07 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Umut YAVUZ

ABD-Rusya: Sınırlı ve ortak çıkar ilişkisi


A+ | A-

Barack Hüseyin Obama’nın ABD Başkanlığı’na seçilmesiyle değişime giren ABD dış politikasında, Rusya ile ilişkilerde de yeni bir safhanın eşiğindeyiz. Obama’nın Kremlin’e dün başlayan ve bugün devam edecek ziyareti ciddî bir “soğuk savaş” geçmişi olan ve yıldızları hiç barışmayan bu iki ülkenin artık ortak bir zemin bulma çabalarının bir tezahürüdür.

Rusya son yıllarda eski Rusya değil. Artık Sovyetler döneminde kendisini izole ettiği o kalın “demir perdeleri” yırtmış ve küresel dünyadaki yerini güçlü bir şekilde almaya hazır ve hevesli bir politika izliyor. Putin’in politikalarında Rusya’nın küresel ölçekteki rolünü dengeli ve temkinli açılımlarla sağlamlaştırma isteği dikkat çekiyor. Ancak Rusya henüz Avrupa ve Amerika ile ilişkilerde büsbütün yeşil ışık yakmış değil. Şimdilik bu çabalar sadece ortak bir zemin arayışı denilebilir. Rusya’nın ABD ile yakınlaşması için gereken tek şey ortak çıkarlar. Obama döneminde ABD’nin bütün dünyaya uzatmış olduğu anlaşma elini kendi çıkarları doğrultusunda tutmaya çalışan ülkelerden biri de Rusya. Özellikle Afganistan meselesinde bu iki ülkenin bir işbirliğine gitmesi bekleniyor. Geçtiğimiz gün deklare edilen ortak askeri anlaşmalar da büyük ölçekte Afganistan’da istikrarın sağlanması ekseninde olacak. Rusya kendi güneyinde kaos içinde bir Afganistan’ın varlığından rahatsız. Aynı zamanda dünya uyuşturucu şebekelerinin anavatanı haline gelen Afganistan bu açıdan da Rusya’yı rahatsız ediyor. Ancak Rusya’nın açılımcı politikası her yöne simetrik olarak değil. İki taraflı bir politika izlediği söylenebilir. Buna en önemli delil Ukrayna ile yaşanan doğalgaz gerginliği ve Gürcistan’a açılan savaş. Özellikle NATO’nun bu iki ülkeye doğru genişleme hamleleri Rusya’yı rahatsız etti ve sert bir şekilde de karşılık verildi. NATO’nun 1949 yılında tamamen Sovyet tehlikesine karşı ABD ve Avrupalı demokrasilerce kurulduğunu hatırlatalım. Sovyet Rusya ve Doğu Bloku ülkeleri de buna karşılık 1955’te Varşova Paktı’nı kurmuşlardı. Buna rağmen bugün Rusya özellikle geçtiğimiz günlerde Yunanistan’ın Korfu adasında yeniden filizlendiğini gördüğümüz bazı konularda—özellikle terörle mücadele ve güvenlik—NATO ile işbirliğine gidebiliyor. Bu da Rusya’nın iki taraflı politikasının bir tezahürü. Öte yandan Rusya “soğuk savaş yılllarında” olduğu gibi dışlanmak istemiyor.

Obama ile Putin’in gündemi yoğun olacak. Nükleer silâhsızlanmadan Doğu Avrupa’ya kurulması planlanan füze kalkanına, Afganistan’dan İran’a, Irak’tan Gürcistan’a ve NATO genişlemesine kadar pek çok konu ele alınacak. Bunlardan özellikle “füze kalkanı ve NATO genişlemesi” konuları ABD ile Rusya arasındaki ciddî anlaşmazlıklar olan konular. Nükleer silâhsızlanma ve Afganistan gibi bir kaç konuda ise bazı somut adımlar atılabilir. Özellikle enerji yolları bakımından dışlanmak istemeyen ve kendi tekelini muhafaza etmek niyetinde olan Rusya’nın NATO’nun genişlemesi, füze kalkanı ve Gürcistan gibi konularda taviz vermesi beklenmiyor.

Eğer bu konularda bir anlaşmaya varılamazsa yahut herhangi somut bir adım atılamazsa Obama bu önemli ziyaretinden beklediğini elde etmemiş olacak.

07.07.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Hamle çalışmalarında yeni bir adım


A+ | A-

Nevşehir-Kozaklı’da yirmi gün kadar önce yapılan gazetemiz Yeni Asya temsilcilerinin toplantısında alınan kararların güzel yankıları ülke çapında devam ediyor. Son olarak geçtiğimiz 5 Temmuz Pazar günü İzmir ve havalisi il ve ilçelerinin katıldığı toplantıda biz de Yeni Asya Genel Müdürü Recep Taşçı, Abone ve Dağıtım Müdürü Saim Çelenli’yle birlikte bulunduk. Toplantı gerçekten önceki gibi azim, şevk, gayret olunca çok güzel sonuçlar elde edebileceğinin örneklerinden birisi oldu.

40 yıldır medyada alnı açık, başı dik olarak boy gösteren Yeni Asya’ya toplumumuzun ihtiyacı vardı. Onun istikametli, istikrarlı, isabetli görüş ve düşüncelerine herkes muhtaçtı.

Çünkü Yeni Asya bu yıkılmaz, bükülmez, kararlı, doğru hâlini sırtını Kur’ân’a dayamış çağımızın ve istikbalin en seçkin, en kuvvetli tefsiri olan Risale-i Nur’dan almaktaydı.

Yeni Asya kardeşliğe, barışa, huzura sevk eden görüşleri savunuyordu. Sadece imanî sahada değil, sosyal ve siyasî sahada da selâmet ve saadete ulaştıran ölçüler sunmaktaydı.

Ülkenin komünizmin ağına ve sosyal kaosa düşmemesinde Risale-i Nurların büyük rolü olmuştu. Cezayir FİS Genel Başkanı Abbas Medenî’ye Risale-i Nur’un siyasî tespitleri anlatıldığında, “Keşke yirmi sene önce bunları öğrenmiş olsaydık Cezayir bu hâle düşmezdi” dediğini biliyoruz. Cezayir’de kardeş kavgasıyla yüz yirmi bin kişi hayatını kaybetmişti. Doğu ve Güneydoğu’da kargaşa çıkarıp ülkeyi bölmeye çalışan, anarşi ve terörü körükleyen düşmanların bunda muvaffak olamamalarında da şüphesiz Risale-i Nur’un ikame etmeye çalıştığı kardeşlik düsturları etkili olmuştu. Yediden yetmişe, halkından idarecisine kadar bu ruh ve anlayışın hakimiyetiyle de bütünüyle önlenebilecektir. Bizi asırlardır bir arada yaşatan bir ruh bundan sonra niçin birlikte yaşatmasın?

İşte Yeni Asya bu hakikatlerin basındaki dilidir.

Yeni Asya demek sevgi, saygı, kardeşlik, dayanışma, birlik beraberlik demektir. Doğrunun, iyinin, hakkın, hakikatin haykırışıdır.

Bunun çok iyi idrakinde olan temsilcilerimizin son hamleye dört elle sarılmalarının, İzmir ve havalisinin yeni bir toplantıyla işe ne kadar ciddiyetle eğildiklerinin, güzel çalışma ve hizmetlere imza atacaklarının bir delili.

Heyecanlı, şevkli konuşmaların yapıldığı toplantıda toplumumuzun Yeni Asya misyonuna ne kadar muhtaç olduğunu bir kere gördük.

07.07.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Huzur, maarifle sağlanır


A+ | A-

Terörü Doğuran Irkçılığın Panzehiri (11)

Dördüncüsü:

Maarif, yani eğitim meselesi

Dinden kopuk ve İslâm'a muarız bir eğitim sisteminin mahsûlü, meyvesi, anarşi ve terördür. Şayet, dinî ve imanî zayıflığa başka menfi unsurlar da ilâve edilecek olursa, işte o zaman yerden mantar biter gibi ortaya silâhlı militan grupları çıkar.

Türkiye'de yıllarca sürdürülegelen materyalizm ve ateizm ağırlıklı eğitim politikaları, her kesimde olduğu gibi, Kürt gençleri üzerinde de büyük tahribat meydana getirdi ve onların başka mecralara sürüklenmesine yol açtı.

Okul kitaplarında Kur'ân ahlâkı, İslâm terbiyesi gibi, Müslüman ilim öncüleri ve tarihimizin şerefli simaları da hep nazarlardan saklana gelmiş, hatta aşağılanmış ve türlü türlü hakaretlere maruz bırakılmışlardır.

Bu da, haliyle huzuru bozan, asayişi ihlâl eden bir jenerasyonun yetişmesine sebebiyet vermiştir.

İşte, vatanını, milletini seven herkesi düşündüren ve gerekli tedbirleri almaya sevk eden bu fecî gidişata karşı, bize göre en tesirli çare ilimdir, eğitimdir, maariftir.

O halde, Bediüzzaman'ın hayatı boyunca sıhhatli bir maarifin tesisi için savuna geldiği Medresetüzzehra projesinin kıymet ve ehemmiyetini bir parça daha nazara vermekte fayda var:

1) Evvela, bu üniversite İran, Arabistan, Kafkasya, Türkistan, Mısır, Afganistan ve Pakistan gibi İslâm merkezlerine yakınlığıyla beraber, aynı zamanda Şarkî Anadolu'nun merkezinde bir kalp hükmündedir.

2) Bu üniversite, bir merkez olarak, bütün Asya ve İslâm âlemini alâkadar edecek bir mahiyet ve ehemmiyettedir. Bu itibarla, buna ne kadar sarfiyat yapılsa yine lâyıktır. Bu himmet asla esirgenmemeli; ta ki, İslâm kavimlerini ırkçılık illeti ifsad etmesin.

3) Bu üniversitede din ve fen ilimleri müştereken okutulurken, aynı zamanda hürriyet ve demokrasinin güzellikleri de ilân ve ispat edilecek; hasseten, İslâmîyet paslandırıcı hurafe ve taassuplardan kâmilen temizlenecek.

4) Burası bir mektep olduğu kadar, aynı zamanda medrese ve tekke vazifesini de görecektir.

Beşincisi:

Yeni bir idarî yapılanma ihtiyacı

Türkiye'nin mevcut idarî yapısı, "Parlamenter sistem, açık rejim" v.s. diye tarif edilmekle beraber, aslında devlet, uzun müddet katı bir merkeziyetçilik anlayışıyla idare edile geldi. Mevcut halden, vatandaş ekseriyetinin memnun olmadığı ve hatta bundan muztarib kaldığı en yetkili ağızlarca da zaman zaman dile getirilmektedir.

Hatta, kimi zamanlar köklü bir anayasa değişikliğinden de söz edildiği halde, bunda bir türlü muvaffak olunamamaktadır.

İşte, bu katı merkeziyetçiliğin zincirleme yol açtığı dar anlayış ve kötü tatbikatlar sonucu "kirlenmiş ve çürümüş" bir yönetim biçimiyle karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Devletin çarkları, bu vaziyet karşısında ağırlaşmakta ve hantallaşmaktadır.

Bu gidişle, tıkanma kaçınılmaz olacak.

İşte, başka hiç çaresi yok, bu katı merkeziyetçi sistem mutlaka ıslâh edilmeli; ardından, sisteme yeni ve daha dinamik bir işlerlik kazandırılmalı. Hatta, reform niteliğinde bazı yetkiler yapılmalı. AB standartlarını yakalamaya gayret göstermeli.

Meselâ, mahallî meclisler denilen yerel parlamentolar kurulmalı ve merkezin bölünmeye yol açmayacak bazı görev ve sorumlulukları taşraya devredilmeli. Devlet, böylelikle vatandaşına güvendiğini bilfiil göstermeli.

Altıncısı:

İdareciler, âdil ve şefkatli olmalı

Bu husus da ülkenin geneli için söz konusudur. Fakat bilhassa Doğu'ya gönderilecek olan askerî ve mülkî amirler ve diğer devlet mensupları âdil, şefkatli ve merhamet sahibi kimselerden seçilmeli. Aksi halde, niza ve hoşnutsuzluk çıkması kuvvetle muhtemel.

Kürtler, din–i İslâm'a taassup derecesinde bağlı olduklarından, aralarındaki dindar memurları ve başlarındaki mütedeyyin amirleri daha ziyade sever, sayar ve hatta himaye ederler. Bu da itaati kolaylaştırır ve asayişi temin eder.

Bu hususta Üstad Bediüzzaman'ın şu tesbiti büyük önem arz etmektedir:

"Bu millet–i İslâm'ın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta fasık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hatta umum Şark'ta, umum memurlara dair en evvel sordukları suâl bu imiş: "Acaba namaz kılıyorlar mı?" derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa ne kadar muktedir olsa, nazarlarında müttehemdir.

"Bir zaman, Beytüşşebap aşairinde isyan vardı. Ben gittim sordum: Sebebi nedir? Dediler ki: 'Kaymakamımız namaz kılmıyordu, öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?'

"Halbuki bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler." (*)

(Çare teklifleri devam edecek)

...................................

(*) Tarihçe–i Hayat, Yeni Asya Neşriyat , İst. 1996, s. 125.

07.07.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

İnkârcı filozofların iddiaları delil olamaz!


A+ | A-

Allah’a inanmayan ateist ve inkâr eden profesörler, filozofların iddialarının bir kıymeti, bir değeri yoktur. İspat edenlerin sözleri ilmen ve aklen geçerli; inkâr edenlerin sayıları ne kadar çok, kariyerleri ne kadar yüksek olursa olsun geçersizdir. Çünkü;

1- Artık, “kaziye-i makbûle” denilen büyük zatların sözlerini “delilsiz” kabul etme anlayışı, metodu; aklın, ilmin fevkalâde inkişaf ettiği günümüzde geçersizdir ve şu genel prensibe de aykırıdır:

Bir sahada otorite, bir dalda uzman olan diğerinde cahil, yabancı, gibidir. Kim bir şeyle çok meşgul olursa, diğerlerinde ekseriya gabîleşir (uzaklaşır, akıl erdiremez). Maddiyat ile çok meşgul olan, mâneviyatta gabileşir ve sathî olur. Maddede ihtisas sahibi olanın sözü, mâneviyatta geçersizdir. Maddî meselelerde mahareti olanın maneviyatta hükmü delil olmadığı gibi, çok defa sözü dinlenilmeye dahi lâyık değildir. 1

Meselâ, bir hasta; “Falanca ilim adamıdır,” diyerek doktor yerine yüksek jeofizik mühendisine müracaat ile gösterdiği ilâcı kullansa; akrabasına tâziye vermeye dâvet ve kendisi için tabutun plânı çizdirip mezara taşınmak için bir raporu istemesi demektir.

Hakikatin tâ kendisi ve (tamamen soyut) olan mâneviyatta, maddiyatçıların hüküm ve fikirlerine danışmak, âdetâ lâtife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini (durmasını) ve nurânî cevher olan aklın ölümünü ilân etmektir. Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez. (Rûh, akıl ve pek çok enerji boyutlarını göremediğimiz gibi.)

2- Küfür, inkâr birkaç kısımdır: Bir kısmı, bilmediği için inkâr eder; ikincisi, bildiği halde inkâr eder. Bu da, birkaç şubedir. Birincisi, bilir, lâkin kabul etmez. İkincisi, kesin bilgisi var, lâkin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lâkin vicdanî iz’anı (anlayışı / kavrayışı) yoktur. 2

3- İnkârcıların çok olması ve inkârlarında bir araya gelmeleri de, inananların imânına zarar vermez. Çünkü, kıymet , “sayı” çokluğunda değil, “kalite, doğrulukta” aranır. Hayvanlar, insanlara göre kıyaslanamayacak kadar çoktur. Ama, bir insan nerede, milyarlarca hayvan nerede? Karbonları aynı, fakat dizilişleri ayrı olan kömür ile elmas arasında da aynı kıyası yapabiliriz: Kömür çok, elmas ise azdır. Fakat bir parça elmas, yüz binlerce ton kömürden daha değerlidir.

Dolayısıyla inkârcıların iddialarının akıl, mantık ve bilim açısından hiçbir değeri yoktur. Çünkü, inkâr edenlerin fikrî yardımlaşmaları da tıpkı, uçurumdan atlamak veya dar bir delikten geçmek gibi; tesirsizdir, faydasızdır. Bu durumda bin de, bir de birdir. Biribirlerine kuvvet vermez. Fen ilimlerinde büyük taşın kaldırılması gibi yardımlaşma geçerli olabilir. Fakat, mânevî ilimlerdeki gelişme ise, ekseriya ânî, yahut ânî gibidir. Fikirlerin yardımı mânevî ilimlerin mahiyetini değiştirmez, tamamlamaz, arttırmaz. Lâkin, deliller mesleklerine açıklık kazandırır, kuvvet verir.

İnancı, fikir meselesinde devreye, “iddia, sayı çokluğu” değil, “akıl, muhakeme, kalb, vicdân ve ispat” girmeli. İnkâr edenler, Allah’ın bir nev’î hayvanları hükmündedir. Çünkü, inkârlarıyla kendilerini hayvandan aşağı düşürmüşlerdir. Öyle ise, onların çoğunluğu inananları üzmemeli,3 morallerini bozmamalı.

4- Sorgulanması gereken diğer önemli nokta da; ilim adamı da olsa, insanda hükmeden, üstün gelen nedir? Fikir mi, hissiyat (duygular) mı? Hak mı, kuvvet mi? Yani, gerçeği mi nazara veriyor yoksa teknolojik zenginliğinden dolayı gücünü mü konuşturuyor? Hikmet mi, hükûmet / siyaset mi? Yani, ilim adına mı konuşuyor, yoksa (ufo ve benzeri haberleri) siyaset adına mı kamuoyuna sunuyor? Kalbî meyillerle mi konuşuyor, aklî temâyüllerle mi? Hevâsını (nefsî arzuların) mı konuşturuyor, yoksa hüdâyı (hakperestliği) mi esas alıyor?4

İnkâr edenler sahalarında uzman, otorite de olsalar; inanç konusundaki hükümlerini neye göre veriyorlar? Hislerine, heveslerine, duygularına göre mi; bu hususta çalıştırmadıkları akıl, mantıklarına göre mi; tefessüh etmiş kalb ve vicdanlarına göre mi?

5- Günümüz akıl, tahkik, inceleme, araştırma, ilim, fikir asrıdır. Kim “haklı”, ve meselesini “akla, ilme” dayandırır; kimin “aklı” keskin, “kalbi” parlak olursa5 dâvâsını o ispat eder.

6- Diğer taraftan iki ispat edici, binlerce inkâr ediciye tercih edilir. İki kişi aynı hakikatte ittifak etmişse, binlerce insanın kendi dar pencerelerinden şahsî bakışlarıyla onu inkârları hiçbir değer ifâde etmez.

Bir sarayın kapılarından 999’u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkârcı, devamlı sûrette kapalı olan o bir tek kapıyı dikkate verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyâlarına kapalıdır. Mü’min için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!... Zaten 999’u herkese açıktır. Hem de ardına kadar...

İddia, ispat edilmedikçe karın doyurmayacak; hükümranlığını da yitirecektir.

 

Dipnotlar:

1- Muhakemât, s. 25., 2- İşârâtü’l-‘câz, s. 68.

3- Mesnevî-i Nûriye, s.134. , 4- Muhakemât, s. 40.

5- Münâzarât, s. 33.

07.07.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kaza ve sünnet namazlar


A+ | A-

Arnavutköy’den Yılmaz Erdoğan: “Kazası olanların kıldıkları sünnet namaz kabul olmaz, boşa kılarlar diye bir görüş dolaşıyor. Bu ne derece doğrudur?”

Beş vakit namaz içinde zimmetimizde olanlar, yani kılmadığımızda borç hanemize yazılanlar “farzlardır”. Sünnetler ve sair nafileler, kılmadığımızda borç hanemize yazılmazlar. Sünnetleri kılmadığımızda feyzinden istifade etmemiş oluruz; fakat geleceğe dönük borçlu konumda olmayız.

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) hayatın her alanında örneğimiz olduğu gibi, kaza namazları hususunda da ilk ve en mükemmel örneğimizdir. Her ne sebeple olursa olsun; vaktinde kılınmayan namazların kaza edildiğinin ilk örneğini de biz Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) hayatında görmekteyiz. O (asm) kaza namazı kılmış ve bizim için de kapıyı açık bırakmıştır.

Sünnet namazlar, Allah Resulü’nün (asm) farz namazlara ilâveten bazen şiddetle önem verdiği, bazen de hafiflik içinde, zora koşmadan kıldığı nafile namazlardır. Bunlardan, vitir namazına ve sabah namazının sünnetine çok ehemmiyet verdiği, hemen ardından öğle ve akşam namazlarının sünnetlerine de ehemmiyet verdiği, fakat ikindi ve yatsı namazlarının sünnetlerini daha hafif bir ihtiyari tercih içinde kıldığı sahih rivayetlerde vardır. Peygamber Efendimizin (asm) bütün bu davranışları isteyene ruhsat, isteyene de azimet kapılarını açacak mahiyette bulunmaktadır.

Kaza namazları zimmetimizde bulunan ve kılmaya borçlu olduğumuz “farz namazlardır.” Kaza namazlarının sevap ve feyzi günlük farzlarımız kadar yüksektir. Yani derecesi en yüksek sevaplardandır. Sünnet namazlar ise, farzlardan sonra ve farzlara ilâveten, derece derece bize feyiz ve sevap kazandıran nafilelerdir.

Kaza namazları ile sünnet namazların konumunu mezhep imamları da tartışmışlardır. Kaza namazları hakkında serdedilen muteber görüşlerden edindiğimiz izlenim şudur: Kazası çok olup da, kendisini kaza kılmaya çok sıkı programlayan birisi, bu programını her şeye rağmen aksatmamak için, bazen sünnetler yerine kaza kılabilir. Bunda bir sakınca yoktur. Bu, namaz mükellefinin kendi tercihidir. Din buna müsaade eder.

Fakat bunu sürekli bir yol olarak benimsemek ve sünnetlerden tamamen kopmak doğru değildir. Meseleye mezhepler ne diyor, bir bakalım: Şafîi ve Maliki mezhepleri sünnetler yerine kayıtsız şartsız kaza namazı kılmayı tavsiye ediyorlar.

Hanbelî mezhebi kurucusu Ahmet bin Hanbel, sabah namazı haricindeki sünnetler yerine kaza namazı kılmaya ruhsat veriyor. Sabah namazının sünneti, Peygamber Efendimizin (asm) çok önem verdiği sünnet-i müekkede olduğundan, sabah namazının sünnetini kaza için terk etmeye fetva vermiyor.

Hanefî mezhebine gelince… Bu mezhebe göre de, sünnetler yerine kaza namazı kılınması en azından “vebal getirmez”. Fakat Hanefî mezhebi sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetlerinin kaza için terk edilmemesini daha uygun buluyor.

Kazası çok olup da sıkı bir programa girenler bu içtihatlardan birine göre amel edebilirler. Yani dört mezhep de hak olduğundan, dileyen ve ihtiyacı olan diğer mezheplerin görüşlerine göre de amel edebilir. Bunun için ayrı bir niyete gerek yoktur. Sünnet namaz yerine kaza kılacağı zaman, kaza namazı kılmaya niyet edecek ve tekbir alıp ellerini bağlayacak. Namazını kılacak.

Özetle söylemek gerekirse: Esas olan namaz ibadetiyle Allah’a yaklaşmak ve Allah’a yaklaşma azmini, gayretini, himmetini, şevkini, lezzetini, niyetini sürekli kılmaktır. Borcumuz varsa, öncelik borcumuzundur. Kaza namazı ile sünnet namazı karşı karşıya getirmenin hiçbir dinî geçerliliği yok, mantığı da yoktur. Borcun varsa, önceliği borcuna verebilirsin. Çünkü bu, adı üstünde borçtur! Borç ödeme gayreti sünnete aykırı düşmez. Yani sünnet yerine kaza kılan inşallah yüz şehit sevabından mahrum kalmaz. Çünkü bu da sünnettendir. Fakat kişinin bunu alışkanlık yapmaması, sünneti malayani şeyler için ve dünyanın boş işleri için terk etmemesi gerekir ve sünnet sevabından mahrum kalmaması için bu duyarlılık yeterlidir.

Fakat şu, sıkça tekrarlanan, “borcu olanın sünneti kabul olmaz.” Ya da, “Kaza kılan sünnet sevabını alamaz” gibi toptancı, dışlamacı, iddiacı, ifrat ve uç hükümlerin dinî referansı yok, dayanağı yok, kaynağı yoktur. Din ifrattan ve dışlamacılıktan uzaktır. Din herkesi kucaklar. Din, Allah için yapılan her ibadeti makbul sayar. Din, Allah için kılınan hiçbir namazı dışarıda bırakmaz! Çünkü dinde Allah’ın şefkati ve merhameti hâkimdir.

07.07.2009

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

İnsanlığının çıkış yolu, Risâle-i Nur'da


A+ | A-

İçinde bulunduğumuz mânevî hizmetin etki alanları ve sirâyet boyutlarının farkında olmazsak, ona gereken önemi vermekte zorlanabiliriz. Bazı olay ve işleyişlerin mülk âlemine yansıyan kısmı, arka planını çok az yansıtıyor. Meselâ Kur’ân’ın nasıl bir kelâm olduğunu sadece mülk âlemine yansıyan boyutu ile anlamaya çalışırsak, bizim dünyamızdaki Kur’ân bütün zaman ve mekânları, görünen ve görünmeyen bütün âlemleri kuşatan bir kitap olmaz. Hazret-i Muhammed’i (asm) 1400 yıl önce yaşamış çok kabiliyetli, ikna yeteneği çok yüksek bir beşer olarak algılarsak, onun (asm) bütün insanlara ve cinlere ve yeryüzünde ve ötesinde yaratılmış bütün varlıklara elçilik konumunu, temsil ettiği makam açısından zaman ve mekân üstü oluşunu gözardı etmiş oluruz.

İçinde bulunmaya gayret ettiğimiz mukaddes dâvânın da, Kur’ân ve Hazret-i Muhammed’in (asm) çizgisini devam ettirme gayreti ve misyonu nedeniyle arka planı görünenden çok daha derin. Varlığı Risâle-i Nur perspektifinden algılayan ve hayatı onunla anlamlandıran fertlerin oluşturduğu nurânî bir cemaatin mensuplarıyız. Kur’ân’da, Hazret-i Ali’nin (ra) Celcelutiye kasidesinde, Gavs-ı Azam’ın (ks) Fütuhu’l-Gayb’ında işaretlerle müjdelenmiş ve istikbalde yapacakları hizmetler ve samimiyetleri, ihlâsları nedeni ile alkışlanmış bir cemaat. Dâvâsı ile bütün kâinatın alâkadar olduğu ve Hazret-i Muhammed’in (asm) büyük ve yaratılışa maksat, âleme ukde-i hayat olan dâvâsını günümüze taşıyan, üstadı ve bütün mensupları ile hayatî vazifeler üstlenmiş bir cemaat. İnsanlık Darü’s-Selâm yolunda bir geminin yolcuları ve bu cemaatin mensupları o geminin mürettebâtı. Bu yüzden dâvâ büyük, vazifeler çok ve fazlası ile hassasiyet gerektiriyor.

Risâle-i Nur dâvâsı, veraset-i risâlet makamında ülkemize bahşedilmiş İlâhî bir ihsan ve dünya insanlığının ve modern dünya buhranlarının çıkış yoludur. Nur talebelerinin dâvâsı acz, fakr, şevk ve şükrü, mutlak düzeyde hayata aksettirmeyi hedefleyen bir dâvâ. O dâvâda kırgınlık olmaz, küsmüşlük olmaz. Büyük bir yangından insanları kurtarmak üzere koşanların birbirlerine kızacak, küsecek vakitleri ve halleri olamaz. Yük ağır ve yardıma uzanan her ele ihtiyaç var ve rahmet okunmalıdır. Risâle-i Nur hizmetine lâyık şevk ve gayret, bitmek bilmez enerji her zaman gösterilmelidir. Bu zaman, artık hizmet boyutlarının Türkiye sınırlarının dışına taştığı ve dünyanın her tarafından insanların bu ulvî dâvâyı anlamaya ve hayatlarının bir parçası hâline getirmeye çalıştıkları bir zamandır. Hıristiyan, Yahudi, Budist pek çok insan Risâle-i Nur’a yönelmiş ve onu kendilerine ulaştırmamızı beklemektedirler. Artık hedef çok büyümüş ve yapılması gerekenler çok artmıştır. Nur hizmeti kendisini bu dâvâya mensup hissedenlerin birincil işi olmalıdır. Şevkimizi arttıracak ve büyük bir enerji verecek şekilde Üstadın müjdelediği cennetâsâ bir baharın çiçekleri baş göstermeye ve tomurcuklanmaya başlamıştır. Gaye-i hayalimiz, çok daha belirginleşmiş ve daha rahat hissedilir hâle gelmiştir. Bu yükün altından kalkabilmenin yolu sarsılmaz bir inanç, uykularımızı kaçıracak bir ümit ve tam bir dayanışma olmalıdır. Yani; ihlâs, samimiyet ve gayret. İnanın, yarınlar hizmetimiz ve dâvâmız açısından çok daha güzel olacak. Bu gelişmelerde bizim de payımız olsun, gelinen noktanın mutluluğunu biz de paylaşalım istiyorsak birbirimize kenetlenmeli ve gayretimizi çok artırmalıyız.

Bizler fert fert çok önemli ve mânevî makamları çok yüksek kimseler olmayabiliriz. Ancak içinde bulunduğumuz dâvâ ve onu temsil eden şahs-ı mânevî, nübüvvet mesleğini bu asra taşıyan varis konumunda bir âlim ve çok yüksek bir velâyet makamında. Bu makamın bir farkına varabilsek, önemini gerçekten içimizde hissedebilsek, bu mânâ şuuraltımıza bir yerleşse hizmetten uzak bir saniyemiz geçmesin, dâvâmız dışında bir maksat için nefes almayalım ve kalbimiz atmasın isterdik. Böyle bir duygu durumunda vazife taksiminde herkes öne atılırdı. Çünkü bu bağlantıyı kurduğumuzda Hazret-i Muhammed (asm) ve onun (asm) temsil ettiği bütün peygamberler, Hulefa-i Râşidîn (ra), Gavs-ı Azam (ra), nebevî mesleğin taşıyıcıları olan bütün veliler, sıddıklar, muhakkikler ve Bediüzzaman Said Nursî (ra) ile aynı yükün altına girdiğimizi ve onlarla zaman ve mekân ötesi birlikteliğimizi hep fark ederdik.

Ülkemizdeki iman-Kur’ân hizmeti belli bir noktaya gelmiş şekilde devam etmektedir. Âlemlerin Rabbi mânevî hizmeti kolaylaştıracak zeminleri hazırlamıştır. Artık dünya nurculuğu kavramı da şekillendirilmeli, dâvânın gidişinin bu boyutu her dâvâ erbabının gündeminde olmalıdır. Bu, dünyanın geleceğini nurlandıracak çok önemli bir basamak olmalıdır.

07.07.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Tatil bol, yapabilen yok!


A+ | A-

Çoğunlukla ‘tatil yapmaktan çalışmaya vakit bulamadığımız’ yönünde şikâyetler dile getirilir. Gerçekte de ülkemiz, çalışma günü bakımından ‘fakir’ bir ülkedir. Hafta sonu tatilleri ile uzatmalı bayram tatilleri bir araya gelince yılın üçte birini tatil ile geçirdiğimiz ortaya çıkıyor.

Tabiî ki bu tatiller daha çok devletin memur ve işçilerini ilgilendiriyor. Özel sektörde çalışanlar için tatiller daha sınırlı. Bazen de iş yapmayan memurları görünce, “Tatil yapmaları, çalışır görünmelerinden daha iyidir!” dediğimiz de olur.

Aslında tatil deyince akla mekân değişikliği ya da sıla-i rahim (eş-dost ve akraba ziyaretleri) gelir. Ülkemizde tatil günleri fazla olmakla beraber ‘tatile gitmek’ yaygın değildir. Bunun da sebebi maddî imkânsızlık...

Büyük çoğunluk, tatil için ülkemize gelen turistleri görünce onlara hem hayret eder, hem de gıpta eder. Türkiye’de yaşayıp da tatil için yurt dışına gidebilenlerin sınırlı sayıda kişiler olduğu malûm. Millet ekseriyetinin değil yurt dışına, yaşadığı il dışına çıkması bile zor. Hatta, yaşadığı ilin ilçelerini ve tarihî mekânlarını bilmeyen, bilse de ziyarete gidemeyen milyonlarca kişi var.

Bu durum Türkiye’nin maddî imkânını ya da imkânsızlığını görmek ve göstermek bakımından da önemlidir. Bir kaç gün önce AA’nın servise koyduğu bir haber vardı. Haber, gazetemizde de şu başlıkla yer aldı: “Avrupalı işsiz bile Türkiye’de tatil yapabiliyor.” (AA, 5 Temmuz 2009)

Haber şöyle devam ediyordu: “Grand Şeker Otel Genel Müdürü Tülin Arapoğlu şunları kaydetti: ‘Ekonomik kriz Türkiye’ye gelen yabancı turistin profilinde bir değişikliğe sebep olmadı. Hep aynı ekonomik seviyedeki insanlar geliyor, yine işsizlik parasıyla gelip tatil yapıyorlar. Bundan 5 sene önce de Avrupalı turist ülkesinde aldığı işsizlik maaşıyla Türkiye’de tatil yapabiliyordu, bugün de...”

Acı, ama gerçek: Ülkemizde ‘çalışan’lar, Avrupa’nın ‘emekli’lerinden değil; ‘işsiz’lerinden bile daha zor durumda. Bu acıklı durumun değişmesi gerekmez mi? Mutlaka düşünüyordur, ama Türkiye’yi idare edenlerin biraz daha ‘ciddî’ düşünmesinde, çare aramasında fayda var.

Tam da bu haberlerin gazetelerde yer aldığı günlerde işçi emeklilerine ‘zam’ yapıldığı duyuruldu. Elbette Türkiye’nin imkânlarının farkındayız, ama yapılan zammı ‘zam’ olarak açıklamak bile abes. Ayda 10 ya da 15 TL artışla emeklilere destek olunabilir mi?

Şu hatıra gelebilir: Çalışanlar ne alıyor ki emeklilere daha fazla para verilebilsin? Bu soruyu soranlar da haklıdır, ama çare bulmak Türkiye’yi idare edenlerin boynunun borcudur. Madem Avrupa’daki ‘işsiz’ler bile ülkemizdeki çalışanlardan daha iyi durumda, o halde oradaki ‘sır’ı öğrenmek lâzım.

Milletimiz boşuna mı bunca aleyhte propagandalara rağmen Türkiye’nin AB üyeliğine destek veriyor sanıyorsunuz? Çalışmak da, müstehcenlik tuzaklarına düşmeden ‘tatil’ yapmak da herkesin hakkı.

07.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.