"Gerçekten" haber verir 08 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.
 


Ahmet ÖZDEMİR

Nurlu hatıralar neler hatırlatır?



Tarihe ait bilgileri veren maddelere menba’ veya kaynak diyoruz. Tarihe, insanların faaliyetinin seyrine ait bilgilerimizin ancak küçük bir parçası kendi müşahedelerimize dayanabiliyor. Bu parça da kendi zamanımıza ve çevremize ait olaylardan ibaret oluyor. Kendi gözümüzle gördüğümüz ve başımızdan geçirdiğimiz olayların teferruâtının bile çoğunu unutur ve onlara ait bilgileri başkalarından almak mecburiyetinde kalırız. O halde biz yalnız geçmiş zamanları değil, kendi zamanımızın olaylarının çoğunu bile başkalarının rivayetlerinden, yazılarından okumak zorunda kalırız.

Başkalarının yaptıklarını bizzat görerek onları doğru tesbit edenler, fotoğrafını çekenler veya kendi yaptıklarına ait hatıralarını doğru olarak yazanlar, tarih için önemli belgeler bırakmış olurlar. Fakat her görenin olayları anlayışı, kabiliyetine ve medenî seviyesine göre çeşit çeşit olduğundan, müşahitlerin bu olaylara ait hükümleri de çoğunlukla çeşitli olup biri diğerine uymayabilir. Hatıralar tarihî kaynaklar içinde önemli yere sahiptir.

Bediüzzaman Said Nursî ve Risâle-i Nurlarla ilgili hatıralar da dikkat çekici konuları gündeme taşıyabilmekte ve önemli ipuçlarını ortaya çıkarmaktadır. Belki de Risâle-i Nurların daha iyi anlaşılmasına sebep olmaktadır. Nurlu hatıraları kendi içinde şöyle tasnif etmek mümkündür:

1. Bu vadide en güzel hatıralar şüphesiz ki, Said Nursî’yi gören, yakınında bulunan ve onun hizmetinde olan talebelerine ait olanlarıdır. Bunların bir kısmı Risâle-i Nurların muhtelif yerlerinde özellikle lâhika mektuplarında yer almaktadır. Lâhika mektupları Nur talebelerinin yazdıkları veya muhatap oldukları konulardır. Bir bakıma risâlelerin yorumu veya karşılaştıkları meselelerin çözümüdür. O günkü ağır şartlar altında dile getirilen samimî duygulardır. Lâhika mektupları hayatta iken Said Nursî’nin kontrol ve onayından geçmiştir. Uygun görülen mektuplar lâhikalara alınmıştır. Mektupların seçilmesinde özellikle hizmet muhtevalı olmasına dikkat edilmiştir, denilebilir. Şahsî olanların yorumları yapılarak dikkatler Risâle-i Nurlara çevrilmiştir. Bu konu Bediüzzaman’ın bir talebesine yazdığı sözleri kısa, kapsamı geniş şu mektubunda ifadesini bulmaktadır: “Şu Risâle (Yani Yirmi Yedinci Mektubun umumu) bir meclis-i nurânîdir ki, Kur’ân’ın şu münevver, mübarek şakirtleri, içinde birbiriyle mânen müzakere ve müdâvele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri onda her biri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’ân-ı Mû'cizü’l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risâlelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Her biri aldığı kıymettar mücevherâtı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekâllah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin.” 1 Mânen büyük ve geniş bir ortamda Nur talebeleri bir araya gelmiş gibi imanî ve Kur’ânî konuları müzakere etmektedirler. Gerçi o tarihlerde en geniş buluşma yerleri mahkemeler ve hapishaneler olmuştur. Dışarıda çok sıkı takip edilmişlerdir. Said Nursî ile bir kişinin görüşmesi bile haber oluyordu.

O tarihlerde en uygun olanı da mektuplaşmadır. Ancak mektuplar daha çok elle götürülmektedir. Çünkü devletin posta kanalı ağır kontrol altındadır. Nur talebelerinin mektupları ve gönderdikleri her şey suç sayılabiliyordu. İşgüzar memurlar bu tip gönderileri suç âleti gibi hemen polise, jandarmaya veya savcıya götürmektedirler. Bu yolla başlayan hizmet tarzına “Nur Postacılığı” adı verilmiştir.

2. Bediüzzaman’ın vefatından sonra talebeleri rahat bırakılmamış; mahkemeler ve hapisler devam etmiştir. Defalarca beraat etmesine rağmen mahkemeler Nur talebelerinin yakalarını bırakmamıştır. Birinden beraat kararı alan Nur talebeleri diğeriyle uğraşmak zorunda kalmışlardır. Dünya tarihinde benzerine rastlanmayan ve en fazla beraat kararı verilen eserler şüphesiz ki, Risâle-i Nurlardır. Beraat kararlarının sayısı binlerle ifade edilmektedir. Said Nursî’nin vefatından sonra talebeleri tarafından yazılmış veya anlatılmış hatıraların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Bunlar sesli veya görüntülü olarak da muhafaza edilmektedir. Bu tür hatıralar günümüzde geniş yer tutmaya başlamıştır. Bana göre bunların başlangıcını Necmettin Şahiner yapmış, derlediği hatıraları “Son Şahitler” adıyla yayınlamıştır. Yeni baskılara bazı ilâveler yapılmıştır. Bu hatıralar ya sahiplerinin ağzından dinlemek sûretiyle yazılmış veya kendileri tarafından kaleme alınmıştır. Merhum Bayram Yüksel Ağabeyin kendi kaleme aldığı hatıralarını günlerce yazdığını bilirim.

3. Bediüzzaman’ın vefat etmiş veya yaşayan talebelerinden dinlemek sûretiyle yazılan veya anlatılan hatıralar: Bunlara ikinci kuşak hatıralar demek de mümkündür.

4. Başkalarından rivayetle elde edilen hatıralar. Bunlar da derleme türü hatıralardır.

Hatıralar yazılırken veya anlatılırken Risâle-i Nurların yerine geçmesi düşünülemez. İhlâs ve sadakat yolundan ayrılma olmaz. Çünkü onlar Nur talebesidir. Talebenin özelliği ise şudur: “Sözleri (Risâle-i Nurları) kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmak ve hayatının en mühim vazifesi onun neşir ve hizmetini bilmektir.” 2

Nurlu hatıralar sadırlardan satırlara geçmeye devam etmektedir. Bunlar güzel çalışmalardır. Nur hizmetlerinin tarihçesini yazmak isteyen müstakbel tarihçilere yardımcı olmak gerekir. Hizmet mahallerimizin bu konuya önem verdiklerini düşünüyorum. Hizmete giden yolda yapılan her şey büyüktür. Büyük şeyler küçük şeylerin birleşmesinden meydana gelir. Büyük binalar küçük taşların omuz omuza vermesiyle yükselir.

İhlâs Risâlesinde geçen bir haşiyeyi hatırlamak gerekiyor: “Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’îndeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.” 3

Kur’ânî kevserden süzülen tatlı ve büyük bir havuzu kazanmanın yolu buz parçası hükmündeki nefsini o havuz içine atıp eritmekten geçiyor. Poşet içinde atılan nefis erise de o havuza karışmaz. Ayrı kalmaya devam eder. Allah cümlemizi korusun!

Dipnotlar:

1- Barla Lâhikası, s. 54

2- Mektubat, s. 329

3- Lem’alar, s. 169

08.10.2008

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Sonsuz irâdenin gücü



Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyi bilen ve o ezelî ilmiyle her şeyi kuşatan Cenâb-ı Hakk’ın, aynı şekilde sonsuz bir irâdesi de vardır. O küllî irâdesi ile dilediğini dilediği tarzda yapar, istemediğini yapmaz. Onun irâdesine hiçbir şey engel olamaz.

O küllî irâdenin var olduğuna bütün varlıkların şekilleri ve karakterleri şahittir. Çünkü, bitkilerin, ağaçların, hayvanların ve insanların temel maddesi tohumlar, çekirdekler, yumurta ve nutfelerdir. Onların da ana maddesi hidrojen, oksijen, karbon ve azot gibi elementlerdir. Bunların halita ve karışımının farklı yapılanmasından dört yüz bin nebatât ve hayvanât türleri ve onların binlerce alt cinsleri yaratılmaktadır. Yüzlerce, hatta binlerce ihtimaller içinde bir ihtimalin tercih edilerek o mevcudun yaratılışı ve ona mahsus bir şekil verilmesi, hadsiz cihetlerle perde arkasında küllî bir irâdenin var olduğunu gösterir. Çünkü, binler muhtemel vaziyetler içinde bir vaziyeti seçmek, bir tercih, bir kasıt, bir tahsis ile olabilir. Elbette, tahsis etmek bir muhassısı, tercih etmek de bir müreccihi iktiza eder. O muhassıs ve mürehcih de İlâhî irâdedir.

Hadsiz misâllerinden yalnız insanın yaratılışına dikkat edilse, o sonsuz irâdenin sayısız şahitleri göz ile görülür. Basit bir nutfe suyundan o insanın bütün âzâlarının intizamla yaratılması, her insanda aynı âzâ ve organların bulunması, hususan her insana bütün insanlardan farklı bir sima verilmesi küllî bir irâdenin en belirgin delillerindendir. Gerçekten, Hazret-i Âdem’den (as) günümüze ve kıyamete kadar yaratılmış ve yaratılacak olan insanların aynı âzâları taşıdığı halde birbirlerine sima ve karakter bakımından hiç benzememeleri, hem İlâhî ilmin, her şeyi bildiğine, hem de o İlâhî irâdenin dilediğini dilediği gibi yaratmaya muktedir olduğuna en parlak delillerdendir.

Yumurtalardan yaratılan canlıların vaziyeti de çok ilginçtir. İrili ufaklı olan yumurtaların maddesi yine hidrojen, oksijen, karbon ve azottan meydana gelir. Ancak, İlâhî irâdenin istediği istikamette, İlâhî ilmin kader kalemiyle yazdığı plân ve proje üzerine yaratılan muhtelif şekillerdeki kuşlar havada uçarken, yılan, timsah ve kaplumbağa gibi canlıların kimisi yerde yürüyor, kimisi de suda yüzüyorlar. Rengârenk yaldızlı kanatları ve derilerinin şekilleriyle San'atkârlarına hayranlık duygusu uyandırıyorlar.

Çekirdek ve tohumlardan yaratılan ağaç ve nebatların hârikulâde yapılışları da İlâhî irâdenin delillerindendir. Her çiçek ve ağacın kendine mahsus sûret ve güzelliklerde yaratılması ehl-i temâşa için ibret tabloları teşkil eder. Maddeleri aynı olan tohum ve çekirdeklerden milyonlar farklı san'at eserlerinin îcadı, Yaratıcıda var olan sonsuz irâdenin alâmetleri ve şahitleridir. Gökler âlemindeki milyarlar kütlelerin, galaksilerin ve kurulmuş sistemlerin kasten tercih edilmiş şekilleri de o sonsuz irâdeyi gösterir.

Bediüzzaman Hazretlerinin tesbitiyle: “Nasıl ki eşyada, meselâ hayvanattaki ehemmiyetli âzânın, esâsât ve netâic îtibariyle birbirlerine benzeyişleri ve tevafukları ve bir tek sikke-i fıtrat izhar etmeleri, nasıl kat’î olarak delâlet ediyor ki, umum hayvanatın Sanii birdir, Vahid’dir, Ehad’dir; öyle de, o hayvanatın ayrı ayrı teşahhusları ve simalarındaki başka başka hikmetli taayyün ve temeyyüzleri delâlet eder ki, onların Sani-i Vahid’i, Fail-i Muhtardır ve irâdelidir. İstediğini yapar, istemediğini yapmaz, kasıt ve irâde ile işler.” (Mektûbât, s. 413)

Allah’ın sonsuz İlâhî irâdesi asıldır. O irâde istemediği zaman, insanın irâdesi hiçbir şey yapamaz. İlâhî irâdenin izin verdiği şeyi insan irâdesi gerçekleştirdiği zaman, o fiil sorumluluk gerektiriyorsa, o sorumluluğu insan üstlenir ve cezayı o çeker.

08.10.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Rezzak ismi üzerine



Abdullah Bey: “Allah’ın Rezzak ismi hakkında Risâle-i Nur’da ne gibi açıklamalar vardır?”

Allah’ın Rezzak olması, kullarına maddî-manevî rızk verici olması demektir. Cenâb-ı Allah can ve yürek taşıyan hiçbir varlığı rızksız bırakmaz. En gizli ve umulmadık yerlerde, yerin karanlıklarında ve deniz diplerinde hiçbir canlıyı rızıksız, aç, çaresiz ve dermansız bırakmaz. Her canlının her ihtiyacını vakti vaktine veren bizzat Cenâb-ı Allah’tır.

Cenâb-ı Hakkın rızk verici olduğunu bildiren bazı âyetler şöyledir:

* “Allah dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır.”1

* “Allah kullarına lütfedendir. Dilediğini rızıklandırır. O eşsiz kuvvet ve izzet sahibidir.”2

* “Nice canlılar vardır ki rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizi de onları da rızıklandıran Allah’tır. O Semi’ ve Basîr’dir.”3

* “Yeryüzünde bulunan bütün canlıların rızıkları ancak Allah’a aittir.”4

Yeryüzünde bütün hayat sahiplerinin bütün ihtiyaçlarına kâfî ve yetecek ölçüde bir umumî rızık sofrası kurulduğunu5 beyan eden Bedîüzzaman, minnettarlık ve teşekkürü dâvet eden, muhabbet ve sena hissini tahrik eden hayat, rızık, şifa ve yağmur gibi şükre vesile olan nimetlerin doğrudan ve perdesiz olarak Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu6 kaydeder. Bütün canlıların istediği maddî ve mânevî rızıklar Cenâb-ı Hak tarafından ummadıkları yerlerden çok düzenli biçimde, gayet uygun vakitlerde ellerine verilmektedir.7 Her bir bahçe bir kazandır. Her bir meyveli ağaç bir kaptır. Cenâb-ı Hak her mevsimde incecik sicim gibi iplerle leziz yiyecekler indirmekte; bütün bağ ve bahçelerdeki ağaçların elleriyle bizlere ikram etmektedir.8

“İman edenler ve salih amel işleyenlere altlarından ırmaklar akan Cennetler olduğunu müjdele. Onlar orada bir üründen rızık olarak verildiğinde, ‘Bu daha önce bize verilen rızık gibidir’ derler. Onların benzerleri olarak sunulmuştur”9 âyetinin tefsirinde, bu âyette geçen “daha önce verilen rızık” cümlesinde kapalı bırakılan “rızık” kelimesinin dört mânâya ihtimali olduğunu beyan eden Saîd Nursî, bu mânâları şöyle açıklar:

1-Rızıktan maksat “amel-i sâlih”tir. Dünyadaki salih ameller, yani Allah için yapılan güzel davranışlar, Cennette ebedî rızıklar tarzında sahiplerine ikram edilecektir. Cennet ehli bu ikramdan sonra, “Şimdi yediğimiz rızıklar, dünyada yaptığımız amel-i salihin neticesidir” diyecekler. Yani dünyadaki salih ameller, Cennette cisimleşmiş birer sevap kesilmiştir. İşte amel-i salihle Cennet yemişleri arasında bu derece yakın bir bağ bulunmaktadır.

2- Rızıktan maksat dünyanın yemekleridir. Dünyada bize verilen yemek ve rızıklar bunlar gibidir, fakat zevkleri ve tatları arasında dağlar kadar fark var. Cennet ehlinin hayretleri bundandır.

3- Bu ürünler biraz önce yediklerimiz gibidir; ama mânâları ve tatları farklıdır. Demek sûretlerinin aynı olmasıyla ülfet ve alışkanlık lezzeti veriyor; tatları ve zevklerinin farklı olmasıyla da yenilenme lezzeti hâsıl oluyor. Cennet ehlinin sevinçleri bundandır.

4- Şimdi yediğimiz meyveler bu dallardaki meyvelerdir. Demek bir meyve koparıldığı zaman, yeri boş kalmıyor. Derhal yerine bir meyve peyda oluyor. Cennetin meyvelerinde noksanlığın olmayışı bundandır.10

Rızkın hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetli olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, “kudret”in çıkardığını, “kader”in giydirdiğini, “inayet”in ise beslediğini kaydeder. Saîd Nursî’ye göre, rızk periyodik bir süreç içinde gelmektedir. Hayatta açlıktan ölmek yoktur. Zira iç yağı ve sair unsurlar sûretinde hücrelerde depo edilen gıda bitmeden evvel ölüm gelmektedir; demek ölüme sebep olan, terk-i âdetten kaynaklanan bir hastalıktır, rızksızlık değildir.11

Bedîüzzaman’a göre, aynı Râzık’ın rızkıyla aynı topraklarda yaşayan insanların, bilhassa mü’minlerin birbirlerine husûmet etmeleri ve adavet ve düşmanlık beslemeleri hikmet nazarında zulümdür.12 Öyleyse mü’minler birbirleriyle kardeş olmalıdırlar.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi, 2/212; Âl-i imrân Sûresi, 3/37; Nûr Sûresi, 24/38

2- Şûrâ Sûresi, 42/19

3- Ankebût Sûresi,, 29/60

4- Hûd Sûresi, 11/6)

5- Sözler, s. 272

6- Lem’alar, s. 326

7- Sözler, s. 273

8- Nûr’un İlk Kapısı, s. 46

9- Bakara Sûresi, 2/25

10- İşârât’ül-İ’câz, s. 203, 204

11- Sünûhât, s. 83

12- Mektûbât, s. 255

08.10.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İmtihan meydanında yaşama bilinci



Şu dar-ı dünya meydan-ı imtihandır ve dar-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir.” Dünyanın mahiyetini gayet güzel bir tarzda anlatan Üstadın veciz ifadelerinden birisi bu. Böylesi veciz ifalere bayılan M. Yeşil kardeşimiz mesajında bize bunu göndermiş. Bu iki cümle dünyayı ne kadar güzel anlatmakta. İnsanı yanıltan dünyanın imtihan yeri ve hizmet yurdu olduğunu unutup lezzet, ücret ve mükâfatı bekler olmasıdır. Oysa ibadetlerin, duâların, hizmetlerin, Hak nâmına yapılan faaliyetlerin sonuçlarını, ücret ve sevaplarını, lezzet ve zevklerini ahirete bıraksa sıkıntı, ıztırap ve endişelerden kurtulacak, rahata erecektir. Evet, insanı bütün bütün huzursuzluğa atan, endişeye sevk eden, yaptığı iyiliklerin mükâfatını dünyada almaya kalkmasıdır. Göremeyince de huzursuz olmaktadır. Nasıl akşam namazı batan güneşi, yağmur duâsı ve namazı yağmuru getirmek için değilse, o vakitler akşam namazı ve yağmur duâ ve namazının vakitleri iseler din için, Allah için yaptığımız ibadet ve iyiliklerin mükâfatları, sonuçları, sevapları da ahirette verilecektir. Bir Kadir Gecesini ihyaya bin aylık bir mükâfat veriliyorsa elbette Allah için yapılan oruç, namaz, zekât gibi ibadetlerin mükâfatlarına da dünya ölçüleriyle sınır tayin etmek mümkün olmaz, onun için de ahirette verilecektir.

Ancak peşin bir ücret olması kabilinden Cenâb-ı Hak o iyiliklerin içerisine mânevî bir zevk ve lezzet koymuştur. İnsan bunları yaptığında mutlu olur, büyük bir sevinç ve haz duyar. Ama bunlar devede kulak kabilindendir, tadımlıktır; çoğu ahirette verilecektir.

Bundan şu sonuca varmak da mümkündür: Bunlar eğer tadımlık ve devede kulak kabilindense ahirette verilecek ücret ve mükâfatların büyüklüğünü siz düşünün.

Hangi imtihan vardır ki bitmeden sonuçları okunsun. İnsan yaşadığı sürece imtihan olunmaktadır. Ancak dünya imtihan salonu kapandıktan sonra sonuçlar belirlenecektir. İmtihan sırrı gereği ne kötüler kötülüklerinin cezasını, ne iyiler iyiliklerinin mükâfatını tam görürler. Kur’ân’ın belirttiği gibi bu imtihanda doğrularla yalancılar ortaya çıkacaktır. Buyurulur ki: “İnsanlar ‘Îman ettik’ demekle bırakılıp da imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?

“And olsun ki, Biz onlardan evvel gelip geçenleri de imtihanlara uğrattık. İşte, imanında sadakat sahibi olanlarla yalancıları Allah böylece ayırd eder.”1

Allah ölümü de, hayatta kim daha güzel amel işleyecek diye yaratmıştır.2 Cenâb-ı Hak bazan nimetlerle kullarını şükre dâvet ederken, bazan da birtakım korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliğiyle imtihan etmekte, kullarını sabra çağırmakta ve sabredenleri müjdelemektedir.3

Hayatın bir imtihan olduğunu bilen insan imtihanı kazanmaya bakar, sonuçlarını dünyada toplamaya kalkmaz.

Dipnotlar:

1- Ankebut Sûresi: 2-3. 2- Mülk Sûresi: 2. 3- Bakara Sûresi: 155-156.

08.10.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İttihat–Terakki iktidarının sonu



Yaklaşık on yıldır koca Osmanlı Devletini adeta bir Balkan çetesi gibi yönetmeye çalışan İttihat–Terakki hükümeti, Talat Paşanın 8 Ekim (1918) günü Sadrâzamlıktan istifasıyla birlikte sona ermiş oldu.

Bu istifanın asıl sebebi, dört yıldır davam eden Birinci Dünya Savaşındaki mağlubiyetin kesinlik kazanmasıydı.

Tam beş gün müddetle gizlenen bu istifanın resmiyet kazanması ise, ancak 13 Ekim'de mümkün olabildi. 14 Ekim günü ise, yine İttihatçılara yakın bir isim olarak bilinen Ahmet İzzet Paşa Sadâret makamına getirildi.

Hem müşiriyet, hem de vezâret pâyesiyle Sadârete tayin edilen İzzet Paşa, eski Harbiye Nâzırı olduğu için, siyaseti olduğu gibi askerî idareyi de aynı anda üstlenmiş oldu.

Ne var ki, bu olağanüstü dönemde hükümet idaresinde bulunmak kolay değildi. Nitekim, İzzet Paşa da Sadâret makamında ancak bir ay kalabildi. Onun yerine Tevfik Paşa getirildi. Toplam beş kez Sadâret makamına çıkıp inen Tevfik Paşa, aynı zamanda son Osmanlı Sadrâzamıdır.

İttihatçılar var, yok

Aslen Trakya çingenelerinden olduğu rivâyet edilen Talat Paşanın istifasıyla birlikte, İttihatçı hükümetlerin sonu da gelmiş oldu. Ancak, kendi içinde zaten bir koalisyon görünümü arz eden İttihatçılık geleneği devam etti.

Öyle ki, Millî Mücadele yıllarında ve Cumhuriyetin kuruluşundan sonra da, aynı gelenek varlığını korumaya ve hükmünü icraya devam etti.

Bir rivayete göre, Anadolu'daki Kuva–yı Milliyenin ilk nüvesi daha 1915 senesinde Enver Paşa tarafından teşkil edildi. Savaşın kaybedilmesi veya işgal ihtimalleri nazara alınarak geliştirilen bu direniş hareketi, yine Enver Paşanın kurmuş olduğu Teşkilât–ı Mahsusayla bağlantılı olarak teşkil edildi.

Kuva–yı Milliye hareketine katılan veya katkıda bulunan hemen bütün şahsiyetlerin (Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, M. Kemal, Celal Bayar, Adnan Adıvar, Raşit ve Ethem kardeşler, Bekir Sami, Yusuf Kemal, Ağaoğlu Ahmet, Recep Peker, Hüseyin Avni, Ziya Hurşit, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Mehmet Akif Ersoy, Yunus Nadi, Falih Rıfkı, Velid Ebüzziya...) eski İttihatçılardan olması bir yana, İstanbul basınının ilk başlarda Kuva–yı Milliye hareketine ateş püskürmesinin bir sebebi de yine aynıdır: Bu hareketin arkaplânında (başta olduğu gibi) yine Enver Paşa var. Günün birinde gelip yine başa geçecek...

Nitekim, Millî Mücadele yıllarında Enver Paşa ile M. Kemal arasında cereyan eden haberleşme ve mektuplaşmalardan da açıkça anlaşılıyor ki, M. Kemal'in onu kendisine rakip olarak görüp kesin tavır koyması sebebiyle, Enver Paşa yurda bir daha dönememiştir. (Hürriyet, 4 Temmuz 2005)

Çekişme başlıyor

Cumhuriyet kurulduktan sonra, farklı gruplardan müteşekkil yeni Kuva–ı Milliyeci olan eski İttihatçılar, birbirine karşı ciddî bir rekabet ve sürtüşme vaziyeti içine girdiler.

1924'ün sonlarında kurulan Terakkiperver Fırkasında biraraya gelen bir grup eski İttihatçı, Halk Partisinde kemikleşen bir başka İttihatçı grup tarafından "Şeyh Said Hadisesi"nden sorumlu tutularak tasfiye edildi ve siyasetin dışına itildi.

Halkçı grup, kendine rakip olarak gördüğü kadroları değişik tuzak ve kumpaslar kurarak ileriki yıllarda da tasfiye ameliyesine devam etti.

1926'da vuku bulan hayalî İzmir Sûikastı bahane edilerek, Ziya Hurşit'in de aralarında olduğu bir grup eski İttihatçı'yı idam ettiren Halkçılar, 1930'da ise muvazaalı bir anlaşma ile kurdurulan Serbest Fırka'da boy gösteren siyasî kadroların hemen tamamı biçilerek tasfiye edildi.

Eski İttihatçıların en katı ve komitacılıkta rakip tanımayan Halkçılar'ın Cumhuriyet dönemindeki iktidarı ancak 1950 seçimlerinde son buldu. Demokratlara demokrasi içinde kalınarak galebe çalamayacağına kanaat getiren İttihatçıların bozuk kısmı, çareyi darbe ve muhtıralarda bularak ülkeye ve millete çok büyük fenâlık ettiler.

Türkiye, bozuk İttihatçıların kesif tortularından tam mânâsıyla henüz arınabilmiş değil. Arınma süreci devam ediyor.

08.10.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ölenler nereye gidiyor?



Üç çocuğuyla birlikte Kaz Dağları’nda Zeytinli Çayı’nın taşması sonucu sele kapılarak vefat eden Kemer Country’nin sahibi Esat Edin’e Allah’tan rahmet ve mağfiret, yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederim. Gazeteler, Edin ailesinin hayatta kalan tek çocuğu Murat Edin’e acı gerçeğin psikolog eşliğinde söylendiğini… Bu sırada bayram tatilinden dönen işadamı Cem Boyner’in, küçük çocuğu bekleyen gazetecilere “Çocuğun ne halde olduğunu biliyor musunuz? Fotoğrafını çekemezsiniz” diye müdahale ettiğini yazdı.

Avrupa’da ölümün dehşetini çocuklara anlatmak için yapılan araştırmalar sonucunda bazı metotlar benimsenmiş. Fakat bunlar çocukların hayatını olumsuz yönde etkilemiştir. Şöyle ki:

“Ölen uzun bir yolculuğa çıkmış… Bir daha geriye gelmeyecek…” Sonuç: Çocuk geziye çıkmak istemi-yor, yakınlarını da göndermiyor...

Bir başka çocuğa: “Ölen derin bir uykuya dalmış, bir daha uyanmayacak!” Çocuğun uykusu kaçmış. Anne babasını da uyutmuyormuş. “Ya ben de, anne babam da uyur da uyanamazsak…” düşüncesi, ha-yatını zehire çevirmiş.

Oysa ahirete iman, çocuklara şu telkini verir:

“Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Ve validem öldü, fakat rahmet-i İlâhiyeye gitti, yine beni Cennette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim” diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

Diğer taraftan ahirete iman, yalnız çocuklara değil, toplumun bütün katmanlarına teselli verir:

İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bakî bir gençlik seni bekliyor. Onları kazanmaya çalış.” Ağlamasını gülmeye çevirir.1

Ahirete iman, gençlerin taşkınlık ve galeyanda olan duygularını ancak Cehennem korkusu ve hesap verme inancıyla sükûnete kavuşturur. Böylece gençler zulmetmekten çekinirler: “Zalimlerin hakkı şüphesiz ki pek acı bir azaptır...”2, “Oraya atıldıklarında Cehennemin gürleyişini işitirler ki, kaynayıp duruyor... Neredeyse öfkeden parçalanacak!”3

* Hastalar, hele hele bıktırıcı derecedeki hastalıklara yakalanmış olanlar, ebedî âlemde kavuşacakları sonsuz sıhhati düşünüp öyle tesellî bulur, sabrederler.

* Zayıfların, haksızlığa ve zulme uğrayanların, bir gün haklarını alacaklarını hatırlatan “Kim zerre kadar kötülük yaparsa, onun cezasını görür” hakikati gönüllerine su serper.

* Zenginler, kuvvetli olanlar da ahirete imandan paylarına düşeni alırlar; zenginlik, güç ve kuvvetleriyle gururlanıp insanlara tepeden bakmaya, fakirleri sömürmeye, zayıfları ezmeye kalkmaz, hak ve adalet ölçüleriyle hareket eder, iyi ve güzel ne ise onu yapmaya çalışırlar.

* İnsan “geçmiş-şimdi-gelecek” olmak üzere üç boyutlu zaman dilimlerinde yaşar. Geçmişten elem, üzüntü, keder, “ah, vah”lar; şimdiki zamanda sıkıntı, problem; gelecekten endişe/kaygı ve korkular duyar. Bu üç zaman boyutunu aşıp dördüncü bir zaman boyutuna geçerek, bunların olmadığı bir zamanda yaşamayı diler. Cennete iman, bu duygusunu tatmin eder.

* Felsefe ve sâir beşerî ideolojiler, insanın arzularını, ihtiyaçlarını ve dördüncü zaman boyutunu “alkol, dünya fanteziyeleri, eğlence, uyuşturucu” gibi alışkanlıklarla kapamak isterler. Güya dert ve problemlerinden sıyrılmış, tozpembe bir dünyaya uçmuştur. Fakat pek kısa bir süre sonra bu tozpembe yolculuk, “bağımlılık, maddî mânevî felâket” olarak geriye döner.

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 201-205. 2- İbrahim Sûresi: 22. 3- Mülk Sûresi: 7-8.

08.10.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Robert MİRANDA

Amerika dengesini yitirdi



Amerika’nın kapitalist şirketleri federal hükümetin kendilerini kurtarıp kurtarmayacağı haberini titrek ve ürkek bir şekilde bekliyorlardı. Adeta dizleri titriyor ve vücutları soğuk terler boşaltıyordu. Wall Street’in aç gözlü insanları 1930’lu yıllarda yaşanan “Büyük Krizden” beridir eşi görülmemiş bir ekonomik felâket ile yüzyüze geldiler.

Emlâk piyasası kendi manipülasyonları neticesinde genişleyen bir kredi çatlağı ve likidite krizi oluşmasına yol açtı ve neticede Bush yönetimini 700 milyar dolarlık bir kurtarma paketini devreye sokmaya mecbur kıldı.

Şimdiki ABD Maliye Bakanı olan ve bir zamanlar dev Goldman-Sachs yatırım şirketinin Ceo’luğu vazifesini de yürüten Henry M. Paulson bir keresinde şöyle demişti: “Piyasalar oldukça esnek yapıdadır. Elbette kayıpları telâfi edecektir. Zamanında piyasalarda bir çok zorluklarla mücadele edegeldik ve bu mücadelemizde de başarılı olacağız.”

Geçtiğimiz hafta ise, aynı Paulson, eğer hükümet Wall Street’e para takviyesi yapmaz ise her şeyin kaybedileceğini, Kongre üyelerinin huzurunda itiraf etmek zorunda kaldı. Ancak Amerika’yı, son 70 yılın en büyük finansal krizine götüren sebepleri açıklamak konusunda ve bununla ilgili detayları vermek hususunda Paulson tek bir kelime bile edemedi.

Amerikan kapitalistleri son 20 yıldır inanılmaz derecede bir hilekârlık sergileyerek piyasayı hep manipüle ettiler. Bush ise şimdi onları kendi açgözlülükleri ve ahmaklıklarından kurtarmaya çalışmaktadır.

Bush ve onun Wall Street’teki açgözlü arkadaşları, Wall Street’i stabilize etmek ve istikrara sokmak adına İslâmî toplumların ekonomiyi nasıl yürüttüklerine bir göz atmalıdırlar. Açgözlülük ve yolsuzluğun yol açtığı bu millî felâket, bazı İslâmî kurallardan esinlenilerek getirilecek tedbirlerin hayata geçirilmesiyle engellenebilir. “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere (veya idarecilere) vermeyin.” (Bakara, 2:188)

Bunun yanı sıra, her Müslüman kendi öz gelirlerini dikkatli bir şekilde kontrol etmeli ve mallarının helâlliğinden ve dinimizce yasaklanmış şeylerden yahut şüpheli meselelerden arınmış bir halde olduğundan emin olmalıdır. Zira, eğer bir insanın dinî hassasiyeti zayıf ise, maişetini kazanmak için şüpheli yollara düşme tehlikesi vardır.

Ancak ne yazık ki; Bush idaresindeki Amerika Birleşik Devletleri, Orta Doğu’daki Müslüman topluluklarla yakın bağlar kurmakla ilgilenmediği gibi adil bir ekonomik sistem oluşturmakla da ilgili değildir. Bilâkis, son on yıllık dilimde uygulandığı üzere, açgözlü Wall Street, hep hükümet destekleriyle ödüllendirilmiş ve bir Amerikan imparatorluğu kurmak amacıyla bu uğurda savaşlar bile başlatılmıştır.

Bu gibi zamanlarda, Bediüzzaman Said Nursî’nin işaret ettiği ve “Kâinattaki her şey insanla alâkadardır ve insanın yaptıkları ve davranışları ile ilgilidir” şeklinde özetlenebilecek hakikati zikretmek oldukça önemlidir. Mülk Sûresi’nin 8. âyetine dayanarak Nursî, kâinatın ve onun unsurlarının insanların sapkınlıkları yüzünden öfkelendiğini ifade etmektedir. Biz Müslümanlar olarak biliyoruz ki; kâinatta her varlık mühim vazifeler için yaratılmıştır ve bir fonksiyon icra etmek ve Yaratıcısını yüceltmek maksadıyla var olmuştur. İnançsızlar ise bu vazifelerini inkâr ederek yahut bilmeyerek kendi yüksek seviyelerini düşürmüşler ve dolayısıyla cansız, zail ve anlamsız yaratıklar derekesine düşmüşlerdir.

Kur’ân, kâinatın ve onun unsurlarının, insanların sapkınlıkları ve kötülükleri yüzünden öfkeye kapıldığını ve gazaba geldiğini açıkça ifade etmektedir. Bize Nuh’un (as) kavminin başına gelen tufan felâketini ve denizin Firavun’un ordusuna karşı hiddetini hatırlatır. Bugün ise, hiddet ve öfke naraları inkârcıların kurumlarının kalplerinde ve kasırgalar ile iliklerine kadar ıslanan şehirlerinde korkuya yol açmaktadır.

Çünkü Amerika kâinatın düzenine karşı gelmektedir. Ne yazık ki onun ayarı bozulmuş, dengesini yitirmiş ve telef olmuştur.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

08.10.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet BAYRİ

Aşk ve biz



Aşkın tanımı yapılıyor yıllardır. “Evet, bu kesinlik bildiriyor” nakaratları dışında, kullandığımız başka cümle yok. Her tanımı tebessümle dinliyor, arada başımızı onaylayan hareketlerle sallıyor, ancak bu son sözdür diyemiyoruz.

Yaşadığımızın ismi hepimizde aynı iken, kişiler adedince farklı tanımlar yapıyoruz ya da yapılan her tanıma, birkaç tane de biz ekliyoruz.

Aslında çoğu zaman yaşadığımızın kelime karşılığı yok. Sustuğumuz yerde, akan birkaç damla bütün söylenecekleri özetliyor işte.

Hani hep “kadınlar anlaşılmaz” türünden teoriler dolaşır ya ortalıkta… Bence insanın bizzat kendisi kompleks bir varlık olduğu için, anlaşılması oldukça zor.

Erkek ya da kadın hiç fark etmiyor.

Sürekli yaşanan, kişiler adedince tecrübesi olunan aşk hakkında, hangimiz tam ve doğru bir tahminde bulunabiliyoruz?

Biraz acımasızca olacak; ancak cevap elbette hiçbirimiz.

“Ben biliyorum, ben anlarım” edasıyla dolaşanlara aldanmayın. Onların ya hiç göz değmemiş yüreklerine ya da biri fena yakmış canlarını.

“Şu hareketi bunun için yaptı.”

“Şimdi arar.”

Cümlelerinin kaçta kaçı içimizi rahatlatıp teselli edebildi ki bizi?

Ya da çaresiz kalıp, anlatırken sorunumuzu en yakınımıza, kaçı çözüm buldu ve bu çözüm bizi rahatlatıp, sakinleştirdi?

Her söylenen söz, bir kelime eklemiş oluyor aşka dair. Ve sanırım çok uzun yıllar da sürüp gidecek, aşka yazılan mersiyeler.

Ağıtlar ve sitemler.

Çok severiz.

Hiç ummadığımız anda gelip yerleşir yüreğimize.

Habersiz…

İzinsiz…

Destursuz…

“Neden geldin?” türünden bir kelimeyi yutkunuruz, acıyla. Ne kadar kızarsak kızalım, tutarız birçok kelimeyi dilimizde.

“Ya giderse, bir daha dönmezse?...” korkusu yer bitirir bütün hayatımızı.

Bir ömür ya da ömrün yarısı bir kişi için heba edilip bitirilir.

Ne yazık.

***

Aşkın dili yok.

Tanımı yok.

Ne olduğu, kim olduğu, nasıl bir şey olduğu henüz bilinmiyor ve umarım bilinmez.

Zira hepimizin yaşadığı, hissettiği o tanıma uymasaydı, şimdiki çokbilmişler bizi de aşksız, sevgisiz ilân ederdi.

Belki Mecnun’u bile tard ederdi bu sofradan.

Cüretkârız.

Elde ettiğimiz şeylerin pek kıymetini bilmediğimizden, aşkın belli kalıpları olsaydı ve o kalıplara, kalıpların kurallarına göre yaşasaydık; durum epey tehlikeli olurdu galiba.

Bu kadar olumsuzluğun içinde, fıtratımıza yerleştirilmiş sevgileri doğru yönde kullanabilenlere ve kullanmaya çalışanlara selâm olsun.

08.10.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Hariri’den Kardavi’ye



İslâm âlemi tarihin en kritik safhasında büyük bir kafa karışıklığı yaşıyor. Bunu delillendirmek için küçük bir örnek vermek bile kâfi gelir. Sözgelimi, İhvan’ın yaşlıları ve ak saçlıları Nejad ve İran modeline meftun olurken gençleri de AKP’ye meftun olmuş durumda. ‘Altı kaval üstü şeşhane’ misâli. Yaşlılar ABD’ye kafa tuttuğundan dolayı Ahmedinejad’a meftun olurken onu alkışlarken gençler ise aynı sebepten dolayı yaşlı kuşağa kazan kaldırmış durumda (Temerrüdü Şebabi İhvan-ı Mısır dıdde kiyadatihim lisalihi nemuzec et Türki, Şarku’l Avsat, 4 Ekim 2008). Birisi batı ile köprüleri atmaktan bahsederken diğeri de Batı ile köprüleri kurmanın yollarını arıyor. Bu da İhvan’ın stratejik vizyonsuzluğu sebebiyle derin bir tıkanma geçirdiğini ve buhran yaşadığını gösteriyor. Ümmetin durumunu çok iyi yansıtan bu İhvan içindeki kafa karışıklığı Kardavi’nin açıklamaları konusunda da kendisini belli ediyor. Muhammed Habib’den sonra Mısır İhvan’ının tanınmış simalarından olan İbrahim Salah, el Mısre el Yevm gazetesindeki yazısında bir takım söylentilere temas ediyor. Kardavi’nin bu açıklamalarına bir takım kışkırtmaların yol açmış olabileceğini ve ABD’nin bu hadiseyi istismar edebileceğini ileri sürmektedir. Buna göre, Yusuf Kardavi bir suikast sonucu ortadan kaldırılabilir ve suçu da kimi Şiî grupların üzerine yıkılabilir. Bu da yeni bir fitne-i kübraya yol açabilir. İbrahim Salah bu hususta Kardavi’ye yapılabilecek muhtemel suikastı Hariri suikastıyla karşılaştırmaktadır. Ona göre Hariri, Amerikalılara yakın olmasına rağmen aynı çevreler tarafından Suriye’nin Lübnan’dan kovulması ve Hizbullah’ın elinden silâhlarının müsadere edilmesi için yapılmıştır. Bunun için Hariri kurban seçilmiş ve suçu da Suriye üzerine yıkılmıştır. Görüldüğü gibi İbrahim Salah, Kardavi’nin açıklamalarını bir faraziyeye dayanarak ifham etmeye ve geçersiz kılmaya çalışmaktadır. Yine Kardavi’nin fikirlerini çürütmek için 1991 yılında Suudi Arabistan’ın ‘saldırgan Irak’ın Kuveyt’ten çıkartılması için yabancı güçlerden yardım alabileceğine dair fetva verdiğini de hatırlatmaktadır. Keza Amerikan ordusundaki Müslüman askerlerin Afganistan operasyonuna katılabileceklerine dair fetva verdiğini de hatırlatmıştır (el Misri el Yevm, 4 Ekim 2008).

***

Bu meseleyi iyi tahlil etmek gerekiyor. Kardavi’nin geçmişte bu veya benzeri yanlışları olması mümkün ve muhtemeldir. Netice itibarıyla, o da yanılma payı olan bir insandır. Lâkin bu tarihî uyarısının nedensiz ve yersiz olduğunu göstermez. Ve Hariri meselesi de İbrahim Salah’ın tezini doğrulamaz. Zira İbrahim Salah’ın hilâfına Lübnanlıların kahiri ekserisi Hariri’nin Suriye tarafından öldürüldüğüne inanmaktadır. Lübnan’da İsrail suikastları gizli kalmamış ve ortaya çıkarılmıştır. Genelde Lübnan’daki siyasî cinayetlerde gizli kalan boyut Suriye’nin işlediği cinayetlerdedir. Hasan Halit, Kemal Canbolat vesaire gibi. İkinci olarak Hariri örneğindeki gibi İsrail veya Amerikalıların Kardavi’yi öldürecekleri de bir faraziye ve varsayımdan ibarettir. Daha zayıf bir varsayım böyle bir ihtimale binaen fitne’i kübranın patlak vereceğidir. Irak’ta yaşanılanlar karşısında Kardavi’nin bir suikasta kurban gitmesi (lasemahallah/Allah göstermesin) ancak bir ayrıntı olarak kalır. Müellifin, Kardavi karşısında İran liderlerini tutmasının ayrıca bir sebebi vardır: Paris’te görüştüğü Ayetullah, Humeyni’nin iyi niyetine güvenmesidir. Elbette Ayetullah Humeyni kavminin büyüğüdür. Lâkin geleneksel Şia inancını bırakmış değildir. Burada temsil ettiği değerlerle iyi niyeti farklı farklıdır. Getirdiği velayet-i fakih doktrini ise tarihteki siyasî Şiîliği yeniden aktif hâle getirmiş ve canlandırmıştır. Sabık Ezher Şeyhi, Cadu’l Hak gibi nicelerine göre bu siyasî doktrin bir hatadır ve sapmadır. Bununla, Şia-yı velâyet yerine Şia-yı saltanat yeniden canlandırılmıştır. Bu hareket geleneksel Şia’nın yapısını da değiştirmiştir. İkinci olarak, Şiîlik veya Sünnîlik arasındaki mesafe Humeyni’nin iyi niyetiyle aşılabilecek çapta bir mesafe değildir. Keşke böyle bir imkân olsa. Kaldı ki, bu iyi niyete rağmen pratiğin erozyona uğrattığı güven bunalımı vardır. Sözgelimi “Sümme ihtedeytü/ Şiiliği seçerek kurtuldum” gibi Şiî propagandası yayan kitapları basan İrşad Bakanlığı geçmişte tam bunun zıddına “Daccetü’n müfteale/(Şiî, Sünnî kavgası) Kuru gürültü” nev'înden kitaplar da yayınlamıştır. Hatta bu kitapta Gannuşi’nin İran devrimi hakkında hüsnü şehadet ve tezkiyeleri de vardır. Ama 30 yıl sonra Gannuşi gibilerin dönüşüyle bu kitaplarda yazılanların da hükmü kalmamıştır. Demek ki; kuru gürültü değil gerçek gürültü var. Ama ancak mesafeli tutum bu gürültünün bir fitne-i kübraya dönüşmesini engelleyebilir. Ya da kırmızı çizgilere riayet... Sözgelimi mübarek Ramazan ayının son on günü Sünnî ve Şiî korsanların site savaşlarına sahne olmuştur. Kardavi’nin açıklamalarından sonra BAE’deki kimi meçhul kişiler Sistani’nin sitesi de olmak üzere Şiîlere ait 300 web sitesini yerle bir etmişler. Buna mukabil, Şiîler de altında kalmayarak 900 Sünnî siteyi çökertmişler. Haklı olarak bu yıkılan ve sünnetle alâkalı bir sitenin sorumlusu olan Falih Sağir bu korsanlığın (ister Sünnîler isterse Şiîler tarafından yapılsın) İslâm adabına ve ahlâkına yakışmadığının altını çizmiştir. Yani kutuplaşma sanal âlemde kontrolden çıkmıştır. İnşallah bu gerçek âleme yansımaz. Bu ikilemi ve çatallaşmayı ortadan kaldıracak ancak Gordion düğümünü çözecek olan bir İskender olabilir. Umalım ki o İskender Sünnî dünyanın siyasî yapısını da tamir etsin. Böylece yıkık denklem yeniden kurulsun.

08.10.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Eski yanlışlar tekrarlanmasın



Bunca yıldır terörle başı dertte olan ülkemizin, hâlâ “Bu belâ ile nasıl mücadele edelim?” arayışında olması çelişki değil mi? Bir problemin, ilk karşılaşıldığında halledilmesi zordur. Ama aynı problem tekrarlanırsa çaresini bulmak kolay olsa gerek.

Terörle mücadele de Türkiye’nin yabancısı olmadığı bir konudur. Bu mücadelede çeyrek asır geride bırakıldı. Buna rağmen, her yeni hadiseden sonra bu mücadele için ‘metod’ tartışması yapmak anlamsız.

Aktütün Jandarma Karakolu'nda görevli personelin baskına uğraması ve neticesinde 17 askerin şehit verilmesi yeni tedbirlerin alınmasını gündeme taşıdı. Gazetelere yansıyan haberlere bakılırsa, geçmişte uygulanan OHAL benzeri ‘sert tedbir’lerin alınması isteniyormuş.

Kesinleşmiş bir karar olmadığı için şu anda kesin bir değerlendirme yapmak doğru olmayabilir. Ama OHAL benzeri bir adımla terörü önlemenin mümkün olmadığını bilmek lâzım. Çünkü teklif edilen OHAL uygulaması yeni değil. Daha önce uygulanan ve çare olmayan bir ‘tedbir’e yeniden başvurmak kime ne kazandırır? Bu güne kadar terörle mücadelede görev alanlar, OHAL’in çare olmadığını görmediler mi? Terörle mücadele denince akla sadece ‘sert tedbir’lerin gelmesi doğru mudur? Bunca yıl uygulanan ve büyük tartışmalar sonrası ancak sona erdirilen bu yolun yeniden gündeme taşınması doğru değildir.

Bazıları diyor ki, “O çare değil, bu çare değil. O halde kesin çare nedir, varsa bir bildiğiniz söyleyin!” Bu soru ilk bakışta haklı gibi görünse de iyi niyetle sorulan bir soru değildir. Elbette, ‘hap’ gibi içildiğinde hemen tesir eden bir çare yoktur, ama çaresiz de değiliz. Çareler bugün değil, neredeyse 100 yıl önce dile getirilmiş ama dinleyen olmamış...

Şimdi çareleri sıralamaya kalksak ve en başa da ‘din kardeşliği vurgusu yapılsın’ desek, birileri hemen alınacak. Elbette bu vurgu sadece kuru bir lâftan ibaret olmamalı. Bu kardeşliğin gereği neyse o yapılmalı. Bir tarafdan ‘kardeş’ deyip, öte taraftan kardeşliğe sığmayan davranışlar sergilemek olmaz.

“Yaratıcımız bir, dinimiz bir, kıblemiz bir; o halde gelin bir olalım” şeklindeki sözlerden rahatsız olunarak bir yere varmak mümkün değil. Tekrarlayalım ki, bu sözleri söylemek yetmez; gereği de yapılmalıdır.

“Hayır, biz başka yolla bu belânın üstesinden geleceğiz” diyenlerin icraatları ortada. Yanlışta inat ettikçe daha fazla insan mağdur olmuyor mu?

“Cehalet, zaruret ve ihtilâf”a topyekûn karşı çıkıp mücadele edilmeli. Beraberinde elbette başka yardımcı adımlar da atılmalı. “Sadece din kardeşliğine vurgu yapalım, başka tedbirleri görmezden gelelim, yok sayalım” demiyoruz.

Arzumuz, “din kardeşliği vurgusu”nun birinci planda olması ve diğer çarelerin de buna destek olmasıdır. Her şeyden önemli bu vurgunun ‘söz’de değil ‘öz’de olmasıdır. Eski yanlışları tekrarlamaktan vazgeçip, iyi niyetle doğru adımlar atılsın...

08.10.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Aktütün’ü karartan istifhamlar…



Son Aktütün Karakolu saldırısı istifhamları, yalnız terörle mücadelede değil, Ankara’nın içte ve dışta bir dizi arızalı politikalarla muallel olduğunu ele veriyor.

Öncelikle şu sorunun cevabı aranıyor: 16 yıldır beş kez saldırıya uğradığı ve kırktan fazla asker şehid verildiği halde neden bu ve benzeri karakolların yeri hâlâ değiştirilmemiş?

Emekli askerlerin bir kısmı sözkonusu karakolların terki halinde bölgenin tamamen terörist sızmalarına açık olacağını söylerken, diğer bir kısmı “Bu işler karakolla olmaz’ diyor; özellikle terörle mücadelede “karakol mantığı”nın terk edilmesi önerisinde bulunuyorlar. Emekli komutan Osman Pamukoğlu’nun, “Bu karakollar kaçakçılık için kurulmuş. Ne kadar sağlamlaştırırsanız sağlamlaştırın fark etmez; sabit karakollarla terörle mücadelenin yürütülmesi mümkün değil. Teröristler nasıl hayalet gibiyse siz de hayalet gibi olacaksınız. Durağan yapılarla bu mücadele olmaz” tesbiti, bunun açık ifâdesi. Keza kimine göre çatışmaların üzerinden on altı saat, kimine göre dokuz saat ve en azından beş saat geçtiği halde ancak destek gönderiliyor. Gerçekten, diyelim ki köprüleri yıktıkları için kara desteği verilemedi; peki gün ortasında hava desteğinin bu kadar gecikmesinin nedeni nedir? Bu sorular da hâlâ havada ve cevapsız…

Sonra en az 350 teröristin iki gün boyunca gruplar halinde karakola hâkim tepelere sızması ve öğle vakti saldırıya hazırlanmaları neden fark edilmedi? Bu sorunun da doğru dürüst cevabı verilmiş değil…

HANİ, TERÖR ÖRGÜTÜ

BÜYÜK DARBE

YEMİŞTİ?

Diyelim ki stratejist Erhan Göksel’in ifâdesiyle, ilk defa gece yarısı yerine öğle ortasında saldıran yüzlerce terörist arka arkaya dizilseler bir kilometre uzunluğunda bir kuyruk olacak.

Diyelim ki teröristler geceleyin bölgeye sızdılar. Yüzlerce teröristin havan topu, uçak savar ve ağır silâhlarla sınırdan 40 kilometre içeriye sızmalarının fark edilmemesi bir yana, son gün hain saldırının başladığı öğlen sonrasına kadar bölgede konumlamaları ve hareketleri nasıl fark edilmedi?

Diyelim ki yüzlerce teröristin toplanması ve sızması fark edilmedi; peki saldırıdan sonra gün ortasında onlarca kilometre yol boyunca yeniden Irak’ın kuzeyindeki yuvalarına dönüşleri de mi tâkip edilemedi? Kış ortasında, sıfırın altında eksi 30 derecede gece gündüz kara ve hava harekâtlarını düzenleyen birlikler, nasıl olur da teröristleri inlerine kadar izleyemedi? Hani, terör örgütü büyük darbe yemişti? Hani, insan ısısına ve en ufak bir harekete duyarlı İsrail’den alınan Heron’lar? Sonra pervâsızca sınırı geçen ve günler boyu ağır silâhlarla yüksek tepeleri tutan teröristlerin vücut ısılarını yansıtmayan plastik yağmurluklarını ıslattıkları için “görünmedikleri” mâzereti ne denli doğru?

Hani, Başbakan’ın geçtiğimiz Kasım ayında Amerika’ya yaptığı ziyarette Oval Ofis’te Bush’la baş başa görüşmesinin ardından öve öve bitiremediği “stratejik ortağı ABD”nin kontrolündeki Kuzey Irak’ta terörle mücadele için yaptığı “istihbarat paylaşımı”?

Hani, Başbakan’dan bir ay sonra ABD’ye gidip Yahudi lobisi düşünce kuruluşlarında konuşan Cumhurbaşkanı Gül’ün Bush’la buluşmasının peşinden Beyaz Saray bahçesinde teşekkürlerini sunduğu “Amerikan istihbarat paylaşımı desteği”?

Uzaydan yerdeki en ufak bir hareketi gören Amerikan uydu araçlarının, insansız İsrail casus uçaklarının hareket halindeki yüzlerce teröristi tesbit etmemesi mümkün mü? Eski Genelkurmay Başkanı, “PKK’lı teröristleri BBG evinde gibi izliyoruz” demişti. Gerçekten Amerikan ve İsrail uçaklarıyla, uzay araçlarıyla, geceleyin en ufak bir hareketi tesbit eden termal kameralarla izlenen bölgede yüzlerce terörist nasıl tesbit edilemedi?

İŞİN İÇİNDE CİDDÎ BİR YANLIŞLIK

VAR…

Genelkurmay İkinci Başkanı, olayda istihbarat zâfiyeti bulunmadığı ve Aktütün’le birlikte beş karakolun başka yerlere taşınmasının maddî sıkıntı sebebiyle geciktiğini belirtiyor. Böyleyse söz konusu “maddî sıkıntı” neden şimdiye kadar hükümete iletilmedi? İletildiyse niçin gereği yerine getirilmedi?

Görünen o ki Türkiye’nin terörle mücadelesinde hâlâ ciddî zâfiyetler var. Demokrat Parti Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun değerlendirmesiyle, “Eğer bir karakola beş kez baskın yapılıyorsa, 45 şehit orada can veriyorsa ve askerlerimiz neredeyse dağlardaki çobanların koyunlarına lâyık gördüğü barakalardan daha kötü yerlerde bırakılıyorlarsa burada bir yanlış var.”

AKP hükümeti, Irak’ı işgal eden ABD’ye destek hamûlesi çıkardı.. Başbakan, “büyük Ortadoğu projesi”nin eşbaşkanı olarak stratejik müttefiki ABD ile “işbirliğini” sürekli nazara veriyor. Cumhurbaşkanı, son ziyaretiyle her türlü desteği yeniliyor…

Ve anlaşılıyor ki bu menfur saldırı ve adî cinâyet, tek başına bölücü terör örgütünün yapacağı iş değil. Zira onlarca kara ve hava harekâtlarının yapıldığı ve teröristlerin yuvalandığı Irak’ın kuzeyi ABD’nin kontrolünde. Teröristler, ABD himâyesindeki bölgeden geliyor ve yine oraya dönüyor…

Ankara bunu sorgulamalıdır. Soylu’nun dediği gibi, Başbakan Deniz Feneri dâvâsında gösterdiği tepkiyi, asıl bu konuda vermelidir. “Kasımpaşalılığını” burada göstermelidir…

Aktütün’ü karartan istifhamlara açıklık getirilmelidir…

08.10.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Artık sorguluyoruz



Terör saldırılarının ve terörle mücadele adı altında yapılanların “sembol” mekânlarından biri haline gelen Şemdinli, şimdi de Aktütün sınır karakolunu hedef alan ve 17 şehit verdiğimiz son saldırıyla gündemde.

Ama bu saldırının tetiklediği tartışmalar, öncekilerden çok farklı bir şekilde, sorgulayıcı bir yaklaşım çerçevesinde cereyan ediyor. Genelkurmay adına yapılan ilâve açıklamalar yeterli bulunmuyor, yeni soruların cevapları isteniyor.

Buna benzer bir sorgulama, kısmen, geçen yıl bu vakitlerde gerçekleşen Dağlıca saldırısının ardından gerçekleşmiş; ancak konulan yayın yasakları ve “merkez medya”nın mâlûm geleneksel tavrı sebebiyle çok fazla yankı bulamamıştı.

Ne var ki, yapıldığı kadarıyla dahi iz bırakmış ve bu çeşit olayları sorgusuz sualsiz geçiştirerek kapatma alışkanlığını ciddî bir şekilde sarsmıştı.

Dağlıca komutanının, Ergenekon sanıklarından birine bilgi-belge gönderdiğiyle ilgili haberler ise işin farklı bir boyutunu ortaya koymuştu.

Ve gelinen noktada Aktütün saldırısının ardından yoğun şekilde başlayan eleştiri ve sorgulamalar, bir anlamda Dağlıca’da başlayan, ama yarım kalan sürecin devam ettiğini gösteriyor.

Ergenekon dâvâsıyla ilgili gelişmelerin, evvelce Şemdinli dâvâsında yaşananlarla kıyaslanarak değerlendirilmesinde de aynı şey yaşanıyor.

Dolayısıyla, resmin tamamına baktığımızda, demokrasimiz adına sağlıklı bir gelişme sürecine girdiğimiz gibi bir netice ile karşılaşıyoruz.

Dağlıca olayına kayıtsız kalanların Aktütün saldırısında sorgulayıcı bir tavır sergilemeleri, bu farklı tavrı gören Genelkurmay’ın ek izahat verme ihtiyacı duyması, ama bu yeni açıklamaların yeni soruları gündeme getirmesi bundan.

Nitekim Genelkurmay’ın “Olayda istihbarat zaafiyeti yok, ABD ile istihbarat işbirliğimiz aynen sürüyor” izahatı tatminkâr bulunmuyor.

Aynı şekilde, kaçakçılıkla mücadele mantığıyla kurulan ve terör saldırıları karşısında yetersiz kalan karakolların daha uygun mevkilere taşınmasının niye bu kadar geciktiği ve teröristlere karşı cansiperane vatan savunması yapan Mehmetçiklere neden yanlış konumlanmış derme çatma barakaların reva görüldüğü sorgulanıyor.

Keza, evvelki hadiselerde evlâdını teröre kurban verdikten sonra “Vatan sağolsun” diyerek acısını içine gömen şehit babaları, şimdi “Daha önce dört defa saldırıya maruz kalmış bir karakolda niye tedbir alınmamış?” diye soruyorlar.

Çanakkale hatırlatmalı hamasî cevaplar ise, bu tür sual ve sorgulamaların karşılığı olamıyor.

Toplum artık çeyrek asırdır devam edip, ülkenin hem manevî, hem de maddî kaynaklarını tüketen terör fitne ve belâsının sona erdirilmesini istiyor ve neden bitirilmediğini sorguluyor.

Hem tahrik, hem de galeyan ayaklarıyla tipik Ergenekon tezgâhlarından biri olduğu ap açık belli olan Altınova provokasyonunun, şehitlerin cenaze törenleri vesile yapılarak ülkenin yedi bölgesine birden yayılacağı ve Türkiye’nin her tarafında Türklerle Kürtlerin birbirine gireceği yönündeki kasıtlı propagandaları ise, cenazelerdeki olgun ve vakur duruşuyla boşa çıkarıyor.

“Altınova’daki kavgalar oralarda da çıksın” diye ellerini oğuşturanların beklentilerinin tam tersine, dualar, tekbirler ve “Türk-Kürt kardeştir” sloganlarıyla örnek bir dayanışma sergiliyor.

Bunun en önemli sebebi, devlet adına işlenen onca yanlışa ve hattâ provokasyona rağmen birlik, beraberlik, kardeşlik, sağduyu ve müsbet hareket mesajları vermekten asla vazgeçmeden yürütülen manevî hizmetlerin, toplumun derinliklerinde çok sağlam bir maya tutmuş olması.

Hani yakınlarda yine haksız yere suçlanan cemaatler var ya; onların hizmetleri sayesinde her türlü fitne ve tahriki boşa çıkaran bir toplumsal şuur ve sağduyu avantajına sahibiz. Çok şükür.

Umarız, devlet de bu sağduyu çizgisine gelir ve fitneyi azdıracak yeni yanlışlara imza atmaz.

Bu süreçteki ilk sınavlardan biri DTP dâvâsı.

08.10.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır