"Gerçekten" haber verir 18 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Rifat OKYAY

Yüz on beş günde bir...



Söz söylemek fıtrat gereğidir. Yaratılıştan Rabbimizin verdiği bir ziynettir bir süstür. Öyle bir süstür ki bize ve âleme Rabbimizin ihsan ve ikram ettiği diğer süsleri de anlatır, dillendirir.

Doğru yerde, doğru zamanda doğruları konuşabilmek, anlatabilmek ve yazmak…

Bunun tersi var mı dersek: Yanlış yerde, yanlış zamanlarda, yanlışları konuşmanın yanında, her halükârda konuşmak, konuşmak için konuşmak, doğru yanlış ne varsa konuşmak, anlatmak ve yazmak… Eskilerin lâfızperestlik dediği bu hali Bediüzzaman da belâgatta ve kelâmda bir hastalık olarak isimlendiriyor. Ama bu hastalığa düçar olanların, hasta olduklarını bilmediklerini de söylüyor.

Çok bilmişlik denen, bayağı ve hafif meşrep her söze atılmak huyu bile bu hastalığın yanında zikredilmeyebilir. Çünkü birisi ihtiyarî, diğeri gayri ihtiyarîdir.

Konumuzla ilgili, ona paralellik arz eden, onu destekleyen çok farklı gibi görünen kavramlar ve fikirler de yok değil tabiî ki…

Alışkanlıklarımızın herkes tarafından benimsenmesini istemek. Onları düstur ve prensip olarak kabul edip, kabul ettirmeye çalışmak. Tabir-i caiz ise huyu, hay eylemek…

Tarzı, şekil ve seçme yolunu sabit görüp sabit görülmelerini arzu etmek. Hatta bunları uyduruk metinlerde doğru isim ve resimlerle takdim edip millete halaskârzâde olarak yutturmaya çalışmak, bunun için maddî ve manevî büyük gayretlere, faaliyetlere girmek…

Alışılmadık bir tarzı ve hizmet metodunu ortaya koymak veya bir şekilde sarmalayarak, onu; Hizmeti ve önemini anlamayanlara veya anlamak istemeyenlere veya kast-ı maksadı olanlara, çığır açmanın girdabına düşmüş olarak yuvarlananlara zorla kabul ettirmeye çalışmak…

Ermeni, Taşnak ve Rum komitacılarına özenerek, hedef ve ideali noktasından her türlü kudsiyeti ayaklar altına alacak kadar rahat ve pervasız olmak, olabilmek, olmaya zorlanmak…

Acımak ve kurtuluş için duâ etmek kâfi değil, yeterli değil diyorsak; uhuvveti, muhabbeti ve müfritane irtibatı ve önemini özellikle kendimize anlatmaya çalışmalıyız ve bu yolda bir gayretin içinde olmalıyız.

Mütemerridane ve derin taraftarlık marazıyla hareket eden nefsimize ve şeytanımıza lâfızperestlik ile bile lâf anlatamayacağımıza göre; bundan sonraki zamanlara ve zamanın insanları için daima on beş günde bir okunan değil de, yüz on beş günde de olsa tatbik edilebilen bir ihlâs, uhuvvet ve hizmet düsturları manzumesine adımızı yazdırmalıyız. Okuma adına…

Kolay, basit ve bayağı herkes olabilir… Önemli olan zor hizmetin, zor şartlarında zor işleri yapmak: Nefis, şeytan ve enaniyetimizi al aşağı etmektir…

Allah yardımcımız olsun…

18.07.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

DOSTLUĞUN GEREĞİNİ YAPMAK



En zor bulunan, en yanıbaşımızda, en sevdiğimiz ve hep özlenen, hep aranılan, "Dostluk! “

Onu, yani dostluğu, kazanmak. Dost olmak. Dost kalmak ve devam ettirmek. Galiba hem zor, hem çok kolay.

Bu zamanda belki her insanın istediği, devamını dilediği sıcak bir his, bin can ile istenen bir duygu, hasret kalınan bir özellik ve değerdir, dostluk!

Meftûn olmanın, hayran kalmanın, düşmanları dehşetler içerisinde bırakmanın, vazifeyi, mesaiyi vesile edebilmenin adıdır, dostluk!

Fazilet ve sadakatin, yakınlarla el ele verebilmenin, hatırlanıp yepyeni köprüler kurmanın adıdır “Dostluk!”

Onun için, Gurbetler yaşamamak ve yaşatmamak, Husûmet ve fenalığa vakit ayırmamak gerek.

Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,

Şevk ile her dem uçup, dost, dost! diye çağırabilmenin adıdır O.

Visalin, kavuşmanın ikliminde kaynaşmanın gönül baharları olmalı.

Ayrılıklar, hatalar, dalgınlıklar, kırılmalar vardır bu hayatın gerçekleri içerisinde muhakkak. İnsan olmanın gereği, dehşetli asrın baskıları, gaddar medeniyetin bidalarına karşı hangi babayiğit var sade ve katkısız direnebilen, karşı koyabilen!

Bu alanda maalesef “yokları” oynuyoruz. O zaman fert olarak, camia olarak, millet olarak birbirimize, “diğerine” “ katlanmanın” gerçeğiyle yüzleşmeliyiz.

Affetmenin şemsiyesini açmalıyız. Hoşgörünün sığına koşmalıyız. Saygı duygusunun kanatlarına sığınmalıyız, bazen duymamanın, görmemenin sağırlığını devreye sokmalıyız.

Gerçek mânâdaki dostlar arasında bunlara yer olmamalı.

Çünkü en azılı ve insafsız kâfirlere bile hakkı tebliğde sabır gösteren Son Nebinin (ASM) ümmeti olmanın sorumluluğu var omuzlarımızda.

Çünkü, bin yıllık şerefli tarihiyle Avrupa ve dünyaya “insanlık” dersi veren bir ecdadın torunları olmanın tarihî şuuru var genlerimizde.

Çünkü, -imanlarını kurtarmak şartıyla- her türlü eza ve cefayı yapan zındıka komitelerini bile affetmeyi vaad eden bir “Üstada” talebe olmanın bahtiyarlığı var gönüllerimizde.

Çünkü, yıllardır mensup olmakla şeref duyduğumuz bir şahsı manevînin sıcaklığı ve unutulmaz hatıraları var hafızalarımızda.

İşte bütün bunlar ve buna mümasil bir çok sebeplerden dolayı bu topraklarda yaşayan “ben!”ler “biz!” olmak durumunda. “Ben” olarak değil, “Biz” olarak düşünmek zorundayız.

Müfarakat ve ayrılmamanın uzağında, bir iç barışının, kaynaşmanın, huzurun, fedakârlığın tatbikiyle, Baki âlemden gelen ilâhî bir kokunun, idrakiyle, mensubiyetin, marifet ve ilmin gereğini kavrayabilmeyi başarmak gerek.

Yakınlığın, bahtiyarlığın, samîmiliğin ve azîzliğin ünvanıyla, hakîkat ve masumiyetin idrakiyle, gerçek dostlarla hemhal olabilmenin, hasbiliğin, devamlı temasta olmanın, sadıkiyetin, hatırın, kudsîyetin adıyla hareket edebilmemiz gerekiyor. İyiliğin, irşadın, selâmın, istirahatin, hatırın, rahatın, sabrın adını tatbiki olarak yaşatmamız gerekiyor.

Tahammülün, halisiyetin, ihsanın, ikramın, Ahireti hatırlamanın, yabanîliği ötelemenin, şüphecilikten uzaklığın, fenalıktan ıraklığın, zararın ötesinde olmanın adını koyabilmenin gereğini yaşayıp yaşatmak.

Rütbelerin, kıymetlerin, menfaatlerin, münafıklığın o kudsî duygu adına, “dostluk” adına unutabilmek. Ezaya, cefa çekmeye, mahrumiyete, fıraka, iftirak tokatlarına karşı koyabilmek. Bu acîb, dostsuz zamanda, Lillah için muhabbet etmenin ve hakîki bir tesellî alıp vermenin, başa gelen meşakkatlerin pek ucuz düşeceğini ve ehemmiyeti kalacağına inanmanın adıdır, dostluk!

Şartlar bunu gerektiriyor. Gerçekler bunu söylüyor. Saf gönüller böyle istiyor. Kalpler böyle hissediyor. Bu hissiyata tercüman olmak istedim.

18.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

“Ergenekon” destanı!



Türkiye’de çok garip hadiseler cereyan ediyor. Ekranlar, gazeteler ve diğer bilgilendirme kaynaklarından akan cerahatı, hipnotize olmuş millet ab-ı zülal niyetiyle içiyor. Millete merhamet ve şefkat etmeleri gerekenler kendi menfaatlerini esas alınca ahaliyi uyandırabilecek imkânlar kendiliğinden azalıyor.

Günümüz hadiselerine sosyal ölçüler getiren Bediüzzaman Hz.’leri, Sünûhat isimli eserinde “Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, (Hipnotize ederek telkin eder.) Biz kendimizden hayal edip, asammane (sağırcasına) tahribimizde eser-i telkini icra ederiz” diyor.

Şu Ergenekon destanını yazanların icraatları, hep bu mânâları tedai ettiriyor.

Avrupa’da ve Türkiye’mizde ittifak halinde çalışan bazı cereyanlar var ki, aziz milletimizin kendilerine olan düşmanlığını dahi kendi hesapları için kullanıyorlar. On küsûr sene önce milletin elinden malını ve temel hürriyetlerini gasp edenlerin günümüzde “son kullanım tarihi dolmuş birkaç Kemalisti” harcayarak oynadıkları yeni oyun demokrasi adına büyük bir hamle yapılıyormuş görüntüsü verilerek sergileniyor.

Kemalizmin aleyhindeki yazılarından dolayı müteaddit defa mahkemeye verilmiş ve Türk hakimlerine ifade vermiş birisi olarak, bazı Kemalistlere yapılan operasyonlara şüpheyle bakmam, elbette bazı çevreleri suizana sevk edebilir.

Ama yakın tarihte olup-bitenleri akıl süzgecinden geçirdiğimizde, kendisini iktidar partisine endeksleyen bir kısım medya ile liberal takılan Marksistlerin “birliktelik sevinçlerinin” pek mantıklı düşmediğini düşünüyoruz.

Siyasette ve idarede icraatların sorumluları hükümetlerdir. Düne kadar bir komutanla ters düşmemek için Şemdinli savcısını bütün insanî haklarından mahrum edebilen bir hükümetin, birden bire hürriyet ve hukuk destanı yazmış havaları takınması, sizde de istifhamlar uyandırmadı mı? Veyahut, milletvekili listesini Dolmabahçe kriterlerine göre tanzim eden bir iktidarın döneminde, mütekait bazı kuvvet komutanlarının cezaevine gönderilmesinde bir tuhaflık yok mu?

Burada anlamadığım bir tenakuzu daha sizinle paylaşmak istiyorum. 28 Şubat postmodern darbesiyle milletin kaybolan servet ve haklarını iade etmeden ve hatta bunları zinhar medar-ı bahsetmeden bugüne gelen iktidarı harekete geçiren asıl sebep geçmişteki “darbe teşebbüsleri” midir? 12 Eylül darbesinin birinci sorumlusunun fetva ve icazetiyle parti kuranların bu operasyonları başlatmaları, medyanın tenvimine yakalanmayanlarca şüpheyle karşılanıyor.

Ömrü darbelere ve darbecilere karşı olmakla geçmiş insanların hangi türden olursa olsun ihtilâlin her çeşidine karşı olması bir esastır. Gel gör ki, Türkiye’de nifak ve aldatma ile iş görüp son zamanlarda dinî ve insanî değerleri de alet edenlere karşı daha müteyakkız olmamız gerekmez mi?

Ergenekon yapılanmasının üzerine giden iradenin, bugünkü Meclis ve hükümet iradesi olup olmadığında tereddütleri olanlar, işin içinde haricî kuvvetlerin bulunmasından endişeleniyorlar. Yani, Güneydoğu meselemizi Amerika merkezli neocon’lara havale edenlerin, mafya tipi iç yapılanmaları da başkalarına ihale etmelerinden korkuyorlar. Şayet Atlas ötesi veya ikinci Avrupa gibi rüzgârların tesiriyle ülkede sun’î fırtınacıklar oluşturuluyorsa, bunun da Türkiye’nin hayrına olmayacağı, bir başka gerçek olsa gerek.

Globalizmi belli bir sınıf ve zümrenin dünya hakimiyetine alet edenlerin hem dinsiz, hem bolşevik ve hem de işgalci olduklarını unuturcasına, günlük çıkarlar uğruna aynı davula vuranların, hem Türkiye’ye, hem de Müslümanlara zarar verdikleri kanaatindeyiz. Hz. Üstad’ın tabiriyle “Biz ferec, ferah, sürur ve fütuhat isteriz. Fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılınçları başlarını yesin, kılınçlarından gelen fayda bize lâzım değil...” Yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi, her türlü antidemokratik diktaya karşıyız. Fakat endişelerimiz var.

18.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yeryüzünü, Cennete çeviren insanlar



SEVGİNİN, saygının, şefkatin, her türlü iyiliğin, hak ve hürriyetlere saygının, bütün güzelliklerin, insanî duyguların hükmettiği bir toplum düşünün. Böylesi bir topluma herkes özlem duyar, böyle insanlar arasında yaşamak için can atar.

Bu mümkün mü?

Tabiî ki mümkün. Çünkü İslâmın gönderiliş maksadı budur. İyilik ve güzelliklerin hakim olduğu, kötülüklerin hayat bulamadığı bir toplum meydana getirmek.

İslâm, Asr-ı Saadet yani mutluluk çağı adıyla anılan Allah Resûlünün döneminde bunu hakkıyla gerçekleştirmiştir. Sonraki dönemlerde de ona uyabildikleri ölçüde insanlar mutluluğu yakalamışlardır. Bunun esaslarını Kur’ân ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’ân nasıl bir insan tablosu çiziyor? Birçok âyet-i kerimede bunu görüyoruz. Mü’minler sûresi diye bilinen Mü’minûn Sûresinin ilk on âyetinde bu özellikler bir bir sayılır. Âyetler nazil olduğunda sûrenin başından onuncu âyetine kadar olan kısmını okuyan Allah Resûlü (a.s.m.), ‘Kim bu on âyetin hükmünü yerine getirirse Cennete girer’ buyurmuş, sonra da kıbleye yönelip ellerini kaldırarak şöyle duâ etmişlerdi: “Ya Rab, bizi azaltma, çoğalt. Bizi şerefli kıl, küçük düşürme. Bize ihsan et, bizi mahrum etme. Bizi üstün kıl, mağlûp etme. Ya Rab, bizi hoşnut et ve bizden razı ol.”

Sûrenin ilk âyeti mü’minlerin kurtuluşa erdikleri, umduklarına kavuştuklarını belirterek başlıyor. Onların birinci özellikleri namazla ilgili. Sûrenin ikinci âyetinde, “Onlar namazlarını Allah’tan korkarak, hürmet ve tevazu içinde ve tadil-i erkân ile kılarlar” buyuruluyor. İmandan sonra en büyük hakikat olan namazla böylesine hemhaldirler Cennetlik mü’minler.

Mü’minin vasfı faydalı şeylerin peşinde koşmak; lüzumsuz, işe yaramayan şeylerden uzak kalmaktır. Üçüncü âyette, “Onlar dünya ve ahiretlerine faydası dokunmayan her türlü şeyden yüz çevirirler” buyurularak bu özelliklerine dikkat çekilir. Lüzumsuz şeylerden uzak kalan, faydalının peşinde koşan mü’min başkalarına faydalı da olmak zorundadır. Bir sonraki âyette onların Allah’ın ihsan ettiği her türlü nimetin zekâtını aksatmadan verdikleri anlatılır.

Zekât, İslâmın köprüsüdür. Zenginle fakir arasında köprü kurar, aradaki uçurumu kapatır. Fakirden zengine uzanan kin ve düşmanlık, zenginden fakire uygulanan baskı ve zulüm ancak zekât köprüsünün kurulmasıyla önlenebilir. O takdirde fakirden zengine karşı sevgi ve saygı, zenginden fakire karşı da şefkat ve merhamet eli uzanır. Sevgi, saygı ve şefkatin hükmettiği toplamlarda da huzur vardır. Sonraki âyetlerde de onların namuslarını korudukları, helâl dairede yaşadıkları; Allah’a ve kullara karşı olan emanet ve mes’uliyetlerini yerine getirdiklerine ve sözlerinde durduklarına vurgu yapılır. Dokuzuncu âyette yine onların yine namazla olan ilgileri nazara verilir; namazlarını sürekli, vaktinde ve şartlarına riayet ederek kıldıklarına dikkat çekilir.

On ve on birinci âyetlerde ise bu özelliklere sahip olan mü’minler için, “İşte onlar varislerin ta kendisidir. Onlar Firdevs Cennetine varis olurlar. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır” buyurulur.

Hangi mü’min bu özelliklere sahip olarak Firdevs Cennetine varis olmak istemez.

Görülüyor ki mü’minin taşıdığı bu birkaç özellik bile onların hem dünyasını, hem de ahiretini Cennete çevirmektedir.

18.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Hıristiyan bir doktor olarak benimle alay ederlerdi!..”



YARIM saate yakın süren bu konuşmadan sonra bir terapist, İslâmiyetle ilgili yazılan olumsuz şeylerin aslını sorar. O da anlatır:

“İslâmın esaslarını getiren Hz. Muhammed (asm) aslında başka bir din getirmemiştir. İslâmiyet Hz. Adem (as) ile başlamış, Hz. Muhammed ile tamamlanmıştır. Hz. İbrahim de (as), Hz. Musa da (as), Hz. İsa da (as) aynı dini getirmişlerdir.”

Hıristiyan bir doktor, kardeşimizi ziyaret eder ve şöyle der:

“Seni tebrik ederim, benim yıllarca veremediğim dersi siz onlara ve bana verdin. Bir Müslümanın, inançlı bir insanın nasıl hareket etmesi gerektiğini gösterdiniz. Ben bunları açıklasaydım benimle alay ederlerdi. Çünkü, hepsi ateist. Evet, ben İslâmiyetin, Hz. Muhammed’in (asm), Kur’ân’ın Allah tarafından gönderildiğine inanıyorum.”

*

Terapilerde, doktorlar hastalara, hastalar doktorlara ve diğer hasta arkadaşlarına soru sorar. Bir başka terapide de aralarında şöyle diyaloglar cereyan eder:

“Siz doktor ve terapist olarak psikolojik hastalıklarımızı teşhis edip tedavi etmeye çalışıyorsunuz.”

“Evet…”

“Peki ruh nedir, hastayı nasıl tedavi edeceksiniz?”

“…”

“İşin içinden çıkamıyorsunuz. Çünkü, ruhu tanımıyorsunuz. Ruh nedir, nefis nedir, ruhun nefisle bağlantısı nedir? Bunları bilmiyorsunuz. Siz ruhu anlayamamışsınız. Bilemediğiniz bir alanda nasıl iş yapacaksınız, hastayı nasıl tedavi edeceksiniz?

“Ben bir hasta olarak bunu anlamak isterim… ölüm hakikati nedir? Demek ki, sizin tekniğiniz, teknolojiniz o kadar ilerlememiş…”

En sonunda da onlara şunu söyler:

“Ben bu seanslarda anladım ki, hasta değilim. Normal zamanlarımda bile sizin tavsiye ettiğiniz terapileri, günde beş defa tekrarlıyorum…”

Bu terapiden sonra, diğer hastaların da bu kardeşimiz hakkında rapora geçen tesbitleri şudur: “Filozof”tur…

Avrupa’daki Nur hizmetlerinden

bazı kesitler

Avusturya’daki Risâle-i Nur hizmetleri, faaliyet ve çalışmaları değerlendiren, AKEV’in (Avusturya Kültür ve Eğitim Vakfı) bir yetkilisi şöyle bir özet veriyor:

“Avusturya’da ve dolayısıyla Avrupa’da, kâmil bir şahs-i manevinin azaları olarak bir araya geldiğimizin şuurundayız. Risâle-i Nur’un aşıladığı muhabbet ve uhuvvetle kaynaştık. Göz kamaştırıcı güzel gelişmeler yaşanıyor.

“Ancak, önemli olan kalplere nüfûz etmektir. Zaman zaman evlerde ve camilerde bir araya gelerek, halkın içine karışarak Ried’lere, Schärding’lere, Heidenreichstein’lara giderek insanlara tebliğ vazifemizi ifa etmeye çalışıyorduk.

“Şimdi meşveret hey’eti teşekkül etmiş. Avrupa’nın elli merkezinde Nur’lu faaliyetler sürdürülüyor. İnşallah, Avusturya’da, ilk başlarken duyduğumuz aşk ve şevki yakalamanın çabası içindeyiz.”

Viyana, Wels ve Steyr gibi merkezlerde de yeni dershaneler açma çalışmaları sürdürülüyor. Osmanlı’nın gerilemeye başlamasıyla fetih hareketlerinin de durmasının bir sebebi; artık fütuhat ve cihadın; İslâmın parlak bürhan ve delilleriyle olacağının da bir işareti sayılabilir. Zira, cihad-ı manevîde yegâne kuvvet, İslâmın kesin aklî, mantıkî ve ilmî delilleridir.

Almanya / Ahlen

Her yıl Aralık Almanya’nın Ahlen şehrinde “Avrupa Nur talebeleri toplantısı” tekrarlanır. İşte bu toplantılardan birine katılma imkânı bulduk.

Akşam namazından sonra başlayan programa, yapılan sohbetlerden sonra gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular, tekrar kürsüye dâvet edildi. Herkesin suallerine cevap verildi. Son gelişmeleri de ihtiva eden, ülkemiz, Avrupa ve hatta dünyayı ilgilendiren içtimâî ve siyasî soruları cevaplandırdı. Gece yarılarına kadar devam eden program iştirak edenlerin aşk ve şevk yüklü hareketlerinden, mütebessim çehrelerinden gayet faydalı geçtiği okunuyordu.

Köln yakınındaki Ahlen, hizmetlerin fevkalâde geliştiği şirin bir belde. Büyük bir mescid ve dershanenin yanı sıra, 3000 bin metrekare üzerine kurulu komplike bir hizmet merkezi inşa edilmiş. Dershane, mescid, konferans salonları, derslikler, spor salonları, bayanlara ait hizmet bölümü, misafirhane vs.

Buradaki muazzam hizmetleri, göz kamaştırıcı hizmet binasını; teferruatlı olarak inşallah daha sonra tamamlandığında nazara verilecek.

18.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

Bolvadin ve Isparta



Tarihi kayıtlarda Afyon ilimizin Bolvadin ilçesinin 10 bin yıllık mazisi olduğu tesbit edilmiştir. Bolvadin Malazgirt Savaşı’ndan sonra 1107 tarihinde yapılan Bolvadin Savaşı sonunda Emir Mengüçük Bey tarafından Türklerin eline geçmiştir. Bolvadin, Selçuklular zamanında “Karahisar-ı Devle” ismiyle anılan Afyon’a bağlı 10 kadılıktan birisidir. Hz. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, Afyon’u ziyareti sırasında “Bolvadin Mevlevîhanesi”ni açmıştır. Yine bu devirde Eşrefoğlu Mehmed Bey büyük bir külliye yaptırmıştır. Vakıflar Genel Müdürlüğü kayıtlarına göre 112 adet vakıf vardır. Osmanlılar döneminde büyük bir kültür merkezidir. Merkezinde 24 Medrese, 7 İptidaîye, 1 Rüştiye, 63 Sıbyan Mektebi vardır. Günümüzde 12 orta öğretim kurumu, 35 ilköğretim okulu, yüksek okulu vardır.

Böyle tarihî bir beldeye oranın can dostları, başta cevval ve gayyur insan Necati Bey ve arkadaşları beni dâvet ettiler. Onlara Peygamberimizin (asm) çağımıza intikal eden ve bütün insanlık âlemini kucaklayan müjdelerin tahakkukundan bahsettim, örnekler takdim ettim ve bilgilerin yer aldığı Risâle-i Nur Külliyatından satırları açtım. Bu manevî sohbetimize Afyon ilinden de iştirak eden mümtaz şahsiyetler vardı. Seminer babındaki bu sohbetimizden önce de, arsalarını yeni bir eğitim binası için vakf eden ve çok yönlü bir hizmet binası hayata geçirmek için, çok mesafe aldıklarını gördüm. Mazideki kültür hazinelerini yeni nesiller tarafından ortaya çıkması için, bu eser bir anahtar hükmünde olacaktır.

Bu hizmet binasının bitmesi ve yeni eğitim ve öğretim yılında açılması için, mazide Bolvadin’in meşhur kaymağını yiyen, suyunu içen, havasını teneffüs eden ve nüfus kütükleri Bolvadin kayıtlarında olan can dostlarının biraz omuz ve destek vermeleri onların şanına ve yaptıkları hizmetlere yakışandır. Binanın içini gezdim ve projesine baktım ve müteşebbislerin mutasavver düşüncelerini dinlediğim kadarıyla da, bu hizmete destek vermek Bolvadinlilerin tarihine geçecektir. Ümitliyim çünkü binanın temeli çağın Mevlânâsı Hz. Bediüzzaman’ın hatıraları olduğu ve üzerinden geçtiği bulvarda atılmıştır. Yani neşv-ü nema bulacaktır, inşallah… Emeği geçenleri ve disiplin içinde çalışanları kucaklıyorum..

Kardeşlerimizin görkemli salonlardaki düğünlerinde konuşmak için aylar önce randevular almaktayız. Bazılarına müsait şartlar altında katılmak mümkün olmaktadır. Salondaki şartlar ne olursa olsun katılmanın ve konuşmanın gönüllerdeki yankılarına şahit olmuşumdur. Isparta da, Aziz ve kadim dostum ilahiyatçı Mithat Beyın kızını, Gebzede ikamet eden Kurt ailesine verdiği düğün ve nikâh merasiminde İsparta'nın meşhur Süreyya Düğün Salonunda benden “Aile hayatı ve Hz. Peygamber başlıklı “bir konuşma istemişlerdi. Rabbimize şükürler olsun iştirak ettik ve mümtaz hazîruna hitap ettik.

Yanmaz ve Kurt ailelerinin düğünlerine havanın sıcağına rağmen, Antalya’dan, Burdur’dan, Konya’dan, Afyon'dan, Gebze’den, İstanbul’dan, iştirakçiler vardı. Bu nev'î düğünleri melekler alkışlıyor. Çünkü Kur’ân-ı Kerim'le açılıyor, konuşmalarla, duâlarla bitiyor… Düğünde verdiğim mesajın özeti; Hz. Peygamberimizin (asm) çağlara ışık tutan ve emir buyurduğu emsalsiz sözleri ve sözlerinin âlem çarşısında tahakkukları idi..

Ayrıca Bediüzzaman Hazretlerinin Isparta’da kira ile ikamet ettiği evini eğitimci Nihat Bey ile ziyaret ettik. Oraya gelen yüzlerce kişi ile görüştük ve bilhassa Kosova’lı Nur aşığı kişilerle sohbetimizin ayrı bir güzelliği ve ruhaniyatı vardı… Hasılı; Bolvadin ve Isparta da feyz aldık ve teneffüs ettik.. Emeği geçenlere binler tebrikler ve başarılar..

18.07.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Onu nefsimizden daha çok sevmek



Abdullah Bey: “Hazreti Ömer Peygamber Efendimiz (asm) için, “nefsim hariç seni çok seviyorum” demiş. Peygamber Efendimiz (asm) düzeltmiş, “Sen beni nefsinden az seviyorsan imanın zayıftır” buyurmuş. Bu durumda bizler ne yapmalıyız?”

Bizler de Resuli Kibriya Efendimizi (asm) nefsimizden çok sevmeliyiz veya sevmeye çalışmalıyız. Bu ölçü zaten Hazreti Ömer’in (ra) şahsında bütün ümmet için belirtilmiştir. Çünkü o Allah’ın Resulü (asm) ve Allah’ın aramızdaki sadık elçisidir. onu (asm) tanımalıyız, sevmeliyiz, öğrenmeliyiz, öğretmeliyiz, örnek almalıyız, onun davranışlarını, fiillerini ve sözlerini hayatımızda tek rehber bilmeli ve ona uymalıyız. Ona duâ etmeli, salâvat getirmeliyiz. Bilmeliyiz ki, Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, ona salâvatı şerife getirmek, ona gönderilen yüksek sofraya dâvete icabet etmektir.1 Malûm, dâvete icabet eden sofradan faydalanır. Bizim için Allah’ın rızası ve Resûlullah’ın (asm) şefaati bundadır.

Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm bizim için yaşamış, bizim için cefa ve eza görmüş, bizim için gülmüş, bizim için ağlamış, bize düşkün ve tutkun şekilde Allah’a duâ buyurmuş, bizim kurtulmamızı arzu etmiş. Onsuz bir an bile nefes almayı kendimize cinayet saymalıyız, hıyanet saymalıyız, haram bilmeliyiz. Çünkü dinimiz onunladır, imanımız onunladır, kulluğumuz onunladır, huzurumuz ondadır, saadetimiz ondadır, neş’emiz ondadır, mutluluğumuz ondadır, bütün sıkıntılarımızın, bütün problemlerimizin çaresi ondadır. (Aleyhissalâtü Vesselâm)

Cenâb-ı Hak buyurur ki: “Ey insanlar! Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli ve çok merhametlidir.”2

Amelimiz zaten yok. Ya da eksikli ve kusurlu... Öyleyse geriye bir sevgimiz kaldı!... Onu da esirgemeyelim. Sevgimizle inşallah, amelimizdeki boşluğu dolduralım.

Peygamber Efendimiz (asm), O’nu sevme derecemizi şöyle bildirir: “Sizden biriniz ben kendisine çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça gerçek îmân etmiş olmaz.”3

Bir diğer hadiste Allah Resulü (asm): “Kul beni ciddî olarak severse, Allah onun cesedini Cehennem’e haram kılar.”4 buyurmuştur.

Onu sevmenin ne demek olduğunu ve neticesini de şu hadisi şeriften öğreniyoruz:

“Sünnetimi ihya eden (yaşayan ve yaşatan) beni sevmiştir. Beni seven Cennette benimle beraberdir.”5

Onu sevmek konusunda duyarlı olmamız, inşallah bizi onun sünnetini yaşamaya ve onun sevgisinin kalbimizde artmasına vesile olacaktır. Kendimizi zaman zaman sorgulayalım, ama ümitsizliğe düşmeyelim. Şu hadisi de kulağımızda, aklımızda ve kalbimizde küpe kalsın:

“Kendini alıkoyanlardan başka benim ümmetimin bütün fertleri Cennete girer. Kim bana itaat ederse Cennete girer. Kim bana muhalefet ederse kendini Cennetten alıkoymuş olur.”6

***

Akif Bey: “Yolculuklara gece mi çıkmalıyız? Bunun sünnet olduğu söyleniyor. Doğru mu; doğru ise hikmeti nedir?”

Yolculuğa çıkma saatini daha çok ihtiyaç ve gerekçe belirler. Eğer günün şu saatinde veya bu saatinde çıkılması gerekiyorsa o saatte çıkılmalıdır. Ama erkence çıkılmalıdır. Sünnet olan budur. Peygamber Efendimiz (asm) ihtiyaç olduğunda günün her saatinde yolculuğa çıkmıştır. Bazen gereklilik ve ihtiyaç durumuna göre gece çıktığı gibi, bazen de öğle vakti veya öğleden sonrası yola çıkmıştır.7

Eğer binek kendimize ait ise, o gün başka saatlerde yola çıkmak için bir gerekçe de yoksa yolculuğa çıkış saati olarak seher vakti gibi günün erken bir vaktini tercih etmek şüphesiz hem sünnete uygun olur, hem de inşallah daha huzurlu, feyizli ve bereketli bir yolculuğa vesile olur. Dipnotlar:

1. Mesnevî-i Nûriye, s. 76

2. Tevbe Sûresi: 128

3. Câmiü’sSağîr, 4/1649

4. Câmiü’sSağîr, 4/1468

5. Câmiü’sSağîr, 4/1530

6. Câmi, 2/233

7. Nesâî, Namaz Vakitleri, 42

18.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Çakalların günü



Robert Fisk, ‘Day of jackals as Paris marks the overthrow of a monarch’ başlıklı yazısında, Sarkozy’nin Akdeniz için ‘Birlik’ şovuna temas ediyor. Buradaki çakal ifadesiyle elbetteki Fransa’da hapiste yatmakta olan Carlos’u kastetmiyor. Carlos olsa olsa çakal yavrusu olabilir. Bilâkis iki yıl içinde düşman pozisyonundan can ciğer kuzu sarması haline gelen, kimyaları aynı, ama söylemleri ayrı liderler kastediliyor.

Özellikle de Ortadoğulu liderler. Mısır çoktandır kendisine bir rol arıyordu ve sonunda Sarkozy’nin partnerliğinde aradığını buldu. Sarkozy’nin bu dışı yaldızlı cafcaflı ama içi boş projesine ilk karşılık veren Mısır’ın yaşlı çakalı oldu. Robert Fısk’in de kastettiği işte bu tip liderler. Sarkozy tam rezil olmak üzereydi ki imdadına iki lider yetişti. Bunlardan birisi, Beşşar Esad diğeri de Recep Tayyip Erdoğan. Beşşar ile Sarkozy adeta birbirlerini mezardan çıkardılar. Robert Fisk’in de ifade ettiği gibi iki yıl öncesine kadar Refik Hariri’nin öldürülmesinden dolayı Sarkozy’nin selefi Chirac adeta Beşşar’ı yerkürede istenmeyen adam ilân etmişti. Beşşar neredeyse Sudan Lideri Ömer Beşir’in akibetini paylaşıyordu. Onu bu vartadan kurtaran Recep Tayyip Erdoğan oldu. İsrail ile Suriye arasında arabuluculuk yaparak adeta etrafındaki tecrit duvarlarını ve çemberini kırdı. Öyle ki Paris’te bile Olmert ile Esad arasında bu trafiği yürüten taraf oldu. Bu işe sulanan Sarkozy az daha bu rolü Türkiye’nin elinden kapıyordu.

Beşşar, Olmert’le-Talabani’nin İsrailli liderlerle yaptığının hilâfına yüzyüze gelmemeye özen gösterdi ama neticede ‘Siyonist Oluşum’ ibaresi yerine İsrail ifadesini kullandı ve ona meşruiyet atfetmiş oldu. Tabir caizse, AKP, Beşşar’ı uluslar arası kuyudan çıkararak, ona hem içeride hem dışarıda yeniden meşruiyet sağlamış oldu. Beşşar bu kıyağı nasıl öder bilemeyiz. Beşşar, 2 yıl öncesine nazaran Lübnan’da yine zeytinyağı gibi üste çıktı. Hizbullah’a verilen veto hakkıyla birlikte aslında Hizbullah, Lübnan içinde devlet içinde devlet olma pozisyonundan devlet üstü devlet pozisyonuna yükselmiştir. Bunun sonucu olarak Hariri için uluslar arası mahkeme projesi suya düşmüştür. Zira, artık Hariri ve Sinyora sözde çoğunluk olarak bu meseleyi gündeme bile getirecek takatta değiller. Zira başlarında Demokles’in kılıcı gibi veto kılıcı sallanıyor. Beşşar dostları da, artık bundan böyle Hariri olayında Mossad rivayetini unutacaklardır. Bundan dolayı Suriye’nin Lübnan’a elçi göndermesinin bir önemi kalmadı. Zira Suriye’nin Lübnan’da daima fevkalâde elçileri olmuştur ve bunlar Dovha raunduyla birlikte insiyatifi ele geçirmişlerdir. Bundan dolayı acaba Dovha’da kim kime çalıştı?

***

Dolayısıyla Bastille’de kutlanan çakallar gününden en kârlı çıkan Beşşar Esad olmuştur. Kendisine yönelik uluslar arası tecridi kırdığı gibi Hariri dâvâsından da yırtmıştır. Beşşar, Türkiye sayesinde hayal etmediği noktalara gelmiştir. Birincisi, adam barış söylemiyle birlikte yeniden uluslar arası arenaya çıkmıştır. Arapların, Şam üzerindeki tecridini bile kırmıştır. İkinci kadame de (İslâmî kimliği nedeniyle), yağdan kıl çekercesine AKP üzerinden iç muhalefeti de iskat etmiş, savuşturmuş ve meşruiyet kazanmıştır. Suriyeli hangi muhalif bu durumda diyebilir ki: “Esad, Suriye’yi ve millî dâvâyı sattı’ diye. Başbakan Erdoğan Sarkozy’yi ödüllendirmeden önce Irak’ın taifi başbakanı Maliki’yi ödüllendirmiştir. Erdoğan’ın Nejad’dan sonra Irak’a gidişi, yol olmuştur. Arkasından Hariri gitmiştir ve Ürdün Kralı Abdullah II de sıradadır. Bazıları bu ziyaretin Nejad’ı dengelemek için olduğunu söyleyebilir.

Böyle olsa bile iki yanlış bir doğru etmez. İşgali ve işbirlikçi yönetimleri meşrulaştırmada İran, daima başı çekmiştir. Nejad’ın ziyareti ve burada Amerikalı komutanlarla sarmaş dolaş olması da bunu göstermiştir. Başbakan bir de üstelik ‘Ne Şiîiyim ne de Sünnîyim ben bir Müslümanım’ diyerekten Maliki’ye rüşveti kelâmda bulunmuştur. Halbuki oradaki mezhep kavgası işgalin bir ürünüydü.

İkinci olarak, işgalden sonra Sünnîler çifte kavrulmuş bir haksızlık yaşadılar. Onları hem işgalciler hem de işgalcilerin devrettiği işbirlikçi yönetimler horladı ve bunun sonucunda ikinci sınıf vatandaş haline geldiler. İhkak-ı hak açısından Erdoğan onların statüsüne tadil etme babından gayret edeceğine müstevlilerin diliyle konuşmuştur. Kürtlerin de birinci sınıf Sünnî olduğu hatırlatılacak olursa deriz ki: Onların mezhebi seküler olduğundan fark etmez. Bunlar, ‘komşularla ilişkilerde sıfır problem’ nazariyesinin mimarı Ahmet Davudoğlu’nun karihasının mahsülüyse; brova ona.

***

Ne başdöndürücü ve pragmatik trafik ki, iki yıl içinde Şam-Paris ve İstanbul ekseni tepetaklak oldu. En sorunlu başkentler şimdi birbiriyle bal yağ gibiler. Ama zemin çürük. Bastille’de çakalların dansıyla ilgili Sarkozy’nin muhalif kanat tarafından paylanması üzerine kendisini şöyle savunmuştur: “Ne yapayım. Ortadoğu’da ya Talibanlar veya Atatürkler çıkıyor...” Esad’ın ayağına kadar kırmızı halılar seriyor. Ülkesinde ezanların sesini kısan Bin Ali’yi ise öve öve bitiremiyor. Talibanlar kızları okutmazken Bin Ali küçük kızların tümünü okula göndermekle asimetrik bir misyon ifa ediyor. Tam da Sarkozy’nun söylediği ve istediği gibi.

Acaba Sarkozy’nin bu sözleri, Richard Perle’ün kalemdaşı David Frum’dan mı kopya? Zira, o 50 yıldan beri ABD olarak amaçlarının İslâm dünyasında her ülkenin başında bir Mustafa Kemal ikame etmek olduğunu yazmıştı. Avrupa’nın Kaddafisi her gün yeni bir mevzide... En yakın partnerleri de Beşşar ile kılavuzu Erdoğan...

18.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Görüntü başka, gerçekler daha başka



Şartlar zorluyor ve bazı tesbitleri sıklıkla gündeme taşıyoruz. Bu tesbitlerden biri de “(Türkiye’de) Deprem hariç her şeyin bir senaryosu var” şeklindeki ifadedir. Elbette senaryosuz hadiseler de cereyan ediyor, ama çokluktan kinaye böyle diyenler de haksız sayılmaz.

Yaşanan hadiseleri gününde değil de, daha sonra değerlendirmek, insanları bu kanaate sevk ediyor. Meselâ her hangi bir hadise olduğunda ‘ilk belirlemeler’e göre yapılan değerlendirmeler, daha sonra yapılan değerlendirmelere göre isabetsiz oluyor. Diyelim ki bir terör hadisesi yaşandı. Gerek siyasetçi ve gerek ‘uzmanlar’ın ilk değerlendirmeleri, geçmiş hadiselere dayanan ‘ön kabüller’le şekilleniyor. Böyle olunca da hadisenin gerçek mahiyeti anlaşılamıyor. İlk değerlendirmeler doğru olmuş olsaydı, bugün terör denilen hadiseyi yaşamıyor olmalıydık. Çünkü her terör hadisesinde sonra yapılan ‘ilk değerlendirme’de terörün son çırpınışları olduğu ve kökünün kazındığı / kazınacağı ifade edilmiştir.

Aslında siyasî hadiseler de her zaman göründüğü gibi cereyan etmiyor. Son günlerde, geçmişte yaşanan bazı siyasî hadiselerin ‘arka planı’ açıklanıyor. Buna göre, bazı ‘etkili ve yetkili’ çevreler, dönemin başbakanının görevi bırakmasını ve yerine ‘yardımcısı’nın geçmesini istemiş. 2000’li yıllarda yaşanan bu hadise, o günlerde kamuoyu ile paylaşılmadı. Dolayısı ile o günkü bilgiler ışığında yapılan değerlendirmelerin yanlış olduğu bugün daha net anlaşılıyor.

Bilhassa medya, bu ve benzeri hadiseleri zaman zaman yaşadıkları ve şahit oldukları için ‘ilk bilgiler’e her zaman mesafeli durmalıdırlar. Ne yazık ki bu yapılmıyor, dolaylı da olsa ‘ilk bilgiler’in kamuoyunda ‘doğru bilgi’ gibi anlaşılmasına sebep oluyor.

Kamuoyu ile paylaşılan bilgilerin sıhhati konusunda her zaman ihtiyatlı olmak gerekiyor. Geçmişte böyle olduğu gibi, gelecekte de böyle davrananlar gerçekler ortaya çıktığında mahcup olmaz.

Ergenekon iddianamesi sonrası geriye dönüp bakılınca, pek çok kirli işin kamuoyuna yanlış aksettirildiği akla geliyor. İşlenen cinayetler, yapılan gizli planlar, kurulan ‘tuzak’lar bir bir ortaya çıkıyor. Muhtemelen dâvâ devam ederken ve neticeye ulaştığında fotoğraf daha net görülecek. Geçmişte yaşanan ve Türkiye’yi sarsan cinayetlerden sonra atılan manşetler, yapılan yorumlar; bugün yeniden kamuoyu ile paylaşılsa ne kadar sakil düşer, tasavvur edilsin. Karanlık cinayetleri işletip, ‘irticaî renk’ verenlerin başka planlar peşinde olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor.

Temennimiz, bugün gündemi meşgul eden ‘Ergenekon dâvâsı’nın sulandırılmaması ve gizlenen gerçeklerin gün yüzüne çıkmasıdır. Bu temin edilebilirse, bu güne kadar ödenen bedellerin hiç değilse bir kısmının yerini bulduğu söylenebilir.

Hadiselere bakalım, ama arka planı da görmek gayretiyle...

18.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Ergenekon'da üç kategori



Ergenekon terör örgütünün soruşturmasından rahatsız olan çevreler, iddianameyi sulandırmak ve soruşturmayı sekteye uğratmak için 22 maddelik eylem planı hazırlamış. Medyada yorum yapacak bazı siyasetçi, akademisyen ve köşe yazarlarına göndermiş.

Konu hakkında giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinin çerçevesi çizilmiş. Nasıl yazacakları, hangi cümleleri kullanacakları yazılmış. Slogan bile üretilmiş. Biri de “her yere kon.” Bununla soruşturmanın ölçüsüzce yapıldığı anlatılacakmış.

Soruşturmanın “her yere kon”duğu yok. Nereye konacağı tesadüfen de yapılmıyor. Elde edilen sağlam ve ciddî delillerle bu işin yürütüldüğü görülüyor. Bazı yüreklere korkunun konması bunu değiştirmiyor.

Silâhlı terör örgütü suçlaması ile içinde “ölüm, cinayet, suikast, mafya, çete, uyuşturucu” barındıran bir oluşumu savunmak, sempati ile bakmak için;

1- Ya vatan-millet-sakarya sloganlarına kanacak kadar saf olmak,

2- Ya Ergenekon’a ucundan, kıyısından, göbeğinden bulaşmak,

3- Ya da AKP karşıtlığının verdiği bir ölçüsüzlükle sapla samanı birbirine karıştırmak gerekir.

Vatan-millet-sakarya sloganını safça benimseyip herkesin soruşturmaya dahil olacağı zannıyla korku yaşayanlar bir kenara, bu işe bir şekilde bulaşmış olanlar kendilerini her an yedinci dalganın içinde bulabileceği endişesini taşıyor.

Bunların içinde CHP’liler de var. Çünkü, CHP’nin yukarıdaki üç kategoriye de girecek argümanları mevcut. Parti sözcülerinin beyanları da bunu destekliyor.

Gönüllü avukatlığa soyunan Baykal’ın sözlerini tekrarlamaya gerek yok. Konuşmaları ortada.

Kimi sözcüleri ise rahat görünüyor. Bu işin eninde sonunda yargıdan döneceğinden emin bir şekilde konuşuyorlar. Neye güveniyorlar bilmiyorum. Ancak “nasıl olsa yargıdan dönecek” düşüncesi en başta yargıyı zan altında bırakıyor.

Diğer taraftan partide bazı milletvekillerinin Ergenekon’la ilişkide olduğu da ileri sürülüyor. Dokunulmazlıkları olmasa gözaltına alınmış olacakları iddia ediliyor.

Darbe günlüklerinde adı geçen Onur Öymen, gözaltına alınıp tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan İstanbul Üniversitesi eski rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun “kankaları” Nur Serter ile Necla Arat başta sayılan isimler.

18.07.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Hudson’dan “Ergenekon”a…



“ERGENEKON iddianâmesi”ni açıklayan Başsavcı, “terör örgütü” tâbirini “herkesin bildiği ‘bölücü’ veya ‘ideolojik’ terörden öte” diye tanımlamıştı.

Bunun cebir ve şiddet kullanarak ve askeri itaatsizliğe sevkle “darbe hazırlığı”nın yanı sıra halkı isyana tahrik, patlayıcı madde bulundurmak ve atmaya azmettirmek, devlet otoritesini yıkmak, zaafa uğratmak ve ele geçirmeye teşebbüs ve kamu düzenini bozmak için halkı kin ve düşmanlıkla isyana teşvik olduğunu belirtmişti.

Doğrusu bu tesbitler, iddianâmede 60 sayfa yer verilen “Danıştay saldırısı” ve Ümraniye’de ele geçirilen bombaların seri numaralarının aynı olduğu tartışmalarıyla, Cumhuriyet gazetesine peşpeşe dört defa atılan bombalar ve molotof kokteylilerle birlikte ele alındığında, iddiaları te’yid eden ve okyanuslar ötesine uzanan garip ve karmaşık ilişkileri ele veriyor.

Ve bazı gazetelerin vakitsiz ve pervâsız asimetrik ve “taraf”lı tahrikleriyle alelacele “irtica”ya fatura edilip yeniden “laik-anti laik” ikilemiyle toplumu karşılıklı kamplaşmaya iten olayların arka plânındaki çarpık ve asimetrik kışkırtmaların üzerindeki soru işâretlerini çoğaltıyor. Ülkeyi kargaşa ve kaosa sürükleyen karmaşık ilişkiler ardındaki dahilî ve hâricî istifhamları daha da arttırıyor.

TERÖR, TAHRİK VE KARGAŞA…

Bu durum, çoğu zaman belirsizlikler içinde muammaya dönüşen darbe ve ara rejimlere zemin hazırlayan ve zâhiren zıt kutuplardan gelen fâli-i meçhul terör olaylarını çağrıştırıyor.

Meselâ her ne kadar eski bir kuvvet komutanına atfedilen “darbe günlükleri”nin iddianâmede yer alamadığı belirtilse de, medyaya yansıyan “muhtıra talepleri”nin dile getirildiği “en kritik toplantı”lar ilk etapta akla geliyor. Bu sebeple âdeta bir dönemin “darbe teşebbüsü soruşturması” olan “eylem plânı”nın “dâvâ”dan ayrı mütalâası mümkün görülmüyor; en azından kamuoyu nezdinde…

Diğer yandan “Danıştay saldırısı” tetikçisinin iddianâmedeki bazı isimlerle görüştüğü bilgileri, örgütün ileri gelenlerinin yaptığı “görevlendirmeler”, zihinlere üşüşen dış bağlantıları daha da derinleştiriyor. Belli ki kargaşanın hedefi, terör, tahrik ve kargaşayla iç çatışma ve iç savaş çıkartmak ve Türkiye’yi ifsad komitelerince tezgâhlanan “turuncu devrimler”e teşne hale getirmek. “Ilımlı İslâm” ve “büyük Ortadoğu projesi”yle demokrasi ve özgürlükleri rafa kaldıran, AB projesini öteleyen, kavga ve kargaşa alevleri içine debelenen kontrollerindeki bir “Ortadoğu krallığı”na dönüştürmek…

Hatırlanacağı üzere 22 Temmuz seçimleri öncesinde, 13 Haziran 2007’de neoconların Amerikan Hudson Enstitüsü’ndeki “beyin fırtınası”nda Türkiye’ye yönelik “kaos eylemi plânı” ortaya atılmıştı. Dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu’ya suikastten, İstanbul’da onlarca kişiyi öldürecek patlamalara, Taksim’de elli kişinin ölümüne yol açacak bombalamalara kadar bir dizi “tahrik ve terör ihtimali” üzerinde “beyin jimnastiği” yapılmıştı.

Ve Hudson Institue’un “Avrasya politikaları programı” uzmanı gazeteci Zeyno Baran’ın o sırada “Türkiye’de darbe olacak” demesi, bu olayların darbeye zemin hazırlama maksadını taşıdığı şeklinde yorumlanmıştı.

Hürriyet´in ilk Moskova ardından Atina temsilcisi olan ve Amerikan siyaset okulu Stanford Üniversitesi’nde uluslar arası ilişkiler okuyan Baran, Dünya Bankası’nda Kemal Derviş’le “Bosna üzerinde” çalışmış. ABD’nin önde gelen Yahudi düşünce kuruluşlarından ‘think tank’ hayatına başlamış; “Türkiye programı”nın yanı sıra CSIS´te “Gürcistan Programı”nı kurmuş. Özellikle Kafkasya ve enerji sorunu üzerinde yoğunlaşan Baran, Nixon Center’da “uluslar arası güvenlik ve enerji programları masası” başkanlığının ardından Hudson Institue’a geçmiş…

“DEHŞET SENARYOSU”NUN AMACI…

Avrupa ve Avrasya’dan sorumlu Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Matt Bryza’la evlendiği için “Amerikan gelini” diye tanıtılan Zeyno Baran, kadife devrimleri en iyi “izleyen” isimlerden biri olarak Gürcistan ve Ukrayna ile başlayıp Kırgızistan’la devam eden Macar Yahudisi dünyaca ünlü dolar spekülatörü George Soros’un finanse ettiği “devrimler”e bölgenin topyekûn “demokratikleştireceğini” önermişti. İran ve Azerbaycan’ın “kurtuluşunu” da renkli devrimlerle olacağına dikkat çekmişti.

Ve işin ilginç yanı Baran’ın o dönemde açık açık dile getirdiği “dehşet senaryosu”nun farklı biçimlerde gerçekleşmesi.

Düğmeye İstanbul’dan değil bu kez Ankara’dan basıldı. Anayasa Mahkemesi Başkanına suikast yerine Danıştay üyelerine suikast saldırısı düzenlendi. “Taksim’de katliâm” yerine Anafartalar Çarşısına katliâm gibi bombalı patlama tertiplendi. Türkiye’nin yeniden “laik-antilaik” kutuplaşmasıyla ayrışmasına, fitnenin ateşlenmesiyle iç karışıklık, kargaşa ve kaosa itilmesine zemin hazırlamak amacıyla…

Bundandır ki gelinen noktada, 28 Şubat “posmodern darbe”sinin de yine Amerikan Hudson Enstitüsünde plânlandığı, ABD ve İsrail’in çıkarlarına aykırı düşen Refahyol hümetinin bu plânla düşürüldüğü ve “irtica ile mücadele” anaforunda 28 Şubat sürecinin siyasî aktörü “Anasollu koalisyonlar”ın işbaşına getirildiği tezine kuvvet vermekte. Seçimlerde AKP’ye oy patlaması yaptıran “27 Nisan e-muhtırası”nın da Hudson Enstitüsü kaynaklı olduğu iddiası çarpıcı da olsa bugün daha da “anlamlı” bulunmakta…

Görünen o ki istifhamlarla dolu “Ergenekon iddianâmesi”nde sözü edilen “halkı isyana alenen tahrik”in ardındaki karanlık senaryolardan, terör ve kanlı eylemlerden bu kokular geliyor…

18.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Milletin vicdanının hükmü…



Ankara’da, hem hava sıcaklığı hem de gündemin sıcaklığı insanları kavuruyor. Normalde Temmuz ayında Ankara’da siyasetçiler pek kalmazlardı. Meclis tatile girer, siyaset Anadolu’ya kayardı. Ancak hem AKP’nin kapat dâvâsı, hem Ergenekon soruşturması gibi iki önemli gündem maddesi olunca kimse Ankara’dan ayrılmak istemiyor. Kapatma dâvâsında raportör görüşünü açıkladı. Şimdi Anayasa Mahkemesi dâvâyı görüşmeye başlayacak.

* * *

Türkiye bir süreden beri Ergenekon’la yatıyor, Ergenekon’la kalkıyor. Geçtiğimiz hafta, aylardır beklenen Ergenekon soruşturması iddianamesi açıklandı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin tarafından açıklanan 2 bin 455 sayfalık iddianamede çok ciddî suçlar var. Müebbetten, 27 yıla varıncaya hapis cezaları isteniyor. “Terör örgütü kurmak. Terör örgütüne yardım etmek. Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmak veya görev yapmasını engellemeye teşebbüs”ten tutun da Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı halkı silâhlı isyana tahrike varıncaya kadar çok ağır suçlar var.

Toplam 86 sanığın yer aldığı dâvâda gelinen aşamada mahkemenin 15 günlük dosya inceleme süresi 14 Temmuz’da başladı. Ay sonuna doğru mahkeme, iddianameyi kabul edip etmeme kararını verecek. Mahkeme dâvâyı kabul ederse yargılama süreci başlayacak. Ancak şurası bir gerçek ki, iddianamesi bile 2 bin 500 sayfayı bulan belgeleri ile klâsörleri dolduran bu dâvânın görülmesi mahkemeyi hayli yoracak. Milletin temennisi sonucun bu yorgunluğa değmesi yönünde.

Olay derinleştikçe ilginç ilişkilerin varlığı ortaya çıkıyor. Ergenekon adı verilen yapılanmada kimin eli kimin cebinde belli değil. Bu dâvâ sonucunda bu garip ve çirkin ilişkilerin ortaya çıkması herkesin beklentisi. Elbette suçluların da cezalarını çekmeleri gerekiyor.

* * *

Sivil, demokrat ve aklı selimle hareket eden sendikacılar arasında yer alan Hak-İş Başkanı Salim Uslu ile “Ergenekon tartışmaları”nı konuştuk.

Verilecek yargı kararının Türkiye için bir milât olacağını düşünüyor Uslu. Açık toplum ve hukuk devleti olmanın, devleti bir kısım çetelerden arındırmanın, temiz devlete ulaşmanın yolunun da Ergenekon’un ve onun bağlantılarının bütünüyle açıklığa kavuşmasından geçtiğini dile getiriyor.

Bazı gazete ve televizyonların, iddianamenin bazı bölümlerinden hareketle sanıkları “zavallı bir aklama çabası”na girdiklerini belirten Uslu, bunun üzücü bir durum olduğunu söylüyor. Ve şöyle diyor: “Yine bazı çevreler ısrarla iddianamede bazı bölümlerin ötesinde bir kısım içeri alınan paşaların ne kadar anlı şanlı olduğunu ifade ederek, tutuklu olan bir sanığın kanserden ölmesi veya tutuklu bir bayanın rahatsızlanmasını öne çıkartarak toplumunu bir zalim-mazlûm ikilemine sokmak istiyorlar. Sanki içerdekiler masum ve haksızlığa uğramış gibi toplumda bir farklı algılama kurgusu içerisindeler ama sonuçta mutlaka yargı bir şekilde hükmünü verecek…”

Yargının hükmünün ne olacağını kestirmenin zor olmasına rağmen, toplum vicdanının hükmünü verdiğini düşünüyor Uslu ve şöyle konuşuyor: “Hangi gerekçeyle ve hangi adla olursa olsun bir kısım illegal yapılanmaların sonuna kadar üzerine gidilmelidir. Yargı kararı ne olursa olsun bazı çevreler istedikleri kadar reddediyor olursa olsun, Türkiye’de bir kısım illegal örgütlenmeler var. Devlet içerisinde devlet adına hareket eden, kendisini devlet yerine koyan bazı çeteler var. Ve bunların işlediği suçlar, cinayetler var. Seri numaralı bombalar var. Toplum bunun açığa çıkmasını istemektedir. Yargının bu konuda vereceği karardan ziyade toplumun vicdanı bu konuda hükmünü tarih önünde vermiştir. En azından toplumun adalet duygusu ve vicdanı illegal yapılanmalar içerisinde olanları ya da onları masum gösterenleri mahkûm etmiştir.”

* * *

Dâvânın sonunda birçok karanlık ilişki ortaya çıkıp çıkmayacağını mahkeme safahatından sonra göreceğiz. Ancak bu aşamada yapılacak şey, yargıyı serbest bırakıp, çıkacak karara da saygı göstermek gerekiyor. Meselenin çözümü hukukun içinde kalarak çözülürse milletin vicdanı rahatlamış olacaktır.

Artık darbeler konuşulmasın. Bu dâvânın sonunda demokrasi ve hukukun üstünlüğü galip gelsin…

18.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Peki, sonuç?



Selefi Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “İrtica ile mücadele edemeyeceğine inandığım için Genelkurmay Başkanı olmasını istemedim, onun yerine Aytaç Yalman’ı getirmek istedim” dediği Hilmi Özkök buna rağmen 2003 YAŞ’ında TSK’nın başına geldi, ama deyim yerindeyse “kuşatılmış bir komutan” olarak.

Görevi devralmasından iki ay sonra yapılan seçimde AKP’nin büyük Meclis çoğunluğuyla iktidara gelmesi, Özkök’ün işini iyice zorlaştırdı.

Kıvrıkoğlu Genelkurmay Başkanı yapmak isteyip de yapamadığı Yalman’ı, teamülleri alt üst eden bir emrivaki ile Jandarma koltuğundan Kara Kuvvetlerine kaydırmış; Jandarma Genel Komutanlığına da Şener Eruygur’u getirmişti.

Aynı dönemde Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Özden Örnek’e atfedilen günlüklerde anlatılanlar, Hava Kuvvetleri Komutanının da iştirakiyle Özkök’ün nasıl bir iç “muhasara” ile karşı karşıya olduğunu çok açık şekilde gösteriyor.

Özkök’ün birlikte çalışmak durumunda olduğu kuvvet komutanlarına ilâveten, en az üç orgeneralin daha aynı çizgide Genelkurmay Başkanına büyük sıkıntılar yaşattığı anlaşılmakta.

Bu uyumsuzluğun, en kritik konulardan biri olan Kıbrıs’a nasıl yansıdığını gösteren çok ilginç örneklerden biri, KKTC eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın Özkök’ten “Büyükelçiniz kuvvet komutanlarıyla temas halinde. Halbuki karar mercii benim” (Sabah, 14.7.08) mesajı aldığını açıklaması oldu.

İHL’ler, YÖK, başörtüsü gibi konular da, bu komutanlarca, zaman zaman darbe-muhtıra taleplerinin gündeme getirilmesine sebep olmuş.

Günlüklerden anlaşıldığına göre, darbe girişimlerinin en aktif ve ısrarlı takipçisi Eruygur. Yalman’ın tercihi muhtıra. Gerçi günlüklerde Yalman’ın bir müdahale için askerî birliklerde nabız yoklaması yaptığına dair bilgiler de var...

Özkök’ün farkı, şikâyetçi oldukları konularda komutanlarla “yüzde 80 mutabık” olduğunu ifade etmekle beraber, darbe veya muhtıradan farklı yöntemlerle tavır koymaktan yana olması.

Yani, irticaya, başörtüsüne, imam hatiplere, din eğitimine, vs. yönelik temel yaklaşımlarda özde bir fark yok. Farklılık metod ve yöntemde.

Bu konularda daha “diplomatik” bir üslûp ve söylemle tavır konulmasını savunan Özkök, görevde olduğu süre zarfında da böyle davrandı.

28 Şubat tasarruflarının, AKP iktidarında daha şiddetli şekilde devam etmesi, askerin sadece yöntem değiştirerek nisbeten kamufle ettiği katı tutumunun sürüyor olmasının da bir sonucu.

Özkök ve ekibi 28 Şubat’ta asker adına verilen imajın toplumda ters teptiğini tesbit eden, dolayısıyla “rejimi koruma ve kollama” mücadelesinde askeri en azından görünüşte daha geri plana itip diğer kuvvetleri, özellikle yargıyı öne çıkaran bir anlayışın savunucu ve uygulayıcısı.

AB sürecinde alınan mesafe de, askeri bu taktik değişikliğine zorlayan ciddî ve önemli sebeplerden biri.

Öte yandan, 28 Şubat tasarruflarının, büyük oy çoğunluğuyla sandıktan çıkmış bir iktidar eliyle sürdürülmesi, çok daha rahat, garantili ve risksiz bir yol değil mi? Ve 3 Kasım 2002 seçimlerinden beri yaşananlar bunu göstermedi mi?

İşin kolay yolu bu iken, asker ne diye kendisini durduk yere gereksiz sıkıntılara soksun ki?

İşte son dönemde askerî cenahta yaşananlar, bir cihetiyle, bu ince manevranın kaçınılmazlığını kavrayamayan ve eski yöntemlerde inat eden isimlerin artık tasfiyesi anlamına geliyor.

Olayın bir başka boyutu ise, Eruygur ve Tolon gözaltılarının, YAŞ öncesi ve Büyükanıt’tan sonra Genelkurmay Başkanlığına gelmesi kesin gözüken Kara Kuvvetleri Komutanını yıpratma amaçlı yayınları takiben gerçekleşmiş olması.

Bu durum, bir “iç hesaplaşma ve tasfiye” değerlendirmesini doğrulayıp teyid eder nitelikte.

Peki, sürecin devamında Ergenekon soruşturması muvazzaflara da uzanır ve üslûp değişikliği öze de yansır mı?

* Dün bir bölümünü aktardığımız “AB süreci ve asker” başlıklı yazımızın tarihi 22.1.2004 olacaktı. Düzeltir, özür dileriz.

18.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır | Site yöneticisi | Editör