"Gerçekten" haber verir 19 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hüseyin GÜLTEKİN

Bediüzzaman’ı anlamak...



Büyüklerin mânevî mertebelerini, feyiz ve faziletlerinin derecelerini, takva mertebesindeki amellerini, küçük günahlardan bile sakınmadaki hassasiyetlerini, haramlardan çekinmekteki duyarlılıklarını, hüve hüvesine sünnet-i seniyyedeki ısrarlarını anlamak kolay değil.

Onların böylesine akıllara durgunluk veren harika hâllerini, bu gıpta edilecek dinî yaşantıdaki akıl almaz hallerini elbette imanını taklitten tahkîke çıkaramamış olan bu asrın çoğu insanı kavrayamaz. Kendi akıl terazileriyle tartamaz. Bu sebeple de ya inkâra gider veya “Bunlar bize göre değil” diyerek, o büyükleri rehber edip arkalarından gitmekten imtinâ ederler.

İslâm tarihinde iz bırakan bütün din büyüklerinin kendilerine has, insanlığa örnek olacak, gıpta ile bakacağımız hallerini, hayatlarını okuyarak öğreniyoruz. O örnek dinî yaşantılarıyla, asırlarındaki insanlara rehber olup yol gösterdiklerini biliyoruz. Onların sayesinde bir çok insanın tahkikî imanı kazanıp, mükemmel bir dinî yaşantı içinde hayatlarını sürdürmüş olduklarını biliyoruz.

Bu büyük insanların eserlerini okumayanlar, efkâr ve ideallerine yabancı olanlar, onların şahsiyetlerini tam olarak idrak edemezler. Onlarla teşrik-i mesâide bulunanlar, onlara intisap edenler, onların dâvâ ve mesleklerine talip olanlar ve onların yolunda bir gayretin içinde olanlar ancak onları tanıyabilirler.

Şimdi isterseniz harika halleriyle, gıpta edilecek kabiliyet ve hasletleriyle, akıl terâzimizle tartamayacağımız serâpâ takva dolu dinî yaşantısıyla dikkatleri üzerine toplayan, fikir ve düşünceleriyle milyonların kalbine giren, asrımızın büyük din âlimi, eşsiz müfessir Bediüzzaman’ın akıllara durgunluk veren, bir çok insanın anlamakta zorlandığı harika hallerinden bir dilimine bakalım:

Üç aylık bir medrese tahsilinden başka tahsili olmayan, böyle yarım ümmî bir din âliminden, bugüne kadar hiçbir yanlışı ispatlanamayan altı bin sayfalık eşsiz bir Kur’ân tefsirinin vücuda gelmesi...

Hemen hemen bir çok insanın makam mevki, para pul için bir çok şeyini fedâ edercesine çırpınıp durduğu bir zamanda; onun kendisine teklif edilen köşkleri, makamları, maaşları elinin tersiyle reddetmesi... Hayatı boyunca da “Minnet altına girmektense, ölümü tercih ederim” diyerek en yakın dostlarının hediyelerini, zekâtlarını, her türlü maddî yardımlarını kabul etmeyen bir istiğna hâli...

Yorganını, çamaşırını, traş bıçağını satarak iâşesini temin etmesi, evinin kirasını karşılaması... Bir yılda otuz altı ekmek ile idare etmesi...

Bitlis valisinin ilme olan hürmetinin hatırı için evinde iki yıl kaldığı halde, valinin altı kızından hiçbirini tanımaması... Bir gün iki arkadaşıyla birlikte Haliç’te kayıkla giderken, Haliç’in iki tarafında dizilmiş binler açık saçık Rum, Ermeni ve İstanbullu kadınlardan haberi bile olmaması... Ve bu hallerini de “İlmin izzetini muhafaza etmek, beni baktırmıyor” ve “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından, istemiyorum” diyerek açıklayan iffet timsâli bir âlim...

Korkudan bir çok insanın sus pus olduğu bir devirde, mahkemelerde “Yüzer milyon başların fedâ oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’âniye’ye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler İnşaallah” diye haykırarak düşmana dehşet ve korku, dostlarına nok- ta-i istinat olan bir kahraman-ı İslâm...

Evet anlamak zor da olsa, ehl-i dinin böyle bir din kahramanını anlaması şart...

19.04.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Hz. Muhammed (asm) insanlığın kurtarıcısıdır”



Başlıktaki ifade İrlandalı, 1925 yılı edebiyat Nobel ödüllü Prof. Bernard Shaw’a ait. Hz. Muhammed’in (asm) en yüksek takdirleri toplamasının sebebini şaşırtıcı ve sağlam bir hayatı temin etmesi olarak gösterir Bernard Shaw. Dininin tek ve emsâlsiz bir din oluşunu ise hayatın bütün tavır ve çeşitlerini ıslâh ve değişimden geçirdiğini, tasfiye ve terakkî ettirdiğini belirtip bu dinin ayrı ayrı bütün milletleri kendine çektiğini söyler ve şöyle der: “Ben görüyor ve inanıyorum ki, insanlığa, ‘Hz. Muhammed (asm) insanlığın kurtarcısıdır’ demek borç olsun. Kurtarıcılık nâmı ona verilmelidir.”

Ayrıca şu tesbiti de yapar: “Ben itikad ediyorum ki, Muhammed’in misli, yani siretinde, tarzında bir adam şimdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse; bu yeni âlemin müşkilâtını (problemlerini) halledip, bu yeni karmakarışık âlemde müsâlemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatın husûlüne (genel barış ve mutlu bir hayata) sebep olacak. Evet, bu yeni âlemin müsalemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar şedit ihtiyacı var olduğunu herkes anlar.”1

Bugün dünyayı sarsan, dev gibi kuruluşların batmasına sebep olan küresel malî krizi de Hz. Muhammed’in (asm) getirdiği ve hayata geçirdiği esas ve prensiplere baktığımızda çözebilecek güçte olduğunu anlamakta gecikmiyoruz.

Çünkü Hz. Muhammed (asm) birbirleriyle kenetleşen, kaynaşan, sevinciyle sevinen, üzüntüsüyle üzülen, mü’min kardeşinin derdini kendi derdi edinen tekvücut olmuş bir toplum meydana getirmiş; bunun için gerekli her türlü esası ortaya koymuştur. Getirdiği bu esas ve prensipler hayata geçirildiğinde problemlerin çözülmesi, sıkıntıların aşılması ve insanların mutlu olamamaları için hiçbir engel kalmamaktadır.

Bu esaslardan biri toplumu ayakta tutan yardımlaşmadır; zekâttır, biri insanları birbirine düşüren faizin haram kılınmasıdır. İnsanları maddeten ve mânen çökerten hırs, israf gibi kötü hasletlerin yasaklanması, onları binbir türlü sıkıntılara karşı dimdik ayakta tutan, sarsmayan tevekkül, iktisat, kanaat gibi güzel huyların hayatın vazgeçilmezleri arasına yerleştirilmesidir.

Hangi mükemmel sistem olursa olsun uygulanmadıkça fayda sağlamaz. İşte dünya ve ahiret işlerini düzene sokmak için gelen Hz. Muhammed’in (asm) getirdiği İslâm dini bu gerçekleri bir bir yaşatarak dengeli, uyumlu ve huzur dolu bir toplum kurmayı gerçekleştirmiştir.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 210.

19.04.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

“Sen olmasaydın!” - 1



Muharrem Okur: “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l-eflâk’ (Eğer sen olmasaydın, eğer sen olmasaydın; Ben Kâinâtı yaratmazdım) kudsî hadîsini açıklar mısınız?”

Kâinâtın yaratılışının sebebini ve hikmetini açıklayan ibret verici ve düşündürücü bir hadîs-i kudsî. Bu kudsî hadîste meâlen, Kâinâtın Yaratıcısı Cenâ- b-ı Hakk’ın, kâinâtın yaratılmasıyla ilgili, Son Peygamber Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma hitâben: “Eğer sen olmasaydın, eğer sen olmasaydın; Ben Kâinâtı yaratmazdım” buyurduğu beyan edilir.1

Risâle-i Nûr’un muhtelif bölümlerinde bu Hadîs-i Kudsî ele alınır ve hakîkatı ile mutâbık ve muvâfık bir biçimde îzahlar serd edilir.

Kâinâtın büyük bir ağaç mânâsında göründüğünü; ağaçta çekirdekler, gövdeler, dallar, çiçekler ve meyveler bulunduğu gibi, kâinâtta da aynı kânunun cârî olmasının Hakîm isminin bir gereği bulunduğunu beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, hilkat ağacının, cismânî âlemle berâber sâir âlemlerin de numûnesini ve esaslarını içeren bir çekirdekten yapılmasının ve ağaca menşe ve çekirdek olan mânâ ve nûrun yine aynı kâinât ağacına bir meyve olarak giydirilmesinin Hakîm isminin muktezâsı bulunduğunu kaydeder. Buna göre, kâinâtın teşekkülüne çekirdek olan nûr, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın zâtında onun cismini giyerek kâinâtın en son meyvesi sûretinde tezâhür etmiştir.2

Bedîüzzaman’a göre; şu görünen büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakıldığı takdirde, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru, o kitâbın Kâtibinin kaleminin mürekkebi hükmünde olur. Eğer bu büyük âlem bir ağaç sûretinde tahayyül edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûru hem çekirdeği, hem meyvesi olur. Eğer dünyâ cismânî bir canlı farz edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nûru, onun rûhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nûru, onun aklı olur. Eğer çok güzel bir Cennet bahçesi tahayyül edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nûru, onun, Hakkı îlân eden bülbülü olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nûru, saray Sahibinin dâvetçisi ve teşrîfâtçısı olur.3

Saîd Nursî Hazretlerinin bu beyan tarzı, şu hadîsin de îzâhı ve tefsîri mâhiyetindedir:

Ashabdan Abdullah b. Câbir (ra), Peygamber Efendimiz’e (asm): “Yâ Resûlallah! Allah’ın her şeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?” diye sordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm):

“Allah her şeyden evvel, senin Peygamberinin nûrunu Kendi Nûr’undan yarattı. Nûr, Allah’ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh, ne Kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne Melek, ne Semâ, ne Arz, ne Güneş, ne Ay, ne İnsan ve ne de Cin vardı!”4 “Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinâtı Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın nûrundan niçin yaratmasın?” diye soran Bedîüzzaman Hazretleri, kâinât ağacının Tûbâ ağacı gibi gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makâmından, tâ aslî çekirdek makâmına kadar nûrânî bir münâsebet hattı bulunduğunu, Peygamber Efendimizin (asm) Mi'râcının o münâsebet hattının kılıfı ve sûreti hükmünde bulunduğunu, kendisinin bizzat mi’râc yolunu açtığını, velâyetiyle gidip, risâletiyle dönerek o yolu ümmetine de açık bıraktığını; ümmetinin, kalp ve ruhlarıyla o nûrânî caddede onun (asm) mi'râcının gölgesinde seyr ederek istidatlarına göre o yüksek makamlara çıkabileceklerini beyan eder.5 Sallallâhü Aleyhi Vesellem. Yarın İnşaallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Keşf’ül-Hafâ, 2/164. 2- Sözler, S. 531, 532. 3- Mesnevî-i Nûriye, S. 98. 4- Kastalânî, M. Ledünniye, 1/7. 5- Sözler, S. 532.

19.04.2009

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Âhir zamanda kadın olmak



“Zor iş. Hele de ülkemizde!” desem çok mu siyaset kokar sözlerim?

İslâma, kadınları kafesler arkasına hapsediyor diye soğuk bakan, Peygamberimizin (asm) getirdiği hakikatleri küçük gören bir zihniyet, eskimez eskilerin tâbiriyle “Ne İsa’ya, ne de Musa’ya yaranabiliyor!” Aynen yağın bozulmasıyla birlikte zehire dönüşmesi gibi tamamen zincirden çıkıyor, toplum hayatı için adeta bir zehir hükmüne geçiyor. İşte o yüzden Batı toplumlarına nazaran sosyal problemleri çok daha farklı boyutlarda yaşıyoruz. Hele de kadınların dünyasında, İslâm dairesinden uzak bir hayat sürmenin bedeli ağır oluyor!

Belki de hiçbir asırda kadın bu kadar metalaştırılmamıştı. Tamam, tarih kitaplarında kadınların esir pazarlarında birer pazar malıymış gibi satıldığını okuduğumuzda irkiliyoruz. Tanrılara kurban edilen genç kızların gravürlerini, kabartmalarını müzelerde seyretmek kanımızı donduruyor! Toprağa diri diri gömülen kız çocuklarını “Ne vahşet!” deyip nefretle yâd ediyoruz. Ama âhir zamanda kadın her yerde pazarlanmakta! Vitrinlerde, afişlerde, sinemalarda, tiyatrolarda, müzikte, televizyonda… Paranın, şöhretin, lüks bir hayatın yalancı cazibesiyle kendini kurban eden ya da kurban edilen sayısız genç kızların hikâyelerini medyadan ibretle takip etmekteyiz. Toprağa diri diri gömülen kız çocuklarının dünya hayatları acı bitiyor, ama ebedî âlemde sevinçle gözleri açıyorlar. Bunu Risâle-i Nur’lardan aldığımız Kur’ânî ve imânî derslerle görür gibi müşahede etmekteyiz. Ya âhir zamanda kesafetli esbab toprağına gömdüğümüz ya da gönülleriyle koşarak gömülen kızlarımız? Onların durumu daha acı değil mi? Dünya hayatı gibi ebedî hayatı da daimî bir azaba muhatap…

İşte Bediüzzaman Hazretlerini, Eskişehir Hapishanesinin penceresinden liseli kızların sevinç içindeki raksına şahit olduğunda ağlatan sır!

Velhâsıl ahir zamanda insan olmak, hele de kadın olmak zor iş! Ama Rabbimiz her zorluğun içinden bir kolaylık çıkardığı gibi ahirzamanda da imdadımıza yetişecek sağlam güçlü bir kurtarıcı vermiş bize. Kur’ân ve hadisleri çağın anlayışına göre yorumlayan Nur Risâleleri karanlık dünyamızı aydınlatmakta, yol göstermekte!

Tahrim Sûresi’nden örnek kadınlar…

Tahrim Sûresi hususan biz kadınları yakından ilgilendiren nasihatlarla dolu. Sûrenin iniş sebebi ilginç. Efendimiz (asm) hanımlarından birine sır verdiğinde, bu sır diğer eşlere de yayılır. Bunun üzerine Peygamberimiz (asm) dünya hayatının kendi nazarındaki önemsizliğini anlatmak ve eşlerini ikaz etmek maksadıyla bir ay boyunca onlarla irtibatını tamamen keser. Sûre bu hadiseye temas ederek başladığı ve Allah’ın helâl kıldığı şeyi kendine yasaklamanın doğru olmadığını belirttiği için “haram kılmak” anlamına gelen Tahrim adını almıştır.

İşte bu Sûre’nin 10. ve 11. âyetlerinde bazı hanımlardan bahsedilir. Hz. Lut’un eşi, Hz. Nuh’un eşi, Firavun’un hanımı ve İmran kızı Meryem’dir bunlar.

Nuh ve Lut Peygamberlerin eşleri Kur’ân’ın tabiriyle onlara “ihanet” ederler. Allah bu iki kadını inanmayanlara örnek olarak gösterir ve azaptan kurtulamayacaklarını belirtir. Salih kullarla, birer peygamberle evli olmalarına rağmen, onlara iman etmemeleri ne kadar da ibretlidir!

Lut’un (as) kızlarıysa, annelerinin inanmayanlarla işbirliği yapmasına rağmen, babalarının getirdiği hakikatlere iman etmişlerdir. Babalarıyla ve diğer iman edenlerle birlikte şehri terk ettiklerinde anneleri, isyan eden toplulukla birlikte helâk olmuştur. Kur’ân’ın ezelî kelâmında satır satır onların ibretli hayatlarını takip etmek mümkündür. (Hicr Sûresi, 59-75)

Nuh’un (as) oğluysa annesiyle birlikte helâk olanlar arasındadır. Ailenin diğer fertleri gemi içinde selâmetle kurtulurken, onlar Peygambere iman etmemenin cezasını dünya ve ahirette helâk olmakla öderler.

Nuh ailesi de inanmayanlar için ilginç bir modeldir!

Kadınlara kulluk kimliği

Hz. Asiye ve Hz. Meryem’in örnek kulluğunu ise Allah iman edenlere “model” olarak gösterir.

Firavun’un eşi Hz. Asiye o debdebeli ortam içinde ne çileli bir hayat sürmüştü! “Ey Rabbim! Yüce katından bana Cennette bir ev nasip et. Beni Firavun’dan, onun kötülüğünden kurtar. Zalimler güruhunun şerrinden de beni koru” diye duâ ettiğinde duâsı kabul olmuştu.

Ya Hz. Meryem? “O Rabbinin bütün sözlerine ve kitaplarına iman edip Allah’a itaatte sebat eden kullardandı” sözleriyle ebede kadar ezelî kelâmdaki makamını koruyacak. Bütün inananlara örnek bir kul olma kimliği sergileyecek.

Hayrünnisâ-Şerrünnisâ!

Bir türlü bulamadığı kaybolmuş kimliğini olmadık yerlerde arayan, her gördüğü yaldızlı modele bir ümit sarılıveren biz âhir zaman kadınlarına düşen vazifeyse, Kur’ân’ın örnek olarak gösterdiği kadın modellerini okuyup, anlayıp, yaşantımıza aktarmaya çalışmaktan ibaret!

Aynen boy aynasında kendini kontrol etmek gibi Kur’ân’ın aynasında nefsimizle sık sık hasbihâl yapıp, onu eğitmek!

Sabah ve akşam namazları akabinde kadın olsun, erkek olsun bütün Nur Talebelerinin yaptığı duâlardan biri olan “Kadınların şerrinden, kadınların belâsından, kadınların fitnesinden Sana sığınırım Allah’ım!” yakarışı bu açıdan ne kadar da ibretli!

Bediüzzaman Hazretlerinin hadislerden çıkardığı bir işaretle Hanımlar Rehberi’nde yer verdiği “Âhir zamanda iman hakikatleri kadınlar arasında ziyade inkişaf edecek” hakikati ne kadar da ümit verici!

19.04.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Avrupa, İslâmiyetle hamiledir



Bediüzzaman’ın, 1907’lerdeki “Avrupa bir İslâm Devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hâmiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır” şeklindeki tesbitinin birinci kısmı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla gerçekleşti.

Belçika’nın ikinci büyük şehri Anvers’te “kiliselerin camiye çevrilmesi” kararı alındı. Cemaati azaldığı için bakım-onarım harcamalarını karşılayamayan kiliselerin camiye dönüştürülmesi, ya da başka amaçlar için kullanılması planlanıyor.

Anvers’in kültür, turizm ve dinî anıtlardan sorumlu Hıristiyan Demokrat Belediye Başkan Yardımcısı Philip Heylen, De Morgen gazetesine yaptığı açıklamada, şehirdeki 80 kilisenin önemli bir bölümünün cemaat sıkıntısı çektiğini ve bazılarının haftada sadece 20 kişiyi ağırladığını bildirdi.

‘’Kiliselerin bazılarını neden Müslümanların kullanımına sunmayalım’’ diye soran Heylen, Anvers’te sayısı hızla artan Müslümanların ihtiyacını karşılayacak büyük camilerin bulunmadığına dikkati çekti. Şehirdeki bütün kiliseleri ziyaret ederek papazlarıyla görüşeceğini anlatan Heylen, kiliselerin envanterini çıkarmaya yönelik bu çalışmanın tamamlanmasıyla, masraflarını karşılayamayan kiliselerin cami ya da başka amaçlarla kullanılması konusunda somut teklifleri sunacağını belirtti.

Bugün, Avrupa’nın bir İslâm devletini doğurmasının sancıları başlamıştır. Avrupa’da bin kilise, cami/mescide çevrilmiş. Müslümanlar, kılık-kıyafetlerine kadar dinî vecibelerini büyük çapta yerine getirebiliyor.

Yurtdışındaki vatandaşlarımızın dinî konulardaki ihtiyacını karşılamak üzere Diyanete bağlı 1377 görevli hizmet veriyor. Diğer cemaat ve grupların görevlileri bu sayıya dahil değil.

“Temizlik imandandır”, “İmanın yarısı temizliktir” hadisleri, batının evlerinden sokaklarına, iş yerlerinden fabrikalarına kadar tezahür ediyor. İşçiler veya memurlar hergün evlerinde ve iş çıkışlarında duş alıyorlar.

Kur’ân bizi ilim ve tefekküre yönlendirir. Bugün Avrupa, teknik ve teknolojisiyle, tefekküre hizmet etmektedir.

Batıya göre en iyi ekonomi, sıfır faizli ekonomidir. Avrupa, buna çalışıyor. İslâmiyette faiz yasaktır.

ABD de çareyi faizsiz bankacılıkta arıyor: ABD Hazine Bakanlığı’nın ikinci adamı, Müsteşar Robert Kimmitt, burada yaptığı açıklamalarda ABD yönetiminin, küresel finansal krizle mücadelede ne ölçüde yararlı olabileceğini belirlemek amacıyla “İslâmî bankacılığı” başlıca yönleriyle incelediğini belirtti. Kimmitt, “İslâmî bankacılığın gündemin bir maddesi olacağı konusunda emin değilim. Ancak bu, kamu ve özel sektörlerinde sık sık ele alınan bir konudur” dedi. Kimmitt, “ABD Hazine Bakanlığındaki uzmanların, hâlen İslâmî bankacılığın önemli yönlerini öğrenmekte olduğunu” da söyledi.1

***

Hak ve hürriyetlerin bânisi İslâmiyettir. AB, hak ve hürriyetler projesidir.

Belçikalı lider: Başörtülü öcü değil

Türkiye’de başörtüsü yasağı bütün resmî kurumlarda ve üniversitelerde en katı bir şekilde uygulanırken, Belçikalı parti lideri, korkulacak bir şey olmadığını göstermek için en yakınına başörtülü bir genç kızı aldı. Belçika Merkez Hümanist Parti (CDH) Genel Başkanı Joelle Milquet, başörtülü Mahinur Özdemir’i sağ kolu yaptı. Yabancı düşmanlığına karşı olan Milquet, “Müslümanların, başörtülü bir bayanın normal olduğunu göstermem lâzım. Bunlar toplumun parçası” dedi.2

Dipnotlar:

1- 26 Ekim 2008.

2- Kemal Benek / Yeni Asya/15.01.2008.

19.04.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Suna DURMAZ

Dârusselâm selâma hasret kaldı! (1)



Anadolu topraklarından doğup Arap Körfezine dökülen Dicle ve Fırat nehirlerinin geçtiği yerler, Eski Yunancada “iki nehir arası” mânâsına gelen “Mezopotamya” olarak bilinir. Dicle ve Fırat’ın suladığı verimli Mezopotamya toprakları, eski çağlarda Sümerler, Akadlar, Babilliler, Asurlular, Persler gibi birçok medeniyete beşiklik yapmıştır. Hz. Ömer döneminde Sâsânilere karşılık yapılan Kadisiyye harbi (636) sonunda ise Müslümanların eline geçmiştir.

Hz. Osman’ın şehâdetinden sonra Halife olan Hz. Ali’nin hilâfet başşehri olarak “Kûfe” şehrini seçmesinden sonra, Mezopotamya toprakları üzerinde İslâm medeniyeti dönemi başlar. Emevi devletine son vererek hilâfeti ele geçiren Abbasiler (656-1258); siyasî, askerî ve iktisadî sebepler dolayısıyla, devletin başşehrinin “Şam” yerine, o dönemde “Bilâdürrafideyn”* olarak bilinen Irak topraklarında olmasına karar verirler. Ve; coğrafî ve sosyo-ekonomik olarak en uygun vasıflara sahip olan yeri araştırmaya koyulurlar.

Sonunda Dicle ve Fırat nehirlerinin birbirlerine en yakın oldukları bir noktada (40 km) kurulu bulunan “Bağdat”**adlı eski bir Sâsâni köyü üzerinde karar verilir.

Devrin Abbasi halifesi Ca’fer bin Mansûr, Dicle nehrinin iki yakası üzerine kurdurduğu başşehrin ismini “Barış evi” anlamına gelen “Dârüsselâm” (762) olarak koyar. Daha sonra; “ Vâdi es-Selâm” olarak tanınan Dicle nehri kıyısında kurulduğu için, şehrin adını “Medinetüsselâm” (Barış şehri) olarak değiştirir. Ayrıca, resmî yazışmalara ve para birimi olan dinar üzerine aynı ismin damgalanmasını da emreder. Ancak eski ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunan bu mevki; Bâbilliler, Asurlular ve Farslılar zamanından beri “Bağdat” olarak tanındığı için, bölge halkı şehrin yeni isimlerine bir türlü alışamaz. Ve şehir “Bağdat” olarak tanınmaya devam eder.

Planını, zamanın meşhur mimarlarından Haccâc bin Artâh’ın çizdiği Bağdat şehri, daire şeklinde inşa edilir. Ve bu cihetle, daire şeklinde inşa edilen ilk İslâm şehri olur. Mâruz kalabileceği bir düşman saldırısına karşılık, şehir üç kuvvetli surla çevrilerek bu surların etrafına hendekler kazılır. Şehrin tam merkezine Halifenin ikameti için bir saray (Kasr ez-Zeheb/ Altın Saray), büyük bir cami ve devlet daireleri inşa edilir. Veliahd el-Mehdi için ise, Dicle’nin doğusuna bir saray yapılır. Başşehrin önemli bir ticaret merkezi olmasını arzulayan Halife Mansûr, çarşılar ve hanlar yaptırmayı da ihmal etmez.

Bağdat şehri altın dönemini Abbasi halifesi Hârun Reşit (786-809) döneminde yaşar. Halife Hârun Reşid Bağdat‘ta yeni yollar, camiler, medreseler, külliyeler, hanlar, hamamlar, dokuma fabrikaları, dökümhaneler ve envâi çiçeklerle süslü bahçeler yaptırır.

Bu dönemde çok önemli bir kültür merkezi haline gelen Bağdat, âlimlerin uğrak yeri olur. “İlim mü'min’in yitik malıdır; nerede bulursa alır” hadisinin ışığında hareket eden Müslümanlar, Arapçada “İlim evi” mânâsına gelen “Beytülhikme” yi kurup tıp, matematik, kimya, felsefe ve daha birçok sahada Yunanca, Farsça ve Hintçe yazılmış olan kitapları Arapçaya tercüme ederek bu ilimlerin muhafaza edilmesini sağlamışlar; böylece insanlığa büyük hizmette bulunmuşlardır.

Tercümenin yanında ilim araştırma merkezi haline de gelen “Beytülhikme,” cebir ilminin kurucusu olan Hâvârizmi, astronomide Fergâni, kimyada Râzi, İslâm felsefesinde Kindi ve İbn Sîna gibi büyük âlimlerin araştırmalarını yaptıkları önemli bir ilim müessesesi olmuştur. Pozitif ilimlerin yanı sıra, Bağdat din ilimlerinde de büyük âlimlerin yetişmesini sağlamıştır. İmam Ahmed bin Hanbel, “Hanbelî” mezhebini, Ebu Hanife olarak meşhur olan Nu’mân bin Sâbit ise “Hanefî” mezhebini burada sistemleştirirler.

Bağdat’ın ilim ve kültür merkezi haline gelmesi, ilim talep eden insanların buraya doğru göç etmesine sebep olur. Abbasiler döneminde Bağdat nüfusunun 500 bini bulduğu rivayet edilmektedir. Nüfus artışıyla beraber, şehir ekonomik olarak da kalkınır ve önemli bir ticarî merkez haline gelir.

Saydığımız bu güzelliklere sahip olan Bağdat, çok uzaklardaki bir düşmanın ağzını sulandırır. Asya bozkırlarının medeniyet görmemiş vahşi tabiatlı insanları olan Moğollar, Hülâgu komutasında 1258 tarihinde Irak topraklarını işgal ederler.

Halife Musta’sım kayıtsız şartsız şehri teslim ettiği halde; daha önce, Buhâra, Semerkand, Herat, Merv, Rey ve Horasan’da yapmış oldukları zulmün aynını veya daha fazlasını Bağdat’ta yaparlar. Beş yüzyıldır İslâm devletine başşehirlik yapmış olan dillere destan güzellikteki Bağdat’ı târumâr ederler. Şehirde bulunan dârüşşifaları, rasathâneleri, ilim irfan yuvası olan medreseleri ve kütüphaneleri yıkıp, yüz binlerce kitabı yakıp kül ederler. Halife Musta’sım dahil Bağdat ahâlisinden binlercesini öldürüp Dicle nehrine atarlar. Nehire atılan binlerce ceset ve binlerce kitaptan akan kan ve mürekkep yüzünden, Dicle suları kırmızı-mavi renge boyanır!

Bağdat’a revâ görülen bu zulüm, diğer İslâm diyarlarında bulunan Müslümanların, özellikle de Mısır'da hüküm süren Memlüklü Türklerin yüreklerini dağlar.

Çok geçmez, tam iki sene sonra (1260) Rükneddin Zahir Baybars komutasındaki Memlüklüler, Gazze yakınlarındaki “Ayn Câlut” denilen mevkide Moğolları ağır bir yenilgiye uğratırlar. Bağdat şehri Moğolların yapmış oldukları tahribatı tamir edemeden, bu sefer de Timurlenk fâciasıyla karşı karşıya kalır. Timurlenk Bağdat’ı, ilki 1393 yılında, ikincisi de 1402 yılında olmak üzere iki defa istilâ eder. Ahâliden binlercesini katledip, âdeta taş üzerinde taş bırakmayarak şehri harap eder....

Gelecek hafta atalarımızın "Ana gibi yâr olmaz; Bağdat gibi diyâr olmaz” diye övdükleri Bağdat üzerine yazmaya devam edip, 21. yüzyılda yapılan modern Moğol istilâsından bahsedeceğiz inşaallah.

Kaynak:

el-Mevsûa el-Arabiyye 4. Cilt (Bağdat maddesi.)- Hey’etü’l Mevsûa el-Arabiyye/ Suriye.

* Arapçada Fırat ve Dicle’nin geçtiği yerlere verilen ad.

** Bağdat isminin mânâsı üzerine birçok rivayet var. Bir kısmı kelimenin Bâbil dilinde “Tanrı’nın kışlası” veya Bâbil-Âmûri dilinde “Güneş Tanrısı” anlamında olduğunu söylüyorlar. Bir kısmı da: Bağdat kelimesinin Kildâni dilinde “Koyun evi” mânâsına gelebileceğini veya Farsçada “Tanrı hediyesi” anlamında da olabileceğini söylüyorlar. Suna Durmaz’ın yazısı Ürdün gazetesinde KÖRFEZ mektubu yazarımız Suna Durmaz’ın 2 Kasım 2008 tarihli Yeni Asya’da “Tarihî mektup” başlığıyla manşet olan yazısı, Hüseyin el-Hiyârî tarafından tercüme edilerek, Ürdün’ün önde gelen gazetelerinden el-Düstur’un 1 Nisan 2009 tarihli sayısında yayınlandı. Söz konusu yazıda, Sultan II. Abdülhamid’in Suriye’deki Şazelî Şeyhi Mahmud Ebuşşamat’a hükümdarlıktan azlediliş sebeplerini açıkladığı ve Filistin’i Yahudilere vermediği için uzaklaştırıldığını anlattığı 22 Eylül 1329 tarihli mektubuna yer verilmişti.

19.04.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com




Faruk ÇAKIR

Eğitime darbe mi?



Devam eden Ergenekon dâvâsına paralel olarak gözaltılar da devam etti. Her gözaltı hadisesinden sonra olduğu gibi bu defa da bazı isimlerin tutuklanması ‘sürpriz’ karşılandı. Gözaltı ve tutuklamalara itiraz edenler, “Bu profesörler ‘suç’ işlemiş olamazlar, bunda bir yanlışlık var” demeyi sürdürdü.

En başta ifade etmek gerekir ki, gözaltı ya da tutuklamalar ve benzeri işlemler mutlak surette hukuka ve adalete uygun olmalıdır. Bunu denetlemek de her halde yine ‘yargı’nın görevleri arasındadır. Dolayısı ile gözaltı ya da tutuklamalarda hukuka aykırı bir durum var ise, konu bu yönüyle de yargıya taşınabilir.

Bu ve benzeri tutuklamalara itiraz edenler, “Bu profesörler böyle bir suç işlemiş olamazlar” diyor. Elbette değil profesörlerin, hiç kimsenin darbeye ve darbecilere destek olmaması gerekir. Ancak geçmişte de görüldüğü üzere çok sayıda profesör, ve belkide en başta onlar; 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat ‘darbe’lerine destek olmuş-lardır. Bu bakımdan, hadiselere sırf bu noktadan yaklaşmak inandırıcı olamaz.

Medyadaki haberlere bakılınca, son ‘dalga’nın ‘çağdaş yaşama ve eğitime’ darbe vurduğu ileri sürülüyor. Arama yapılan derneklerden birinin adının ‘çağdaş yaşam’ olması dışında bu iddianın bir değeri var mı? Arama yapılması ya da gözaltılar, “Siz niçin öğrencilere burs veriyorsunuz? Niçin okul açıyorsunuz? Niçin eğitime yatırım yapıyorsunuz?” diye yapılmıyor ki!

Bakınız, geçmişte de bir gazeteci gözaltına alındığında “Olur mu böyle şey? Bu arkadaşımı-zın böyle bir şey yapması, ihtilâlcilerle içli-dışlı olması mümkün değildir” denilerek adına ‘kitap imzalama kampanyaları’ açılmıştı. Ancak ilerleyen günlerde ‘delil’ler ortaya çıkınca, başlangıçta destek için ‘imza atan’ları çoğu bu desteğini geri çektiklerini açıkladılar. Dolayısı ile delilleri bilmeden, işin aslını esasını öğrenmeden kişileri ne suçlamak, ne de tamamen temize çıkarmak mümkün değildir. Bununla birlikte hukukun temel kaidesi gereği, “Suç ispatlanana kadar kişiler masumdur” kaidesini de unutmamak gerekir.

Neredeyse her 10 yılda bir ihtilâl yapılan ülkemizde, “Mümkün değil, bu kişiler böyle bir işe kalkışmaz” demek çok zor. Hepimiz biliyoruz ki ihtilâlleri en başta ‘aydın’lar alkışladı. 27 Mayıs sonrası günlerini kitaplardan öğrenmiş olsak da, 12 Eylül 1980 ve bilhassa 28 Şubat sürecindeki günlerde yaşananlara gözlerimiz ve kulaklarımız şahit oldu. “Adil” olması gereken hukukçuların, toplu halde brifing aldıklarını nasıl görmezden gelebiliriz? O gün brifing alanlar olduğu gibi bugün de ‘darbe planları’ yapanlar olabilir. Bunu ancak adil bir yargılama sonrasında öğrenebili- riz.

Bazıları da aramalar sonrasında götürülen ‘delil’lere itiraz ediyorlar. “Böyle delil olur mu? Bu kadarı da olur mu?” şeklindeki sorularla itirazlar dile getiriliyor. Belki de bu durum, kaderin bir cilvesidir. Geçmiş yıllardaki ‘baskın ve aramalar’da nelerin ‘delil’ olarak götürüldüğünü hatırlatmak gerekir. Keşke o zamanlarda da “Böyle delil olur mu? Bu kadarı da fazla” deselerdi.

Böyle durumlarda unutulmaması gereken nokta, “Birisinin hatasıyla başkasını; eşini, dostunu, ailesini, suçlu görmemek” olmalıdır. Suçun ‘şahsîliğini’ hiç unutmayalım...

19.04.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Mutluluğun sırrı bulunmuş…



Geçtiğimiz günlerde bir mail aldım. Mailde bir müjde vardı. Müjde mutluluğun sırrının bulunmasıyla ilgiliydi.

Buluşu kısaca şöyle özetleyelim:

Bilim adamları “Mutlu olmak için ne gerekiyor?” sorusunun cevabını araştırmışlar ve çok çarpıcı bir sonuca ulaşmışlar. Kanadalı araştırmacılara göre, insanı mutlu eden çok para değil, parayı başkaları için harcamak olduğunu tesbit etmişler. Kanada’da bir dergide yayınlanan araştırmada, gelirinin bir kısmını başkaları için harcayanların, bunu yapmayanlardan daha mutlu oldukları ortaya çıkmış.

Araştırma çerçevesinde 630 kişiye ne kadar mutlu oldukları, yıllık gelirleri, kazançlarını nerelere harcadıkları gibi sorular sorulmuş. Araştırmayı yapan uzmanları verilen cevapları analiz ederek, başkaları için cüz’i bir para harcamanın dahi huzur duymak için yeterli olduğu sonucuna varmışlar.

Bir başka araştırmada ise, araştırmacılar 46 kişiye 5 veya 20 dolar dağıtmış ve bu parayı aynı gün öğleden sonra harcamalarını istemiş. Katılanların yarısından parayı kendileri için, diğer yarısından da başkaları için harcamaları istenmiş. Başkaları için harcayanlar gün sonunda kendilerini daha mutlu hissettiklerini söylemişler.

Araştırmayı değerlendiren araştırma heyetinin başkanı Elizabeth Dune, “Ne kadar kazandıklarına bakmaksızın, başkaları için para harcayanların, paralarını sadece kendileri için harcayanlardan daha mutlu oldukları belirlendi. İnsanların mutluluklarında, ne kadar para kazandıkları kadar paralarını ne için harcadıkları da önemlidir” demiş.

Bu araştırmadan çıkarılacak çok önemli dersler var.

***

Geçtiğimiz hafta sonu Ankara’da tertiplediğimiz “Küresel Kriz ve Bediüzzaman Said Nursî’nin İktisad Görüşü” konulu programda bu araştırmanın ne kadar gerçekçi olduğu ortaya çıkmış oldu. Kanadalı araştırmacıların mutluluğun sırrını açıklarken ulaştıkları sonuç aslında İslâm’daki zekât ve sadakadır. Sosyal barışın temininde önemli bir yere sahip olan zekât ve sadaka zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatır. Toplumda huzuru sağlar. O bilim adamları bunu öğrendiler mi bilemeyiz, ama bulduklarını sandıkları sır 1400 küsur yıl önce İslâmiyet tarafından insanlığa emredilmiş...

Malî ibadetlerden biri olan zekât, İslâm’ın beş temel esasından birisi. Hicretin ikinci yılında Medine’de farz kılınmış. Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Hak “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin...” diye emreder. Peygamberimiz de, “Zekâtla mallarınızı koruyunuz” ve “Zekât İslâm’ın köprüsüdür” diye buyurmuştur.

* * *

Programda konuşan gazetemizin İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular ile Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz, dünyada şu anda yaşanan ve Türkiye’yi de etkileyen ekonomik krizden çıkışın yolunun “zekât”tan geçtiği dikkat çektiler.

Kutlular, dinimizin faizi haram kılarken, zekâtı da emrettiğini hatırlatırken, zekâtın fakir fukaranın hakkı olduğunun altını çizdi ve Bediüzzaman’ın “Velev ki, zekâtın zekâtını verseydik, sair milletlere yetişir daha refah içinde yaşardık” sözünü hatırlatırken, “Zekâtın verildiği zaman insanlık saadet asrını yaşamıştır” diye bir gerçeğin altını da çizdi.

Güleçyüz ise, Bediüzzaman’ın “Bütün ihtilâlatın (kavga ve krizlerin) sebebi iki kelimedir. Birincisi: Ben tok olsam başkası açlıktan ölse bana ne. İkincisi: Sen çalış, ben yiyeyim” dediğini ifade ederken şu görüşlere yer verdi: “Kişiler eğer insanlığın devamını isterse, hayatında faize yer vermemeli, kovmalı ve zekâtı vermeyi de ihmal etmemeli. Dünyada yaşanmakta olan küresel krizin en önemli sebeplerinden biri de, işte bu iki kelimede ve bu iki kelimenin meydana getirdiği ortamlardadır. Faiz Türkiye’de ne yazık ki bir sisteme bağlanmış şekilde işlemektedir. Bunda en çok suçlu tutulanlar bankalar ve faiz sistemidir…”

Kur’ân’da emredilen, Peygamberimizin hadislerinde belirtti ve Bediüzzaman’ın kavga ve krizlerin sebeplerini “Ben tok olsam başkası açlıktan ölse bana ne… Sen çalış ben yiyeyim” diyerek özetlediği zekât meselesi dünyanın gündeminde olsa ne bu krizlerin esâmesi okunacak ne de toklarla açların arasında bu derin uçurum olacak. İnsanlar daha huzurlu, geleceğinden kaygı duymadan yaşayacak.

O zaman sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Zekâtımızı versek mutlu olacağız. Bu bilimsel olarak da ispatlandı.

Demek ki mutluluğun anahtarı: Zekâtta..

19.04.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Şeriat, ahlâk, iman



Geçen hafta bu köşede çıkan “Yüzde 99 ve yüzde 1” yazımızla ilgili olarak, İbrahim Faik Bayav “edebyahu.com” sitesinde bir yorum kaleme almış. Bazı bölümlerini okuyucularımızla paylaşmayı uygun bulduk:

***

Şeriat kelimesi duyulduğunda veya okunduğunda ‘kötü devlet’ algılamasına girenlere Kâzım Güleçyüz’den güzel bir izahat gelmiş. Beğenmedikleri her olayda ‘’Şeriat geliyor’’ yaygarası koparanları bu izahat tatmin eder mi bilemeyiz. Ben isterim ki, şeriat kelimesi üzerinde görülen kötü halüsinasyonlar son bulsun. Bunun için Sayın Güleçyüz’ün yazısındaki bazı ifadeleri değişik bakış açısıyla biraz eşeleyeceğim.

1- Şeriatı teşkil eden özelliklerden birisinin ahlâk olması: Ahlâk, lügate baktığımızda, yaradıştan gelen özellik olduğunu gördüğümüz gibi, toplumun sağlıklı kalması için konan kurallara uymak olarak da okuyabiliyoruz. Ahlâk, şeriatı teşkil eden unsurlardan biri olduğuna göre, şeriat buna göre sıfat alacaktır. Şeriat sözcüğü bugüne kadar belirli kişiler ve zümreler için kullanıldı. Bir asırdan fazla süren uzun zaman içinde şeriat kelimesi etrafında oluşturulan kargaşanın, bu tanımlamadan sonra bitmesi umulur.

2- Şeriatın özelliklerine iman edilmesi:

Şeriatın özelliklerinden birini ahlâk olarak gösterdiğimize, onun da aslının toplumun sağlıklı olması için konulan kurallar olduğunu bildirdiğimize göre, kuralların işlemesi, o kuralların kişiye ve çevresine mutluluk vereceğine inanılmasına bağlıdır.

İlk olarak trafiği örnek verebiliriz.

Fizikî iletişimimizi sağlayacak yollar yapılır.

Kural: Araçlar ortadan, insanlar ise kenarlarındaki kaldırımdan gidecek. İki ve çok şeritli yolda, öndeki vasıtayı geçmek isteyen, sol şeriti kullanacak; geri kalmak isteyen sağ şerite geçecek ve oraya geçmesine izin verecek.

Bu kuralın mutluluk getireceğine inananlar, yani kurala ve kuralın koyucusuna iman edenler, yaya iken kaldırımdan, vasıta sahibi olduklarında ise yolun ortasından gideceklerdir. Başkasına geçiş hakkı vereceklerdir. Şahsî ihtirasları uğruna başkalarının hukukunu hiçe sayan vasıta sahipleri ise, yolun akıcılığını kaybettiği durumda, bu kurala inanmadıklarını belli edip kâh kaldırımdan gitmekten, kâh sağ şeritten geçiş yapmaktan çekinmeyeceklerdir.

Tâ ki belâ ile yüz yüze kaldıkları âna kadar.

Hani derler ya, ‘’Can boğaza geldiğinde edilen imanın faydası yoktur’’ diye.

Bir de şunu hatırlatalım: Vasıtalarını kaldırıma dizip insanları ana caddenin üzerinde yürütenler var ya... Ben onlara, sadece, “Kurallardan haberi yok” yakıştırması yapacağım. Gerisi anlaşılsın gayri. Ticarette, sanayide, eğitimde ve siyasetteki durumlara da bu açıdan bakılabilir.

Bir de siyasetten örnek verip bu babı bitirelim: Herhangi bir konuda yasa yapılır. O yasaya toplumun uyduğu görülmez. Çünkü yapanların uyduğu görülmez. Çünkü yasalar anlaşılır biçimde yapılmaz. Yasa kuralların bütünüdür. Uyulmadığına göre, demek ki iman oluşmamıştır. Anlaşılmadığına göre de zaten iman oluşmaz.

Sayın Kâzım Güleçyüz yazısının sonunda şu veciz söze yer vermiş: ‘’Şeriat âleme gelmiş; tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin.’’

Peki biz, bu veciz sözün ışığında başka bir söz diyemez miyiz? Meselâ: Şeriat toplumda oluşsun; tâ keyfi idare ve zalimane baskı son bulsun. Tabiî, ehil olanların yönetimde olması şartıyla.

***

Okurumuz A. Battal’dan önemli bir mesaj:

Ergenekon yorumlarında itidali elden bırakmayalım. “Zındıka komitesini temizleyenleri alkışlayalım” derken siyaseten hiçbir yakınlığımızın olmaması gereken siyasal İslâmcıların kuyruğuna takılmamaya dikkat edelim. Daha önemlisi, “Zındıkayı teşhis edelim” derken zındıkanın oyununa gelip birbirimize suizanda bulunmayalım.

19.04.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Kalpleri ısıtan hikâyeler: Tevafuklar



Hayat tevafuklarla dolu. Ben hayatımı yönlendiren kararı, İstanbul Galata Köprüsünde bir hemşehrime rastladığımda vermiştim. Aslında her tevafuk, insana cüz-î ihtiyarisini kullanması için bir imtihan sunuyor. İşte bu Pazar günü, gerçek hayattan ilginç karşılaşmaları, tevafukları size ileteceğim.

1970 yılında İngiltere’den Avustralya’ya göç eden David Evans, 39 yıl sonra bir kanser vakfına yardım amaçlı olarak Kuzey Galler’de düzenlenen dağ tırmanışına katılmaya karar verdi ve İngiltere’ye geldi. Yetmiş yaşındaydı. Bu aynı zamanda kendisini ispat edeceği bir sınavdı.

Tırmanış tamamlanıp zirveye ulaştığında karşısında hayatının büyük sürprizi duruyordu: Otuz yıldır görmediği altmış altı yaşındaki kardeşi.

“Sanki bir film gibiydi” diyor David, “sislerin arasından birisi geliyordu ve otuz yıldır görmediğim kardeşime çok benziyordu. Yaklaştığında gerçekten kardeşim Rowan olduğunu anladım.

“İkimiz de gözyaşları içinde sarıldık. O anı asla unutmayacağım”.

***

22 yıl önce Northampton Hastanesinde birbirini tanımayan yan yana yataklardaki iki anne, aynı anda sevinç çığlıkları attılar. Birinin kızı, diğerinin oğlu doğmuştu.

Bu komşu masalarda doğan çocuklar 2006 yılına kadar kendi hayatlarını sürdüler. O yıl —tam olarak aynı yerde doğmalarından yirmi yıl bir gün sonra—ortak bir dostları aracılığıyla tanıştılar. Onlar kaynaştıktan sonra anneleri tanıştı. Annelerin sohbetlerinden anladılar aslında hayatlarının ilk gününde karşılaştıklarını.

Kelly “Sanıyorum kader bu” diyor. “Bunca yıl sonra tekrar karşılaşıp birbirimizle tanışmamız çok tuhaf. Başka birisinin başına bunun gelebileceğini sanmıyorum. Dale’i bulduğum için çok şanslıyım.” Kelly’nin şans sandığı şey aslında ona Rabbinden bir armağan, bir tevafuktu. İnşallah aynı tevafuk, Hakkı bulmalarında da karşılarına çıkar.

***

Iowa’lı Michelle Wetzell, henüz dört günlükken evlâtlık verilmişti. Annesi boşanmak üzere iken hamile olduğunu öğrenmişti ve iki çocuğunun yanı sıra üçüncüsüne bakamayacağı için evlâtlık vermişti.

Michelle, annesinin izini buldu. İsmini öğrendiğinde büyük bir şaşkınlık geçirdi.

Annesi, onun güzellik uzmanı olarak çalıştığı salonun resepsiyon görevlisi idi! Uzun süredir de birlikte çalışıyorlardı.

Kaderin cilvesi değil mi? Güzel bir tevafuk anneyle kızı tam 44 yıl sonra buluşturmuştu.

***

Şimdi de gülümsetecek bir tedbirli evlilik hikâyesi var sırada.

İtalyan jinekolog Giuseppe Rebaudi, 1952 yılında Fransız Silvie ile tanıştı .

O yıldan bu yana görüşmeye devam ettiler. Ama bir türlü evlilik noktasına gelemediler.

Şimdi Giuseppe 101 yaşında, Silvie ise, 98 yaşında. Nihayet evlenmeye karar verdiler.

Silvie, “Evlenmek için yapmam gereken tek şey, bekâr olduğuma dair Fransız konsolosluğundan bir belge almak” diyor.

“Tek endişem ise, acaba acele mi ediyoruz diye düşünmem” diye ekliyor.

Siz ne dersiniz? Çok mu acele ediyorlar?

Peki ya siz? Bay ya da bayan mükemmeli bulmak için hâlâ bekliyor musunuz? Her geçen yıl aradığınız şartlara bir yenisi eklediğinizin farkında mısınız? Unutmayın; denklik varsa, gönül de ısınmışsa, diğer şartların oluşmasını beklemeniz gerekmiyor.

Yüzünüze bir tebessüm kondurabilmiş olmak dileğiyle.

19.04.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis