Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Gelinen nokta



11. yılına girmiş olan Yeni Asya International gazetemizi geliştirip gerçekten “milletlerarası” hale getirerek dünyaya açma projesinin de görüşüldüğü bir toplantıya katılmak için gidip birkaç gün kaldığımız Almanya’dan dönüşümüzde, “yeni 28 Şubat süreci”nin farklı atraksiyonlarla sürdürüldüğünü gösteren yeni örnekler yaşandığını gördük.

Türkiye’den ayrıldığımızda, Fatih Altaylı’nın programında konuşan iki başörtülünün “Atatürk’ü sevmiyoruz, Humeynî’yi seviyoruz” şeklinde yansıtılan sözleri üzerine başlatılan yaygara devam ediyordu. Döndüğümüzde, bu sözler için “Atatürk’e hakaret” suçu kapsamında soruşturma açıldığına, ayrıca olayın bazıları tarafından siyasî polemik konusu yapıldığına şahit olduk.

Böylece, bir kaşık suda fırtına koparıp havayı bulandırmak isteyen mâlûm çevrelerin, bunun için öteden beri el altında hazır tuttukları klasik malzemelerden biri olan “Atatürk’ü sevmek/ sevmemek” filmi yine vizyona sokulmuş oldu.

Ve dünyada eşi benzeri bulunmayan bu bize has tuhaflık, aynı bağlamdaki YouTube yasaklarıyla birlikte, bizi bir defa daha âleme rezil etti.

Bir diğer gelişme, AKP iktidarındaki beşinci ÖSS’nin de yasak utancının gölgesi altında gerçekleşmesi oldu. 2004 ve onu izleyen senelerde yasaklı sınav için hep “Bu son olsun” temennîleri dile getirilmişti. Ama gelinen noktada iktidardan böyle bir beklenti kalmamış durumda.

Onun için, Şükrü Bulut’un geçen yıl yasak yüzünden ÖSS’ye giremeyen, sene boyunca Alman üniversitelerinde okuma imkânı arayan, ama Türkiye ile Almanya arasındaki anlaşma gereği, ÖSS’ye girmediği için hiçbirine kayıt yaptıramayan kızı İclâl Nur’un bu yıl ÖSS’ye girme girişiminin yine yasak engeline takıldığı haberi sürpriz olmadıysa da, ailesini derinden sarstı.

Ve daha nice aile de aynı sarsıntıyı yaşadı.

Başbakanın, seçim öncesinde “Çözmek için söz vermedik” deyip, geçen Ocak ayında “Velev ki siyasî simge olsun” çıkışıyla büs bütün kördüğüm haline gelmesini tetiklediği ve bakanlarından birinin “Yüzde 2.5’un sorunu” olarak nitelediği bu konuda gelinen nokta maalesef bu.

Bir başka gelişme, kapatma dâvâsında Başsavcının esas hakkındaki görüşüne karşı AKP’nin hazırladığı savunmayı “cevap” adı altında mahkemeye sunması oldu. Bundan sonra taraflar şifahî olarak son sözlerini söyleyecek, rapor hazırlanacak ve ardından nihaî karar açıklanacak.

Başbakanla bir mahkeme üyesine atfen çıkan bazı haberlerde, kararın Temmuz sonunda belli olacağı belirtilmişti, ama Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç bunların doğru olmadığını söyledi.

Esas hakkındaki savunmada dikkat çeken noktalardan biri, iddianamede suçlanıp siyaset yasağı istenen isimlerin başında gelen Cumhurbaşkanıyla ilgili bir savunmaya yer verilmeyişi.

Bunu “Gül, kendisini suçlamalara muhatap saymadığını gösterdi” diye açıklayanların yanında, “Cumhurbaşkanı ‘Şahsım adına AKP tarafından savunma yapılmasını doğru bulmuyorum’ diyerek ‘eski’ partisiyle arasına koyduğu mesafeyi daha da büyüttü” yorumu yapanlar da var.

Bu arada Gül’ün, evvelce başörtülü kızına “kişiye özel” bir mezuniyet jesti yapmış olan Bilkent Üniversitesinde muhatap kılındığı posterli, alkışlı ve ıslıklı protesto ayrı bir ibret tablosu.

Hem Cumhurbaşkanına yapılan saygısızlığın ulaştığı boyut; hem de önceki jestin rövanş ve misillemesi olarak tezgâhlandığı açıkça belli olan protestonun, devam etmekte olan yeni 28 Şubat sürecinde özel bir yer edinmesi yönüyle...

AKP’nin mahkemeye sunduğu savunma veya cevaptaki ilginç noktalardan biri de, “YÖK Başkanının sözlerinden AKP sorumlu tutulamaz” ifadesi. Acaba AKP böyle diyerek, kendisini kurtarmak için onu da mı harcamaya hazırlanıyor?

Ve aynı günlerde Erdoğan’ın “Eğer attığımız bir adım ülkeye kaybettiriyorsa, o adımdan ânında vazgeçebiliriz” sözü ne anlama geliyor?

20.06.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Mide’lere hükmetmek çare değil



Belki dünya genelinde yayılan havanın da tesiriyle ‘yöneticiler’imiz yanlışta ısrar etmeyi sürdürerek; insanların ‘mide’lerine hükmetmeye çalışıyor. Önceliği ekonomiye vermek, ‘önce ekmek, sonra hürriyet’ tavrı başka nasıl izah edilebilir ki?

Oysa dünya âlem şahittir ki, insanların ‘kalp’lerine hükmedemeyen bir yönetim, kendisini ve yönetimini hiçbir şekilde insanlara kabul ettiremez. İnsanlar ve toplumlar herhangi bir şeyi ‘zorla’ kabul etmiş gibi görünseler de, kalben kabul etmiş olmazlar. Bu gerçeği görmeyen, görmek istemeyen onlarca, belki de yüzlerce kral, son tahlilde kaybetmeye mahkûm olmuş, gerçeği gördüklerinde çoğu zaman da iş işten geçmiştir...

Bu bilinen gerçeği, yakın zamanda bir uzman da dillendirmiş oldu. Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Remzi Fındıklı, ‘’İnsanların kalplerini harekete geçiremezseniz, bedenlerini asla harekete geçiremezsiniz’’ demiş. (AA, 19 Haziran 2008)

Prof. Dr. Fındıklı, bir vakfın düzenlediği sohbet toplantısında yaptığı konuşmada, yönetimi ‘’beden ve kalp gücünden yararlanarak, ortak hedeflerin gerçekleştirilmesi süreci’’ olarak tanımlamış. Yönetimin nesnesinin de, objesinin de, amacının da insan olduğunu belirten Fındıklı, doğru bir yönetim için insanların hem kalplerini, hem de ruhlarını kazanmak gerektiğini hatırlatmış.

Beyinlerin bilgiye, bedenlerin besine, kalplerin ise inanç ve sevgiye ihtiyacı olduğuna işaret eden ‘uzman’ımız, şunları da kaydetmiş: ‘’İnsanlardan verim elde edebilmek için bu ihtiyaçları karşılamak, insanların hem kalplerini, hem ruhlarını doyurmak gerekir. Her şeyin tamiri mümkündür, ancak kalp yarasının tamiri mümkün değildir. Yönetimin insanî olması, kalple beyin arasında uyum, uzlaşma, âhenk ve dengenin sağlanması ile mümkündür. İnsan kendini yönetirken aklını, başkalarını yönetirken vicdanını kullamalı ve sürekli empati yapmalıdır.’’

Bu doğru tesbitler, pek çok kişi için belki ‘yeni’ değil. Ama vak’aya uygun, ifade edilmesi gereken tesbitler. Bu tesbitleri bir ‘müftü’ ifade etmiş olsa belki itiraz edenler olurdu, ama “Polis Akademisi” gibi neticesi itibarıyla ‘suç ve suçlu’lar konusunda uzman olan bir kurumun mensubu ifade ettiğine göre, herhalde daha fazla dikkate alınması icap eder.

Tabiî iş gelip “Kalplere nasıl hükmedilir?” sorusunda düğümleniyor. Hangi maddî anlayışla, hangi ‘cebrî, keyfî ve küfrî’ metotla insanların kalpleri ıslâh ve ‘feth’ olunabilir ki? O halde, kalpleri fethetmek için ‘din’ gerçeğini kabul etmek gerekiyor.

İşte Türkiye’nin bir sıkıntısı da bu noktada başlıyor. Yöneticilerimiz, bu noktadaki gerçekleri bildikleri halde, ‘din’in tesirini ve gerekliliğini gördükleri halde, nedense gerçeklere karşı gözlerini yummayı ya da ‘devekuşu’ taktiğini tercih ediyorlar.

Gerçekleri dile getiren ‘uzman’ımıza destek mahiyetinde yeni açıklamalar ve açılımlar beklemek hakkımız...

20.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Başbuğ YAŞ'ta ihraç edilir mi?



Kafam karışık. Karışıklığın sebebi yaşlı sayılabilecek eski bir politikacının söyledikleri yüzünden...

Mecliste muhalefet kulisinde beni görünce “Söyleyeceklerim var. Haksızsam sen söyle” dedi. Aysbergin görünmeyen yüzüne merakını bildiğim muhatabımın rahatsızlığı yüzünden okunuyordu.

Aklındaki şüphe kırıntılarını anlatmaya başladı. Hemen sözü müstakbel Genelkurmay Başkanı, şimdinin Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’a getirdi. Başbuğ’un Kudüs’teki ünlü ‘Ağlama Duvarı’ önündeki fotoğrafına dikkat çekti:

“Fotoğrafların birinde Başbuğ’un başında kasketi, iki eli duvara dayanmış. Diğerinde ise dindar bir Musevinin elleri Başbuğ’un omuzlarında. İkisi de tebessüm ederek samimî bir poz vermiş. Bu fotoğrafların medyaya servisi normal değil” dedi.

“Bunun yeni bir yorum olmadığını” söylediğimde sözünün sonunu beklemem uyarısında bulundu. Ona göre “fotoğrafların servis edilmesi bilinçli bir tercih.”

Devam etti. “Fotoğraflar özel. Bunlar ancak kişilerin özel albümlerinde bulunabilecek cinsten. Komutanlık birimlerinde yer almayacak fotoğraflar. Dolayısıyla fotoğraflardan bilgisi olanlar hane halkı ve deklanşöre basanla sınırlı. Bunları servis edenlerin ellerine nasıl geçtiğinden ziyade, niye geçtiğiyle ilgiliyim.”

Muhatabım şüphelerini soruyla sürdürdü: “Müstakbel Genelkurmay başkanının bu pozları Yahudi lobilerine iyi mesaj olabilir mi?”

Sizin gibi ben de “ne alâka?” deyince arkasını getirdi: “1 Mart tezkeresinden sonra asker ve ABD ilişkileri bozuldu. Her ne kadar düzelme sürecine girdiyse de yeterli olmadı. Bu fotoğraflar iç kamuoyundan çok Yahudi lobilerinde yankı bulacak.”

“Ne işe yarayacak” diye sormadan cevapladı: “Kapatma dâvâsı sonrası oluşacak kompozisyonda bu pozlar çok iş görecek.”

“Fazla komplo olduğunu” söyleyince bir nev'î tersledi. “Düşünmeye değmez mi?” dedi. Daha fazla açmasını istedim. “Arif olan anlar” diye kestirip attı. Ardından, Başbuğ’un 160 mason üyesi bulunan Büyük Kulüp’e yaptığı üyelik başvuru belgesini hatırlattı.

Gözlerimdeki şaşkınlığı görmüş olacak, bu sefer “bir de zihin jimnastiği yapalım” dedi.

“Değil genelkurmay başkanı olacak birinin, en alt rütbeli bir subayın bile Kudüs’te Mescidi Aksa’da takkeli, cübbeli bir fotoğrafı yayınlansa neler olurdu acaba? Parmağında gümüş yüzük bulunduğu veya hanımı başörtülü olduğu için YAŞ kararlarıyla ordudan atılan sayısız ordu mensuplarını düşününce farklı muamelelere canım sıkılıyor” sözleriyle konuşmasını bitirdi.

Muhatabımın fotoğraflarla ilgili iddiaların değerlendirmesini size bırakıyorum. Ancak Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) ile söyledikleri kanayan bir yara olmayı sürdürüyor. İnanç engellenemez bir ihtiyaç. Genelkurmay başkanının da, sıradan bir erin de inanma ihtiyacı vardır. Kim, neye, nasıl inanıyorsa inanır.

İtiraz buna değil. İtiraz, gümüş yüzük taktığı, namaz kıldığı, evinde haremlik selâmlık oturduğu veya eşi başörtülü olduğu için ordudan atılanlara... “Çifte standart” kavramını bile aşan uygulamaya…

20.06.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Siyasette sıcak yaz…



Başkent kulislerinde siyasî senaryoların ardı arkası kesilmiyor. Senaryolar “kapatma dâvâsı”yla kalmıyor; yeniden Çankaya’ya kadar uzanıyor. “Yerliler” dursa da, okyanuslar ötesinden âdeta uzak kumandayla ortalık karıştırılıyor… Pentagon’un Rand Corporation’a hazırlattığı “‘Türkiye’de siyasal İslâm’ın yükselişi’ başlıklı 135 sayfalık “rapor” bunlardan biri. Radikal’de yayınlanan “rapor”da Türkiye’de son on yıl içinde yaşanması muhtemel senaryolardan söz ediliyor.

İsmet Berkan, sözkonusu “tefrika”dan önce şu bilgiyi verdi: “İsminin etrafında bir sürü efsane ve bir sürü komplo teorisi bulunan RAND Şirketi, Amerikan Hava Kuvvetlerinin talebi üzerine 1946 yılında kurulmuş, daha sonra da büyük ölçüde Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon’a hizmet veren bir düşünce üretme kuruluşuna dönüşmüş. Bugün kuruluşta 1600’den fazla kişi çalışıyor ve her yıl onlarca araştırmaya, rapora imza atıyor…”

Pentagon’un, başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu ve bölge ülkelerini Amerikan hegemonyası ve çıkarları hesabına bir yerlere rampa etmeye uğraşan ve CIA güdümlü olduğu saklanmayan, Amerikan istihbarat ve askerî makamlarına akıl veren yan kuruluşlardan olduğu bilinen RANT’a önceden ısmarladığı “araştırma”nın konusu, “Türkiye’de siyasal İslâm’ın yükselişi.” Ne var ki Türkiye’de ve İslâm dünyasında “siyasal İslâm’ın yükselişi”ni kimlerin tetiklediği, “din adına siyaset” akımını hangi mihrakların tahrik ettiği sorularının doğru dürüst cevabı bulunmuyor…

KRİZ ÜRETİP, KRİZLE ÇÖZMEK...

İşin ilginç yönü, bu tür haricî odakların ortaya attıkları problemleri çözmek adına peşpeşe “çözüm önerileri” sunmaları. Krizleri de, krizlere karşı “çareleri” de adına çalıştıkları ve “rapor” siparişi aldıkları mahfiller adına “projeler” üretmeleri… Çoğu Yahudi lobisi kuruluşlarıyla irtibatlı Amerika’daki “düşünce kuruluşları”nın İslâm âlemindeki “ılımlı İslâm” ve “Sünnî - Şiî kamplaşması” ameliyesinden Türkiye’de “Kürt sorunu”na, “Alevî ayırımı”na laik-antilaik kutuplaşmasına dikkat çeken bir dizi “rapor”la hassasiyetleri kaşımaları, krizleri kaşımaları…

Evvela darbelerle Türkiye’de toplumun çimentosu Demokrat Parti’nin, Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi ile devam eden temel siyasî ekseni dağıtıldı. 12 Mart muhtırasından sonra sırf Adalet Partisini parçalamak ve güçsüz bıraktırmak için darbeci kuvvet komutanının Erbakan’ı ta İsviçre’den geri getirtip parti kurdurması örneğinde olduğu gibi…

Tiyatro seyreden Amerikan Başkanına “Türkiye’de bizim çocuklar işi bitirmiş!” diye “müjde” verilen 12 Eylül’ün ardından, darbeye maruz kalan Başbakan Demirel’in Müsteşarı Özal’ın ara dönemin Başbakan Yardımcılığına getirilip peşinden kendisine parti kurdurularak AP’nin “tapulu arazisi”ne konması gibi…

Ya da RP- FP siyasî kulvarından “kopan” ve ardından “yenilikçiler” adı altında Washington hattındaki politikaları öne çıkaran AKP’nin önünün açılması gibi… Bütün bunlara bakıldığında, şimdi de AKP’nin kapatılmasından, krizin derinleşmesi”nden Türkiye’nin AB yolunun kapanmasına kadar bir yığın “alternatif gelecek”ten söz edilmesi tesâdüf değil…

İLGİNÇ OLAYLAR...

İlginçtir; “Türk medyası”, 37 yıl aradan sonra ikinci kez Türkiye’ye gelen İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in, “yeşil yapraklı kırmızı üzüm motifli beyaz elbise” giydiği, “çiçekli eldiven taktığı”na takıldı. Cumhurbaşkanı Gül’ün ilk kez smokin giyip takdim edilen “haçlı şövalye nişanı”nı yakasına taktığı; Hayrünnisa Gül ile Kraliçe Elizabeth’i ve eşi Edinburg Dükü Prens Philip’i, yenilenmiş Atatürk portresinin altında karşılayıp, yemekte şerefine kadeh kaldırdıklarıyla kaldı…

Oysa İngiltere Kraliçesi’nin heyetinde Grenville Byford isimli eşi İsrailli çok önemli bir istihbaratçının kızı olan bir Amerikalının olduğunu kimse pek yazmadı. Majestelerinin Ortadoğu politikasını yönlendiren, “Güvenlik Teşkilâtı”ndan en sevdiği kişi olan ve çok iyi Türkçe bilen Byford’un Cumhurbaşkanı Gül’e de yakın olup, yıllar önce Gül ve Erdoğan’ın birlikte Londra’ya gidip kendisiyle “kritik bir görüşme yaptıkları” da medyada yer almadı. (Güler Kömürcü, Akşam, 23.5.2008)

Ve yine ilginçtir; Harp Akademilerindeki “Ortadoğu; belirsizlikler içindeki geleceği ve güvenlik sorunları” konulu uluslar arası sempozyumda bölgenin sahipleri”yle “kiracıları” tartışması yaşandı. Alman Büyükelçisi Gunter Mulack, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Jack Crouch’a, “ABD hiçbir yere demokrasi için gitmedi. Doğrudan menfaati ve petrol için gitti. Irak halkı ABD’nin umurunda bile değil” dedi. Ürdünlü akademisyen Profesör Abdelmahdi Al Soudi gibi Arap âleminden gelen konuşmacılar da bölgedeki krizlerin ABD’nin dayatmasından kaynaklandığını örneklerle saydılar. Bu arada Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ ise, “PKK’ya karşı İran’la ortak operasyon düzenliyoruz, istihbarat paylaşımı yapıyoruz” açıklamasını yaptı… Diğer “taraf”tan hemen ardından Başbuğ’un Mescid’ül Aksa ziyareti sırasında uğradığı “ağlama duvarı”ndaki görüntüler “servis” edildi. Sıcak Ağustos ayı öncesinde…

Bu yaz çok sıcak geçecek gibi…

20.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Her şey akşamki maça bağlı…



Bugün Türkiye’nin Hırvatistan’la çeyrek final maçı var. Herkes kapatmayı, Anayasa Mahkemesinin son kararını, hayat pahalılığını, velhasıl bütün sorunlarını unutmuş bu akşam oynanacak maça kilitlenmiş durumda.

Hafta içinde yapılan grup toplantılarında da liderlerin gündeminde Türkiye’nin Çek Cumhuriyetini yendiği “tarihî maç” vardı. Özellikle Erdoğan, siyasî mesajlarını millî takımın galibiyetinin üzerinden verdi.

Bu akşamki maçta ya Türkiye, Hırvatistan’a yenilip elenirse… Bunu elbette istemeyiz, ancak iki şıktan birisi de bu. Bu durumda, galibiyetten kendi lehlerine sonuç çıkaranlar neler söyleyecekler?

* * *

Futbol müsabakasından başka bir de Türkiye’nin gerçek gündemi var.

AKP’nin kapatılma dâvâsında sona doğru yaklaşılıyor. AKP esas hakkındaki savunmasını (cevabını) verdi. Anayasa Mahkemesi de sözlü savunma tarihlerini belirledi. Mahkeme 1 Temmuz’da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’yı, 3 Temmuz’da ise AKP yetkililerini dinleyecek. Sözlü savunmalardan sonra Mahkeme raportörü esas hakkındaki raporunu hazırlayacak. Rapor üyelere dağıtıldıktan sonra üyeler Başkan Haşim Kılıç’ın belirleyeceği günde kapatma istemini esastan görüşmeye başlayacak. Dâvâ sonucunun Temmuz sonu, Ağustos başında açıklanabileceği söyleniyor.

Bunlar olurken dünya da bir taraftan dönmeye devam ediyor. Türkiye’nin sorunları büyüyerek artıyor. İşsizlik had safhada. Açıklanan resmî rakamlara göre üniversiteli işsiz sayısında artış var. Enflasyon aldı başını gidiyor.

Öğrenciler üç haftadır OKS, ÖSS, SBS sınavlarına girip ter döktü, dökecek. Millî Eğitim Bakanı bile hazırlık dershanelerinden şikâyetçi. Önceden 8. sınıfta dershanelere gidilmeye başlanıyordu, şimdi 6. sınıfta da SBS sınavı olacağı için 6. sınıfta öğrenciler dershanelere gitmeye başlayacak. Dershaneleri kapatalım derken rant kapısı büyüyecek.

Okullar tatile girdi. 28 Haziran gününden itibaren yaz Kur’ân kursları başlayacak. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez 57. Hükümet (Anasol-M) iktidarında Kur’ân öğrenmeye yaş sınırı getirilmişti. 12 yaşını doldurmadan, yani ilköğretimin ilk beş yılını bitirmeden, Diyanet dahi açmış olsa, Kur’ân öğrenme kurslarına kanunen gidilemiyor.

Diyanet-Sen Genel Başkanı Ahmet Yıldız yıllardır Kur’ân kurslarında uygulanan “12 yaş yasağı”nın kaldırılması gerektiğini söylüyor. 12 yaşından küçükler Kur’ân yasağının din ve vicdan özgürlüğüne, uluslar arası sözleşmelere ve Anayasanın 24. maddesine tamamen aykırı olduğunu bildiriyor.

* * *

Bu akşam Türkiye-Hırvatistan arasında çeyrek final maçı var. Bütün gözler bu maçta. Bu maç dolayısıyla bir kısmını saydığımız meselelerin üstü de örtülmesin…

Kimin umurunda işsizlik, açlık, yoksulluk… Kimin umurunda Anayasa Mahkemesinin son kararından sonra çocuklarını sınava getiren başörtülü annelerin okul bahçelerine dahi alınmaması… Kimin umurunda başörtüsünden dolayı okullarına gidemeyenler… Kimin umurunda Kur’ân kurslarına yaş sınırının 9 senedir kaldırılmaması… Çünkü bu akşam maç var. Kırmızı-Beyaz en büyük Türkiye…

Millî Takıma bugünkü karşılaşmada başarılar diliyoruz. Haydi çocuklar herkes sizden galibiyet bekliyor. Hem de sadece Türk milleti değil, siyasetçilerimizde sizden çok şey bekliyor! Yenin ki, hem millet sevinsin, siyasetçilere de malzeme çıksın…

20.06.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Tartışmalı ÖSS soruları



2008 yılı ÖSS soruları üzerinde bir tartışmadır gidiyor. Bazı dershaneler ve konunun uzmanları soruların geçersiz sayılması için görüş ve gerekçelerini belirttiler. Bu tür itiraz gören soru sayısı şimdiden 5’i buldu. ÖSYM başkanlığı gönderilecek itirazların biriktirilerek bir komisyon marifetiyle inceleneceğini, haklı bulunursa mezkûr soruların iptal edileceğini ifade etti.

ÖSS gibi çocuklarımız, gençlerimiz açısından hayatî öneme haiz bir sınavda soruların ve test tekniğinin kusursuz, tartışmasız ve itirazlara kapalı olacak bir muhteva kesinliğine sahip olması lâzım. Bu kadar sosyal ve psikolojik bir handikap haline gelmiş, milyonların umudu olan ve senede bir gün gibi kritik zaman diliminde yapılan sınavda böylesi tartışmalı su götürecek soruların yer alması işin ciddiyetiyle bağdaşmıyor. Çocuklarımızın en ince ayrıntılarına kadar aylarca hazırlandığı, kaygısıyla günlerini gecelerini belki de zehir ettiği bu sınavın kusurdan azade olması hususunda yetkili makamların da kılı kırk yararcasına emek vermesi gerekir. Bizim vurgulamaya çalışacağımız tartışmalı sorular aslında teknik olarak metin ya da seçenek yanlışları olan sorular değildir. Biz, bunlardan farklı olarak demagojiye açık, objektif değerlerden uzak ve belli önyargıların tesirinde hazırlanmış sorulara dikkat çekmek istiyoruz.

2008 yılı ÖSS sorularının Sosyal-1 bölümündeki 3. soruya bakalım önce:

Soru: 3 - Türkler uzun süre direndikten sonra ancak X. yüzyılda topluca İslâmiyete girmişlerdir.

Aşağıdakilerden hangisi bu direnmeyi doğuran nedenler arasında sayılamaz.

A- Din değiştirmenin toplumsal değişikliği de beraberinde getirmesi.

B- Müslüman olmayanlardan haraç ve cizye vergisinin alınması.

C- İslâmiyetin kılıç zoruyla kabul ettirilmek istenmesi

D- Emevilerin güttüğü Arap milliyetçiliği

E- Bağımsızlığı kaybetme korkusu.

Hemen belirtelim bu sorunun doğru cevabı, cevap anahtarlarında B olarak yani haraç ve cizye vergisinin alınması seçeneği. Buna göre Türklerin uzun süre İslâmiyete girmekte direnmesinin sebeplerinden olarak vergi verme kaygısı söylenemez, sebep sayılamaz.

Tabiî yani Türk milletinin bir dine girip girmemede ana kıstası ve kaygısı para falan olamaz. Bu düşünülemez bile. Şimdilik cevap doğru ve tatmin edici bir muhtevaya sahip. Peki diğer seçeneklerde belirtilenler ne olacak? Mânâ-i muhalifi olarak A, C, D, E seçeneklerindeki sebepler söylenebilir. Yani olabilir, hatta olmuş sayılıyor. Bu sorunun mantığına göre akıl yürütecek olursak bakın neler karşımıza çıkıyor: Türkler din değiştirirsek toplumsal yönden değişiriz düşüncesiyle İslâma girmekte tereddüt etmişler. Yani sosyal realite açısından düşünmüşler, taşınmışlar ve neticede kendi öz benliklerini, folklorik kimliklerini kaybedecekleri zehabıyla İslâma girmekte direnmişler.

İslâm dini kılıç zoruyla kabul ettirilen bir din olduğundan dolayı Türkler “Biz zorlama ile baskı ile bir dine girmeyiz. Ancak kendi isteğimizle gireriz” deyip belli bir süre kılıç zorundan dolayı girmemişler. Ta ki zorlama yapılmayıncaya, girişler serbest ve kişinin kendi iradesine ve isteğine kalıncaya kadar... Bu süreçten sonradır ki Türkler topluca İslâma girmişler.

Emevilerin güttüğü Arap milliyetçiliğinden dolayı girmemişler. “Siz Arap iseniz biz de Türk’üz. Hepimiz eşitiz. Sizin bizden ne üstünlüğünüz var ki” diyerek ırkçı anlayıştan dolayı uzun süre direnip İslâmiyete girmemişler. İnadına yani.

“Acaba biz İslâm dinine girersek bağımsızlığımızı kaybeder miyiz, Arapların boyunduruğu altına girer miyiz?” düşünceleriyle bağımsızlığına ve istiklâline bağlı olan Türkler bu kaygılarla İslâmiyete girmemişlerdir. Ne zaman ki bağımsızlıklarının tehlikeye düşmeyeceğini anlamışlar o zaman kafile kafile İslâma girmişler. Bunların hepsi de tartışmalıdır. Objektif birer sebep değildir. Tarihi yazanlara göre değişir. Devrelere göre değişir. Emevilerin, Arap milliyetçiliği gibi tutumları tarihçe sabitlenmişse de bu sorudaki Türklerin İslâma girip girmemelerindeki faktörleri belirleyecek yeter sebep değildir. Ona bakarsanız Arap-Çin ordularının savaşı esnasında Türklerin hangi tarafa yardıma koşacaklarına dair de bir sürü rivayet var. Meselâ zayıf ve mağlûbiyetleri an meselesi olan Araplara destek oldukları—Türkler mağlûp ve zayıf olana acıyan bir karaktere sahiptirler—söylenirken başka kaynaklarda Arapların galip geleceğini sezerek ganimetten pay alma düşüncesiyle Çinlilere karşı saldırıya geçtikleri kaydedilir. Yani su götüren rivayetler.

Ama özellikle bilinç altına yerleştirilmek istenen “İslâmiyetin kılıç zoruyla kabul ettirildiği” kanısı ve hükmü bize göre en çok sırıtan seçenektir. Bu apaçık bir dine, özellikle “Dinde zorlama yoktur” nassına sahip bir dine resmen ağır bir ithamdır. Bu, bir dine çaktırmadan yapılmış bir hakaret de sayılabilir. ÖSYM’nin bu tür sorularla gençlerin kafasını karıştırmak şöyle dursun, bilinç altına önyargıları yerleştirecek sorulara yer vermemesini temenni ediyoruz.

20.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İmparatorluk güveleri



Zannederim, bir defasında Pakistan’dan Türkiye’ye dönüş sırasındaydı. Uçağa binmek için ilk sırada bir gazeteci arkadaşımla ben bulunuyordum. Fakat büyük bir teşrifat eşliğinde bir kadının önümüzden geçirildiğini, THY’nin bölge sorumlusunun koltuğuna kadar kendisine refakat ettiğini ve mürettebatın da kendisini alâyişle karşıladıklarını gördüm. Bu fevkalâde ilgi doğrusu beni şaşırttı. Bu fevkalâde ilgiye mazhar olan birisinin de fevkalâde bağlara ve ağlara sahip olması gerekirdi.

Merak ettiğiniz isim Leyla Umar idi. Efsanevî bir gazeteci. Başarısı karşısında şapka çıkarmamak mümkün değil. Görünmez bir gücü ve heybeti vardı. Uçağa binişinde bile bunu müşahede ediyordunuz. Çok ilginç Çetin Doğan Paşa ile Vatan adına yaptığı mülâkattan bir hafta kadar sonra Çetin Doğan Paşa müşahede altına alınıyor ve ağır bir ameliyat geçiriyordu. Yine Diyarbakır’ın efsanevî Emniyet Müdürü Gaffar Okan, Leyla Umar ile görüşmesinin ertesinde gün ortasında emniyet müdürlüğü yaptığı şehirde pusuya düşürülüyor ve şehit ediliyordu.

Leyla Umar sadece tesadüflerle anılabilecek bir isim de değil. Bir İstanbul Yahudisi olan Fidel Castro gibi ünlülerle de mülâkatları var. Leyla Umar, Fidel’i kendi elleriyle beslemişti. Derin gazetecilik diye işte buna derler. Bildiği en iyi Türk yemeklerinden bir ikisini kendi elleriyle Fidel’e tattırmıştı. Leyla Umar denilince nedense aklıma son sıralarda Şarku’l Avsat ve Hürriyet gibi gazetelere çalışan Defne Barak düşüyor. Leyla Umar’ın eline su dökse dökse bir tek o dökebilirdi. Aynı kalibrenin insanları. Defne Barak’ın röportaj repertuarında kimler yok ki? Kendisiyle aynı soy ismi taşıyan Ehud Barak’tan (efsunkâr bakışlı Ehud Barak’la akraba oldukları da söyleniyor) Şimon Peres’e kadar. Unutmadan söyleyelim: Leyla Umar’la kesiştikleri noktalardan birisi de Fidel Castro röportajları.

***

Barak’ın sırrını geçtiğimiz günlerde atlattığı bir hastalık nedeniyle Ardan Zentürk’ün satırları aracılığıyla keşfettim. Defne Hanım meğerse derin bir gazeteciymiş. Butto’ların aile dostu. Butto’ların evinde dul eşi Asıf Ali Zerdari ile yediği bir yemekten kaptığı enfeksiyondan iyi olmuş ki akabinde Şimon Peres’le bir mülâkat gerçekleştirmiş. Röportajı Hürriyet’te yayınlandı. Şimon Peres burada tam da Bernard Lewis’in hilâfına AB’nin Türkiye’yi alması gerektiğini savunuyor ve gördüğünde Sarkozy’ye bu yollu telkinlerde bulunacağını söylüyor. Cumhurbaşkanlığı sarayına gelmeyen eşi Sonia’ya rağmen Peres kadınlar arasında mutlu ve memnun görünüyor. Hürriyet’in yayınladığı karelerde bir tarafta dekolte Defne Barak ile artık nezdinde hayanın haya olduğu Sarkozy’nin yeni eşi Carla Bruni ile görünüyor. İşin bu yönü magazine girer; biz kendi işimize bakalım. Şimon Peres, Avrupa’yı istilâ eden yeni lider tiplerinden de çok memnun. Bunlar arasında Sarkozy, Berlusconi ve Merkel başı çekiyor. Bunlara, ‘Avrupa’nın iki buçukları’ demek de mümkün. Nedense Gordon Brown’u unutmuş. Şimon Peres İslâm dünyasında iki zıt ekol olduğunu bunlardan birisinin Türkiye, diğerinin de İran olduğunu varsayıyor ve İran ekolüne mukabil Türkiye ekolünün desteklenmesi gerektiğini savunuyor. Geçenlerde bu zıt iki ekol Teke tekçi mi yoksa tetikçi mi olduğu fazla belli olmayan Fatih Altaylı’nın (Nuray Bezirgan’la ilgili program) programında da gündeme gelmişti. Şimon Peres, Türkiye’yi yüzde yüz desteklediğini söylemeyi de unutmuyor. Elbette ki… Neden olmasın? Yararı icabıdır.

***

Şimon Peres’in mülâkatçısı bile içeriden. Leyla Umar bana nasıl Defne Barak’ı hatırlatıyorsa Defne Barak da bana Lütfi Akdoğan’ın ifadesiyle ‘imparatorluğun yıkıcısı’ Sara’yı hatırlatmaktadır. Sara Akdoğan’ın roman formatında yazdığı bir kitaptır. Kitap her ne kadar fiction formatında yazılsa da mevzusu gerçek hayattan alınmıştır yani nonfiction’dır. Osmanlı’yı yıkanlar Defne Barak kılığındaki kimi Musevi dilberleridir. Bu hususta Aksiyon Dergisinde Abdülhamid Bilici vaktiyle Lütfi Akdoğan ile bir mülâkat gerçekleştirmiş idi. Soru ve cevap fasıllarıyla devam eden mülâkatın mevzumuzla alâkalı bölümü şöyle:

- "Bir İmparatorluğu Yıkan Kadın: Sara” kitabınızda, Cemal Paşa’nın hayatına giren bir Musevi dilberi ve İngilizler adına imparatorluk sathında çalışan siyonistleri anlatıyorsunuz. Türkiye’yi bu duruma yine gizli bir el mi getirdi?

Dünyada en güçlü örgüt siyonizmdir. ABD’de, İngiltere’de, Fransa’da ve her yerde etkilidir. (Lütfü Akdoğan konuşmak yerine Basel’de siyonist teşkilâtın aldığı 22 maddelik kararlar listesinin yer aldığı kitabın 53. sayfasını okuyor. Aile, din, millî yapı, ekonomik yapı, ahlâkın tahribi öncelikli hedefler arasında.) Türkiye’de din kavgası, Kürt kavgası, Alevi kavgası olmamalı. Türkiye’ye, asrımıza yakışmıyor bunlar.

-Kitabınızda İngiltere adına casusluk yapan Sara gerçek kişi mi?

Bu kitap 15 yıllık emeğin neticesi. Bu konu Tercüman’ın görkemli döneminde tefrika edilmişti. Olayın fotoğrafını çekiyorum. Bugün Sara’nın heykeli Tel Aviv’deki müzede sergileniyor. Kitabın, Hollywood tarafından film yapılması gündeme geldi. Amerika’da yaşayan, Kasım Gülek Bey’in baldızı Aylin, bir Türkiye ziyaretinde kitabımı okumuş. Film konusunu o başlattı. Hatta bir iki senaryo bile yazıldı. Fakat o tarihlerde bir mutabakata varılamadı….”

Demek ki Sara’lar ve Defne’ler imparatorlukların güvesi. Ahlâktan nasiplenmemiş bir güruh şimdi imparatorluklardan sonra dünyanın sonunu getirmek üzere. Kanıt için, Defne Barak ile Carla Bruni’nin Şimon Peres’le çekilmiş fotoğraflarına bakmak kâfidir.

20.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Yaz seyahati ve sıla-i rahim



İnsan bir seyyah değil mi? Âlem-i ervahtan ta haşre kadar süren bir yolun seyyahı… Hem seyyahın da oğlu. Âdem babamızın asıl yurdundan kopuşunun hicrânını bilirsiniz. Semalar arası yolculuğun Serendip’e çıkışı… Ve daha sonra Arafat’a yöneliş… Havva Anamızla vuslatından sonra da ömrünün seyahatle geçmiş olabileceğini tahmin ediyoruz.

Kur’ân-ı Kerîm birçok seyahatin yanı sıra “yaz” ve “kış” seyahatlerine vurgu yapar. Harekete müptelâ insanın iklime göre seyahatini haber verir. Ecdâdımızın yazdan kışa, kıştan bahara uzun mesafelerde göç ile yaşamasını yalnızca hayvancılığa bağlamak elbette doğru değildir. Mekke vadisinin fizikî şartları da seyahati sâkinlerine şart koşunca, “seyahati” Müslümanlar neredeyse gelenekselleştirmişler. Hem Medine-i Fazılanın ve hem de hakikî medeniyetin kurucusunun seyahate teşvik eden hadîs-i şerifleri de bu geleneği bizde iyice oturtmuştur.

Şehirleşmenin her zaman “medenîleşme” mânâsına gelmeyeceğini bolşeviklerin “toplama şehirlerinden” biliyoruz. Zorla medenîleştirmek elbette olmaz. Buna en güzel şahit, Osmanlı padişahının fermanını dinlemeyen Dadaloğlu’dur. Sovyet Rusya’sındaki hürriyetperverler de Dadaloğlu’nu izlemek istemişler, ama neticesi en az beş milyon kurbana mal olmuş. İnsanı seyahatten men etmeye kalkışmayı “vahşet ve bedeviyete” dahil edenler elbette haklıdırlar.

Başlığımıza yaz seyahati veya sıla-i rahim dememiz, hadisenin pratiğini izah içindir. Zira okullar, bazı fabrika ve işyerleri tatil yapsa da insan tatil yapmıyor. Harekete düşkün insan için “tatil yapıyor” demek, hadiseyi yanlış izah mânâsına gelir. Tatil dedikleri zaman, hayatın, bir başka boyutunda “yoğunca yaşanmasıdır.” Evvelâ tebdil-i mekândaki güzelliği yaşamak isteyen insan ufuklara bu niyetle bakar. Aynı mekândaki uzun durağanlığın belki de sebep olacağı atâlete karşı bir tedbirdir seyahat… En önemlisi de en belirgin ve vazgeçilmez vasfımız olan “garip”liğin bizi bir yerlere sürüklemesidir. Asıl vatanından ayrılışın hırkatiyle yolculukların meşakkatine katlanmıştı babamız. Vuslatın cazibesine tutunarak geçti tüm yolları. Zîşan Efendimizin “Veda Haccının” bir başka mânâsı vuslat olmaz mıydı? Gurbeti ismine taşıyan Bediüzzaman Hazretleri, sılayı hem zamanda, hem coğrafyalarda aradı. “Maskat-ı re’sim” dediği diyarlara hasretini, İstanbul, Barla ve Konya ile gidermeye çalıştı. Dünyevî son rıhletindeki istikâmet de çocukluğunun geçtiği yerlerdi.

Çocukluğumuz gurbetimizle şiddetlenir ve bizi mütemâdiyen takip eder. Altmış-yetmiş yaşındaki çınarların, yüksek dalından yere düşmüş kırmızı elmaya, eteklerini sarkıtmış eriğe ve garip bir musiki ile dallarına davet eden kayısı ve duta nasıl eğildiklerini ve koştuklarını sılada görenler; gurbet, sıla ve çocukluk arasındaki münasebeti yaşayamamışlarsa, ayıplayabilirler… Çocukluğumuz devam ettiğine göre, söylenenlere çocukça takılacağız demektir. Herbirimiz Anadolunun ciğerparesi değil miyiz? Dört bir ucundan kaderin koparıp, dünyaya saçtığı. Rıhlet mevsimi gelince de, Büyük Okyanus, Atlas ve Galiçya demeden turnalarca uçarız vuslata… Avrupa üzerinden küçük Asya´ya bir göç sökünü başlar. Anadolu’dakiler de bizden pek farklı değillerdir. Doğudan batıya, batıdan doğuya sıla tahassürü ile bir koşuşturma başlar. Seyahatlerinin ebedî yurtlarda noktalanacağını bilenler, sıla-i rahmi yalnız yaşayanlara hasretmezler, onlara göre sılada ziyaret kabristanda başlar. Baba, dede vatanını ziyaret ederken yaşayan akrabalarına oradaki “Nur kardeşlerini” de ilâve ederler. Size her namazdan sonra ünvanınızla dua eden kardeşleriniz, nesebî kardeşlerinizden daha ileri sayılmaz mı? Yaz seyahatinde, Nur merkezlerindeki nuranî kardeşle tanışmak veya hasret gidermek “yaz seyahatinin” önemli unsuru olsa gerek.

Kur’ân’da “rıhl” veya “rihle” kelimesi genellikle uzun seyahatler için kullanılmış… Ecdadımız ise “rihle”yi rıhlet yapmış. Seyahatin mesafesini de iyice uzatmış. Dünyadan ukbaya geçişin manâsına bürünmüş rıhlet… Varsın öyle olsun. Hayat bir “gölgelenme” kadar kısa olduğuna göre… Sevdiklerimiz hep önden gittiklerine göre… Varsın yaz seyahatiyle rıhlet birbirine karışsınlar… Tatilin olmadığı insan hayatındaki seyahatlerini Müslümanlar iyice çerçeveleyemezlerse, Kur’ân ve insâniyet karşıtları onu da bozacaklar. Gayr-ı medenî, pis, egoist ve hayvanlara rahmet okutturan ikinci Avrupa’nın cereyanları yurtlarımızı, hayat ve vuslatlarımızı işgal etmeden, “yaz seyahati veya sıla i rahim” dediğimiz ulvî tenezzühlerimizi çerçeveletip, dost düşmanın görebileceği bir yerlere asmamız gerekiyor.

20.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Peygambere itaatle gelenler



Güneşi ışıksız, ısısız düşünemeyiz. Arıların bir beyi, karıncaların da bir reisi vardır.

Allah’ı da peygambersiz düşünemeyiz. Allah var olduğuna göre mutlaka peygamberleri yoluyla Kendini tanıtacak; emirlerini, yasaklarını bildirecektir.

İnsanları da başıboş bırakmayan Cenâb-ı Hak, onların bu ihtiyaçlarını yüz yirmi dört bin peygamber göndererek karşılamıştır.

İnsanlığın güneşi hükmünde olan bu seçkin elçiler, Allah’ı tanıtmakla kalmamış, Onun rızasını kazanmanın yollarını da göstermişlerdir.

Elçiye, yani Resûle itaat insanın hayatında son derece önemlidir. Allah, peygambere itaati Kendine itaatle birlikte zikreder. Resûle itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Nitekim bir âyet-i kerimede “Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Kim bundan yüz çevirirse, seni öylelerinin üzerine muhafız olarak göndermedik; sen ancak doğru yolu gösterip tebliğ etmekle mükellefsin”1 buyurulmuştur.

Peygamberler her bakımdan en güzel birer örnek olmuş, maddeten ve mânen mükemmel birer hayat modeli çizmişlerdir. Her şeyin en güzeli, en mükemmeli, en faydalısı onlar eliyle insanlığa sunulmuştur. Onlara itaat eden, gösterdikleri yoldan giden dünyada da, ahirette de mutlu olur.

Peygambere itaat etmeme; hükmüne, bildirdiklerine rıza göstermeme, inanmama mutsuz olmak demektir. Aynı zamanda inançtan nasipsizliğin ifadesidir. Kur’ân bu gerçeği açık açık anlatır: “Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir şüphe ve sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle razı olup uymadıkça, hakkıyla iman etmiş olmazlar.”

İtaat etmek ise hem dünya, hem de ahiret saadetinin temel taşıdır; maddeten ve mânen nice kazançlar sağlar. Devam eden âyetlerde, “… Halbuki onlar kendilerine öğüt verilen şeyi yerine getirselerdi, elbette onlar için daha hayırlı olur ve imanlarında sebatları daha da kuvvet bulurdu. Elbette o zaman Biz onlara Kendi katımızdan pek büyük bir mükâfat verirdik. Ve muhakkak onları doğru yola iletirdik.”

Bu mükâfatın en önemlilerinden birini ise Kur’ân şöyle anlatır: “Her kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine pek büyük nimetler bağışladığı peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ise ne güzel arkadaştırlar! İşte bu, Allah katından bir bağıştır. Allah ise her şeyi bilici olarak yeter.”2

Peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salih kimselerle beraber olmanın ne demek olduğunu bilenler için ne kadar büyük bir ücret değil mi?

Demek Resûle itaat da son derece önemli.

Dipnotlar:

1- Nisa Sûresi: 80.

2- Nisa Sûresi: 65-70.

20.06.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Fasık, imansız değildir



Cabir Bey: “İnanıp amel etmeyen kimselerin durumu nedir? Dinî vecibelerini yerine getirmeyen kimselere imansız denir mi? Yoksa böyle kimseler münafık mıdırlar? Müslüman ve dinî vecibelerini yerine getiren anne babanın iman ettiği halde amelsiz çocuklarını hangi kategoriye alacağız? Fasık kime denir?”

Kur’ân’da birçok âyette imandan hemen sonra “amel-i salih” kavramının zikredilmesi, inancımızı yaşamamız gereğinin üzerimizde önemli bir insanlık ve kulluk görevi olarak bulunduğunu gösterir. “Asra yemin ederim ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır”1 âyetlerinde iman ile salih amelin sabır isteyen birer hak ve gerçek olduğunu vurgulayan Kur’ân-ı Kerim, “İman edip salih amel işleyenlere gelince, onlar Cennet ashabıdırlar. Onlar orada devamlı kalıcıdırlar”2 âyetinde de iman ile salih amel sahiplerinin ebedî Cennet ile mükâfatlandırılacaklarını bildirir.

Münafığın tanımı hakkında Kur’ân’da şu açıklamaları buluruz: “İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık’ derler. Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah’ı ve mü’minleri aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.”3

Bu âyetlerin genişçe tefsirini yapan Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre münafıklar:

1- Allah’ı kandırmak gibi imkânsız bir işe kalkıştıkları için ahmaktırlar.

2- Çıkarlarını düşünme çabasıyla kendilerine zarar verdikleri için sefih ve akılsızdırlar.

3- Faydayı zarardan ayırt edemedikleri için cahildirler.

4- Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat kaynakları ölmüş rezil kimselerdir.

5- Şifa talebiyle hastalıklarını arttırdıkları için aşağılıktırlar; sürünmeye mahkûmdurlar.

6- Elemden başka bir şey vermeyen bir kuvvetli azap ile tehdit edilmişlerdir.

7- İnanmadıkları halde “inandık” dedikleri için, insanlığın en aşağılık sıfatı olarak yalancıdırlar.4

Fısk ise, haktan yüz çevirmek, ayrılmak, günahta haddini aşmak, dünya hayatı ve mutluluğu için mukaddesât dâhil her şeyi feda etmektir. Fıskın kaynağı, akıl, gazap ve şehvet denilen üç kuvveti ifrat veya tefrit içinde kullanmaktır. Yani bu üç kuvveti abartarak kullananlar, fıska düşerler, büyük günah işlemiş olurlar.5 Başka bir ifadeyle, büyük günahı açıktan işleyen, işlediği günahtan sıkılmayan, mahcup olmayan, günahlarıyla övünen ve zulüm yapmaktan lezzet alan kimselere de fâsık denmiştir.6

Çevremizde bulunan ve imansız olmayan, imanda bizi aldatmayan ve açıktan büyük günah işlemeyen Müslümanları, her ne kadar amelsiz ve günahkâr da olsalar münafık veya fâsık diye nitelememiz, onları dışlamamız, onları kınamamız, onları yargılamamız, onları sınıflandırmamız doğru olmaz. Doğru olan, onlar için duâ etmemizdir. Doğru olan, onlar için de, kendimiz için de Rabb-i Rahîm’den tevfîk ve hidayetini eksik etmemesini dilememizdir. Doğru olan, onların–bilhassa bunlar yakınlarımız ise—bağışlanmaları için Cenâb-ı Hakka niyaz etmemizdir.

Unutmayalım; büyük günah işleyen dinden ve imandan çıkmış olmaz. Çünkü insandaki nefis, her vakit şeytanı dinler.7 Öyleyse fâsık, nefsine ve şeytanına aldanmış kişidir; fakat dinsiz ve imansız kişi değildir.

Dinsiz ve imansız, ya kâfirdir, ya münafıktır. İmansızlığını gizlemiyorsa, kâfirdir; gizliyorsa münafıktır. Fakat gizleyen kimsenin gerçek hâlini de biz ancak Allah’a havale ederiz. İnandığını söyleyen kimseyi münafıklıkla itham edemeyiz.

Müslüman ve dinî vecibelerini yerine getiren anne babanın, iman ettiği halde amelsiz çocukları için neden bir kategori bulamıyoruz? Onlar şüphesiz Müslüman’dırlar. Böyle gençlerin imansız olduklarını iddiâ edemeyiz. Ancak böyle gençlere karşı gerek anne ve baba olarak, gerekse arkadaş, akraba, yakın çevre ve toplum olarak üzerimize düşen görevlerimizi yapmadığımızı söyleyebiliriz. Onlara iğne batıracaksak, kendimize çuvaldız batırmalıyız. Yakınlarımıza ve çevremize karşı gerek namaz, gerek sair ibadetlerle ilgili sorumlulukları konusunda izlememiz gereken yol, özetle şu olmalıdır: 1- Elimizden geldiği kadar sevdirmek ve müjdelemek, 2- Kayıtsız tavırlarına sabretmek, 3- İbadette muvaffak olmaları için Cenâb-ı Allah’a duâ etmek.

Cenâb-ı Hak cümlemize inanmayı ve inancını doğru biçimde yaşamayı nasip etsin ve kolay kılsın. Âmin.

Dipnotlar:

1- Asr Sûresi: 1–3; 2- Bakara Sûresi: 82; 3- Âyetin devamı için bakınız: Bakara Sûresi: 8-20; 4- İşârâtü’l-İ’câz, s. 87; 5- İşârâtü’l-İ’câz, s. 215; 6- Mektûbât, s. 268; 7- Lem’alar, s. 78

20.06.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Kuzeyde mehter coşkusu



Yirmi bir Cumhuriyetin içinde bulunduğu 17 milyon km²’lik Rusya Federasyonu eski devlet başkanı, şimdiki başbakan Putin’in başkanlığında 12 Haziran günü “Rusya Federasyonu Egemenlik ilân günü” olarak kutlandı. 1991’de kabul edilmişti. 1991 yılında “Bağımsızlık günü” adıyla kutlanan gün, daha sonra iki defa isim değişikliğine uğradı. 2001 yılında Putin’in son kararı ile “Rusya Günü” olarak kaldı. 4 günü içine alan bu tatil döneminde Rusya Federasyonu, dış dünyaya açılmanın sevinci yaşıyor ve çeşitli kültür faaliyetleriyle diyaloglar zinciri kuruyor. Dünya ülkelerinden gelen heyet ve ekipler içinde Türkiye’yi temsilen “Mehteran Takımı” çağrıldı.

Benim dikkatimi en çok çeken, programın St. Petersburg gibi 5 milyonluk tarihî bir şehirde icra edilmesidir. Çünkü Türkiye’den Rusya’ya kaçıp, uzun yıllar düşmanlık yapan Nazım Hikmet’in kabri buradadır. Rusya’ya da geçmişte kan kusturan ve şimdiki yöneticilerin, halkın sevmediği diktatörlerin karargâhı da burasıdır. Öte yandan Rusya’nın “Avrupa’ya açılan kapı”sı, batı dünyasına en yakın bir şehridir. Böyle bir şehrin dev caddelerinde ve görkemli tarihî müzelerinin önünde, binlerce kişiye karşı, Mehteran takımının gökkubbeyi Allahuekber sesleriyle çınlatması gözlerimi yaşartmıştır. Şehrin en büyük caddesi Nevski’deki faaliyete sekiz ülkeden gelen askerî bando takımı arasında Mehter Takımı büyük ilgi gördü. Beyaz gecelerin yaşanmaya başladığı St. Petersburg’da Fetih Marşı ile yürüyen mehter, Rusya halkından ve orada toplanan Müslümanlardan büyük alkışlar aldı.1

Yıllar önce kime desek inanmazdı? Nereden nereye geldik? Rusya ve Türkiye’yi iyi tahlil ederek fikir beyan etmek lâzım. Yoksa yazıktır, günahtır ve kıyas mantığının iflâsıdır. Elbette dün ile bugün bir değildir. Her şekliyle farklıdır ve daha da farklı olacaktır. Zira Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir. O tarihlerde yalnız bir kişi Rusya’nın karmakarışık ve karanlık zemininde, Kosturma şehrinin esaret karargâhında ve Tiflis’in Şeyh Sanan Tepesinde haykırıyordu. Onun adı, vatanperver büyük mücahid, gönüller sultanı, Hz. Bediüzzaman’dı. O şöyle diyordu: “Merak etmeyin, gün gelecek buralar Müslüman olacaktır.” Yine diyordu: “Buralarda medresemi yapacağım.”2 Bunlar bugün tahakkuk etmiştir.

29 Mayıs 1453 tarihinde, bütün gayesi Hz. Peygamberimizin (asm) İstanbul hakkındaki tebşirâtına kavuşmak ve insanlığı zorbalardan kurtarmak olan Hünkâr Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul surlarının önüne geldiğinde, 300 kişilik mehter takımında, 100 zurna, 70 davul durmadan çalıyor; kalp ve ruhları coşku ve heyecana getiriyordu. Okmeydanı’ndaki ikinci mehter de, Haliç surlarına hücum eden kıt'aların harp şevkini arttırıyordu. Gök gürültüsünü andıran korkunç ve insanın içini ürperten sesler çıkarıyor, topların seslerini bile susturuyorlardı. Yine Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’a giren muhteşem zafer alayının ortasında, toplar atılırken, Okmeydanı’na dolmuş binlerce ulema, hep bir ağızdan tekbir getirmeye başlamışlardı. Gözlerini, yıkılmış surlara dikti ve sonra atını ileri sürdü. O gün cenk havası çalınıyordu ve zaferlerden sonra ezanlar okunurdu ve mehter çalınırdı.

Şimdi büyük Rusya topraklarında kansız ve kavgasız, ezanlar okunuyor, mehteran çalıyor…

“Yürekler kabarık, gözler de damla

Mehteri saygıyla dur da selâmla

Bir huşû içinde dinle gülbankı

Sesleniyor tarih, bu ses o yankı…”

(Mehter marşı)

Dipnotlar:

1- Basın. Haziran, 2008;

2- Tarihçe-i Hayat, B. S. Nursî

20.06.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Nazardan nasıl korunabiliriz?



Göz değmesinden korunmak mümkün mü? “Nazarsavar” var mı? Her halde nefsin kara enerjisi olan göz değmesinden, bir kısım insanların elini masaya vurup, kulağını çekerek, “şeytan kulağına kurşun” şeklinde ifade ettikleri hurafelerle korunamayız. Nazar gerçek olduğuna göre, ondan korunmanın da meşrû yolları olmalıdır.

Göz değmesinin vücudumuzdaki elektro/ manyetik enerjinin ve olumsuz duyguların dışımızdaki bir şeye gönderilmesi olduğunu ifade etmiştik. Bunun gibi yine ondan korunma da mânevî bir boyutla olacaktır. Elektriğin çarpmaması için, elektrik iletmeyen maddeler kullandığımız gibi, pis ruhların, cinnî şeytanların ve hasetçilerin kötü enerjisinden korunmak için şüphesiz mânevî birikime, Kur’ân okumaya, zikre ve duâya sarılmalıyız.

Zira onlar bir şifa kaynağıdır. Elektronik cihazların ses, ışık gibi enerji türleriyle açılıp / kapatılması mümkün olduğu gibi, cinnî şeytanların ve nazarların da duâ ve zikir ile uzaklaştırılmaları mümkündür. Duâ ve zikir halis bir zırh, sağlam bir enerji kalkanıdır. Dolayısıyla onlarla negatif enerjiyi savmak mümkündür. Kendisini ulvî hasletlerle bezeyenlere, olumlu duygular besleyenlere kolay kolay nazar değmez.

Okuma, üfleme de nazarı yok edebilecek, lazer veya ultraviyole ışınları gibidir; nazarın yönünü saptırır veya etkisiz bırakır. Bu akıldan uzak bir olay değildir. Felak, Nâs, Fatiha Sûreleri ile Âyete’l-Kürsî’yi okumamızın tavsiye edilmesi bu hakikate işaret eder.

Diğer yandan Hz. Peygamber (asm), “Nazar değdiğini anlarsanız, vücudunuzu yıkayınız”1 buyurmuş ve bizzat uygulamıştır. Su, insandaki kötü enerjiyi temizleyen bir özellik de taşır. Çünkü vücuttaki elektriklenmeyi harekete geçirir, dengeyi sağlar.

Bu hadis-i şeriften nazarın su ile tedavi edilebileceği ve o kötü enerjinin etkisizleştirilebileceği anlaşılmaktadır. Bazı yörelerde nazardan korunmak için, nazar isabet eden çocuk hemen yıkanır, elbiseleri değiştirilir. Bunun dayanağı, yukarıda naklettiğimiz hadistir.

Nazardan korunmak için yüze kömür sürmek, nazar boncuğu takmak gibi tedbirler eski kültürlere, dinlere ve bölgesel inanışlara dayanmaktadır. Onlar da bu davranışlarıyla aslında haset, kıskançlık gibi olumsuz enerjileri kendilerinden savmak istemişlerdi, ama ifrat ve tefritten kurtulamamışlardı.

Başkalarını kendi nazarlarımızdan korumak için “Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billâh” dememiz gerekir. Zira biz de, kimi zaman boş bulunup veya farkına varmadan olumsuz duygularımızı yollayabiliriz.

Aslında, haset, kin ve düşmanlık gibi negatif enerji yayan duygular haksız bir şekilde bir hedefe gönderildiklerinde, lastik topu gibi hedeflerine çarptıktan sonra geri dönüp sahiplerini de olumsuz bir şekilde etkilerler. Bu “Kazdığı kuyuya düşmek” şeklinde de ifade edilebilir. Unutmayalım:

En büyük düşmanlarımızdan birisi olumsuz duygulardır. Eğer onları ölçülü kullanmazsak içten içe bizi kemirir, bitirirler.

Beklenmedik problemlerin, felâketlerin ve nereden kaynaklandığını bir türlü bilemediğimiz iç sıkıntılarının kaynaklarından birisi de bu olsa gerek. Zaten, kin ve düşmanlık gibi negatif duygular beslemekle veya onları hedefine yöneltmemekle nefsimizi, ruhumuzu elim bir azaba atarız. Düşmanımızdan gelen azabı ve onun korkusundan gelen üzüntüyü nefsimize çektirir, ona zulmederiz. Çünkü hasetten gelen düşmanlık, bütün bütün azaptır.

Zaten haset evvelâ haset edeni ezer, mahveder, yandırır. Haset edilen hakkında zararı ya azdır veya yoktur.2 “Öfkeyle kalkan, zararla oturur; keskin sirke küpüne zarar verir!” gibi atasözleri de bunu bir yönüyle açıklar. Diğer taraftan negatif duygular bizi ezer, enerjimizi tüketir, direnme gücümüzü kırar.

Elektrobiyomanyetik dalgalar veya sâir hassas elektronik cihazlarla insan beynini ve düşünce dalgalarını telepatik olarak okumanın mümkün olduğunu hemen herkes bilmektedir. İşte nazardan da, yüksek bir iman kalkanı ile kurtulabiliriz. Yukarıda zikrettiğimiz duâ, bizim bu yöndeki menfî duygularımızı nötrleştirir, törpüler, yönlerini değiştirir veya etkilerini azaltır. Hiç şüphesiz güçlü duygu, sağlam karakter, kuvvetli inanç da nazarı tesirsiz kılar.

İman enerjisi ne kadar güçlü ise, dışarıdan gelebilecek olumsuz duyguların enerjisi o nispette engellenir. Zira iman, aynı zamanda bütün enerji boyutlarını şuurlu olarak kullanma ve yönlendirebilme gücüdür. Tahkikî iman ise, savunmaya yönelik bir enerji kalkanı oluşturur, elektriği geçirmeyen maddeler gibi, beynimizi ve düşüncelerimizi sararak korur.

Toplumda, yaygın olarak mavi gözlülerin daha tesirli bir nazara sahip oldukları yönünde yanlış bir inanç vardır. Bunun sebebi, onların dikkat çeken göz renkleri dolayısıyla “nazar” etmelerinin fark edilmesi olabilir. Yoksa her mavi gözlü nazar eder diye bir kaide yoktur. Nice zeytunî, elâ gözler de “deveyi kazana, insanı mezara” gönderebilir...

İlgi odağı olmayı şiddetle arzulayan, baş olma sevdasıyla yanıp tutuşan, nefsin ulvî duygularını işletemeyip, düşmanlık, nefret, kin, haset, cimrilik gibi olumsuz duyguları besleyenler hangi göz rengine sahip olurlarsa olsunlar nazar edip göz değdirebilirler.

Bir ayrıntıya daha dikkat çekelim: Şüphesiz olumsuz duygulardan bir-ikisini taşıyanların bu hâli, nazar edeceği anlamına gelmez. Nazar zamana, zemine ve duyguların o andaki şiddetine göre ortaya çıkabilir.

Dipnotlar:

1- Müslîm, Selâm, 42/II, 1719.

2- Mektubat, s. 257.

20.06.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Rifat OKYAY

Gömlek düğmesi



Yaşadığımız müddetçe istikbalimiz, geleceğimiz adına ve dünya, ahiret mühürlü bir şeyler yapabilmişsek ileriye doğru varlık ve vücuda doğru bir adım atabilmişiz demektir. Bu adım küçük olur lâkin büyük adımları haber verir…

Herkesin aferinler ve övgülerin peşine koştuğu hayatın içinde hiç olmazsa isteyerek ve kanıksayarak birilerine kendimizi tenkit ettirelim, eleştirilere açık olalım. Duymak istemediğimiz bilgiler, konular bizi yine övgülerin, aferinlerin ve maşallahların bağrına atacaktır. Eğer yapılan ikaz ve eleştirilere müsbet yönde kendimizi adapte edebilirsek.

Sabır, ümit ve çalışma olmadan tatsız bir hayatın bize hediyesi ancak mağlûbiyet ve başarısızlık olacaktır. Nefis, akıl, kalp, ruh ve başka başka duygularımız acının tatlı meyvelerini tatmadıkça zaferin geniş ve lezzetli ikliminde hayatlarını devam ettiremezler. Sabır ve zafer ikilisini her zaman acı ve tatlı halkaların yanında bilmeliyiz, aklımızdan ve fikir atmosferimizden çıkarmamalıyız.

Yanlışlıklara gömlek düğmesi usûluyle bakarak, yeniden yapacağımız işlere dönmek ve yeniden Bismillah diyerek başlamayı kendimize zor ve ar olarak görürsek o düğmelerle hayatın her türlü döneminde kendimizi faydasız yere ileri-geri bağlamış oluruz. Yanlışın olduğu yer doğrunun aranacağı, ulaşılacağı en yakın yer olmalıdır. Doğruları, yanlışların ve eksikliklerin giderilmesi ile bulabiliriz.

İnsanın kendisini büyük görmesi, kemalde daimî olgunlukta hissetmesi onun küçük ve zaaf içinde olduğunu anlatır. Küçük görülen ve hiç sayılan kişiler büyük büyük gölgeleriyle bile başkalarını karanlığa hapsedebilirler… Kemal ve büyüklük, zayıflığın ve küçüklüğün kıymetinin bilinmesi ve hayatın içinde çok yerinde değerlendirmeleri ortaya koyacaktır. Bu ise hayatımız boyunca yalanlanmaz bir gerçek ve hisler kombinesi olacaktır. Çünkü her yapılan iş bir kemal noktası aradığı gibi, her şahıs da bir kemale doğru koşmaktadır.

Hayatın içinde hemen yapılabilecek işleri zamana yaymak demek, kendimizi bin bir parça içinde darmadağınık olarak ümitsizlik ve çaresizlik çarkları arasında tembelliğe atmak demektir. Önemli olan yapılacakları ertelememektir. Bir iş varsa ve gerekliliğine inanılarak yapılacaksa, yarına, yarınlara bırakmadan hemen yapmak anında gerçekleştirmek en iyi, en akıllı yol olacaktır. Ne bu günü ne de gidişatı, yarınlara erteleyerek yakalayabiliriz. Hayat her safhasında, her kesitinde bir başka zamana atılmayacak önemli işlerle devam ediyor. Biz neden çarkların arasında kendimizi ezdirelim, şeytanın ve nefsin karşısında rezil rüsva olup boynumuzu bükelim.

Bulunduğumuz zaman içinde yapacağımız hiçbir işi varlığımızı ve benliğimizi zedeleyecek şekilde ertelemeden nefis, şeytan ve tembelliğe fırsat vermeden geleceğimizi, istikbalimizi karartmayalım. Yapılacak işleri hiçbir zaman ertelemeden zamanında yapalım, okunacaksa okuyalım, yazılacaksa yazalım, dinlenecekse dinleyelim vesselâm…

Nurlu ve ferahlı ertelenemeyecek günleri yakalamak ümit ve duâsıyla.

20.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır