MENFİ CEREYANLARLA HİÇBİR ALÂKASI
BULUNMADIĞI HALDE
Yakın tarihte yaşanmış gerçekler, kelimenin tam anlamıyla ters–yüz edilerek Said Nursî'ye olmadık iftiralar atılıyor. Üstelik, bu iftiralar bilerek, isteyerek ve kasıtlı bir şekilde yapılıyor.
İnsanlık tarihi içinde ikinci bir emsâline rastlayamadığımız bu müfterilerin isnat ve iftirası şöyledir: Onlara göre, Said Nursî Millî Mücadele taraftarı değil, aleyhtarıdır. Aynı şekilde, işgalci İngilizler'in müttefiki olup, istilâcı Yunan askerlerinin vurulmasına karşıdır. Dahası, aynı sıkıntılı dönemde işgalcilerin himayesiyle kurulmuş olan Kürt–Teâli Cemiyetinin de üyesi ve müdafaacısıdır. Vesaire...
Müfteriler, Said Nursî'nin böyle bir şahsiyet olmadığını aslında gayet iyi biliyorlar. Fakat, bile bile karalamaktan ve iftira atmaktan da geri durmuyorlar.
* * *
Yazımızın bir önceki bölümünde, Said Nursî'nin 1922 yılı Kasım'ında Ankara'ya gittiğini, Meclis'te kendisi için karşılama merasimi yapılarak takdir edildiğini delilli, ispatlı şekilde ifade etmiştik.
Esasında, bu hadise tek başına müfterilerin yukarıda sıraladığımız bütün iftiralarını çürütmeye yeter de, artar.
Zira, o günlerin Türkiye'sinde saflar tamamen ve en keskin bir şekilde ayrılmış durumdaydı. Ortada durmak dahi hemen hiç mümkün değildi. Hele hele, işgalcilere taraftar, yahut ayrılıkçı cemiyetlere üye olan bir kimsenin, o günkü hengâmede Ankara'ya gidip üstelik Meclis'te görünmesi, dahası takdir edilerek kürsüden konuşturulması imkân ve ihtimal haricidir.
Ayrıca, müfterilerin iftirasına itibar edenler bilmelidir ki, bu iftira Said Nursî ile sınırlı kalmaz, o günkü Meclis'in bütün üyelerini içine alır. Onları —hâşâ ikili oynayan—Bediüzzaman'ı hiç tanımayan, anlamayan, kör, sağır, cahil ve aldanmış kişiler sınıfına sokar.
Öyle ya, Said Nursî işgal taraftarıydı da, bunu Millî Hareketin merkezindeki iki yüz mebustan hiçbiri mi anlayamadı?
Dolayısıyla, şimdiki "ulusalcılar" cephesinde görülen söz konusu iftira, Kuvva–yı Millîye penceresinden bakıldığında da son derece çirkin, iğrenç ve aşağılık bir derekede görünüyor.
Bu hüküm, Said Nursî'nin 1925'ten sonra sürgün edilmesi ve 1935'ten sonra mahkemelere sevk edilmesi hadiselerine de tatbik edilebilir. Zira, söz konusu iftira ve isnatlar, ne sürgün, ne de mahkeme gerekçelerinin içinde yer alıyor. Bunlar, sonradan ve maksatlı olarak türetilmiş şeylerdir. Tutmadı, tutmayacak.
MÜFTERİLERİN YÜZÜ KIZARACAK
Said Nursî'ye ima yoluyla "Kürtçülük" isnadının 1934 senesinde ortaya çıktığı anlaşılıyor. Said Nursî, o tarihte Barla'dan Isparta'ya celp edilmesi esnasında bu iftiranın farkına vardığını ifade ile şu cevabı veriyor: "...Baktılar, ben öyle fitnelere âlet olamıyorum ve öyle her cihetçe vatana, millete, dine zararlı olan akim teşebbüslere hiçbir meylim yoktur; anladılar. Ki, o vakit, planlarını değiştirdiler." (Bkz: Tarihçe–i Hayat, 1935'teki Eskişehir Mahkemesi Müdafaanâmesi.)
Mahkemede aklanan Bediüzzaman, bu tarihten on yıl kadar sonra bu kez Meclis'te karalanmaya çalışılır. Bu karalamayı ise, fikren ve itikaden Said Nursî'ye muarız olan Adalet Bakanı Fuat Sirmen bertaraf eder. Sirmen, Meclis kürsüsünden şu cevabı verir: "Said Nursî'nin hüviyeti gibi faaliyeti de siyasî değildir." (Eşref Edip; Risâle–i Nur Hakkında İlmî Bir Tahlil, s. 21, İstanbul: Sebilürreşad Neşriyatı, 1965)
Kürt–Teâli iftirasının bir kez de 1950'li yılların sonlarında İsparta İmam–Hatip Lisesinde ders veren "Devrim Tarihi" hocası tarafından yapıldığını görmekteyiz.
O tarihte öğrenci olan Ahmet Gümüş, sözlü imtihanda bu meselenin sorulduğunu ve Üstad Bediüzzaman'ın imâ yoluyla da olsa itham edildiğini fark ederek, bu konuyu Üstad'ına açar ve aynen şu cevabı alır: "Benim menfî cereyanlarla alâkam olmamıştır. İspat edilememiştir. İftiradır. Risâle–i Nur, 650 milyon Müslümanın uhuvvetini, hürriyetlerini müdafaa etmiştir. Bir gün İslâm birliği teessüs edecek, bu müfterilerin yüzü kızaracak." (Son Şahitler–4, s. 157)
Tarihin yorumu
İsmet'in has adamı Refik Saydam
Eski başbakanlardan Dr. Refik Saydam, İstanbul'a yaptığı bir gezi esnasında öldü.
1881 doğumlu Saydam, Askerî Tıbbîye'den yüzbaşı olarak mezun olduktan sonra, bir müddet yurt dışında vazife gördü.
1920'den sonra kurulan hükümetlerde çeşitli bakanlıklarda bulundu. Daha ziyade yakınlık duyduğu İsmet Paşa ile çalıştı.
M. Kemal'in ölümünden sonra yapılan ilk seçimlerde derhal kabine değişikliğine gidilerek, Refik Saydam başbakanlığa getirildi.
Bayar'la arası iyi olmayan İsmet Paşa, Saydam'ı tercih etti ve ölünceye kadar da onu bu görevde tuttu.
İkisi de Atatürkçü olan Bayar'la İsmet, ancak 75 gün birlikte çalışabildi. İlk fırsatta Bayar'ı devre dışı bırakan İsmet, 1944'te kendisini Cumhurbaşkanlığı makamına taşıyan Fevzi Paşayı emekliye sevk etmek sûretiyle diskalifiye etti.
Dr. Refik Saydam'ın en has, en gözde adam durumuna yükselmesi ise, M. Kemal'in ölümcül hastalığının anlaşılmasına dayanır. Saydam, doktor olduğu için, yakında öleceğini tahmin ettiği M. Kemal'e yakın durmak yerine "ikinci adam" İsmet Paşaya yakın durmayı tercih etti. Hatta, Saydam'ın İsmet Paşayı büyük bir sûikastten kurtardığı dahi rivâyet ediliyor.
07.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|