"Gerçekten" haber verir 10 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Ahmet DURSUN

“One minute!" padişahım



Metrobüsün Asya’yı Avrupa’ya bağlamasına binaen düzenlenen törenin sürpriz konuğu “Son Osmanlı Padişahı”ydı. Törende, Başbakan’ın “Son Osmanlı Padişahı Kadıköy’e hoş geldiniz!” pankartlarıyla karşılanması yeni tartışmaların da başlangıcı oldu. İflâs eden BOP projesinin ardından “Osmanlı geri mi geliyor?” sorusu eşliğinde başlatılan bu tartışmalar gündemi epeyce meşgul edeceğe benziyor. Meselâ; Oktay Ekşi’nin tarihe duyulan nefretin ve cehaletin en derin ideolojik yaklaşımını gözler önüne seren yazısına Mustafa Armağan'ın köşesinde cevap vermesi bunun ilk işaretleri olarak algılanabilir. Şeref levhalarıyla dolu koskoca altı asrı bir Sinan’a ve üç padişaha indirgeyen Ekşi için söylenecek bir söze vaktimiz yok. Ben meselenin farklı bir boyutuna dikkat çekmek istiyorum.

Başbakan’ın ve AKP’lilerin hoşlandığı bir söylem olan “Son Osmanlı Padişahı” ve “1. Recep Tayyip Erdoğan” yakıştırmaları yalnızca Davos çıkışıyla açıklanamaz. Toplumumuzda, genel olarak dünyada, sevgi ve barış medeniyetine karşı duyulan iştiyak ortadadır. Kurduğu hoşgörü medeniyetiyle bunu başarmış olan bir Osmanlı özleminin yaygınlaşması elbette ki yadırganacak bir durum değildir. Oktay Ekşi gibiler meseleyi ideolojik platforma taşımak isteyerek bu özlemi Cumhuriyetin bazı temel değerlerini hâlâ hazmedememeye bağlasa da gerçekler bunun çok ötesindedir. Gerçek; Osmanlıya—aslında dine—ait değerleri yok sayan, bunları dışlayan ve altı asırlık güzellikler manzumesini yok ettikten sonra yerine yenisini de koyamayan bir cumhuriyet anlayışının iflâs etmiş olduğu gerçeğinin hazmedilemeyişidir. İyisiyle kötüsüyle, günahıyla sevabıyla Osmanlı bizimdi, Osmanlı bizdik; ancak bugünkü halimizle Osmanlı’nın medeniyet algısının çok uzağında olduğumuzu düşünenlerdenim. Bu bağlamda benim özlemim ne “Yeni Osmanlı”dır, ne de “son padişah”tır. Son padişah yakıştırmalarından rahatsız olmak bir yana buna heveslenenlerle, o padişahın teb’ası olmayı eşi benzeri görülmemiş biat örnekleriyle gurur vesilesi sayanlara birkaç hatırlatmada bulunmak isterim.

Osmanlının muhterem padişahları; soylu, güçlü ve kudretli bir hanedanın ve imparatorluğun temsilcileri olmakla birlikte, tarih boyunca bunu bir gurur vesilesi yaptıklarını, imparatorluğun kazanımlarını, mal ve mülkünü saltanatlarının devamı uğrunda pervasızca çarçur ettiklerini, yöneticilere ya da evlâd u iyale peşkeş çektirdiklerini ben hatırlamıyorum; varsa da böyle bir Osmanlılıktan istifa ediyorum. Abdülhamid’in Filistin meselesindeki duruşunu Davos’la karşılaştırmak da aymazlığın yeni modası olmalı. Hz. Ömer idareciliğinden istifa edip kapital zihniyetin değer tanımaz prensiplerini hayat tarzı haline getiren bir algının Osmanlının “os..”u bile olabileceğinden şüpheliyim.

Osmanlıyı Osmanlı yapan tebasından ayrı düşünebilir miyiz? “Emri bil maruf -Nehyi anil münker” toplumunun egalesi zor bir medeniyet kurmasına şaşılmamalıdır. Temel çatışmamız da burada başlamaktadır. Toplumu yozlaşmış, temel değerlerini yitirmiş, yanında bir Edebali’si bile olmayan bir Son Padişah espirisi bir ütopyadan ibarettir.

Şu bir gerçek ki, dünya dönüşüyor, Türkiye değişiyor. Dünya yeni bir medeniyetin sancılarını çekerken Türkiye’nin rotasını çevireceği yön önem kazanmaktadır. Türkiye ne Osmanlı’ya dönebilir ne de Cumhuriyetin kokuşmuş felsefesiyle ayakta durabilir. Türkiye “yeni Osmanlı” safsatasıyla ABD’nin bir eyaleti gibi davranmaktan vazgeçmeli, aynaya dikkatli bakmalıdır. Türkiye’nin padişahça davranan bir liderden ziyade, Türkiye’yi demokratik hukuk devletine dönüştürebilen, barışı ve huzuru temin edebilecek adımları cesurca atabilen çağdaş bir lidere ihtiyacı vardır. Son padişahımıza “Çok da mağrur olma kim meyhane-i ikbalde / Biz hezârân mest-i mağrûrun humârun görmüşüz” mısralarıyla ithaf olunur.

10.03.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Rekorları kıra kıra



Son günlerde ve aylarda, rekorları kıra kıra ilerliyoruz. Fakat bu rekor kırışlar, ‘müsbet/olumlu’ değil, ‘menfi/olumsuz’ yönde gerçekleşiyor. Ekonomide, dış borçta, işsizlikte, ihracattaki düşüş oranında velhasıl pek çok konuda Türkiye’ye rekor dayanmıyor.

Dünkü haberler de kırılan rekorların sayısındaki artışı gösteriyordu. Kısaca özetlersek; dövizdeki/dolardaki yükselişte tarihî bir rekor daha kırıldı. Canlı yayın yapan TV kanalları, ortalama her yarım saatte bir ‘son dakika’ notu olarak bu yükselişi duyurdu. Ekonomi uzmanlarının çizdiği 1 dolar = 1.8 TL sınırı da dün itibarıyla aşılmış oldu. Her ne kadar bu durumun kalıcı olmadığı ifade ediliyorsa da, bundan sonraki durağın hangi oran olacağı belli değil.

Diğer rekorları da özetlemek gerekirse şunları sıralayabiliriz:

*Sanayi üretimi Ocak ayında, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 21,3 düşüş gösterdi. Ana Sanayi Grupları Sınıflamasına göre, 2009 yılı Ocak ayında, bir önceki yılın aynı ayına göre en yüksek düşüş yüzde 44,6 ile sermaye malı imalatında görüldü.

*Ankara Giyim Sanayicileri Derneği (AGSD) Başkanı, iş dünyasının bankalardan kullandığı borçlu cari ya da rotatif kredilerin dönem faizlerinin Mart ayında ödendiğini hatırlatarak, ‘’Mart sendromuna girdik. Faiz ve anapara ödemelerimiz kırmızı alarm veriyor’’ demiş.

*Tüketiciler Birliği Genel Başkanı da, kredi kartı borçlarını ödeyemedikleri gerekçesiyle ‘’kara liste’’ye alınanların sayısının 2 milyon 300 bine ulaştığını, 37 milyar TL’yi bulan miktarın oluşturduğu sıkıntının çözümü için yeniden yapılandırmaya gidilerek, kart sahipleri ile bankaların rahatlatılmasının sağlanması gerektiğini belirtmiş.

Ekonomideki bu olumsuz gidişin ‘sürpriz’ olmadığı belliydi. Sürpriz olan, bu gidişi hükümetin de beklediğini açıklamış olması. Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan, sanayi üretimindeki düşüşün küresel krizden kaynaklandığını ifade ederek, ‘’Bu sıkıntıları yaşayacağız. En azından benim ve Bakanlığım açısından beklenen rakamlardı. Bir süre böyle gitmek zorunda kalacağız. Ümit ediyorum, yılın sonuna doğru dünyadaki taşlar yerine oturur. Bizim düzelmemiz biraz da dışarının düzelmesine bağlı’’ demek suretiyle krizin derinleşeceğini bir anlamda kabul etmiş. (AA, 9 Mart 2009)

Tabiî ki dünyayı etkileyen krizin Türkiye’yi etkilemeyeceğini düşünmek mümkün değil. Fakat hükümetin başlangıçta sergilediği tavır, “krizin Türkiye’yi etkilemeyeceği” teziydi. İtiraz edilen de bu noktaydı. “Millet endişeye kapılmasın diye böyle denildi” demek de hadiseyi izah etmeye yetmez. Elbette panik havasının oluşmaması da önemlidir, ama aynı şekilde gerçeklerin bilinmesi ve uygun lisan ile insanlara anlatılması da gerekir. “Tedbirli olun, ayağınızı yorganınıza göre uzatın” anlamına gelecek beyan ve açıklamalar kime ne zarar verirdi? Aksine, biraz da tarafgir nazarıyla hükümetin beyanlarına bakıp onlara güvenenler maddî anlamda zarar etti ve etmeye de devam ediyor.

Rekorları kırdık, tarafgirliği de kıralım ve gerçekleri görelim!

10.03.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Türkiye, ABD’nin “taşeron”u mu?



Hillary Clinton’un 24 saati bile bulmayan Türkiye ziyaretinin ardından görüşmelerin arka plânı ve ABD’nin Türkiye’den “talepleri” peyderpey gün yüzüne çıkıyor. Her ne kadar detaylara değinilmeyip ana başlıklarla “ABD’nin istekleri” geçiştirse de, ayrıntılar açıklandıkça meselenin mâhiyeti belli oluyor.

“Washington’un talepleri”, hep Irak’tan çekilme plânı çerçevesinde yüzbinlerce Amerikan askerinin daha az masrafla Türkiye üzerinden tahliyesi olarak gösterildi. Oysa kapalı kapılar arkasındaki görüşmelerde “talepler”in hiç de bununla kalmadığı anlaşılıyor.

Gerçi işgalci Amerikan askerlerinin Türkiye toprakları ve üsleri üzerinden nakillerine Dışişleri Bakanı Babacan peşinen “memnuniyetle karşılanacağını” bildirdi. Ancak Amerikan Dışişleri Bakanı’nın kamuoyunca bilinen bu talebi “henüz plânlamanın başındayız” deyip sonraya bıraktığı; buna mukabil başta Karadeniz’e yönelik yeni askerî üs olmak üzere, Afganistan’a ek muharip asker gönderilmesi, Irak’ın bölünüp parçalanmasıyla Kuzey Irak’taki oldubittinin kabulü, Kerkük emr-i vakisi, Türkiye’nin İsrail’le işbirliğini ilerletmesiyle Filistin konusunda Telaviv’in tezlerine gelmesi ve İran’a karşı tavır alması gibi konuları ileri sürdüğü sızan bilgilerden…

Kısacası ABD’nin Ankara’ya karşı tıpkı 2003 baharında olduğu gibi yeni bir “işbirliği hamlesi” içinde. Peki, ABD bütün bu “talepleri” hangi üslûp içinde gündeme getirdi ve Ankara’nın buna cevabı ne oldu ve ne olacak?

ABD İLE TÜRKİYE’NİN

ÇIKARLARI ÇATIŞIYOR…

En son Beyaz Saray’ın Orta Doğu Özel Temsilcisi George Mitchell’den sonra Ankara’ya uğrayan Hillary Clinton’un üstü kapalı açıklamalarından ABD’nin bütün bu “taleplerini” bir “dayatma” içinde masaya koyduğunu ele veriyor.

Obama’nın Nisan’ın ayının ilk yarısında Ankara’ya ziyarette bulunacağı ve Türkiye üzerinden Ortadoğu ve İslâm dünyasına mesajlar vereceği haberleriyle sözkonusu “talepler”in tezadında örtülü “tehdidi hissetirme” taktiği açığa çıkıyor.

Hillary Clinton, tıpkı selefi Rice gibi Ankara’nın gönlünü almak için “ortak düşman” dediği PKK terör örgütüyle “ortak mücadele” ve “ortak vizyon” gibi oldukça iddialı sözleri sarfetse de ve AKP siyasî iktidarı bu söylemlere sevinse de, Washington’un her an Ankara’ya bir çelme takacağından endişe ediliyor.

Bu dayatmalarda en çok kullanılan tâbir “stratejik ittifak.” Dış politika uzmanları, iki ülke arasındaki stratejik müttefiklikten söz edilebilmesi için her şeyden önce güçlü ekonomik ortaklığın ve serbest ticaret anlaşmasının olması, müttefiklerin karşılıklı teknoloji transferi, kapsamlı savunma sanayii anlaşması ve askerî işbirliğinin olmazsa olmaz olduğunu belirtiyorlar. Stratejik müttefiklerin ortak çıkarlarının aynı parametrelerde ve temel politikalarının birbirine paralel olmasını gereğine dikkat çekiyorlar.

“STRATEJİK MÜTTEFİK”İN ŞANTAJI…

Gerçek şu ki CIA’nın Ortadoğu uzmanı ve (eski) Türkiye İstasyon Şefi Grahham Fuller’in nihaî tesbitiyle Türkiye ile ABD’nin geniş Avrasya coğrafyasındaki çıkarları çatışıyor.

ABD, işgal edip iki milyona yakın sivili katlettiği Irak’ın parçalanmasını, Türkiye’nin başta İran olmak üzere bölgedeki Müslüman komşularına karşı yanında yer almasını, Karadeniz’in bir Amerikan gölü haline getirilmesi için Amerikan savaş gemilerine açılmasını, bütün üslerini açmasını Ankara’nın önüne koyuyor.

Keza Kafkasya ve Balkanlar’da Gürcistan ve Ukrayna gibi Soros’un renkli devrimleriyle Amerikan güdümüne giren ülkelerle işbirliği yapmasını istiyor. Yine işgali altındaki Afganistan’a en yakın NATO ülkeleri bile asker vermezken, zora giren ve Kabil’in dışına çıkamayan kuklası Karzai yönetimini savunmak için Türkiye’nin mevcut birliğe ilâve olarak—el altından işbirliğini aradığı—Taliban’la savaşmak üzere Mehmetçiği terör ve kargaşanın içine çeken “talebini” dayatıyor.

Kısacası ABD, siyasî yönden AB’yi ikinci plâna iten, enerji politikalarında Rusya’yı devre dışı bıraktıran derin stratejiyle, Türkiye’yi bölgeye yönelik projelerinde geçiş ülkesi yapmak peşinde. Taktik gereği pek telâffuz edilmeyen “büyük Ortadoğu projesi” çerçevesinde Amerikan egemenliği ve küresel menfaatlerinin bölgedeki taşeronu yapma emelinde…

Görünen o ki hep talep eden, kendine yontan, karşısındakine saygı duymayan, bütün politikaları çıkar hesapları üzerinde dönen ABD’nin nezdinde Türkiye “stratejik müttefiki” değil, “eksen ülke” de değil; olsa olsa en basit tanımla bir “taşeron ülke.”

Gerçekten bu nasıl “stratejik müttefik” ki ilişkiler dayatmalarla yürütülüyor; parlamentosunda her yıl Türkiye’ye iftiralar tekrarlanıyor; tehdit aracı olarak kullanıyor.

Bu nasıl “stratejik ittifak” ki müttefikini çıkarlarına hizmet ettirmek ve emr-i vakilerine getirtmek için Kuzey Irak’taki “yerel yönetimi” ve “Kürt kartı”nı, Amerikan Kongresi’nde “Ermeni iddiaları”nı şantaj malzemesi olarak istimal ediyor.

Ve ne yazık ki belki de koltukta kalma uğruna AKP siyasî iktidarı bu “şantajlara” geliyor…

10.03.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Siyasetin zorlu kışları



Köklü partilerle, konjonktürel şartların doğurduğu, hattâ iktidar yaptığı “sıfır kilometre” partiler arasındaki önemli farklardan birini ifade etmek için kullanılan “kavak ağacı ve kabak” hikâyesi meşhurdur.

Uzunluğuyla dillere destan kavak ağacının o boya erişmesi yıllar alır. Kabak ise—sarmaşık gibi—kavağın gövdesine tutunarak bir mevsimde boy atar. Ama yaz günleri geçip güzün ve hele kışın zorlu ve haşin şartları gelip çattığında, kavakla kabak üzerindeki tesirleri farklı olur.

Kavak, yaprakları dökülse de, sonbahar ve kış fırtınalarına, ayazlarına, kar ve tipilerine rağmen dimdik ayakta kalmaya devam ederken, kabak güz havasının belirmeye başladığı daha ilk dalgada zora girer ve bir sonraki bahara erişemeden hayata veda eder. Neslinin devamı için sonraki mevsimde tekrar dikilmesi gerekir.

Siyaset de dış ve iç sebeplerle harekete geçirilen rüzgâr, fırtına ve kasırgaların zaman zaman çok sertleştiği, hattâ tahripkâr boyutlara eriştiği bir alan. Hele Bediüzzaman’ın “canavar”a benzettiği, “menfaat üzerine dönen siyaset,” öteden beri acımasız çatışmaların arenası olagelmiş.

Özellikle devrim, darbe, ihtilâl gibi tepeden inme yöntemlerle ele geçirdikleri iktidarı bırakmak istemeyenlerin, demokrasi ve hür seçimle bu duruma düştüklerinde, ellerinden çıkan iktidarı tekrar gasp etmek için her yola başvurmayı göze aldıkları Türkiye’de, millete hizmet için yine millete dayanarak siyaset yapmak isteyen kadroların başına gelmeyenin kalmadığı mâlûm.

14 Mayıs baharını amansız bir kışa çeviren 27 Mayıs darbesi ve sonraki yıllarda onu pekiştirerek sürdürmek için yapılan 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat müdahaleleri, bu gerçeğin tezahürleri.

Bunların hep Ahrar çizgisini temsil eden hükümet ve Meclislere karşı yapılmış olması, önemle üzerinde durulması gereken bir nokta.

27 Mayıs, CHP’nin yirmi yedi yıllık tek parti diktasını halkın reyleriyle yıkan DP’ye karşı yapıldı; Menderes’le iki bakanını idam etti ve ayrıca dokuz DP’linin Yassıada’da ölümüne yol açtı.

12 Mart ve 12 Eylül, DP’nin devamı olarak kurulan AP’nin iktidar olduğu dönemlerde yapıldı; bu partinin tabanını dağıtma planları etkili bir şekilde ilk kez 12 Mart sonrasında yürürlüğe konuldu; 12 Eylül’de ise bu planlar daha sistematik ve uzun dönemli bir stratejiye bina edilirken, hareketin lider ve yönetici kadroları da yasaklarla “siyaseten idam” edilmeye çalışıldı.

Gerek uygulanan kurnaz taktiklerin, gerekse iç bünyedeki hataların neticesi olarak ciddî şekilde güç kaybına uğrasa da, aynı çizginin temsilcisi olarak siyaset sahnesindeki varlığını sürdüren DYP’nin ortağı olduğu hükümete karşı başlatılan 28 Şubat süreci ve sonrasında, daha ince ve dessas yöntemlerle strateji devam etti.

Görünüşte RP’yi hedef alan ve yargı kararıyla kapatan 28 Şubat, gerçekte, millî görüşçü kadroların içinden çıkan AKP’nin önünü açarken, DP çizgisini tamamen tarihe gömmeye çalıştı.

Geçen yıl açılan kapatma dâvâsında irtica odaklı ağır iddialara muhatap kılınan AKP’nin kapatılmaması bile başlı başına ilginç değil mi?

AKP sözcüleri savunmalarında “İddianamede bize yöneltilen suçlamalar evvelce DP ve AP hükümetlerine, Menderes ve Demirel’e de tevcih edilmişti” diyerek bu noktayı vurguladılar.

Ama aradaki fark: DP ve AP darbeyle devrilirken, AKP kapatılmadı. Bunun yegâne sebebi, AKP’nin dört yılı aşkındır hiçbir yeni adım atmadığı AB sürecinin Türkiye’yi getirdiği yer mi, yoksa DP ve AP’yi darbeyle devirenlerin AKP söz konusu olunca farklı hesaplara girmeleri mi?

Yani, AKP iktidarında kendi politikalarını daha perdeli şekilde sürdürme planı yapmaları mı?

Gelinen noktada bakıyoruz: Ya doğrudan ya da ters gibi görünen manevralarla yine AKP öne çıkarılıyor. Ama DP ısrarla görmezden gelinip yok sayılıyor, sandığa gömülmek isteniyor.

Nice zorlu kışı atlatan DP bunu da aşabilmeli.

10.03.2009

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

“Norveç’te bu kadar çok dağ olduğunu daha önce fark etmemiştim!”



Kendime ait olan bu sesi tanımakta biraz güçlük çektim doğrusu. Bir yandan Norveç’e ilk gelişim olmadığını biliyor, öte yandan da bunu fark etmediğime hayıflanıyordum. Fakat iç hatlarda uçmasından dolayı çok yüksekten uçmayan Oslo-Bergen uçağındayken, havanın da bulutsuz ve berrak olmasından dolayı, hayatımda görmediğim kadar çok dağ, bu dağların üstünde hayatımda görmediğim kadar kar ve o dağların arasından akan türlü nehirlerle göller gördüm. Sanki bir masal bahçesinin üzerinden uçuyormuş hissi veriyordu insana bu manzara.

Norveç’le ilgili ilginç gerçekler de keşfettim bu ziyaretimde. Dünyanın en gelişmiş ve refah seviyesi yüksek ülkelerinden biri olan Norveç, 2. Dünya Savaşı zamanında Japonya’ya açtığı savaşı (savaş fiziksel olarak bitmiş olsa bile), diplomatik açıdan hâlâ bitirmediği için, resmî olarak hâlâ Japonya ile savaşta görünüyor. Dünyanın neredeyse en bol, en lezzetli ve temiz su kaynaklarına sahip olmasına rağmen, ABD’den Norveç de nasibini almış. El değmemiş kaynaklardan gelen sular tankerlere doldurulup ABD’ye gönderiliyor. Orada şişelenip markalanıyor. Hatta daha sonrasında bu su Norveç’te satılıyor. Hemen hemen bütün restoranlarda çeşme ve yanında bardaklar bulabilirsiniz. Yahut gider gitmez masanıza bir sürahi su gelebilir. Bu su, ücretsizdir. Zaten enteresan olan, bu kadar temiz ve güzel suyu olmasına rağmen; Norveç’te şişe su satımının olması. Bir şişe su fiyatının da 4 ilâ 6 TL arasında değiştiğini söylemekte fayda var. Refah seviyesinin yüksek olması ve halkın alım gücünün de bununla doğru orantıda olması, Norveç’i ateş pahası bir ülke haline getirmiş. Turist olarak gitmeyi düşünen varsa eğer, biraz dikkatli olmak gerekiyor.

Göçmen nüfusu hatırı sayılır bir ağırlığa sahip. Dünyanın en kısa isimli şehirlerinden olan “Å” şehri de Norveç’te bulunuyor. Bu sefer insanların konuşmalarına daha bir kulak verdim ve nasıl olduğunu anlamasam da Norveççe ile Türkçede ortak olan kelimeler duydum. Büyük ihtimalle bu kelimeler bize de başka dillerden geçti, ama meselâ İngilizcede kullanılan halini değil de, Türkçede kullandığımız halini duymak oldukça şaşırttı: papağan, manşet gibi…

Çoğu Avrupa ülkesinde olduğu gibi, insanların saat 9’dan sonra market v.s. gibi yerlerden alkollü içecek almasının yasak olduğu ülkede, bizdeki Yeşilay gibi alkol ve sigarayla mücadele eden farklı kurumlar mevcut. Hatta önümüzdeki günlerde o kurumlardan birinin düzenlemiş olduğu, alkolün zararları, gençlerin alkolsüz hayat süreçlerinde desteklenmeleri ve alkol olmadan da hayatın her noktasında var olunabileceğinin örneklerinin bizlere sunulacağı bir toplantı yapılacak. Bu tarz farklı ve homojen yaklaşımlar, alkolün sağlığa olan zararını bir kere daha gözler önüne seriyor ve böylelikle insanlar istese bile alkol kullanırken daha dikkatli davranıyorlar, limitini düşürüyorlar; özendirici faaliyetler ve farklı sosyal programlarla gençlerin kendilerini başka şeylere yönlendirmesi yoluyla onların bu alkol bağımlılığı sona erdirilmeye veya azaltılmaya çalışılıyor.

Norveçli bir arkadaşım 80 yıl içinde Norveç’te en yaygın dinin İslâmiyet olacağını söyledi. Bunun sebebini insanların Hıristiyan olmalarına rağmen dindar olmamalarına ve hayatlarında dinin eksikliğini hissetmelerine bağladığını da belirtti. Tabiî ki bunun da doğruluk payı büyük, ama yine bir de fıtrat meselesi var ki, hemen hemen bütün İskandinav insanları gibi, Norveç insanı da büyük bir çoğunlukla fıtrat itibariyle tam bir Müslüman gibi davranıyor çoğu zaman. Aklıma Bediüzzaman Said Nursî’nin “Bu asrın Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç ve Finlandiya’dan geri kalmamak, size elzemdir; belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir” dediği geliyor ve “Ne yapabiliriz?” noktasında düşünmeye başlıyorum bir kere daha. Lisan-ı halimizle örnek olmanın en pozitif yaklaşımlardan biri olduğu ve bunun yanında doğru ve tam bilgi ile insanları bilgilendirmenin en doğrusu olduğu kanaatindeyim.

Norveç’ten kısa bir süreliğine ayrılma zamanı geldiğinde, sabah bizi karşılayan yoğun kar, yolları ve arabaları kapatmış, evimizden araba parkına kadar olan yolu gitmeyi neredeyse imkânsız hale getirmişti. Tabiî, insan kendisini yaşadığı yerin şartlarına göre ayarlıyor. Norveçliler de kış şartlarını hayatlarının en normal evrelerinden biri gibi gördükleri için, ayakkabıdan monta her tür kıyafetleriyle tamamen hazır durumdalar. Bu durumda güç belâ da olsa arabaya gidebilmeyi ve havaalanına gitmeyi başardık çok şükür. Ama sanırım en garip olanlardan biri, Oslo-İstanbul-Kahire uluslar arası hattında gerçekleştirdiğim seyahatlerimdeki şehirlerin arasındaki sıcaklık farkı. Bir günde her mevsimi yaşamanın mümkün olduğunu bir kere daha gördüm. İmkânsız diye birşey olmadığını iyice anladım.

Diğer geziler neticesinde farklı Norveç anılarını, Kahire’de bulunduğum süre çerçevesinde de Mısır’a dair gelişmekte olan gündemi aktarmaya devam edeceğim İnşaallah….

10.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Esmâ-i Hüsna şifa kaynağı



Namazların arkasında günde beş defa tesbihat yapmayı mesleklerinin, hizmetlerinin gereği görenler öğle, akşam ve yatsı namazlarının sonunda İsm-i Âzam, sabah ve ikindi namazlarından sonra da Tercüman-ı İsm-i Âzam duâlarını okurlar. Esmâ-i Hüsnadan birçoklarını içine alan bu duâları sırf Allah için okur, mükâfatını da yine O'ndan beklerler.

Bunların ahirette kazandıracağı sevaplar yanında dünyada da birçok derde devâ olduğunun farkında mıyız?

Bu duâları yapan herkes her şeyden önce büyük bir gönül huzuru hisseder. Çünkü ruh, kalp, akıl ve hissiyat gıdalarını alır, rahatlarlar.

Bu isimlerin fizyonomimizi olumlu yönde etkilediğini de yeni öğrendik. Belki de huzurumuz bu olumlu etkilenmelerden kaynaklanmaktadır.

İlâçların hammaddelerinin tabiattaki bitki ve madenlerden meydana geldiğini biliyoruz. Bütün bu nesnelerin Esmâ-i Hüsnanın birer tecellisi olduklarını da. Zaten bir kısım muhakkik evliya da eşyanın hakikatlerinin Esmâ-i İlâhiyeden ibaret olduğunu açıkça söylerler.

Esmâ-i Hüsnâ kâinatta tecelli ettiğinde ilâçların hammaddeleri ortaya çıkıyor da, Esmâ-i Hüsna zikredildiğinde kâinatın küçük bir modeli olan insandaki bir kısım hastalıklar niçin şifa bulmasın?

Vücut frekans dalgalarını ölçme anlamına gelen biyogeometri ilminin mucidi kabul edilen Mısırlı Dr. İbrahim Abdülkerim bunu tesbit etmek için tam üç yılını vermiş. Birçok deney yapmış ve bu deneyler sonucunda Esmâ-i Hüsna zikrinin insan fizyonomisinde son derece olumlu sonuçlar meydana getirdiğini, organlara enerji verdiğini, güçlendirdiğini ortaya koymuş.

Acaba hangi isim, ağırlıklı olarak hangi uzuvlar üzerinde etkili oluyor, şifa dağıtıyor?

Dr. Abdülkerim Nur, Vehhab ve Habir isimlerini zikrettiğinde on dakika içerisinde gözlerinin iyileştiğini tesbit etmiş. Bu isimlerin korunmak için kullanıldığını da belirtiyor. Yaptığı deney ve araştırmalar esnasında daha çok hangi ismin hangi organa enerji verdiğini, tedavi sağladığını da keşfetmiş. Meselâ Rezzak isminin mide ve kalp damarlarını tedavi ettiğini, Kavî isminin adaleleri güçlendirdiğini, Ğani isminin sinirleri yatıştırdığını, Müheymin isminin romatizmaya iyi geldiğini, Hayy isminin böbrekleri tedavi ettiğini, Reşid isminin prostat hastalığını düzelttiğini, Rauf isminin diz ve kalın barsağı tedavi ettiğini ve sair Esmanın bir kısım dertlere deva olduğunu bir bir ortaya koymuş.

Esmâ-i Hüsnayla tedavi için el, ağrıyan yerin üzerine konmakta, bolca Esmâ-i Hüsna okunmaktadır.

Dr. Abdülkerim mânevî enerjiyle dolmak için Esmâ-i Hüsnayı okuduktan sonra bir kısım şifa âyetlerini okumanın da enerjiyi kat kat arttırdığını tesbit etmiş.1

Bu âyetlerin neler olduğu üzerinde de bir sonraki makalemizde duralım.

Dipnot:

1- Geniş bilgi için bknz: http:/bafree.net; Ahmet Altun, Besmele Mucizesi (Cihan Yayınları), s. 126-133.

10.03.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hazret-i Eyyüb (as)



İstanbul’dan okuyucumuz: “Bazıları Eyyüb Aleyhisselâmın yaralarından dökülen kurtları alıp tekrar yaralarının üzerine koyduğunu ve yaralarının etrafa kötü kokular yaydığını, bundan dolayı insanlardan uzak bir yerde mağarada yaşamaya mecbur kaldığından bahsediyorlar. Bazıları da Hz. Eyyüb’ün hastalığının zannedildiği gibi dıştan olmadığını iddiâ ediyor. Böyle yorumların aslı ve kaynağı var mıdır? Üstad Hazretleri, 2. Lem’a’da Eyyüb Aleyhisselâm ile ilgili kıssanın hülâsasında Hazret-i Eyyüb’ün yaralarından tevellüd eden kurtların kalbine ve diline iliştiklerinden bahsediyor ve birinci nüktenin başında da ‘zahiri yara hastalıklarının mukabili’ cümlesinde de yaralarının dıştan göründüğünü ima ediyor. Bundan yola çıkarak, bizler Üstad Hazretlerinin görüşlerini esas aldığımıza göre, bu bölümü nasıl anlamalı ve anlatmalıyız?”

Ne ifrat ile, ne tefrit ile!

Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın bir İlâhî hediye olarak kabul buyurduğu ve baş tacı yaptığı, Bediüzzaman Hazretlerinin “menfi ibadet”1 olarak nitelediği hastalığını kavramaya çalışırken, yaralarından kurtların döküldüğü, kurtları alıp alıp tekrar yarasının üzerine koyduğu, yarasının etrafa kötü kokular yaydığı… v.b. ilâvelerle meşgul olmaya hiç gerek yok. Bu ilâvelerden etrafa kötü uydurma kokuları yayıldığı açık.

Fakat Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmı maddî hastalıktan tenzih etmeye de gerek yok. Her şeyden önce;

1- O bir melek değil, bir beşerdir, bir insandır. Biz biliyoruz ki, Peygamberlerin, insanlığın çektiği her türlü cefayı çekmeleri, kendilerinin kâmil rehber olduklarının alâmetidir. İnsanoğlunun başına gelen hiçbir belâ yoktur ki, Peygamberlerin de başına gelmemiş olsun! Peygamber Efendimizin (asm) Taif’te taşlanması, üzerinde peygamber sıfatı varken hor ve hakir görülmesi, mübarek ayaklarının kan içinde kalması ve yaşadığı çaresizlik daha az bir belâ mıydı? Hazret-i İsa Aleyhisselâmın Yahudi milletinden gördüğü hakaretler ve eziyetler daha az bir belâ mıydı?

2- Her türlü dünya belâsı birer menfi ibadettir! Öyle değil mi? Üstad Said Nursî Hazretleri menfi ibadetin daha halis ve daha makbule şayan olduğunu bildiriyor.2 O halde peygamberleri ibadetin her türünün tebliğcisi bilip, menfî türünü yakıştırmamak olacak şey mi? Bu bir ibadettir! Etrafa kötü koku yayan şansız ve bahtsız bir olay değil! Peygamberler ibadetlerin her türlüsünü yapıp yaşayarak insanoğluna rehber olduklarına göre, menfî ibadet de yapmaları onların şanındandır, şerefindendir, onlara yakışan budur.

3- Peygamberlerin vazifeleri tebliğ olduğuna göre, menfî ibadet ve menfî ibadet üzerinde gösterilecek sabır “lâfla” değil, ancak böyle “hâl ile” tebliğ edilir!

4- Yaranın zahiri olması, yaranın bedende olması demektir. Yani bu düpedüz maddî hastalıktır. Peygamberler Tarihi kitabında bahsettiğiniz açıklamada da geçtiği üzere, bu hastalığın dıştan görünmesi elbette şart değildir. Yani hastalığın iç bünyede olması, dile ve kalbe kadar ulaşması zahiri olması ile çelişmez. “Bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklar” da vücudun içinde beliren yaralar değil, ruhta ve kalpte yaralar açan “işlediğimiz her bir günah”tır.3

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 16.

2- Lem’alar, s. 216.

3- Lem’alar, s. 14.

10.03.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İki darbe arası muhtıra



Esasen Demokratlara karşı yapılan ve bu partinin tabana oturmuş, millete mal olmuş potansiyelini de bölüp parçalamayı hedef alan 1960 darbesinin siyasî etkileri 1965'e kadar devam etti.

1965'te yapılan genel seçimlerde ise, Demokratlar yeniden toparlandı, güçbirliği yaptı ve DP'nin yerine kurulan AP'yi tek başına iktidara getirdi.

Seçimlere altı parti katılmasına ve özellikle MP, YTP ile CKMP'nin Demokrat oyları bölme yönündeki canhıraş çabalarına rağmen, oyların yüzde 52.8'ini alan Adalet Partisi, Meclis'teki 450 sandalyeden 240'ını kazanarak tek başına iktidara geldi. (134 sandalye kazanan rakip parti CHP ise, yüzde 28'lerde kaldı.)

Bu tablo, dört yıl sonra (1969) yapılan genel seçimlerde de pek değişmedi. Tablonun değişmemesi ve Demokratların iktidarda kalmaya devam etmesi, iç ve dış ifsat komitelerini yeniden rahatsız edip harekete geçirdi.

1971'in 9 Mart'ında ordu içinde darbe hazırlığı yapan bir cuntanın varlığı ortaya çıktı. Emir–komuta zinciri dışında gelişen "9 Mart Cuntası"nın deşifre edilmesi, ne yazık ki, tehlikenin bertaraf edilmesine yetmedi.

12 Mart'ta, bu kez emir–komuta hiyerarşisine uydurulmuş bir cunta hareketi ortaya çıktı ve bu cunta, milletin hür iradesiyle iktidara gelmiş olan Adalet Partisi hükümetini hedef alan çok sert bir muhtıra verdi.

Kuvvet komutanlarının imzasını taşıyan bu tehdit yüklü muhtıranın sonunda, hükümet açık bir şekilde istifaya dâvet edildi ve şayet hükümet istifa edip gitmezse, Türk Silâhlı Kuvvetlerinin darbe yaparak yönetime el koyacağı gayet açık bir dille ifade edildi.

O tarihte Başbakan olan Süleyman Demirel, "parlamentonun açık tutulmasının daha doğru olacağı" inancıyla hareket etti ve Köşk'e hükümetin istifasını sundu.

Böylelikle, Türkiye yeni bir siyasî buhranın, yeni bir hükümet krizinin içine sokulmuş oldu. Ardından sıkıyönetim ilân edildi.

Ara ve kara rejimin kol gezdiği Türkiye'de, bu tarihten sonra anormal gelişmeler birbirini takip etmeye başladı.

Aynı hengâmede mahkemece kapatılan Millî Nizam Partisinin lideri Erbakan yurt dışına kaçtı. 1973 seçimlerine kadar yurt dışında kalan Erbakan, bu tarihte yapılan genel seçimlerde daha etkili bir rol üstlenmek üzere yeniden Türkiye'ye dâvet edildi.

Hatta, bu dâvetin arka planında AP'ye gidecek oyların bölünmesini isteyen CHP lideri İsmet Paşanın bulunduğu ve aracı olarak da iki generalin (Turgut Sunalp ve Muhsin Batur) görevlendirildiği hususu defalarca yazılıp ifade edildiği halde, bunların hiçbiri tekzip edilmedi.

Evet, ne yazık ki, Necmettin Erbakan'ın aktif ve etkin bir şekilde siyasete girdiği bu tarih, Demokratlar açısından âdteta bir milat oldu.

Zira, Erbakan'dan önce (EÖ) hür ortamda yapılan bütün seçimleri kazanan ve tek başına iktidara gelen Demokratlar, 1973'ten (ES) bugüne (2007–09) kadar yapılan seçimlerden hiçbirini aynı ölçekte kazanamadı ve Demokratlar bir daha da tek başına iktidar şansına sahip olamadı.

1973'te ortaya çıkan yeni tablo

Demokratlar, 1973 seçimleri esnasında deve dişi gibi adamların partisiyle karşı karşıya kaldı ve tarihinin en çetin mücadelesini vererek oyların yüzde 30'unu zor belâ alabildi.

CHP'nin başında ise, "M. Kemal'in solcusu" olan İsmet Paşanın halefi Bülent Ecevit vardı. Siyasette çok şiddetli bir "Ecevit rüzgârı" esiyordu. CHP bu seçimde oyların yüzde 33'ünü alarak birinci oldu.

Üçüncü sıradaki parti, "M. Kemal'in sağcısı", rahmetli Menderes'in başını yiyen eski cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın vargücüyle desteklemiş olduğu Demokratik Parti, genel oyların yüzde 11,9'unu aldı.

Dördüncü sırada, "M. Kemal'in fedâisi" Fevzi Paşanın ilk başkanlığını yaptığı dinci Millet Partisinin misyonunu üstlenmiş olan Erbakan liderliğindeki Millî Selamet Partisi vardı. MSP, oyların yüzde 11.8'ini alarak toplam 48 milletvekilliğini kazandı ve Meclis'te de "anahtar parti" konumuna yükseldi.

Türkiye, bu tarihten başlamak üzere tâ 1980 darbesine kadar hep azınlık ve koalisyon hükümetleri ile idare edildi.

Siyasette ihtilâf ve bölünmelerin gitgide şiddetlendiği 1977 seçimleri ise, ortaya çok daha vahim görünen bir tablo çıkardı.

En büyük vahâmet, komünist kuvvetin ele geçirmiş olduğu CHP'nin iktidara en yakın parti haline gelmiş olmasıydı. Oyların yüzde 42'sini kazanan ve 450 sandalyeden 213'ünü kazanan bu parti, şayet tek başına iktidara gelecek ols a, komünist kuvveti o partinin kanadı altında bu vatana rahatlıkla hakim olabilirdi.

Evet, CHP, 1977'den önce olduğu gibi bu tarihten sonra da, yani ömrünün hiçbir devresinde bu orandaki bir güce sahip olabilmiş değil.

Dolayısıyla, tehlike had safhaya çıkmış olmasına rağmen, bilhassa Nur Talebelerinin o seçimde yurt genelinde seferber olarak Adalet Partisine (% 37) destek çıkması ve oyların daha bölünmesine mani olması sebebiyle, o azim tehlike de büyük ölçüde bertaraf edilmiş oldu.

Bu tarihten iki yıl sonra, yani 14 Ekim 1979'da Türkiye bir "ara seçim" gerçeğini yaşadı ki, dillere destan bir hadiseydi. Yeniden toparlanan AP, genel oyların yüzde elliden fazlasını alarak bir azınlık hükümetini kurdu.

Bu hadiseden hemen sonra, tam iki senedir ülkeyi kasıp kavuran Ecevit'in sebep olduğu yokluk ve kuyruklar son bulmaya yüz tutarken, Türkiye, bir yandan da genel seçimlerin sath–ı mailine girmiş oldu. Siyasetin Meclis'te kilitlenmesi ve nafile cumhurbaşkanı seçimi turlarının yüzden fazla tekrarlanması, genel seçimleri kaçınılmaz kılmıştı.

Seçim olması halinde ise, Demokratların toplandığı ve yeniden kenetlendiği AP'nin bir kez daha tek başına iktidara gelmesi garanti görünüyordu.

İşte, bu açık realiteden ürken ve şiddetle rahatsız olan müfsitler, yeniden darbe hazırlıklarına başladı ve nihayet 1980 (12 Eylül) darbesini gerçekleştirmiş oldu.

10.03.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Nur Talebelerinin özellikleri - 1



Özellikle siyasî atmosferin yüksek olduğu dönemlerde, kimi zihniyetler, bazen cehaletlerinin, bazen de kasıt eseri olarak Nur hareketini, olmadığı şekilde gösteriyorlar. Nur hareketini tanımak isteyenlerin dikkate alması gereken hususlar vardır. Aşağıda bazılarını sıralayacağımız ve psiko-sosyolojinin de tasdik ettiği bu prensiplerle herkes Nur Talebelerini tanıyabilir. Nur Talebelerinin özellikleri şöyledir:

* Manevî ve modern ilimleri harmanlayarak İslâmiyetin esaslarını ispat eden; günümüzdeki Kur’ân ve Sünnet ölçülerini veren Risâle-i Nur’u okumak, özümsemek ve neşrine çalışmak.

* Önce nefsini muhatap almak ve terbiye etmek.1

* İmandan sonra en fazla takva ve amel-i salihi esas tutmak. (Takva, menhiyattan ve günahlardan uzak kalmak; amel-i salih ise, emir dairesinde hareket etmek ve hayrat kazanmaktır.) 2

* Vazife-i İlâhiyeye (Allah’ın işine) karışmamak. (Yani, hizmette çalışmak, ancak, sonuç almanın kendi vazifesi olmadığını bilmek.)

* Nur mesleğinin esası ihlâs sırrına dayanır. İhlâs Risâlesinin düsturlarını her vakit göz önünde bulundurmak.3 İhlâs, İktisat Lem’alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte’yi bir arada okumak.

* Îman ve Kur’ân hizmetini maddî ve mânevî hiçbir makama basamak yapmamak; 4 ücreti Allah’tan beklemek. Hatta, insanların iltifatlarını dahi istememek.5

* Hedef dünyayı değil, ahireti kazanmaktır.

* Risâleleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmak ve hayatının en önemli vazifesi onun neşir hizmeti bilmek.6

* Risâlelerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememek.

* Benlik, enaniyet, şan, şeref, gösteriş ve makam peşinde koşmamak;7 enaniyetini yok etmek.

* Risâle-i Nur mesleğinin uhuvvet / kardeşlik olduğunu; peder ile evlât, şeyh ile mürid arasındaki vasıta olmadığını bilmek.8

* “Acz, fakr, şefkat ve tefekkürü” esas alarak hareket etmek.9

* İhlâs-ı tammeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir.10

* Hakkı müdafaa için bile olsa, kuvvet kullanmanın zulme sebebiyet vereceğini hatırdan çıkarmamak.11 Dahilde asla maddî güç kullanmamak.

* Cihad-ı maneviyi (ilim, fikir, ibadet, ihlâs, zikir, tebliğ ve irşadı) esas almak. Yegâne kuvvet, İslâmın kesin aklî, mantıkî ve ilmî delilleridir.12

* Müsbet hareket etmek, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka cemaat ve kişilere düşmanlık etmemek veya onları eksik göstermeye çalışmamak. Hangi cemaat, meslek ve meşrepte olursa olsun, İslâm dairesi içinde olan herkese karşı uhuvveti hissetmek, sevgi ve saygı duymak. Ehl-i hak ve ehl-i imanla ittifak etmek. Hizmet ehl-i ile rekabet etmemek.13

* Tarafgir davranmamak, daima haktan yana olmak.

* Hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerini tenkit etmemek; yalnızca noksanını tamamlamak, kusurunu örtmek, ihtiyacına ve vazifesine yardım etmek.14 En müthiş maraz ve musibet olan cerbeze (gerçekleri saptırma) ve gurura dayanan tenkitten uzak kalmak.15 (Mihenge / ölçüye vurmak ayrı, tenkit ayrıdır.)

(Yarın devam edelim)

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 11.; 2- Kastamonu Lâhikası, s. 106.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 183.; 4- Emirdağ Lâhikası-1, s. 73-74.; 5- Lem’alar, s. 144. 6- Mektubat, s. 329.; 7- Lem’alar, s. 159-160.; 8- Lem’alar, s. 156.; 9- Lem’alar, s. 96.; 10- Kastamonu Lâhikası, s. 187. 11- Lem’âlar, s. 165-166.; 12- Hutbe-i Şâmiye, s. 99.; 13- Lem’alar, s. 145-146.; 14- Lem’alar, 164-165.; 15- Hutbe-i Şamiye, s. 147.

10.03.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Hüseyin EREN

Kalplerin ve kâinatın kandili



Rabbü’l-Âlemînin huzuruna bütün yaratılmışlar adına çıkan, Rabbü’l-Âlemîn adına âlemlere Rahmet olarak inen kul ve elçisin sen (asm)…

Esen rüzgârlar, kıpırdayan yapraklar, yağan yağmurlar, ışık saçan güneş, parlayan şimşekler, dönen yıldızlar, raks eden kehkeşanlar, çekirdek etrafındaki elektronlar, çekirdekle elektron arasında dolu âlemler; senin elest bezmindeki hamd zikrinin coşkusuyla çağlıyorlar çağlardan beri… “An”ların olmadığı zamanlar nurun vardı, bütün “an”larda var, “an”sız sonsuzluklarda var olacak.

Mekânsızlık mekânı, mekânın bütün kesitleri, kesintisiz mekânlar sensiz değil seninle. “An”larda varlıkla yokluk arasında titreşip duran mekân, elest coşkusu ve yokluğa yuvarlanma arasında gidip geliyor. “Belâ” demeseydin kim var olurdu? Gülü görebilir, bülbülü dinleyebilir, rüzgârla nefeslenir, yıldızlarla yaldızlı gökyüzünü seyredebilir miydik?

Her “an” senle doğuyor, sensizlikte ölüyor… Kutlu doğum, mutlu ölümün öncüsü sensin… Sensizlik Yunus (as) ve Yusuf (as) kederlerden daha büyük bir keder, ayrılığın İbrahim (as) ateşlerden daha yakıcı, Âdem (as) yalnızlığından daha büyük bir yalnızlık seninle olmamak…

Nurun gelmezse ne kâinat ayakta durabilir, ne de kalpler… Semâvât ve arz tesbihatına dâhil oluyor, kalpler duâna âmin diyor… Yaratılış ağacının tuba-i cennetisin. Peygamberler köklerin, veliler meyvelerin…

Dermansız dert; seni (asm) kâinatla birlikte bilmemek, kâinatı sensiz bilmek… En büyük şifa, sünnetine sarılmak, gönlü kevserinle yıkamak…

Günah kirlerinden arınmak, hevadan soyunup takvaya kuşanmak, zihin zindeliği duygu duruluğuyla salât ve selâm getirmek; sana vuslatın muştulu habercileri…

Karanlık kâinatı kandilinle seyretmek; her bir nesnede, her bir hâdisede ayrı güzellikleri görmek, gönlü gül bahçesine çevirmek demek… Yılda bir hafta gül dağıtmak seni anmak ve anlamaktan uzak… Sense bize hep yakınsın… Yakınlığın olmasa yakînimiz olur muydu? Rahman ve Rahim olan Allah’ı, Kur’ân ve kâinatla birlikte anmaya ve anlamaya…

Kederlerden kurtulmak, dertlerden dermana erişmek, şifa bulmak, yalnızlıklarda yanmamak, zulümlerden necat bulmak; kalpleri kandilinle aydınlatmanın, mekânda ve “an”da elest hamdini duymanın sonsuz mutluluğu… Daralan dünyanın, kararan kalplerimizin geniş güneşi…

Yusuf (as) yürek, Yunus (as) nidâ ile İbrahimî (as) bereket duâsını kâinatın zerreleri, Kur’ân’ın harfleri ve kelimeleri adedince sana salât ve selâm getirerek ediyoruz Ya Resulallah (a.s.m.)…

Yokluğun boşluğunda bizi boş çevirme. Elestte yokluğa yuvarlanmaktan kurtardığın gibi dünya ve ahiret yokluklarında da şefaatçimiz ol. Çünkü sen, “Ol” diye hükmeden Hâkim-i Zülkemal’in Rahmet Peygamberisin…

10.03.2009

E-Posta: [email protected]



 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla