer olmadığının ve Zat-ı Zülcemal’i razı etmekten O’na dayanmaktan ve bütün yüreği ile O’nu sevmekten başka çaresinin olmadığının farkında bir duruş. Güven hissini amelinin eksiksiz oluşundan değil, Gafur-u Rahim’e dayanmış olmaktan alan bir anlayış ve bu çerçevede, ibadet ha-yatında huzursuzluk vermeyen ancak Rabb-ı Kerim’e dayanma sonucunu doğuran tatlı bir belirsizlik. Böyle bir kulluk şuuru ve hep Rabb’ül Âlemin’e dayanma ihtiyacı Yaratan ve kul arasındaki ilişkinin gerçek zeminine oturduğu hal olmalıdır. Kulun benlik, gurur ve kibir gibi edep dışı hallerden uzak şekilde ve hakikî kulluk şuurunda ulvî bir mutluluk, acziyetten kaynaklanan bir güven, dinî ve dünyevî her halin, her yaşantının Hâlık-ı Kâinat’a dayanı-yor olmaktan dolayı bir anlam ve değer kazanmasını ifade eden bu durum, aslında insanın en ideal konumu ve onun bu âlemde yaşayabileceği en iyi tarzı ifade etmektedir.

Kendine ve amellerine güvenmeye engel olan acziyetin hissedilmesi ve ibadetlerde hep şüpheli bir noktanın bulunması ile Zat-ı Akdes’e dayanma sebebi olabilecek vesvese bu şekilde olumlu bir kanala yönlendirilebilir. Bu şekilde hayatımızı sıkıntıya sokan, bizi intihar noktasına getirecek boyutta huzursuzluk ve mutsuzluk kaynağı olan bir unsuru daha iyi kulluk yolunda kendimize bir binek haline dönüştürebiliriz. İntihar gibi kulluğun iflâs noktasına götüren vesveseyi kulluğun daha da iyi noktalara ulaşmasına ve gerçek kulluğun yaşanabilmesine vesile yapabiliriz. Bunun için tek yapılması gereken algılama şeklini değiştirmek ve sahip olduğumuz özellikleri doğru yöne kanalize edebilmek. Böyle bakıldığında dinin yaşanması gerçekten çok kolay ve çok mutluluk verici olacaktır.

Aslında bu dinin yaşanmadığı durumda dahi ferdin hayat ve olaylar ile ilgili algısında öyle bir bakış açısı oluşturur ki her an bir kudret ile kalbi bağlılığın tarifi imkânsız huzurunu hayatında hep hisseder ve bu güven duygusu davranışlarının temelini teşkil eder. Bu algı olmaksızın ilmi, irfanı ve vicdanı hür nesiller oluşamaz. Son zamanlarda ülkemizde yaşadığımız sosyal problemlerin hukukun ayaklar altına alınmasının ve buna izin veren bir toplum yapısının arka planında tevhidi bakış ile özgüveni Rabb-ı Kerim’e dayanan bir hayat algısından mahrumiyet olsa gerektir. Yargıçların keyfiliğini ve kibirini ortadan kaldıracak Sonsuz bir Kudret algısı olacak ve toplumun haksızlık karşısında sessiz kalmamasının kaynağı da o kudrete dayanmak olacak ve farklı vehim ve vesveselerle ortaya çıkan hesap-kitap dilsiz şeytanlığa götüren bir yola kanalize etmeyecektir.

09.06.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Dünya bize yüz vermiyor



Biz sevdikçe o bizden kaçıyor. Biz kalbimizi ona yaklaştırdıkça o bizden uzaklaşıyor. Biz ona değer verdikçe o bizim değerimizi düşürüyor. Bizler bu dünyaya sadece dünya için yaşayalım diye gönderilmedik. Dünya asıl hedef değil, bir vasıta olarak kabul edilirse o zaman her şey yerli yerine oturacaktır. Aksi takdirde dünyamızdaki fırtınalar hayatımızı alt üst edecektir. Çünkü her şeyimizi uğruna fedâ etmeye meyyal olduğumuz bu dünya fanidir.

Her gün biraz daha mutlak sona yaklaşıyoruz bu âlemde. Bütün gerçekler bize dünyanın kalıcı bir memleket olmadığını göstermektedir. Ama yine de dünyevî zevk ve sefalarından taviz vermiyoruz dünyanın. Uzun yaşama meyli damarlarımızda bir virüs gibi dolaşmaktadır. Her halimizi bu dünyada uzun yıllar yaşayacakmışız gibi dizayn etmekteyiz. Hatta hayatın bir sonu olabileceğini aklımıza bile getirmiyoruz.

Ne yaparsak yapalım hayatın seyrini değiştiremiyoruz. Bir kısım canlılar geliyor, bir kısmı da bu dünyadaki görevini bitirerek dünyayı hayat cihetiyle terk ediyorlar. İnsanlar dışındaki canlıların gelmesi de, gitmesi de kolay olmaktadır. İnsanların ise gelmesi çok zor olmamaktadır. Hatta gelenler sevindiriyor bile. Ama gitmeler söz konusu olunca insanların en acı halleri yaşanmaktadır. Oysa gelmek gibi gitmek de hayatın vazgeçilemez bir gerçeğidir biz insanlar için.

Bu dünyada zorlukları aşmaktır asıl mesele. Bu sebeple zor ve acı olsa da bu dünyadan ayrılmalara karşı hazırlıklı olmak ve mütehammil davranmak zorundayız. Bunun için de dünyanın zevkli ve renkli hayatlarından taviz vermemiz gerekmektedir. Çünkü hayatımızı renklendirdiğimiz ve zevklere meftun olduğumuz ölçüde ayrılmalar da bize çok elemli gelecektir. Bu sebeple basit hayatlılar bu dünyada en çok kârlı bir şekilde ayrılacak olanlardır.

Bu dünyanın gerçek mahiyetini anlayanlar ona ehemmiyet vermemişlerdir. Onlar dünyalarını ellerindeki sepetlerinde taşımışlardır. Bu dünyanın debdebeli saraylarında günlerini geçirmeyenler, makam ve mevkilerine beş para önem vermeyenler ölümü daha rahat beklemişlerdir. Gerisinde bırakacakları mal ve mülkleri fazla olanlar kolay bir şekilde yola revan olamamaktadırlar. Kolay değildir elbette lüks hayatların yaşandığı mekân ve makamlardan ayrılmak...

Bu dünyada aziz yaşamaktan ziyade aziz bir şekilde ayrılmaktır esas olan. Bu dünyadaki resmî yaşantılar mezardan öteye gidememektedir. Her birimizin, bu dünya hayatına gözünü kapayan bazı yakınları bulunmaktadır mutlaka... Bunlardan bazılarının kuruldukları koltukları bile belki hatırlayabiliriz. Ama onlar sadece bir bez parçasıyla bizlere veda ettiler. Onlar makam ve mevkilerin, para ve mansıpların hiçbir değerinin olmadığı bir memlekete gittiler. Orası, eksiksiz bir şekilde bu dünyada yapılanların hesabının verileceği gerçek bir adalet ülkesidir.

Yolculuk gözlerimiz önünde cereyan etmektedir. Kervanlar gelip geçmekte, hiç kimse konduğu yerde ebedî olarak kalamamaktadır. Bizler de uzun yıllardır yollardayız. İçinde bulunduğumuz âleme girdiğimizden beri çıkacağımız kapıya doğru yol almaktayız. Uzun yolların geride kaldığını ve daha fazla uzun bir yolumuzun kalmadığını bilmekteyiz. Kat ettiğimiz yollarda yaşadıklarımızı bir daha yaşayamayacağımızı da çok iyi biliyoruz. Belki yarın belki de yarından yakın yolculuğumuzun bu dünyadaki serüveni son bulacaktır.

Bizler ki ticaret için gönderilmiştik bu dünya hanına. Sultanımız ve Sahibimiz ticaret yapmamız ve gideceğimiz memlekete azık götürmemiz için bize sermaye vermiş idi. Bu sermaye ile ticaret yapacaktık. Ama yapamadık işte. Bilmem verilen görevi hakkıyla yerine getirememenin hesabını gerçekler ülkesinde Sultanımıza nasıl vereceğiz?

Emanete ihanet etmenin cezası önümüzde mukadder iken dünyanın hangi zevki bize tat verebilir? Vallahi biz insanlar çoğu zaman yanlışları oynamaktayız. Hakkını veremediğimiz, hesabının altından kalkamayacağımız bin bir çeşit nimetlerden hangi akılla lezzet alabiliriz? Anlamak zor değil mi?

09.06.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sizi yasaklar da kurtaramayacak



Başörtüsü yasağını savunmanın ‘ilmen’ mümkün olamayacağını bir defa daha gördük. Aynı şekilde, Anayasa Mahkemesi’nin aldığı son kararla, TBMM’nin Anayasa üzerinde yaptığı değişikliği iptal etmesi de savunulamaz. Nitekim, alınan ‘yanlış’ kararı destekleyenler de, gönül huzuruyla kararı savunamıyor. Merak edenler, bir ‘başyazar’ın değerlendirmesine bakabilir. ‘Başyazar ‘özetle’ şöyle demeye getiriyor: “Eh, alınan karar Anayasaya uygun değil, ama olsun, iyi oldu!” (Hürriyet, 8 Haziran 2008)

Elbette kişiler zaman zaman ‘yanlış’ları bilmeden destekleyebilir. Ama yanlışın ‘yanlış’ olduğunu bile bile, körü körüne desteklenenin başka bir adı olmalı. Bu ve benzer şekildeki ‘yanlış’ kararları destekleyenler bir şeyi unutuyor: ‘Yanlış’ kararlar, uzun dönemde Bağdat’tan döner, dönmeye mecburdur. İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle dolu...

Yürürlükteki hiçbir kanuna dayanmayan, baştan sonra ‘kanunsuz’ olan başörtüsü yasağını; “Anayasa değişikliği yolu ile” halletmenin mümkün olmadığını sadece biz değil, çok sayıda STK da söylemiş, bu konuda hükumeti ikaz etmişti. Ne var ki, hükümet bu konudaki ikazları dikkate almadı, değişiklik yapmayı tercih etti. Özeleştiri gereği; niçin bu yolun tercih edildiği, ikaz seslerinin niçin dinlenmediği gibi konuların tartışılması ayrıca yapılır, yapılmalıdır. Fakat bu, alınan kararın yanlış ve itiraz edilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Bu karar; baştan, sondan ve ‘ortadan’ da bakılsa yürürlükteki Anayasa’ya kesin olarak aykırıdır. Bunu da zaten hukukçular söyledi, söylemeye de devam ediyor.

Yanlış kararı savunmaya çalışanlar, ‘korku’ üretmeye, hayalî suçlar ihdas etmeye çalışıyor. Meselâ bir ‘profesör’ bir TV kanalında şu anlamda sözler sarfetmiş: “Meclis tutup, ‘biz 200 yıl iktidarda kalacağız, çocuklarımız da bizim yerimize geçecek’ diye karar alsa Anayasa Mahkemesi bunu da ‘esas’tan incelemeyecek mi?”

Hayda! Ya Hu, böyle bir sözü hele hele bir ‘uzman’ nasıl söyleyebilir? Bu sözler, hayalet üretmek ve korku salmak değil mi? Türkiye’nin gündeminde böyle bir mesele var mı, olabilir mi? Böyle hayalî suçlamalarla yola çıkılarak, ‘yanlış’lar savunulabilir mi?

O zaman, bu ‘yanlış’lara karşı şu ‘yanlış’lar da sorulabilir: “Peki, Anayasa Mahkemesi bir karar alıp TBMM’yi de kapatsa, susacak mısınız? ‘İktidar hakkı sadece CHP’de olmalıdır, bunun için seçime de gerek yoktur’ dese savunacak mısınız? Köyler şehir, şehirler köy olacak; sular tersine akacak, uçaklar denizden gidecek, trenler havadan uçarak gidecek, YTL’yi bütün dünya ‘rezerv para’ olarak kullanacak, dünya çalışacak biz yatacağız” dese de itiraz etmeyecek misiniz?

“Amma da abarttın ha!” diyenler varsa, alınan yanlış kararı savunanların sözlerine baksın! Bu ‘hayali’ sorular, en az onların soruları ve cevapları kadar ‘mantıkî’ değil mi?

Yasakçılar güya aldıkları kararlarla milleti ‘adam’ etmeye niyetliler. Oysa insanlar böyle ‘karar’larla ‘ikna’ olacak durumda değil. Millet uyandı, dünyadan ne olup bittiğinden herkes haberdar. İnsan ‘fıtrat’ına uymayan bütün kararlar -kim alırsa alsın- kâğıt üstünde kalmaya mahkûmdur.

09.06.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Tatil ve gazeteniz



Tatil ve dinlenme mevsimi olarak görülen yaz aylarında özellikle büyük şehirlerden küçük yerleşim birimlerine doğru akan bir hareketlilik yaşanır. Turistik gezi ya da sıla-i rahim amaçlı bu yer değiştirmeler yaz boyunca devam eder.

Yayıncılar açısından bakıldığında bu hareketlilik, genelllikle gazete tirajlarına da olumsuz yönde yansır. Bu bakımdan yaz ve tatil ayları yayıncıları pek sevindirmez. Tiraj kayıplarından da en çok da bizim gibi abonelik ve elden dağıtım usulüyle okuyucusuna ulaşan gazeteler nasibini alır. Okuyucu, ya tatil hengâmesiyle, ya da gittiği ücra bir yerde gazetesini bulamaz ve gazetesiyle buluşamaz.

Yaz kayıplarını önlemek ve gittiği yerde gazetemizi okuyucusu ile buluşturmak için gerekli tedbirler alındı. Abone ve Dağıtım Servisimiz, yaz münasebeti ile yer değiştirmek durumunda kalan okuyucularımızın gittikleri yere gazetesini ulaştırma hazırlığı yaptı.

Okuyucularımız gittikleri yerin adresini Abone ve Dağıtım Servisine bir telefonla bildirmeleri halinde gazetelerine birkaç gün içinde ulaşmaları mümkün olacak. Servis yetkilileri, bu hizmetin Yay-Sat Dağıtım şirketi kanalıyla gazete giden yerlere verilebileceğini kaydedip, gazete istenecek yerin bayi kod numarasının önceden öğrenilmesinin gerektiğini belirtiyorlar.

Böyle bir imkânı bulamayanlar ya da gazetesi elden dağıtım yoluyla kendilerine ulaşan okuyucularımızın tatil süresince gazetelerinin biriktirilmesini ya da başkalarına ulaştırılmak üzere geçici adreslere yönlendirmeyi istemek de alternatif olarak düşünülebilir.

Bu açıdan tatile gidecek abonelerimize bir çağrımız olacak: Lütfen adres değişikliğinizi bize bildirin ki beraberliğimiz kesintisiz sürsün.

***

Özdabak ve Genç Yaklaşım'a ödül

Geçtiğimiz günlerde bir karikatüründen dolayı, hakkında TCK 125'ten “neşren hakaret” suçlamasıyla dâvâ açılmasının ve ardından küçük bir kazaya uğramanın sıkıntısını yaşayan çizerimiz İbrahim Özdabak, Özel Burç Anadolu İletişim Meslek Lisesi tarafından yılın karikatüristi seçilmenin mutluluğunu yaşadı.

Ertesi hafta da gençlik dergimiz Genç Yaklaşım, Bank Asya'nın koordinatörlüğünde Çevre ve Orman ve Millî Eğitim Bakanlıkları, Fatih Üniversitesi ve Fatih Koleji tarafından düzenlenen 16. Uluslararası Çevre Olimpiyatı kapsamında 2008 Çevre Basın Ödülleri Dergi Haberleri kategorisinde ödüle lâyık görüldü.

Özdabak'ı ve Genç Yaklaşım Yayın Koordinatörü Recep Bozdağ'ı tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyoruz.

09.06.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Yasa oyunu”nun faturası



Siyasî iktidarın, başörtüsü yasağını demokratik direnç ve siyasî irâde ile kaldırmak yerine, yasasız yasağı “yasa”yla aşma teşebbüsü, daha da çıkmaza soktu. Esasen kamudaki ve özellikle üniversitelerdeki yasaklama, tamamen kanunsuz ve keyfî idi. Hakkında hiçbir yasa ve yasal yasaklama olmayan başörtüsünü yasayla, hele anayasayla serbest bıraktırma yanlışlığı, meseleyi bu noktaya getirdi.

Yanlıştan “yanlış” çıktı; ancak bu “yanlış”ın, tamamen tepeden dayatılan yasa dışılığı “yasallaştırma” bahane edilmesi, yasağı daha da azdırdı. Öylesine ki bazı “laikçiler”in son raddede tıpkı CHP sözcüleri gibi “Meclis’in Anayasayı değiştirme iktidarının kalmadığı”, “yetkinin Anayasa Mahkemesi’nce devralındığı” şamatasına kadar vardırıldı.

Tıkanma süreci, “bir Başbakan olarak beş yıl boyunca bu konuda bir şey konuşmadım” diyen Başbakan Erdoğan’ın, yasak hakkındaki bir soruya, İspanya’dan “velev ki siyasî simge de olsa...” çıkışıyla başlayan siyasî öngörüsüzlükle başladı.

Bu vartaya varacağı baştan belli idi. Başbakan “bir cümlelik Anayasal değişiklik” için destek aradı; ve MHP’nin “desteği”yle sözkonusu Anayasa’nın iki maddesi değiştirildi. Neticede yasakçıların eline kozlar verildi; daha önce binbir zorlamayla açıkladıkları yasağa yasal yakıştırma uydurmaları, alabildiğine istimal ve istismar edebilecekleri bir dizi malzeme sunuldu…

“KARAR”LA BAŞÖRTÜSÜ YASAKLANAMAZ

Olup bitenlere baktıkça âdeta “başörtüsü yasağını daha da azdırma ve yasallaştırma” senaryosunun sahnelendiği, “anayasal değişiklikler”den “iptal istemi”ne kadar birbirini tamamlayan bir plânla “yasal oyun”un oynandığı, tuzağa düşüldüğü izlenimi alınmakta…

Başta yasakçı rektörler olmak üzere “yasakçılar” başından beri “yeni yasa da çıksa, anayasa da değişse yasağın devam ettirileceğini” açıkça ilân ettiler. Anayasanın 10. ve 42. maddelerindeki düzenlemenin yeni birşey getirmediği, “iptal” edilmezse de bunun başörtüsünü serbest bırakmayacağı yaygarasını kopardılar. Amaç, ne yapılırsa yapılsın, yasadışı yasağa mutlaka bir kılıf bulunarak dayatılacağı korkusunu kamuoyunda yaymaktı. Bunda kısmen başarılı da oldular.

Aslında yapılacak olan, yasağın yasal olmadığını ikaz etmek; siyasî irâde ile dayatılmasını bertaraf etmekti. Zira kanunda olmayan yasak, tamamen Anayasa ve yasalara aykırı olarak Anayasa Mahkemesi’nin “iptal” edemediği Yüksek Öğretim Kanununun Ek-17. maddesinin “gerekçesi”ne yazdığı “yorum”a dayandırılmakta.

İkide bir serrişte edilen Danıştay kararları da, AİHM’in “Türkiye’deki yasağı yasalara uygun gören” şaşırtılması da, YÖK ve rektörlerin indî yönetmelik ve tâlimatları da hep bu uydurmaya dayanmakta… Oysa Anayasanın 153. maddesi, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının ve “gerekçesi”nin hiçbir surette “kanun” yerine geçemeyeceğini ve “yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemeyeceğini” hükme bağlamakta.

Keza Anayasa’nın 6. ve 7. maddelerinde, “millet adına yasama yetkisi”nin yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde olduğu, Mahkemenin ya da başka bir kişi veya organın kaynağını Anayasadan almayan “millet adına egemenlik yetkisini kullanamayacağı” açıkça ifâde edilmekte. Ayrıca ek-17, “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla üniversitelerde kılık ve kıyafet serbesttir” ibâresiyle, hiçbir indî yoruma mahal bıraktırmayacak şekilde başörtüsünü serbest bırakmakta…

YASAK HALEN YASADIŞI

Siyasî iktidar, “yasa” yapmak yerine, Mahkemenin “gerekçesi”nin “karar” olarak dayatılmasının yanlışlığı üzerinde durmalıydı. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında kadınların kılık ve kıyafetleri hakkında hiçbir kanun olmadığına ve başörtüsünü yasaklayan bir yasa bulunmadığına göre, hükûmete düşen sapa yollara sapmada başörtüsünün kesinlikle yasaklanamayacağını kararlılıkla savunmaktı. Bunda ısrar etmekti.

Ne var ki Yeni Asya’nın baştan beri tesbit ettiği, Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk ve Avukat Kezban Hatemi başta olmak üzere hukukçuların anayasal ve yasal dayanaklarıyla açıkladıkları bu hususun üzerinde durulmadı.

İktidar partisi bazı günübirlik mülâhazalarla sürekli savsakladığı başörtüsü meselesini, yanlış bir yöntemle “çözmeye” kalkıştı. Kolaycılığa kaçtı, tribünlere oynadı; ancak oyunun farkına varmadı. Olmazsa, “yapmak istedik yine yaptırmadılar” söylemine sığınacaktı.

Neticede Anayasa Mahkemesi, hukukî değil siyasî karar verdi. Ancak iktidar da hep siyasî yanlış yaptı. Siyasî yanlışın faturası, insan hak ve hürriyetlerinin başında gelen inanç ve eğitim hakkına kesildi. Sâdece yüzbinlerce başörtülüyü hak kazandıkları okullarda okumayı engellemekle kalmadı; “yasağın yasallaştırılması” oyunu olarak ortaya çıktı. Ayrıca bumerang gibi döndü siyasî iktidarı da vurdu.

Değer miydi?

09.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

C tipi uzlaşma



9-2’LİK kararla birlikte uzlaşma kavramı yine podyuma çıktı. Uzlaşmanın odağında CHP ve Baykal var. Anayasa Mahkemesi’nin son kararından sonra oy oranı ne olursa olsun onayları devletin temsilcisi CHP’den geçirmekte kararlı bir grubun sesi yine yükseldi.

“Komünizm gelecekse onu da biz getiririz”in 2008 versiyonu “memlekette uzlaşma olacaksa onu da biz belirleriz” şeklinde karşımıza çıkıyor. Bu kabile, cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri istedikleri gibi kontrol edemeyince “9-2’lik ikinci bir emre kadar” uzlaşmayı yasaklamıştı. Yasak şimdilik kalktı.

***

AKP için uzlaşma kanallarını yeterince kullanmadığı eleştirileri yapılabilir. Doğrudur. Bu mekanizma daha akılcı ve tesirli kullanılabilirdi.

İyi de uzlaşmanın odağındaki devletçi zihniyet ve temsilcileri, bu konuda sabıkasız mı? Türk sinemasının o ünlü “ya benim olacaksın ya kara toprağın” repliğindeki gibi muhatabını “ya benim dediğimi kabul edeceksin ya da yok olacaksın” seçenekleriyle masaya oturma şartı getirenlerin kabahati ne olacak? Tamam, ev sahibi tedbirsiz ama hırsızın hiç mi suçu yok?

***

Baykal’ın cumhurbaşkanlığı seçimindeki tutumunu hatırlayalım. Abdüllatif Şener’in ismini ortaya atmıştı. Destekleyeceklerini söylemişti. Başka isimlere de açık ambargo koymuştu. Tek söz sahibi kendisiymiş gibi efelenmişti. Yeni anayasa çalışmalarında da aynı tutumu sürdürmüştü. Muhatabını tahrik edercesine bir üslup kullanmıştı. Yumruğunu sıkmıştı. Ona sorsanız uzlaşmak istiyordu.

Sıra kendisine geldiğinde ne yaptı Baykal? Bir çok CHP’linin de kınadığı Önder Sav’ı hâlâ kanatlarının altında tutuyor. Hâlâ savunuyor. Kamuoyunun ‘görevden al’ çağrılarını görmezden geliyor. Kendi tasarrufuna müdahale ettirmek istemiyor. Uzlaşmaya yanaşmıyor. Bugün 9-2 üzerine çağrıda bulunanlar Baykal’ı Sav konusunda uzlaşmaya çağırdı mı hiç? Duyanınız var mı?

***

Bu zihniyetin uzlaşma anlayışı farklıdır. 1923’ten 1950’ye kadar ne güzel uzlaşıyorlardı milletle! Sonra ne olduysa çok partili sisteme geçildi. 10 yıllık aradan sonra 27 Mayıs 1960’ta tekrar uzlaştılar!

Bir fırsatını bulup anlaşmayı bozan milletle 12 Mart 1971’de yine uzlaşıldı! Aradan daha 10 yıl bile geçmeden 12 Eylül 1980’de öyle bir uzlaşıldı ki 28 senedir unutamıyoruz. Derken 28 Şubat 1997’de bir uzlaşma hatırlatması daha yapıldı. 27 Nisan 2007’de teknolojik bir uzlaşmayla tanıştık. Şimdi sıra yargı üzerinden uzlaşmaya geldi.

Bunlar bizim bildiğimiz uzlaşma değil. Bunun adı devlette, bürokraside örgütlü CHP tipi uzlaşmadır. Kısaca “C tipi uzlaşma”dır.

09.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Heykel’in kehanetleri



Heykel’in kehanetleri yerine pekâla kanaatlerinden de söz edebilirdik. Zira kehanet gibi görünen kanaatlerini serdediyor. Heykel, Ortadoğu ve gazetecilik deyince ilk akla gelen birkaç isimden birisidir. El Ahram yazarlarından dostumuz Ahmet Behçet gibi birçok ismin de yetişmesinde önayak olmuş, marka bir isim. Mısırlılar Yahya Hakkı gibi zevata ‘üstadu ciyl’ derler. Yani neslin ve nesillerin üstadı. Fabrika kuran fabrika veya hocaların hocası veya profesörlerin prefösürü deyimi neyse ‘üstad-ı ciyl’ de odur.

Şüphesiz Heykel, asrının şahididir ve iyi ve mahir bir gazetecidir. Bunda kendi yeteneklerinin de payı ve rolü olduğu gibi Nasır’la yakınlığı da rol oynamıştır. Yani birileri elinden tutmuştur. Nazlı Ilıcak kaç defa itiraf etmiştir ki, “Kocam olmasaydı ben gazeteci ve yazar olamazdım...” Belki bizde ancak Abdi İpekçi, Heykel ile mukayese edilebilir. Heykel’in Nasır ile İpekçi’nin Ecevit ile bağları dikkate alınmadan şahsiyetleri çözümlenemez. Bununla birlikte, Sedat döneminde dışlandığından dolayı Heykel’in bu dönemle alâkalı görüşlerinde pek objektif olmadığı söylenir. Belki de tamamen veya kısmen de doğrudur. Zira şahsiyet analizine baktığımızda Sedat’ın Nasır kadar karizması yoktu ama onun kadar riskli ve kendi sonunu da hazırlayan kararlar aldı.

Nasır, Mısır Yargıçlar Kulübü’nde konuşmuş. İlginçtir, Mısırlı Yargıçlar bizdekilerin tam tersine Mübarek rejimine karşı bayrak açan yenilikçi ve açılımcı bir anlayışı temsil ediyorlar. Pakistan’da Müşerref’e kazan kaldıran yargıçlar gibi. Kifayeci yani ‘yeterci’ler. Heykel burada konuşmuş ve Ürdün’de yayınlanan Es Sebil gazetesi yazarlarından Ferec Şelhub’un aktardıklarına göre de kötümser konuşmuş. Eldeki verilere göre hareket ettiğinden dolayı katılmasak da kötümser olmasına hak vermemek elde değil. Heykel, İran Devrimine ideolojik olarak değil konjonktürel biraz da pragmatik olarak bakabilmiştir. Muhtemelen İran Devrimi Nasır döneminde olsaydı ikisi arasında çatallaşma (dichotomy) kaçınılmazdı. Bununla birlikte, Nasır’ın varislerinden Heykel ile Sedat arasındaki dikhotomi (ikilik ve çatallaşma) nedeniyle Heykel İran devrimine sıcak bakabilmiştir.

***

Son Lübnan olaylarını analiz eden Heykel, Arapların Nasrallah’a bir İran uzantısı olarak (İran Mercilerine bağlı olması) bakmalarını yadırgıyor. İsrail’e karşı Hizbullah’ın silâhının korunmasını ve bunun yanında Nasrallah’ın sadece Lübnan’ın değil bütün Arapların parlak yüzü olarak görülmesini savunuyor. Ona sadece İran’la bağlantısı zaviyesinden bakmamalarını öğütlüyor. Keza İran’la ilişkilere de, ABD ve İsrail ile ilişkiler zaviyesinden bakılması gerektiğini savunuyor. Bu bağlamda, Arapların İsrail gibi yaparak İran, Türkiye ve Pakistan ile stratejik ilişkiler kurmasını ve geliştirmesini teklif ediyor. Hatta nükleer bir İran ile yaşamaya alışmaları gerektiğini savunuyor. Carter’ın dediği gibi 150 İsrail nükleer başlığıyla yaşayan ve yaşamaya alışan Arapların 5-10 yıl içinde nükleer silâh üretme kapasitesine sahip olacağı varsayılan İran’la da aynı şekilde birlikte yaşamaya alışmalarını tavsiye ediyor. Bunu hazmedememenin mantıklı olmadığını savunuyor. Elbette son analizleri de Heykel’in fikri ve siyasî gelişimine uygunluk arz ediyor. Aynı şeyleri yani İran’ın nükleer silâhlarıyla birlikte yaşamayı geçmişte SSCB ve ardından Çin’le yaptıkları gibi John Abizaid da ABD açısından savunuyor.

***

Bunun ötesinde, Heykel çok ilginç bir biçimde Filistin meselesinin ABD ve İsrail ekseni tarafından on yıllığına korkunç bir şekilde tasfiye edileceğini ve gelecek 10 yıl için ümitli olmadığını ve onlara kaybedilmiş yıllar olarak baktığını saklamıyor. Onun ifadesiyle Senevat el galeyan yani kaynayan yıllardan kaybedilmiş yıllara uzanıyoruz. Ama sonrasında yeni bir ümidin belirebileceğini söylüyor. Arapların topyekûn bir çöküntü içinde olduğunu söylüyor ve buna ikinci ‘mülük-et tavaif/ derebeylik ve fetret’ dönemi adını veriyor. Analizinde şunları söylüyor: Bir çoklarının inandığının aksine ABD İran’ı vurmayacak ve Gates gibilerinin dediği gibi İran halkını karşısına almamaya özen gösterecektir (ki, Maliki’nin Tahran ziyareti de ABD’nin Irak’ta kalmasına karşılık bu garantiyi vermeye matuftur). Çok ilginç, Heykel ABD’nin Irak’ta 2020 yılına kadar kalacağını öngörmektedir. Genel değerlendirmeye bakıldığında Heykel’in gelecekle alâkalı pesimist bir ruh hali taşıdığı söylenebilir. Aslında, Mahmut Abbas da benzeri kanaatlara sahip. Tuttukları yolun çıkmaz oluşu onları umutsuzluğa sevk eden amillerden birisidir. Tuttukları yol bakış açılarını kilitlemiştir. Diğer yollar kendilerine perdelendiğinden dolayı da ümitlerini kaybetmişlerdir.

Heykel’in stratejik tasavvurlarının aksine Bush’un yeniden ikame etmeye çalıştığı İkinci Churchillizm düzenini yıkacak ve düğümünü çözecek ve bozacak olan Türkiye-Suriye ekseni ve kaynaşmasıdır. Bölgedeki ve dünyadaki bütün stratejik denklemi değiştirecek ve altüst edecek ve Arapların makus talihini yenecek ve değiştirecek olan Şiî yarımayı veya dolunayı veya Şam-Tahran ekseni olmayıp İstanbul-Şam eksenidir. Tarihin akışı, doğrusu ve doğrultusu budur. Buna hazır olun...

09.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır