"Gerçekten" haber verir 28 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Süleyman KÖSMENE

Ramazan ayı yaklaşıyor



Günlerin, gecelerin ve ayların sultanı yaklaşıyor. İçinde rahmetin, bağışlanmanın ve azaptan kurtulmanın kucaklar dolusu bulunduğu ibadet ayı yaklaşıyor. Allah’a her el ve gönül açanın kabul edildiği, her doğru adımın fazilet sayıldığı, her yönelişin makbûliyetle mukabele gördüğü sevap değeri eşsiz Ramazan ay’ı yaklaşıyor.

Gönüllere müjdeler olsun! Arınmak isteyenlere müjdeler olsun! Tövbekâr olmak isteyenlere müjdeler olsun! Yepyeni ve günahsız bir hayata doğmak isteyenlere müjdeler olsun! Rahmete gark olmak isteyenlere müjdeler olsun! Âhiret için adım atmak isteyenlere müjdeler olsun! Allah’a yaklaşma fırsatı arayanlara müjdeler olsun! Nefsini ve şeytanını ibâdet ile şoklamak isteyenlere müjdeler olsun! Cehennem ateşinden kurtulmak isteyenlere müjdeler olsun! Her türlü dertten ve ıstıraptan Allah’a sığınmak isteyenlere müjdeler olsun! Allah’tan Cennetini ve Cemalini isteyenlere müjdeler olsun! Kucağını, cebini, elini, avucunu sayısız müjdeler ile doldurmuş mübarek bir ay geliyor.

Biz Cennet istiyoruz. Tam Cenâb-ı Hakk’ın vaad ettiği evsafta: Ebedî, cismânî, emîn, bereketli, latîf, enîs, hoş, nimetleri sonsuz, mevcûdâtı hayat ve şuur sahibi, cezb edici, iştihâ duyulacak lezzetlerin kaynağı ve içinde Allah’ın rızâsının ve selâmının bulunduğu bir memlekete tutkunuz biz. Tıpkı şu âyetteki gibi:

“Rablerinden korkanlar bölük bölük Cennete götürülürler. Oraya geldiklerinde Cennetin kapıları açılır ve Cennetin görevlileri onlara: ‘Selâm sizlere! Hoş geldiniz! Ne mutlu sizlere! Ebedî olarak Cennete girin!’ derler. Onlar: ‘Bize verdiği sözde duran ve bizi bu yere vâris kılan Allah’a hamd olsun! Şimdi Cennette dilediğimiz yerde oturabiliriz! Salih amel sahiplerinin ecri ve mükâfâtı ne güzelmiş!’ derler.”1

Biz ne dünyayı, ne dünyanın malını, servetini, makamını, şöhretini, namını, şânını, şerefini istiyoruz. Biz Cennet istiyoruz. Bütün emellerimizi kuşatan, bütün ihtiyaçlarımızı karşılayan, bütün arzularımıza bakılan, bütün isteklerimize ilgi gösterilen, bütün dileklerimize cevap verilen Cenneti istiyoruz biz. Bakmayın bütün bunları dünyadan beklediğimize. Yanlış kapı çalıyoruz, farkında değiliz.

Cennete bir de en muhteşem kapıdan girmek var ki, şerefi, onuru, izzeti, haysiyeti, büyüklüğü, güzelliği, erişilmezliği, üstünlüğü, cazibesi tarif edilmez. Onun şerefini ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne insan kalbine doğmuş!

Peygamber Efendimiz (asm) buyurur ki: “Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır. Bu kapıdan Kıyamet Gününde yalnız oruçlular girer. Onlarla birlikte başka kimse giremez. ‘Nerede oruç tutanlar?’ diye çağırılır ve oruç tutanlar oradan Cennete girdirilir. Sonuncusu da girdi mi, artık kapı kapanır ve o kapıdan kimse giremez.”2

Ya oruçla ilgili şu müjdelere ne dersiniz?

* Peygamber Efendimiz (asm) bildirdi ki: Allah ü Zülcelâl Hazretleri şöyle buyurdu: “İnsanoğlunun her işi kendisi içindir. Ancak oruç değil. Oruç Benim içindir. Ve onun mükâfatını Ben veririm. Oruç, günahlardan koruyan bir ameldir. Oruç tutmaya başladınız mı, oruçlu olan kimse kötü söz söylemesin, bağırıp çağırmasın! Biri ona söverse yahut bağırıp çağırırsa, sadece, ‘Ben oruçluyum!’ desin. Allah’a yemin ederim ki, oruçlu kimsenin ağzının kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlunun iki sevinci vardır: Biri iftar zamanında, diğeri orucunun sevabı ile Bana kavuştuğu zamandadır.”3

* Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Ramazan ay’ı gelince Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapatılır. Ve şeytanlar bağlanır.”4

* Allah Resûlü (asm) buyurdu ki: “Ramazan Ay’ının ilk gecesi geldiğinde, şeytanların ve cinlerin azgınları bağlanır. Cehennem kapıları kapatılır. Ve hiç biri açılmaz. Cennet kapıları açılır ve hiçbiri kapanmaz. Bir münâdî şöyle seslenir: ‘Ey hayır isteyen! Kollarını sıva! Ey şer isteyen! Vazgeç bu ayda şerden.’ Ramazanda Cehennem ateşinden kurtulan nice insan vardır! Bu her gece böyle devam eder.”5

* Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Kim inanarak ve Allah’tan sevap umarak Ramazanda oruç tutarsa geçmiş günahları affedilir.”6

* Bir adam geldi ve Peygamber Efendimize (asm) şöyle sordu:

“Yâ Resûlallah! Üzerime farz olan namazları kılıp Ramazan ayında oruç tuttuğum, helâli helâl bilip haramı haram bildiğim ve bunlara başka bir şey ilâve etmediğim zaman Cennete girer miyim?”

Peygamber Efendimiz (asm):

“Evet!” buyurdu.7

Dipnotlar:

1- Zümer Sûresi, 39/73, 74

2- Buhârî, Müslim, Nesâî

3- Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî

4- Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî

5- Tirmizî

6- Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, Ahmed

7- Müslim

28.08.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Bilinmeyenler



BİLGİ hayatın kaynağını teşkil ediyor.

Bilinenler var, bilinmeyenler var.

“Siz benim bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız” diyor iki cihanın güneşi ve serveri (asm).

Bilgi toplumu olanlar, ilgi bireyleri haline gelmişlerdir. Çevresiyle ilgili ne kadar sorumlulukları var ise onlara karşı ilgisiz kalmamışlardır.

Sosyal hayatımızda bugün en çok muhtaç olduğumuz şeyler ise, bilinmeyen şeylere karşı ilgi duymamızdır.

Arama ve sahip olma istekleri sadece maddî düzeyde kaldığı sürece hak ve hakikatin yolunu bulmamız imkânsızdır.

Karanlıkta ve yaralı olan bir insanı tasavvur ediniz. Böyle bir insana ulaşıp, karanlığına aydınlık, yarasına merhem olsanız, o insan ne kadar mutlu ve mesrur olur siz kıyas edin.

Dünyası böylesine aydınlık insanlar için, hayat yolu karanlık ve kendisi mânen yaralı insanlara ulaşmak kadar değerli bir şey olamaz.

Ama öyle insanlara ulaşmak bazen zordur.

Herşeyi bildiğini zanneden insanlara anlatacak şeyiniz yoktur.

Bilinmeyenler insanın büyük bir kaybıdır aslında.

Cenâb-ı Hak, kudsî bir hadiste “Ben bilinmeyen bir hazine idim. Bilinmek istedim, kâinatı yarattım” diyerek, yarattığı dört yüz bin çeşit nebatât ve hayvanâtı kendisini tanıması, bilmesi ve Kendisine ibadet ile şükretmesi için yarattığını bildirmektedir.

Bilgi her zaman insanı mütevazi yapmıştır. Bilmeyenler ve az bilenler ise, her zaman kibirli ve böbürlü olmuşlardır.

Bu anlamda herşey talebe bağlanmıştır.

Büyük âlim Sa’d-ı Taftazânî imanı tarif ederken:

“Cenâb-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur” diyerek, bunu nazara vermektedir.

Yani, talep ve istek asıldır. İrade dediğimiz şeyi Cenâb-ı Hak insanlara bunun için vermiştir.

Bilinmeyenler bilinse idi, sosyal hayatımız böyle olur muydu?

Tarihini, hayatını, güzelliklerini, sorumluluklarını nereden geldiğini, dünyadaki vazifesinin neler olduğunu, ahiretteki durumunu düşünen insan için bu bilinmezleri bilmek, toplum hayatını huzurlu ve mutlu yapacaktır.

Ama bildiğimiz zaman.

28.08.2008

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Alman kızı Asiye



Hz. Enes’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: “Bütün insanlar içerisinde fazilet bakımından şu dört kadını bilmen yeter: İmran kızı Meryem, Huveylid kızı Hatice, Muhammed (s.a.v) kızı Fatıma ve Firavun’un hanımı Asiye.”

Yukarıda adları zikredilen hanımlar, bâtıla karşı hakka sahip çıkmış ve bu uğurda inanılmaz fedakârlıklar göstererek birer iman abidesi olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerim bu hanımlardan birini, Hz. Asiye’yi iman edenlere örnek olarak gösterir.

“Allah, imanı tam olanlara Firavun’un hanımı Asiye’yi örnek verir; hani demişti ki; ‘Rabbim ! Bana kendi katında Cennette bir ev yap; beni Firavun ve işkencesinden ve onun zalimlerinin elinden kurtar.” (Tahrim Sûresi, 11.ayet)

Kur’ân-ı Kerim inananlara örnek olarak Hz. Asiye’yi gösterirken, eşi Firavun’u da, dalâlet, zulüm ve tuğyan taifesinin lideri olarak gösterir. Firavun Hz. Musa’nın (a.s.) getirmiş olduğu risalete inanmamakla kalmamış, emrindeki sihirbazlar vasıtasıyla insanları kandırıp onların ilâhî nurla nurlanmalarına engel olmuştur.

Hz. Musa döneminde insanları kandırıp köleleştirmek için sihir kullanılırken, günümüzde ise maddecilik aynı maksatla kullanılmaktadır. Modern dünyanın insanı maddenin, dolayısıyla da nefsinin kölesi olmuştur maalesef. Nefsi razı etmek için gece-gündüz çalışmakta ve haram-helâl demeden maddî kazanç sağlamaya çabalamaktadır. Bu uğurda dinine, namusuna ve şerefine halel gelse de umursamamaktadır ne yazık ki.

Bu kadar uzun bir mukaddime yapmamın sebebi, materyalist düzenin sebep olduğu ruhî bunalımdan İslâm diniyle şereflenerek kurtulan bir Alman kızını tanıtmak istediğim içindi. Kuveyt Üniversitesi Dil Merkezinde Arapça okuyan Asiye, aynen Kur’ân-ı Kerimde zikrolunan Asiye Hatun gibi maşaallah takva sahibi genç bir hanım. Fotograf çekmek istediğimde “Bu konu İslâm dininde ihtilâflı olan bir konu; şüpheden uzak olmak için zorunlu olmadığı sürece çektirmiyorum” dedi.

Onu gayet titiz bir Müslüman olarak görünce, kendisinden İslâma giriş hikâyesini anlatmasını istedim. Doğrusu bu ya, dini miras olarak alıp, onu lâyık olduğu gibi yaşayamayan benim gibi birçok Müslümana örnek olur dedim Asiye’nin ihtida öyküsü.

Asiye’nin babası İtalyan asıllı. Annesi ise Alman. Dört kardeş arasında tek kız. Ailesi Katolik inancına sahip iken yavaş yavaş dinden uzaklaşmışlar. Şimdi babası ve kardeşleri ateist. İnanan olarak sadece annesi kalmış ailede. Onun da kiliseye gitmeleri seyrekleşmiş.

Asiye çocukluğunda kiliseye gitmeyi hiç istemezmiş. Çünkü orada anlatılanları mantığa aykırı bulduğundan aklına birçok soru geliyormuş:

“İsa aynı anda hem ilâh, hem de oğul” diyorlardı. Bu nasıl olabilirdi!? Yerlerin ve göğün sahibi gibi bir sıfata sahip olan İlâh, nasıl beşerî bir ihtiyaç olan oğul edinmeye ihtiyaç duyardı? Sonra “Tüm kâinatı kabzasında tutan bir İlâh var” diyorlardı. Peki nasıl böyle muazzam güce sahip olan bir İlâh haftada bir gün istirahate çekilirdi?

Kilisenin bu sorulara tam cevap verememesi yüzünden, Asiye kiliseye gitmekten vazgeçmiş. Cevabını bulamadığı bu soruları bir tarafa bırakıp, hayatını yaşamaya, gününü gün etmeye başlamış. Çalışmak, çok kazanmak için çok çalışmak... Yemek-içmek ve eğlenmek, Asiye’nin hayattaki tek gayesi olmuş.

Birçok Avrupalı kız gibi Asiye de daha çok küçük yaştayken ailesinden ayrı yaşamaya başlamış. Bu yüzden aile mefhumunu neredeyse unutmuş. Hep kendi ayakları üstünde kalmaya çabalamış. Ergenlik çağlarındayken bir Türk kızı ve Alman gençle beraber aynı evi paylaşmış. Bu Türk kızının ailesi kızlarını zorla evlendirmeye kalkışmışlar; o da çareyi evden kaçmakta bulmuş. Tabiî bu durumlarda Alman hükümeti maddî yardımda bulunuyormuş. Devletin verdiği yardımlarla geçinen bu Türk kızı vasıtasıyla Asiye İslâm hakkında birtakım bilgilere sahip olmuş. Fakat bu Müslüman kızın söyledikleriyle yaşantısının tezat oluşturması yüzünden, Asiye İslâma çok fazla ilgi duymamış. Bir gün, aynı evi paylaştıkları Alman genç, kitapçıda yeni bir kitap gördüğünü, bunun Kur’ân’ın Almanca tercümesi oluğunu tahmin ettiğini söylemiş. Hem Türk kızı, hem de Asiye birer nüsha satın almışlar Kur’ân tercümesinden. Ama ne var ki Asiye bir türlü kitabı okumaya başlayamamış. Buna rağmen, nereye gitse kitabı yanında taşımayı da ihmal etmemiş.

Bu durum birkaç sene devam etmiş. Ta ki bir grup Alman gençle beraber Mısır ve Dubai’ye gidinceye kadar.

Asiye bu turistik gezi sebebiyle Müslümanları biraz daha yakından tanımaya başlamış. Tanıştığı Müslümanlara İslâmı soruyormuş, onlar da bilebildikleri kadarıyla cevaplıyormuş. Ortadoğu’daki Müslümanlar arasında da söyledikleri ile yaptıkları arasında tezat oluşan Müslümanların olduğunu yakînen görmüş. Psikolog olduğundan insanları ve olayları sorgulamaya, sosyal hayattaki çelişkilerin sebebini bulmaya çok meraklıymış. İnançlarıyla çelişkili hayat yaşayan Müslümanların durumunu anlamak için Kur’ân tercümesini okumaya karar vermiş. Almanya’ya döndüğünde de hemen okumaya başlamış.

Bir de ne görsün! Çocukken sorduğu soruların cevabı Müslümanların kitabı Kur’ân-ı Kerim’de olmasın mı!!

“Allah çocuk edindi dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi Onundur, hepsi Ona boyun eğmiştir”

“O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Birşeyi dilediğinde ona sadece ‘Ol!’ der, o da oluverir.” (Bakara Sûresi, 116-117. ayetler)

“Allah’tan başka ilâh yoktur; O Hayy’dır ve Kayyum’dur. Kendisine ne uyku gelir, ne de uyuklama.” (Bakara Sûresi, 255. âyet)

Asiye Kur’ân-ı Kerimi tamamen okuduktan sonra İncil’i okumuş. Okuduğu şeylerin günümüz insanının manevi yaralarına deva olmaktan uzak olan tarihî efsaneler olduğuna kanaat getirmiş. Şimdi, “Keşke Kur’ân’ı daha önce okumuş olsaydım. O zaman çok daha erken Müslüman olurdum” diyor. İslâmın emrettiği şeyleri yapmakta ve de nehyettiklerinden uzak durmada bir zorluk çekmeyen Asiye, kendisine örnek insan olarak Hz. Asiye’yi almış, bu yüzden de ismini “Asiye” olarak seçmiş. Ve nefsin tuğyanına isyan ederek Allah’ın ipine sıkı sıkı sarılanlardan olmuş maşaallah.

“Kim insanları Allah yolundan saptırıp isyana sürükleyen ve birer ma’bud gibi kıymet verilen tağutları reddeder ve Allah’a iman ederse, işte o, kopmaz ve kırılmaz, sapa sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah ise herşeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.” (Bakara Sûresi, 256. âyet)

Not: İslâm Almanlar arasında hızla yayılıyor. 2004-20005 yılı arasında tam 4 bin Alman Müslüman olmuş. Bunların çoğu kadın. İslâm Almanya’ya nasıl girdi? Şu andaki durum nasıl? Bu konuda bilgi almak isteyenler Alman “Der Spiegel” dergisinin internet sayfasına baksınlar. Orada güzel bilgiler var.

www.spiegel.de/international/spiegel/01518.460364.00html

28.08.2008

E-Posta:




Kadir AKBAŞ

“Özgürlük kalkanına bürünen tesettür” ve yüksek yargıda ideolojik istikrar



Türk Ceza Kanunu’nun çok meşhur 301. maddesi uyarınca “Devletin yargı organlarını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası” ile cezalandırılacaktır. Bu cezaî müeyyideyi özellikle yazının başına koymak istedim. Gözümün önünde dursun, ve zülfüyare dokunacak bir şeyler yazacak olursam, bu müeyyideyi görüp derhal yazdıklarımı tashih ile suya tirit şeyler kaleme alabileyim. Aksi halde duruşma salonunda müdafii olarak değil, sanık olarak yer almak işten bile değil. Gerçi ne denli suya sabuna dokunmayan şeyler yazmaya çalışacak olsam da, gayretli birileri beni bir müdafiiye muhtaç bırakabilir.

Hissettiğim tedirginliği kanun koyucu da hissetmiş olmalı ki; aynı maddede “Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” hükmüne de yer vermiş. Demokratik bir hukuk devleti olduğu iddiasındaki bir ülkede, eleştirinin suç olmadığı gibi bir düzenlemeye yer verilmesi, ilk anda anlaşılması zor bir durum. Bu düzenleme bile başlı başına bir tedirginlik kaynağı. Acaba bu düzenleme ile kanun koyucu eleştiri yaparken sığ sulardan ayrılmamamızı, aksi takdirde Türk Ceza Kanununun suçlar denizinde boğulabileceğimizi imâ mı ediyor? Belki de bu düzenleme her eleştiriyi suç kabul etme eğilimindeki yargı erkini frenlemeyi amaçlıyor. Kim bilebilir ki?

Peki, aşağılanmaya karşı TCK’nın 301. maddesi ile koruma altına alınan bir yargı organının Türk milletininin büyük bir bölümünün mensubu olduğu İslâm dinini ve bu dinin gereklerini “çağdışı bir düşünce” olarak nitelendirmesi ve dini inancın bir sonucu olarak milyonlarca kadının farziyetine inandığı tesettür emrini “çağdışı bir düşüncenin ürünü” olarak vasıflandırması ve milyonlarca mütesettir kadını “bağnazlık”la suçlayarak kaba bir biçimde aşağılaması karşısında milyonlarca Türk vatandaşı himayesiz mi? Maalesef yalın gerçek bu.

İdeolojik bir zırha bürünmüş yargı ve özellikle de yüksek yargı karşısında tek tek bireyler kadar, toplumun farklı etnik kökene, farklı din, mezhep ve felsefî inanca sahip her kesimi açıkça himayesiz durumda ve benzer bir aşağılanmanın muhatabı olmakta eşit fırsatlara(!) sahip.

Yıl 1983... Zorunlu din dersinin anayasaya konulduğu bir dönem. Bir kadın, inandığı dinin bir gereği olduğuna inanarak tesettüre giren, başını örtmeye karar veren özgür bir kadın... Yetkin ve özgür bir birey olarak “eşine ayak uydurma” gafletine düşmeyerek kendi olmaya karar veren bir kadın. İsmi Neriman... Başkaca her şeyi meçhul bizce. Tanımadık kendisini, ancak iyi olduğuna şehadet edebileceğimiz bir kadın. Ensar misali, kınayanların kınamasına aldırmadan Hakkâ râm olan bir kadın. En acısı da ilk kınayanın hayat yoldaşı seçtiği kocası olması. İstenmeyen kişidir artık Neriman Hanım evde. Ya başını açacak ya da Hakkâ hicret edecektir. Neriman Hanım Hakkâ hicret etmeyi, inançlarında, tercihlerinde sebat etmeyi tercih eder. Kocası Neriman hanımın bu haklı tercihi karşısında boşanma kararı alır. Eşinin kendisine ayak uydurmadığından, evlendikten sonra başörtüsü ile gezmekte ısrar ettiğinden bahisle boşanma dâvâsı açar. Gerekçesini bilmiyoruz, ancak yerel mahkeme tarafların boşanmalarına karar verir. Karar, Neriman Hanım tarafından temyiz edilir. Elimizdeki belgelerden anlaşıldığı kadarıyla temyiz incelemesini yapan Yargıtay 2. Hukuk Dairesi “T.C. Anayasasının laiklik ilkesini öngörmüş olması karşısında, eşlerden birinin ötekinin inançlarına müdahalede bulunması mümkün değildir. Onun için karı koca, birbirinin dini inanış ve onun gerektirdiği davranışlarını müsamaha ile karşılamak zorundadır” diyerek haklı ve doğru olarak yerel mahkemenin kararını bozuyor.

Dosya, davacı kocanın karar düzeltme talebi üzerine bir kez daha Yargıtay 2. Hukuk Dairesi önüne geliyor. Ne oluyorsa bu arada Yargıtay 2. Hukuk Dairesi gerçekten laik ve demokratik bir hukuk devletinde rastlanmayacak içerikte bir kararla karar düzeltme talebini kabul ediyor ve yerel mahkemenin boşanma kararını onuyor.

Yargıtay’a göre, karı koca, birbirinin dini inanış ve onun gerektirdiği davranışlarını müsamaha ile karşılamak zorundadır. Ancak müsamaha gösterilecek davranışların Yargı tarafından “uygun” bulunması şart.

İnanılmaz ama dönemin Yargıtay 2. Hukuk Dairesi kendisini fetva makamı olarak konumlandırdıktan sonra, Müslüman hanımların gönüllerine su serpecek bir içtihadda (!) bulunarak “Gerçekten İslâm Dini’nde tesettür (örtünme) konusunda kesin hatları ve ayrıntıları muayyen ve uyulması her halde zorunlu bulunan kurallar belirlenmiş değildir” hükmüne varıyor.

Evet şaşırmayın. Bu hükme varan Meşihat Dairesi değil. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Yargıtay 2. Hukuk Dairesi. Daire tesettürün zorunlu olmadığına ilişkin bu içtihadına rağmen tesettürde ısrar edilmesini “bağnazlık” olarak değerlendiriyor.

Yargıtay, kadının kıyafetlerini kişisel tercihlerine göre değil, kendi fetvasına göre biçimlendirmesini öngörüyor. Bu edilgenliği kabul etmeyerek kadının kendi olması karşısında ne olacağını da gösteriyor Yargıtay kararında. Kadının “tesettür (örtünme) hususunda bağdaşmaz, bir tutum içine girmesi müsamaha ile karşılanamaz”

Elbette bu yazı Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin yirmi beş yıl önce verdiği bir kararı salt hukuk biliminin verileri ile değerlendirmek üzere kaleme alınmadı. Zaten milyonlarca kadının bireysel tercihleri ile tesettüre girmesini niyet okumayla “görünüşte özgürlük kalkanına” bürünmek olarak değerlendiren, ideolojik bağnazlıkla malul bir karar bilimsel bir değerlendirmeyi hak etmiyor.

Normal bir hukuk devletinde olsaydık en başta yerel mahkeme ve sonrasında Yargıtay kadının eşinin karşı çıkmasına rağmen tesettüre girmesi ile yaşanan olayların, çıkan tartışmaların eşler arasında ortak hayatı çekilmez hale getirip getirmediği, evlilik birliğinin temelinden sarsılıp sarsılmadığını tartışırdı. Bir yargı kararında yer almaması gereken sübjektif, ideolojik değerlendirmeler kararda yer almazdı.

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin yirmi beş yıl önce verdiği kararı bugün gündeme getirmemizin sebebi yine bu günlerde tartışılmakta olan Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin bir başka kararı. Yeni kararın tam metni elimizde yok. Ancak basına yansıdığı kadarı ile Yargıtay 2. Hukuk Dairesi kendisine göre “çağdaş” ve “çağdışı” tanımlamalarında bulunarak yüksek yargıda ideolojik istikrarın sürdüğünü müjdeliyor.

Yüksek yargı organları artık mümeyyiz, iyiyi kötüden ayıracak kadar eğitim almış bireyler olarak özel yaşamımıza ilişkin seçimlerimizde bizi özgür bırakabilirler mi?

Yüksek yargı özel yaşamımıza ilişkin değerlendirmelerde bulunurken, bu seçimlerimiz hakkında iyi, kötü, çağdaş, çağdışı, bağnaz gibi nitelendirmelerde bulunmaktan vazgeçip, farklı yaşam biçimlerimize karşı eşit mesafede durabilir mi?

28.08.2008

E-Posta:




Mustafa ÖZCAN

Kaddafi ve Esad rejimleri



Ortadoğu’da iki batinî rejimden söz edilebilir. Bunlardan birisi Suriye’de Esad hanedanlığı, diğeri de Kaddafi Cemahiriyesidir. Kaddafi cumhuriyeti bile aşmış ve tarihin sonunu getirmiş yani cemahiriye düzenine geçmiş. Bu iki rejimin tabiatı da oldukça karanlık. Kuzey Afrika’da Fas ve Cezayir’den başlayarak Ortadoğu’ya doğru geldiğinizde her ülkede kayıplar olduğunu ve kayıp listelerinin uzayıp gittiğini dehşetle göreceksiniz. Devlet keyfî olarak istediği anda sizi rehin alabilir veya kaçırabilir. Kaçırdıktan sonra, keyfine kalmıştır, ya sizi dehlizlerden birisine atar ya da infaz eder. Bu yöntemler ve infazlar bize Ergenekon dâvâsı üzerinden biraz tanıdık geliyor.

Fas’tan bahsetmiştik ve bu bağlamda Mehdi Ben Bereke bunlardan birisidir. Fransız yetkililer ve istihbarat elemanları ile Ben Ofkir’in tertibi sonucu olarak gün ortasında Paris’te bir lokantadan kaçırılan Ben Bereke’nin sonu asit havuzlarında eritilmek olmuştur. Bunu Kral Hasan için yapan Ben Ofkir de daha sonra Ben Bereke’nin akibetine uğramaktan kurtulamaz. Kuzey Afrika’dan Cezayir yoluyla Libya’ya geldiğimizde karşınıza Kaddafi rejimi çıkar. Modern Fatimi hilâfeti olduğunu iddia eder. Kadadfi kayıtdışı bir imamdır. Libya’da Fatih darbesinden sonra binlerce insan kaçırılmış ve derin devletin dehlizlerinde kaybolmuştur. Bunlardan birisi de ‘Kayıp İmam’ lakabıyla anılan Musa Sadr’dır. Musa Sadr, Lübnan, Irak ve İran havzasının bir bileşkesidir ve dâvetle gittiği Libya’da ne olduysa ortadan kaybolmuştur. Esrarengiz akibeti günümüze kadar aydınlatılamamıştır. Musa Sadr’ın kaybolmasının üzerinden tam 30 yıl geçmiştir. 1978’de çıkmış olduğu yolculuğundan dönmemiş ve Libya yolculuğu sonsuz bir yolculuğa dönüşmüştür. Libya ısrarla Musa Sadr’ın selametle Libya topraklarından ayrıldığını ve İtalya’ya müteveccihen yola çıktığını ve sonrasında da kendisinden bir daha haber alınamadığını ileri sürmektedir. Şimdi Lübnan yargısı yıllar sonra Kaddafi’den Kayıp İmam’ın hesabını soruyor. Bize göre bu dava geç kalmış ama gecikmiş bir dava değildir. Kayıp İmam, binlerce benzerinden sadece birisidir.

***

Lübnanlı Soruşturma Hakimi Semih el Hac’ın onayladığı mahkeme belgelerinde (28/8/2008), “Muammer Kaddafi’yi İmam Musa Sadr’ın kaçırılıp özgürlüğünü kaybetmesini teşvik etmekten suçlamaya karar verdik” deniliyor. Darfur meselesinden dolayı Ömer Beşir’in celbini bir yana bırakacak olursak, Arap dünyasında ilk defa bir devlet başkanı cinayetten veya cinayete ortak olmaktan dolayı suçlanıyor. Bu mühim bir aşamadır. Belki ilerisinde kimbilir Lübnan eski başbakanı Refik Hariri cinayetinden dolayı uluslararası bir mahkemeye bile gerek kalmadan Lübnanlılar Beşşar’ı da Kaddafi gibi mahkemeye celbedebilir. Kaddafi’nin devirdiği çamlar ne ilk ne de sondur. Sözgelimi aynen Ben Bereke olayındaki gibi bundan 10-15 yıl kadar önce de Libyalı muhaliflerden Mansur Kâhya, Mısır yönetiminin işbirliğiyle bir otelden kaçırılmış ve bir daha kendisinden haber alınamamıştır. Muhtemelen Kayıp İmam Musa Sadr’ın akibetine uğramıştır. Yine İslâmî Cihad kurucusu ve Lideri Fethi Şikaki de bir Libya gezisinden dönüşte Malta’da İsrail ajanları tarafından öldürülmüştür. Bu da Libya-İsrail işbirliğini akla getirmektedir. Kayıp İmam meselesinde de böyle bir şüphe vardır. Burgiba döneminde İsrail ajanlarının Tunus’u basarak Halil Vezir'i (Ebu Cihad) öldürmeleri de Burgiba rejiminden habersiz gerçekleştirilemezdi. Halil Vezir’in öldürülmesi de İmad Muğniye’nin öldürülmesi gibi bir olaydı. Kaddafi’nin cinayet profili oldukça yüksek.

***

Lübnanlıların en fazla kayboldukları ülke ise Suriye’dir. Gün ortasında Lübnan’da avlanan Lübnanlı muhalifler bir şekilde Suriye’ye kaçırılıyordu. Suriye’nin Lübnan’dan askerî olarak çekilmesinden sonra ve Refik Hariri’nin öldürülmesinin akabinde kaçırma olayları bitmiş ve onun yerini infazlar almıştır. Suriye de Libya rejimi gibi yüzlerce Lübnanlının hapishanelerinde olduğunu inkâr ediyor. Lübnanlılar ısrar, Suriye rejimi ise inkâr ediyor. Bununla birlikte en son Saydnaya Askerî Cezaevinde meydana gelen arbede ve baskın sırasında burada en azından bir Ürdün uyruklunun öldürülmüş olduğu ortaya çıktı. 11 Eylül’den sonra şüphelilerin teslimi konusunda en fazla Amerikan yönetimiyle işbirliği yapan iki rejimden birisi Pakistan diğeri de Beşşar Esad’ın ülkesi Suriye olmuştur. Şam bunları ‘mukavemet’ adı altında iyi kamufle ediyor. Evet karanlık rejimlerin kara kutularının açılma vakti geldi de geçiyor bile.

İşte tam da bu pozisyonda Kuzey Kore’den daha istekli bir biçimde nükleer tesislerini söken ve cümlesini Amerikalılara teslim eden Kaddafi yönetimi çeyrek asır aradan sonra ilk defa dışişleri bakanı düzeyinde bir Amerikalı yetkiliyi ağırlayacak. Kara Şahin Rice, Kaddafi’nin onur konuğu olacak! Halbuki Joe Biden, Fathi Eljahmi gibi Libyalı rejim muhaliflerinin izini sürüyor ve akibetlerini araştırıyordu. Acaba Rice, Kaddafi’den nükleer tesisler yerine biraz da bu kayıpları soracak mı? Yoksa zaten ‘11 Eylül ortağıyız, yok birbirimizden farkımız ve delili Guantanamo tutsakları’ diyerek karşılıklı iltifatlar eşliğinde keyif mi çatacaklar? Neden olmasın!

28.08.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Güzel örnek ol, gerisini merak etme



SÖZDEN çok fiilin tesirli olduğunu, hepimiz yaşayarak görmüş olmalıyız. Bunun içindir ki, “Lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha tesirlidir” denilmiş. Yani, muhatabına bir yığın söz söyleyeceğine, bunu tek bir hareketinle, yaşayarak göstermen yeterlidir.

Yurt içinde ve yurt dışında yaptığı yardımlarla tanıdığımız İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) Genel Sekreteri Murat Yılmaz, bir soruyu cevaplandırırken bu gerçeği dillendirmiş. “Gittiğin yerler içinde en çok nereler etkiledi seni?” sorusunun cevabı ibretlik:

“Ruanda’da çok etkilenmiştim. Orada 200 sene boyunca Müslüman nüfus yüzde 5’lere ancak gelmiş. Ama 1994 yılındaki savaş ortamında, Tutsilerle Hutuların birbirlerini kestikleri ortamda—ki 1,5 yılda 1,5 milyon insan kesildi—Müslümanlar o kadar güzel davranmışlar ki korunmak isteyen Tutsiler Müslümanlara gitmiş. Camilere kimse dokunmamış. Ama kiliselerde on binlerce insan katledilmiş. O hengâmede kimse bir camiye saldırmamış. Çünkü Müslümanların orada bir duruşları var, vakarı var. Ondan sonra, katliâmı yapan Hutular da arınmak için Müslümanlara gelmişler, misafir olmuşlar. Yani Hutular arınmak için, Tutsiler korunmak için sığınmışlar Müslümanlara. Müslümanlar da onları korumak için kavi durmuşlar. 200 senede yüzde 5’e ulaşan Müslüman nüfus savaştan sonra yüzde 15’lere çıkmış. Müslümanların o güzel ahlâkını görenler, davranışlarındaki samimiyete şahit olanların çoğu Müslüman olmuş.” (Genç dergisi, Temmuz 2008)

“Diğer dinlerin mensuplarına fiillerimizle örnek olmalıyız” tesbitini müşahhas olarak doğrulayan bundan daha güzel bir hadise olabilir mi? 200 yılda ‘kavlî’ çalışmayla yüzde 5 nisbetine ulaşabilen Müslüman nüfus, ‘fiilî duâ ile’ bir iki yılda yüzde 15 nisbetine yükselmiş.

Aslında bu örnek sadece Ruanda’da yaşanmıyor. Pek çok dünya ülkesinde aynı hadiseler tekrarlanıyor. Avrupa’da da İslâma teslim olan diğer din mensupları, ekseriyetle Müslümanların hallerine gıpta ile baktıklarından Hıristiyanlığı terk edip İslâmı tercih ediyorlar. Bu sebepledir ki, sonradan Müslüman olan bazı ‘meşhur’ların, “İyi ki, İslâm ülkelerini görmeden Müslüman oldum. Aksi halde, İslâmı doğru tanıyamaz ve Müslüman olamazdım” dediği anlatılır. Burada hatırlatılmak istenen de yine ‘laf’tan çok; hayatımızla, fiillerimizle İslâmı doğru temsil edebilmek, örnek olabilmek gerçeğidir.

Misyonerlerin Afrika’da yoğun şekilde çalıştığını da hatırlatan İHH Genel Sekreteri Murat Yılmaz, “Ne yapmak lâzım peki?” sorusunu da şöyle cevaplandırmış: “Birincisi Müslümanlar cehaletten kurtarılacak. İkincisi Müslümanlara, ‘Sizler Müslümansınız, aklınızı başınıza alın’ denilecek ve bol bol ziyaret yapılacak. Diğer Müslüman ülkelerden—İran, Türkiye, Irak, vs. gibi—buraya (Afrika’ya) gidilse, hiçbir şey yapılmasa, sadece selam verilse bir çok şeyi yıkmış oluyorsunuz. Zihinlerdeki ‘beyaz Müslüman’ olgusunu yıkmış oluyorsunuz. Onlara umut veriyorsunuz, onların uyanışına vesile oluyorsunuz.” (agd.)

Evet, ‘üç düşman’dan biri de cehalet... İslâm dünyası mutlak sûrette cehaleti mağlup etmeli. Zaten ilk emrin ‘ikra/oku’ olması da bu sebeple değil midir?

28.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yolsuzluklarla mücadele…



vrupa Birliğinin genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, “yolsuzluklarla mücadeleyi geliştirmek için Ankara’nın ek tedbirler almasının ve kamu ihâlesi mevzuatının AB standartlarına uyumlu hale getirilmesi”nin üzerinde durmuş.

Doğrusu son dönemde ayyuka çıkan ve Başbakan Erdoğan’ın da partisinin yöneticilerine kadar uzanan “rüşvet iddiaları”yla ilgili hafta sonu yaptığı uyarılar, gelinen noktada Türkiye’nin önünde önemli bir konunun olduğunu gösteriyor.

Ankara’nın yıllardır müzâkere sürecinde AB kriterlerini ihmal ettiği gibi, “yolsuzluklarla mücadele” hususunda, bilhassa TMSF’nin uhdesindeki satışlar ve kamu ihâleleriyle iktidar partisi mensuplarının ilişkilerine dair farklı iddialar ortaya atılıyor.

Erdoğan her ne kadar partisinin kadrolarının “popülizm tuzağı”na düşmediğini söylese de, siyasî iktidarın köklü yasal tedbirler almadığı sürece, avantajlı krediler, kayırmalı ihâleler, usûlsüzlük ve yolsuzluk söylentileriyle siyaset ve rant ilişkilerinin süreceği örnekleriyle ortada…

Siyasetin ithamlardan kurtulması, demokrasinin arınmasın açısından, siyasî iktidarın AB yolunda “demokratikleşme” ve “özgürlükler”le beraber yolsuzlukları önlemede âcil tedbirleri alması gerekiyor.

“TÜRKİYE’NİN KARNESİ” ZAYIF…

Gerçek şu ki “yolsuzluklar”, AB nezdinde Türkiye’nin demokrasi ve karnesindeki “zayıf notlar”ın başında geliyor. Ankara’nın yolsuzluklarla mücadelesi açıkça yetersiz olarak belirlenmiş.

Zira “yolsuzluklar” ve sivil-asker siyasî ve bürokratik “dokunulmazlıklar”, AB’nin Ankara’ya bakışında rahatsızlıklara yol açıyor.

Ancak memleketi Rize’nin Güneysu ilçesine giderken partili gençlerin, “Yakışıklısın, karizmatiksin, Deniz Baykal tostunu yesin!” benzeri şarkılı sloganlarla keyiflenen Başbakan, iktidar partisi mensuplarına da bulaşma alâmetleri beliren “yolsuzluk” iddiaları üzere, “Tüyü bitmedik yetimin hakkını yemedik ve yedirtmeyiz; aksi varsa, yiyen varsa, içimizde barındırmayız” demekle yetiniyor.

Erdoğan partililere, “Haksız makam, servet, ün ve şöhret isteyen, lütfen bizden uzak dursun” diyor; lâkin siyasetin ve iktidarı tabiatından gelen ve başta kendisinin de “şikâyetçi” olduğu zaaflara karşı hükümet mevzuatta hiçbir tedbir almış değil.

Son üç buçuk yıldır müzakere sürecindeki Türkiye’nin AB müktesebatına bigâne kalan AKP hükûmeti, AB müktesebatına dair “ulusal program”larda ve “katılım ortaklığı belgesi”nde açıkça bildirilen Türkiye’nin “yolsuzluklar sorunu”nun çözümüne dair yasal düzenlemelerde çaba gösterilmiyor.

AB siyasî kriterlerinin başında yer alan aday ülkelerin organize suç ve yolsuzlukla başa çıkma ve AB fonlarının doğru yönetilmesini sağlama amaçlı düzinelerce tedbir alınmasına dair öngörülen “eylem planı” hazırlanmış değil.

“GÜNÜ VE GÖRÜNTÜYÜ

KURTARMAK”LA KALINMAMALI…

AB İlerleme Raporu’nda Türkiye’de yolsuzlukların, ekonomide ve kamu hayatında çok ciddî sorunlara ve toplumda kırılmalara yol açtığı tespitiyle, mevzuatta köklü tedbirlerin alınması tavsiye ediliyor…

Bunun içindir ki yolsuzluklarla mücadele için, evvelemirde dokunulmazlıkların kapsamının belirlenip sınırlarının çizilerek, istismara kapatılması ve yargı reformunun yapılması gerekiyor. Toplumu içten içe kemiren, yolsuzlukla mücadelede yasama, yürütme ve yargının yanısıra medya ve sivil toplum kuruluşlarının mutâbakat içinde ortak çalışmalarının lüzûmu her defasında hatırlatılıyor.

Ne var ki Başbakan ve siyasî iktidar, her defasında çeşitli bahanelerle bu düzenlemeleri erteleyip öteliyor.

Görünen o ki Türkiye’de sıvasız ev sayısının çoğaldığından yakınan Erdoğan’ın, belediyelere ve vatandaşlara “sıva yaptır, görüntüyü bozma” tâlimatına benzer bir tarzda, bu konuda da sadece “günü ve görüntüyü kurtarmak”la kalıyor. Ve altı senedir hiçbir tedbir alınmayan yolsuzluklar, Erdoğan’ın ikrarıyla “mafyalar, çeteler”, “tüyü bitmedik yetimin hakkını yiyor”; kamuyu ve ülke kaynaklarını olayların akıbetiyle soymaya devam ediyor.

Oysa Türkiye’nin AB üyeliğine hazırlık aşamasında, “kamu görevlilerinin insan hakları konusunda eğitimleri” ve yargının işlevselliği ve verimliliği”yle birlikte büyük önem kazanan “yolsuzluklarla mücadele”yi daha fazla ötelememesi gerekiyor.

Yolsuzlukla mücadele, “yiyiciler bizden uzak dursun” türü beylik lâflarla değil, AB müzakere sürecinde Ankara’nın âcilen çıkarması gereken uyum yasalarının uygulamaya geçirilmesiyle olmalı…

Millet, “kapatmama kararı”ndan sonra hiçbir “mâzereti” kalmayan ve AKP siyasî iktidarından “şikâyet” değil, artık “çözüm” bekliyor…

28.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Milliyetçilik ve AB



AKP iktidarı dört yıla yakın bir zamandır fasıla verdiği AB reformlarını nihayet gündemine aldı. 3. Ulusal Program taslağı Bakanlar Kurulundan geçti, partilerle ilgili kurumların görüşüne sunulacak.

Programın muhtevasıyla ilgili olarak henüz tam ve detaylı bilgiye sahip değiliz. Şu aşamada kapalı devre sistemiyle yürüyen bilgilendirme ve görüşmelerin ardından son şekli verilip kitaplaşarak kamuoyuna açıklandığı zaman göreceğiz.

Ama sızan bilgiler de fikir verir nitelikte.

Bunlardan biri, programın “giriş” bölümünde yer aldığı ifade edilen şu cümlelerde görülüyor:

“Cumhuriyetin dayandığı temel ilkeler ve Atatürk milliyetçiliğine bağlı, ulusal bütünlük içinde, bilgi çağını yakalamış, güçlü ve refah içinde yaşayan, insan haklarına saygılı, çağdaş, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmak, geçmiş ve gelecek kuşaklara karşı tarihî ve ebedî bir sorumluluktur. ...AB üyeliğimiz, Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi ve Atatürk’ün ulusumuz için belirlemiş olduğu çağdaş uygarlıkla bütünleşme ülküsüyle bire bir örtüşmektedir.”

Bu iki cümleden ilki, anayasanın ikinci maddesine bir-iki ilâve yapılarak oluşturulmuş. Ve tarifte öngörülen devlet şekli olmanın, “geçmiş ve gelecek kuşaklara karşı tarihî ve ebedî bir sorumluluk” olduğu gibi hamasî bir hüküm cümlesi haline getirilmiş. Ancak tarifteki unsurların çok çelişkili olması bu hükmü havada bırakıyor.

Bir defa, en başta “cumhuriyetin dayandığı temel ilkeler”den söz ediliyor, ama bunların neler olduğu belli değil. Böyle olunca, bahsedilen devlet tanımı, daha ilk satırda boşluğa düşüyor.

Ardından gelen “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” ifadesi de son derece problemli. Bu sözle ne ifade edilmek isteniyor? Milliyetçilik gibi hele şu çağda daha da tartışmalı hale gelen bir kavramın, üstelik bir kişiye izafe edilerek bağlayıcı bir kriter haline getirilmesi kabul edilebilir mi?

Demirel, Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı için “şoven” nitelemesini kullanmıştı (Köprü, Eylül-1988; İslâm Demokrasi Laiklik, s. 143). Böyle bir anlayışı 21. yüzyıl Türkiyesi için belirleyici bir kriter olarak göstermenin mantığı ve izahı ne?

Hukukî bir açıklaması da bulunmayan Atatürk milliyetçiliği, ulusal programın girişinde geçtiği yerin hemen ardından gelen sözde ifade edildiği gibi “ulusal bütünlüğü” sağlayabilmiş olsaydı, meselâ PKK-terör-Kürt sorunu yaşanır mıydı?

Bediüzzaman, 20. yüzyılın ilk yarısında yazdığı bir bahiste “Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır unsuriyet asrı değil. Unsuriyet asrı geçiyor” ikazında bulunmuştu. (Mektubat, s.. 424)

Şimdi 21. yüzyıldayız ve bu tesbitin yapıldığı tarihin üzerinden üç çeyrek asır gibi bir zaman geçmiş bulunuyor. Ama ne gariptir ki, böyle bir dönemde, kişiye izafe edilmesi cihetiyle de dünyada başkaca örneği bulunmayan bir kavram, hâlâ belirleyici bir kriter olarak dayatılabiliyor.

Hem de AB’ye hazırlık kapsamında ortaya konulan temel bir belgede. O AB ki, varlığını, iki asır önce beşiklik edip dünyanın diğer bölgelerine ve özellikle İslâm dünyasına ihraç ettiği milliyetçilik ideolojisini bırakarak, millî sınırları dahi kaldıracak bir müştereklik anlayışına gelmiş olmasına borçlu. Ve Türkiye hem o birliğe dahil olmak istiyor, hem de kişi adına izafe edilen bir milliyetçilikten vazgeçmeye bir türlü yaşaşmıyor!

Bu yaklaşımın, yine ulusal programın girişinde yer verilen ifadelerden biri olarak “çağdaşlık”la da uzaktan yakından en küçük bir alâkası olabilir mi? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!

AKP hükümeti, özellikle kapatma dâvâsında verilen kararın içerdiği ağır ihtarı dikkate alıp, anayasada da yer alan bu çağ ve hukuk dışı kavramı ulusal programa taşımak suretiyle, mâlûm cenaha mâlûm mesajları vermek istemiş olabilir.

Ama anayasadaki varlığı dahi AB sürecinde yol almamıza ciddî engel oluşturan bir ibareyi ulusal programda tekrarlamanın, hiçbir şekilde mazur görülüp savunulabilecek bir tarafı yok...

28.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır