30 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

H. İbrahim CAN

Üçlü zirve ve Mahmur kampı


A+ | A-

Ankara’da yapılan PKK terör örgütüne ilişkin ABD-Türkiye-Irak işbirliği toplantısına, büyük ölçüde Mahmur kampının boşaltılması damgasını vurdu. Yeni kurulan bu mekanizmanın ilk toplantısında Irak topraklarındaki Türkiye’ye yönelik terörist faaliyetlerin tamamı ele alındı. Operasyonel ve istihbarat işbirliğine ilişkin tedbirlerin değerlendirildiği toplantıda Mahmur Kampı da ele alındı.

Mahmur Kampı neydi?

1994 yılında Doğu ve Güneydoğu’daki şiddet olayları ve sınır köylerinin boşaltılması bahane edilerek, PKK’nın baskısı ve tahrikiyle Hakkâri ve diğer sınır illerinden yaklaşık 20 bin Kürt kökenli vatandaşımız kaçak yollarla Kuzey Irak’a göç ettirildi. Bu gidenler önce “Atruş” adı verilen bir kampa yerleştirildi ve BM’den destek sağlandı. 1998 yılına kadar yaklaşık üç bin kişi Türkiye’ye döndü. Dönmek istemeyenler için de Birleşmiş Milletler bugünki Mahmur Kampı’nı kurdu.

11 yıl sonra kampın bugünki nüfusu 12.000. Burası zaman zaman terör örgütünün mühimmat deposu gibi işlev gördü. PKK’nın niyeti Kuzey Irak’ta kuracağı kendi özerk bölgesinin bir şehri yapmaktı bu kampı. Kamptaki çocukların tamamı burada doğdu; çocuk ve gençlerin tamamına yakını Türkçe bilmiyor. 300 genç Kuzey Irak’taki üniversitelerden mezun oldu, 350’si ise halen üniversitede okuyor.

Türkiye sık sık BM’den bu kampın terör örgütüne lojistik destek sağladığı gerekçesiyle kapatılmasını istedi. Talepler hep reddedildi. Aslında bu yerleşim yerinden Kuzey Irak yönetimi de çok memnun değildi. PKK’nın baskısı ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin ABD ile birlikte himayesi yüzünden dönmek isteyenlere izin verilmedi. Şimdi bir kısmının, demografik yapının değiştirilmesi istenilen Kerkük’e yerleştirilmek istendiği biliniyor.

PKK’nın tasfiyesi planı çerçevesinde bu kampın kapatılması gündemde. İçişleri Bakanı Mahmur Kampı’yla ilgili daha fazla analiz ve bilgiye ihtiyacımız var dedi toplantı sonrasında.

Yıllardır; ‘kapatın’, ‘vatandaşlarımız Türkiye’ye dönsün’ dediğimiz bir kampa ilişkin olarak devletimiz şimdiye kadar yeterince bilgi toplayıp analiz yapmadı mı? Bakanlık böyle derken, basında yedi vilayette kurulacak geçici yerleşim yerlerine yerleştirilecekleri sonra da kalıcı konutların yapılacağı yazılıp çiziliyor.

Hatta PKK’nın tasfiyesi esnasında dağdaki militanların önce bu kampa yerleştirilmesi sonra da durumları açıklığa kavuştukça Türkiye’ye getirilmesi de öneriler arasında.

Peki kamp sakinleri Türkiye’ye dönmek istiyor mu?

Bu konuda elimizde bir bilgi yok. Ancak 11 yıldır orada yaşayan ve yerleşen insanların barınma, geçim kaynağı ve eğitim imkânları garanti edilmeden Türkiye’ye dönmek isteyeceklerini, hele bunu PKK’ya rağmen yapacaklarını düşünmek hayalcilik olur. Türkiye’nin Kuzey Irak Yönetiminin bu işe bulaşmak istememesi sebebiyle, Irak merkezî yönetiminden bu konuda destek almak istediği yorumları yapılıyor.

Görünen o ki Mahmur Kampının boşaltılması ve sakinlerinin Türkiye’ye getirilmesinde bile bu kadar zorlanılıyor. Kürt açılımı çerçevesinde af, silâhlı militanların dağdan indirilmesi ve bu kimselerin Türkiye’ye adaptasyonu gibi çok daha güç adımların atılması ise daha da zor olacak. Bu gelişmelerin yalnızca ABD baskısıyla sağlanamayacağı, bulunacak ‘muhatap’ ile bir tür uzlaşmayla gerçekleştirilebileceği unutulmamalıdır.

30.07.2009

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Van’da büyük buluşma


A+ | A-

Geçen hafta Avusturya Mektubumuza Van’ı misafir ederken, küçük bir buluşmadan söz etmiştim. Yani akraba-i taallûkatımla ve nuranî dairedeki muhabbet fedaileriyle buluşmamızı nazara vermiştim. Hem de Van’a yeni muvasalat etmenin garip duyguları içinde, hassas duygular ve esprilerle beraber arz-ı ahvâlde bulunmuştum. Elbette ki, o buluşmamızdaki “küçüklük” kavramı şahsıma müncerdir. O kadar kıymetli zevatın bir “ben”le buluşması küçük ve hakir bir hâdisedir. Buluşsalar da, buluşmasalar da olurdu.

Amma velâkin 26 Temmuz 2009 Pazar günü, Nurşîn Camiinin Bediüzzaman hatıralarıyla derinlik kazanan eski bölümü, inşaatı devam eden külliyesi, avlusu ve civarındaki buluşma, olabildiğince anlamlı, ferahlatıcı, sevindirici, simaları tebessümlere gark eden ve dünyaya mesajlar veren bir buluşma oldu. Sadece Türkiye’nin çeşitli yörelerinden değil, sıla-i rahim ve tatil maksadıyla Türkiye’de bulunanlar itibarıyla tâ Avustralya’dan, Almanya’dan ve Avusturya’dan katılım vardı. Kendi adıma söyleyeyim, Avusturya’dan Van’a ne getirebildiğimi bugüne kadar kestiremediğim halde, Van’dan Avusturya’ya dolu dolu döneceğimden eminim.

Birşey var ki, aklıma estikçe ürkütüyor, düşünmesi bile hayalimi incitiyor. Ya bir de bu Van buluşmaları, benim izinli olduğum zamana değil de, Avusturya’da görevde olduğum döneme rastlasaydı, benim halim nice olurdu. Ya büyük masraflar yaparak, iki günlüğüne Van’a uçardım, ya da gurbet diyarında bu manzaraya hasretle bakakalırdım. Organizeyi, farkında olmadan, benim Van’da bulunduğum zamana denk getiren Vanlı kardeşlerime teşekkür, bu kolay kazancı bize lütfeden Rabbime şükrediyorum.

«««

Her şeyin menfaat bağlamında değerlendirildiği, gülücüklerin “yüzeysel” olduğu, sağladığın menfaat nisbetinde sevgiye mazhar olduğun, menfaatinin ve yardımının kesildiği an gözden çıkarıldığın Avrupa’da Van manzaralarını, candan ve samimî Van buluşmalarını görmek hemen hemen imkânsız gibidir. Lâkin böyle buluşmaların sevdalıları Avrupa’da ve dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, aynı ruhu ve mânâyı orada da ihya ederler, o başka mesele..

12 Eylül 1980’den sonra inkıtaa uğrayan (ki aynı senenin Ağustos’unda yapılmıştı) Van Mevlidleri, geçen sene bazı tereddütlerle başlatıldı. Vanlıların ve bilhassa bu uğurda mahkemelerle ve hapishanelerle tanışık olan Selâhaddin Ağabeyin iradesi ve cesareti o tereddütleri yendi. Herhangi bir tereddüte mahal olmadığı bilhassa bu mevlidde tamamen anlaşıldı. Üstelik hem milletin, hem de devletin bu gibi birlikteliklere ne kadar muhtaç olduğu ayan beyan görüldü. Ergenekon dalgalarıyla ülkenin çalkalandığı, bölücülüğün kışkırtıldığı, siyasetin dumura uğratılmak istendiği, çözümlerin âdeta çözümsüzlükte arandığı, Kürt ile Türk’ün, Laz ile Çerkez’in, Alevî ile Sûnnî’nin, Acem ile Arab’ın karşı karşıya getirilmek istendiği bir dönemde; bu saydığım her kesimden insanları bir araya getirerek kucaklaştıran mânânın, sırrın, ilmin, iradenin ve gücün önünde devlet de, millet de eğilmelidir. Zira devletin silâh ve siyaset gücüyle başaramadığını, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’dan yazdığı reçetelerle başarmıştır.

Bediüzzaman, bölgenin kurtuluş reçetelerinde “Orta Şark”ı nazara verirken; Filistin, Lübnan ve İsrail gibi ülkeleri değil de; Van, Bitlis, Diyarbakır, Mardin ve civar beldeleri öne çıkarır. Bundan anlaşılıyor ki, zamanla buralar cazibe merkezi olacaktır. Barışın temin edildiği, kültürler arası ittifakın gerçekleştiği, Türkiye’nin Avrupa Birliğine dahil olduğu bir dünya coğrafyasını şöyle bir tasavvur ediniz. İran, Irak ve Suriye gibi ülkelerin, AB üyesi bir Türkiye sayesinde Avrupa ile sınır komşusu olduğunu düşününüz. Bunun dünya barışı için ne anlama geldiğini kestirmek çok zor olmasa gerektir.

Van’daki büyük buluşmalara bir de bu zaviyeden bakalım. Zamanla cazibe merkezi haline gelecek olan Van’a, bu mevlidlerin, bu buluşmaların neler kazandıracağını ve Van’a nasıl bir misyon yükleyeceğini şimdiden tahmin ve tasavvur edelim. Cenâb-ı Hak tahminimizi ve temennimizi boş çıkarmasın. Amin.

«««

Bu yılki Van buluşmasına ayrı bir mânâ ve kuvvet de, müesseselerimiz Yönetim Kurulundan geldi. Yönetim Kurulu, rutin toplantısını buluşma öncesinde Van’da yaparak, bölgedeki okuyucuları dinleyip tavsiyelerde bulundu. Mevlid öncesi hazırlıkların biraz daha önceden başlatılması, geniş meşveret zeminlerinde ele alınması, maddî ve manevî yük ve sorumluluğun geniş çapta paylaşılması, her alandaki görevlilerin belirlenmesi gibi tavsiyeler umumî kabule mazhar oldu.

Haydi bir tavsiye de bizden. Gelecek mevlid buluşmasında, hemşehrimiz Mehmet Emin Ay Hocamızı da dâvetliler arasına ve programın icrasına dahil edelim, diyorum.

Ve son olarak, organizeyi büyük sıkıntılar, zorluklar ve dar imkânlar içinde gerçekleştirerek, cefayı kendilerine, sefayı bize düşüren kardeşlerimizi teşekkürlerimizle tebrik ediyoruz.

30.07.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Olsa ile bulsa


A+ | A-

Açlık, savaş, yoksulluk ve benzeri yüzlerce problemle başı dertte olan ‘yaşlı’ dünyamız, aslında barış, huzur ve sükûn içinde yaşanan bir yer olabilir. Bunun kolay yolu da, bilhassa ‘galip’lerin insafla ve adaletle hükmetmesine bağlıdır.

Kendilerini dünyanın jandarması gibi gören ‘büyük ülke’ler, belki kendi halkına nisbeten de olsa adaletle davranıyor, ama muhatap olduğu diğer dünya insanlarına böyle davranmıyor. Bunun en güzel örneğini Amerika’nın dünya politikalarında görmek mümkün. Elbette bu yanlışı yapan sadece ABD değil. Rusya, Çin ve aynı kulvarda koşan ülkeler de benzer yanlışlara imza atıyor. Bu ülkeler, kendi hatalarını görmeyen ‘büyük ülke’lerin hatalarını görmeyerek ‘bedel’ ödüyor.

Bunun son örneği, Amerika ile Çin arasındaki ‘teşekkür alış verişi’nde görüldü. Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi diye adlandırdığı, ama aslında Türkistan olan bölgede işlenen cinayetler karşısında Amerika sustu ve Çin’den de karşılığında ‘teşekkür’ aldı!

Çin Dışişleri Bakan Yardımcısı Wang Guangya yaptığı açıklamada, ABD yönetiminin bu konudaki [Sincan’da yaptıkları ‘katliâm’ sonrası] tutumunu takdir ettiklerini söylemiş. (AA, 29 Temmuz 2009)

Düne kadar gerek Çin ve gerekse Rusya’nın yaptığı bazı haksızlıklar karşısında en azından sözle itiraz eden Amerika yönetimi; Sincan’daki katliâm sonrası niçin sessiz kaldı? Mutlaka bilmediğimiz başka sebepleri vardır, ama bunlar arasında “Sen de benim Irak ve Afganistan’da yaptıklarım karşısında sessiz kal” gizli pazarlığı olamaz mı?

Dünyanın huzur ve sükûnunu sağlaması gereken ‘büyük’ler, tam aksine icraatlar ortaya koyup dünyanın çeşitli yerlerinde ‘kavga’lara sebep oluyorlar. Amerika; Irak ve Afganistan’da ortalığı karıştırırken, Rusya; Gürcistan ve benzeri ülkelere huzur vermiyor. Bu arada Çin de Türkistan’ı kan deryasına çeviriyor. Amerika, Çin ve Rusya bunları yaparken İngiltere ve benzeri ülkeler de boş durur mu? Onlar da kendi siyasî gelecekleri için sinsî faaliyetlerini sürdürmenin telâşında...

Maddî anlamda güçlü ülkeler, başka ülkelere müdahale etmek yerine; dünyanın daha iyi yaşanabilir bir yer olması için gayret sarfetseler ne olur? Mutlaka ‘iyi’ olur, ama o zaman da ‘şeytan’ razı olmaz. Dünya ülkeleri Birleşmiş Milletler’i niçin kurdu? Dünya barışını temin için. Gelin görün ki; BM’nin de eli kolu ‘galipler’ce bağlı. Beş daimî üyenin (ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa) itiraz ettiği hiçbir karar orada kabul edilmez. Bir anlamda bu 5 ülke, keyfince her türlü haksızlığı yapacak; ama dünyanın diğer ülkeleri (BM üyesi ülkeler) bunu seyredecek...

Bu çarkı tersine çevirmenin yolu, her ülkedeki sivil toplum kuruluşlarını harekete geçirmekle mümkündür. Eğer ‘insanlık’ uyanır ve devam edegelen bu yanlışa itiraz ederse, uzun dönemde bu hatadan dönülmesi mümkün olur. Aksi hâlde “Olsa ile bulsa bir araya gelse” der dururuz...

30.07.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Said Nursî’yi de okuyun


A+ | A-

Güneydoğu-terör-Kürt sorununun çözümünde inisiyatifin bizde olması gerektiğini ifade eden Gül, Yaşar Kemal’in konuyla ilgili olarak Radikal’de yayınlanan beyanlarını da ilgi ve dikkatle okuduğunu, söylediklerinin çözüme katkı sağlayacağını söylemiş.

Hatırlanacağı gibi, Köşkte düzenlenen törenle Yaşar Kemal’e devlet adına ödül de vermişti.

1993’ün son günlerinde, bir süre önce vefat eden eski DEP’li Orhan Doğan’ın daveti üzerine Lâtif Salihoğlu ile birlikte katıldığımız toplantıda ünlü romancı ile de tanışmış ve dillere destan “küfürbaz” üslûbu ile verdiği “barış, sevgi, kardeşlik” mesajlarını kendi ağzından dinlemiştik.

(O toplantıdan iki ay sonra Ankara’da DEP’lileri hedef alan DGM darbesi ve Meclis önündeki o unutulmaz “gözaltı skandalı” gerçekleşti...)

Yaşar Kemal’in edebiyatçı kimliği ile yıllardır dile getirdiği görüşler, en azından ona itibar eden kesimleri barışçı bir çözüme yaklaştırır mı?

Ve bu yoldan çözüme bir katkı sağlar mı?

Bilemiyoruz. Temennîmiz öyle olması.

Ama Yaşar Kemal’in dünya görüşünde ve söylemlerinde, kalıcı bir barış ve huzur ikliminin en temel şartlarından biri olan din unsuruna yer verilmiyor olması son derece önemli bir eksiklik.

Başından beri çok yakın durduğu DEP’lilerin duruşunun paralel çizgide olması da hem kendileri açısından, hem de sorunun çözümüne pozitif bir katkı sağlama şanslarını azaltması cihetiyle çok ciddî bir handikap olmaya devam ediyor.

Bu noktada, çözüm için dile getirilen başka görüş ve önerileri de takip ettiğini söyleyen Gül, acaba hem sorunun sebep ve kaynakları, hem de çözüm yolları için Bediüzzaman’ın yüz sene önce ortaya koyduğu ve hâlâ geçerliliğini koruyan görüş ve teklifleri de “ilgi ve dikkatle” okudu mu?

Said Nursî’nin özellikle Münâzarât isimli kitabı, bu meselede çok isabetli ve orijinal görüş ve tesbitler ihtiva eden bir “reçete” niteliğini haiz.

Münâzarât'taki mesajlar hâlâ geçerli

Dindar halkın kolayca anlayıp benimseyebileceği mantıklı izahların dinî referanslarla güçlendirilerek takdimi, esere ayrı bir kuvvet veriyor.

Üstadın, İstanbul’da 2. Meşrûtiyetin ilânından sonra gittiği şarkta aşiret mensuplarıyla yaptığı sualli-cevaplı sohbetlerin muhatabı sadece o zamanki dinleyicileri değil. Şimdiki nesillerin de bu izahlardan öğrenip istifade edeceği çok şey var.

Oradaki izahlardan çıkarılabilecek önemli ve hayatî mesajlardan birkaçını sıralayacak olursak:

* Aklınızı iyi kullanın. Gelen bilgi ve haberleri mutlaka tahkik sürecinden geçirin. Dolduruşa gelmeyin. Provokasyon tuzaklarına düşmeyin.

* Hürriyet, imanın bir hassası, özelliği, parçasıdır. Hürriyeti doğru anlayın ve ona sahip çıkın. Allah’tan başkasına kul olmayın ve Allah’ın yarattığı hiçbir şeye zulmetmeyin. İstibdat, baskı ve tahakküme yeltenen kim olursa olsun—devlet, şeyh veya ağa—itiraz edin, boyun eğmeyin.

* Hukukunuzu bilin, hakkınıza sahip çıkın.

* Her meseleyi istişare ile çözüme bağlayın.

* Herşeyi devletten beklemeyin. Özellikle demokrasi ve hürriyetin sağlam bir kültür ve ahlâk altyapısı üzerinde kökleşmesi için size de görev ve sorumluluklar düşüyor; onları yerine getirin.

* İdarecileriniz, hizmetkârınızdır. Onlara bu anlayışla muhatap olun, gereğinde hesap sorun.

* Cehalete savaş açın; kendinizi bilgiyle donatın; din ve fen ilimlerini imtizac ettirerek kendinizi geliştirin ve medeniyet yarışına öyle katılın.

* “Eski hal muhal; ya yeni hal, ya izmihlâl.” Eskiye takılıp kalmayın. Dünyadaki gelişmeleri iyi takip edin ve doğru okuyun. Her olumsuzluğu dış düşmanlara bağlayan komplo teorilerine fazla iltifat etmeyin. Önce kendi zaaf ve eksiklerinizi telâfi edin ve kendi bünyenizi sağlamlaştırın.

* Müslüman unsurlarla İslâm kardeşliğini güçlendirin; gayrimüslim azınlıklara düşmanlık beslemeyin, şefkat ve adaletle muamele edin...

Devamı, kitabın orijinal metnindeki satırlarda.

30.07.2009

E-Posta: [email protected]



Kadir AKBAŞ

HSYK üyelerinin kişisel ilişkileri


A+ | A-

HSYK başkan vekili Kadir Özbek’e bir gazeteci, HSYK’da yaşanan krizin görünürdeki mimarı Ali Suat Ertosun’un Ergenekon sanıkları ile oldukça samimî bir ortamda birlikte görüntülenmesi hakkında ne düşündüğünü soruyor. Kadir Özbek’in cevabı, “Herkesin kişisel ilişkisi olabilir” oluyor. Bu cevap HSYK’da vehametten de öte bir pervasızlığın hakim olduğunun işaretidir.

Böyle bir değerlendirme, Türkiye’de bu aşamada HSYK’da görünür olan yargı krizinin sanıldığından da derin olduğunu gösteriyor. HSYK, kayıtlarının incelenmesi halinde kurulun hakim ve savcıların sanık ve yakınları ile “kişisel ilişki” kurmasına hoşgörü ile bakmadığı görülecektir. Demek ki sanıklarla masum! kişisel ilişkiler kurmak için yüksek yargıda görev almayı beklemek gerekiyor. HSYK başkan vekili verdiği vahim cevapla adeta Ali Suat Ertosun’un kişisel ilişkilerini onayladığı deklere ediyor.

Bu onaylayıcı cevap ve tutum Ali Suat Ertosun’un kişisel ilişkilerinin kurulun bilgi ve onayı ile, kurul adına yürütüldüğü gibi kimsenin arzu etmeyeceği bir zannın da kamuoyunda yerleşmesine yol açabilecektir. Kadir Özbek’in ayaküstü bir soruya verdiği kısa cevap tam bir talihsizlik olmuştur. Tashih edilmesi kaçınılmazdır.

HSYK’da yaşanan kararname krizinin şimdilik aşılmış olması Ali Suat Ertosun’un detayları her geçen gün ortaya çıkan ve genişleyen ilişkilerinin HSYK başta olmak üzere bütün bir yargı camiasını kamuoyu nezdinde zan altında bırakması kuvvetle muhtemeldir. HSYK üyesi Ali Suat Ertosun’un istifa etmesi HYSK başta olmak üzere bütün bir yargı camiasını ağır bir töhmetten kurtaracaktır.

HSYK’da yaşanan kararname krizi, yargıdaki yapılanmayı, kümelenmeyi de açığa çıkardı. HSYK’nın asil ve yedek üyelerinin önemli bir bölümünün Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) isimli varlığı hukuken tartışmalı bir derneğin üyeleri olduğu anlaşıldı.

YARSAV’ın yüksek himayeye mazhar, halen görevde olan bir başkanı var. Yargıtay’da savcı olarak görev yapıyor. Ancak kamuoyu, onu bir siyasî parti başkanı gibi algılıyor. Düzenlediği basın toplantılarında öfkeyle siyasîleri, başbakanı, hatta cumhurbaşkanını adeta tehdit ediyor. Erkenekon sanıklarına taktikler veriyor. Ergenekon soruşturması kapsamında evi aranan eski Yargıtay başsavcısının, arama sırasında evine gidiyor, şüphelinin avukatlığına soyunuyor.

YARSAV, başından beri Erkenekon dâvâsı sanıkların tarafında olduğunu deklare ediyor, dahası açıkça sanıkların savunmalarını üstleniyor. YARSAV basın açıklamaları ile bir meslek kuruluşu olmaktan öte muhalefetteki bir siyasî parti görüntüsü veriyor. Türkiye’nin ma’kus kaderini değiştirebilecek, demokrasisini kurumsallaştıracak ve kalıcı kılabilecek önemli bir dâvâda pervasızca sanıklar yanında taraf olabilen bir dernekte HSYK üyelerinin önemli bir bölümünün üyeliklerinin devam etmesi kabul edilebilir, izah edilebilir bir durum değildir. Hakim ve savcıların tayin ve cezalandırılmalarında tek karar verici durumunda olan HSYK üyelerinin Erkenekon ile bu denli özdeşleşmiş bir dernekte üye olarak kalmaya devam etmeleri HSYK ve Ergenekon dâvâsı üzerindeki spekülasyonları giderek artıracaktır. Meslekten ihraç yetkisi sebebiyle görevde olan bütün hakim ve savcılar üzerinde kaçınılmaz, korkutucu, yıldırıcı bir etkiye sahip HSYK üyeleri tarafsızlıkları üzerine ciddî endişeler uyandıran YARSAV üyeliğinden geç olmadan istifa etmeliler. Yoksa dozu giderek artan eleştirilere muhatap olmaları kaçınılmazdır. Bu durum yalnızca itibarı oldukça örselenmiş olan HYSK’yı yıpratmakla kalmayacak, bütün yargı camiasını yaralayacaktır.

30.07.2009

E-Posta:



Cevher İLHAN

“Yol haritası” yolu tıkıyor


A+ | A-

İşgal altındaki Irak’ta bütün “barış ve istikrar” iddialarına rağmen eskiden başkent Bağdat ve güneydeki Şiî bölgesinde meydana gelen patlamaların son demde Kerkük ve Musul başta olmak üzere kuzeye de sıçraması, kargaşa ve fitnenin bütün azgınlığıyla devrede olduğunu gösteriyor.

Geçen haftalarda, Kerkük’te önce 27, ardından 78 ve 60 sivilin peşpeşe katledildiği ve gün aşırı hergün onlarca insanın öldürüldüğü, yüzlercesinin yaralandığı olaylara “intihar saldırısı” süsü veriliyor. Lâkin halkın kalabalıkla bulunduğu mahallere, pazar yerlerine terk edilip uzaktan kumanda ile patlatılan patlayıcı yüklü araçlardan kimse çıkmıyor.

Bush’un “Irak’ı özgürleştirme projesi”, iki milyon insanın öldürülmesi, ülkenin üçte biri nüfusun göçle evlerini terk etmesi ve perişan olmasıyla neticelendi. Ne var ki Türkiye’nin buna tepkisi, Dışişleri’nin “üzüntü” bildiren suya sabuna dokunmayan göstermelik cılız “kınamalar”la kalıyor.

Ve bu arada mâlum medyanın da propagandasıyla sanki Türkiye’deki “Kürtlerin lideri” imiş gibi kulakların terörist başı Öcalan’ın Ağustos ortasında İmralı’da açıklayacağı “yol haritası”na kabartıldığı; Kandil’den DTP yönetimine kadar bütün tarafların aynı ağzı kullanarak “İyi şeyler’ yapma niyeti varsa Ankara’nın Öcalan’ı muhatap alması zorunluluğunu” dillendirdikleri bir sırada, Cumhurbaşkanı’nın “büyük tarihî fırsat”ı beraberinde bir yığın tartışmayı getiriyor...

TERÖRÜ TEHDİD ARACI

OLARAK KULLANIYOR…

Meselenin en hararetli savunucuları dahi, Türkiye’de demokrasinin standartlarının yükselmesi, sadece bu sorunu değil, başka birçok problemin çözülmesinin de ilk adımı olacağını, Türkiye’nin demokratikleşme meselesini peşinen “Kürt sorunu” perdesinde lanse edilmesinin, başta bazı mahfillerin kulağına hoş gelse de çözümü engelleyeceğini belirtiyorlar.

Kandil’deki terör örgütü fiilî lideri Karayılan’ın “örgütün silâh bırakması ve dağdan inmesi” için “özerklik” ve “genel af” şartını koştuğu mesajını ilettiği bir ortamda, DTP’nin meseleyi “Öcalan’ın açıklamaları”na endekslemesi, belli ki çözümü değil, çözümsüzlüğü getirecek ve daha baştan tıkayacak…

Hele Öcalan’ın avukatlarına, Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan’ın dolaylı yollardan kendisinden ricada bulunduklarını iddia etmesi, “tarihî büyük fırsat”ı daha baştan zehirliyor.

Gerçek şu ki, çeyrek asır boyunca bölgede terör estiren, köyleri, evleri basıp çocukları, kadınları, yaşlıları, çocukları ve hatta bebekleri katleden, 40 bin insanın katlinden sorumlu Marksist terör örgütü başının hapishanede, “Ben eski ben değilim” demesi, “demokratik siyaseti ve özgürlüğü esas alıyorum, ben radikal demokratım” diye konuşması bir şeyi değiştirmiyor.

“Çatışma, şiddet, ölüm benim mantığım değildir, bu nedenle ben bunlardan vazgeçtim” ikrarının ve saplandıkları sosyalizmin ABD’ye hizmet ettiğini itirafının da hiçbir anlamı yok.

Kaldı ki “terör” konusunda da Öcalan peşin peşin, “Savaş gelişirse benim de söyleyecek pek fazla bir şeyim olmaz; dağlarda olan onlardır, ben bu konuda bir şey diyemem, bu onların kararıdır, önleyecek durumda değilim” sözleriyle örtülü bir biçimde terörü tehdit ve şantaj aracı olarak kullanıyor…

Ve bütün bunlar, zaten bu hususta hassas olan Ankara’yı zora soktuğu gibi, çoğu AB uyum sürecinde yapılabilecek demokratikleşme ve özgürlükleri de akamete uğratıyor…

Kısacası, terörist başının “yol haritası” demokratikleşme yolunu tıkıyor…

30.07.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

‘Katı sayı’ yumuşadı mı?


A+ | A-

28 Şubat hareket-i hainanesi, içimizdeki ‘balta sapı’ misali bazı muvazenesizlerin de dengesizliğiyle, 70 küsur senelik kazanımlarımızı bir anda silip götürmüştür. Haince, dessasça, sinsice yapılan bu hareketle en çok sıkıntıyı çeken ve bu mevzuda en çok konuşma hakkı olanlardan biri de biziz. Çünkü, biz o dönemdeki sıkıntıları yaşayarak gördük.

O zaman, iki kızım da Bursa Anadolu İmam Hatip Lisesinde okuyordu. Ve okul Bursa’nın bütün liseler arası bilgi yarışmasında 1. gelen bir okuldu. Çocuklar da o derece çalışkandı. İşte o hain dönemde pilot bölge olarak Bursa, okul olarak da Bursa İHL ve ilk hareketin başlatıldığı sınıf da büyük kızımın okuduğu sınıfıydı.

Çocuklar, başörtülerini çıkarmamak için çok mücadele ettiler. Uzun uğraşmadan sonra kızım okulu bitirdi ve o sene başörtüsü ile üniversite imtihanına girebildiler. Neticede; yaklaşık 1,5 milyonun içerisinde yüzde 10’un içine girebilmişti. Normalde her okula girecek puanı vardı. Ama dessasların zalimane planları neticesi ortaya atılan “katsayı” duvarına çarptı çocuklar. Ve yıllarca o kat sayı önlerinde adeta bir “katı sayı” gibi durdu.

Bazen eş-dost soruyor: ”Sizin Mısır’da ne işiniz var?” diye. Ben de onlara diyorum ki, “Evet, benim kızımın Mısır’da ne işi var? Hain zalimler kendi öz vatanında garip bırakmasalardı, kızım orada olmazdı?” diyordum. Evet, o gurbet ellerde çektiğimiz sıkıntıları bir biz biliriz, bir de Allah. Hele kızımın çektiği sıkıntı anlatılır gibi değil. Orada “Sen memleketindeki başörtüsü zulmünden dolayı mı buraya geldin?” sorularına muhatap olmuştur.

İşte, geçenlerde YÖK’ün aldığı bir kararla, bu kangrenin çözümü sağlanmıştır. Ama daha neticeye bakacağız, durum ne olacak? Millet adına karar verdiğini söyleyip çok şeyde de milletin aleyhine davranan kurumlardan çıkacak netice ne olacak bakalım? CHP bir harekete geçsin, sonrasını göreceğiz. Ama, şunu da ifade edeyim ki, ne olursa olsun bu haksızlık ilel ebed devam edemez.

Tabiî bu arada, bunları düşünür ve yazarken aklımıza bir şey daha geldi. O da, bu meselelerin esas kaynağını teşkil eden başörtüsü yasağı zulmüydü. ‘Katsayı’ meselesinde olduğu gibi, YÖK’ün bir tamim, yazı ve uygulaması ile belki o yasak da sona erebilirdi. Ama ‘işten anlamak’ başka şey galiba...

30.07.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Hayâ-iffet sahibi olmak da tercih sebebi


A+ | A-

Hayâ; nebevî, melekî, hattâ İlâhî bir vasıf. Hicap etme, çekinme anlamına gelir. Fıtrat, vicdân ve akl-ı selîmin gereğidir. İffet namusluluk, haram ve yasak olan şeylere yaklaşmamak şeklinde tarif edilir lügatlarda.

Her namazın her rekâtında tekrarladığımız, Fatihanın 6. âyeti “Dosdoğru yol...” ana şeritlerinden birisi iffettir. İffet, şehvet kuvvetinin vasat mertebesidir. İffetlinin helâle şehveti var, harama yoktur.

Haya, iffet, konuşmaktan dinlemeye, hal ve hareketlerimizden sâir davranışlarımıza kadar geçerli yansıyan bir erdemdir. Bir cephesi de, erkek ve kadınların tesettüre riâyet etmesiyle tezahür eder.

Haya ve iffet meselesi yalnızca bayanları ilgilendiren bir husus değildir. Nur Sûresinin 24, 30-31. âyetleri erkekleri de bağlıyor: “Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar... Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar, süslerini, kendiliğinden görüneni müstesna açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar...”

Temiz bir aile yuvası istiyorsanız, haya ve iffet duyguları yüksek bir eş seçmelisiniz.

Ferdleri iffet mayası ile yoğrulmuş bir âile ve hayâ sahibi âilelerden meydana gelen bir topluma, fücûr, nâmusları pâyimal, fuhuş, zinâ gibi kirliliklerin bulaşamayacağı açıktır. Elbette temiz düşünce, temiz duygu, temiz davranış, temiz giyim-kuşamdan temiz neticeler alınır.

***

Peygamberimiz (asm) ahlâk, iffet, haya ve edebin zirvelerindeydi. Başkalarının edep ve haya anlayışını da zedelemeden gerçekleri ifâde ederlerdi. Nâzik ve tatlı, kucaklayıcı, müşfik bir üslûp kullanırdı. Çirkin ve kötü şeylerden nezâkete dâveti de nazikçeydi.

Kureyş Kabilesinden bir genç, huzûruna gelerek, “Ya Resulallah, zina yapmama izin ver!” der.

İslâm ahlâkıyla bağdaşmayan bu davranış karşısında, Sahâbîler, “Sus, sus!” diye üzerine yürümek isterler. Terbiye ve eğitim hususunda da en mükemmel rehber Hz. Peygamber (asm) gayet sâkindir. Genci yağına çağırır ve sohbet etmeye başlar:

“Söyle bakayım; bir başkasının senin annenle zinâ etmesini ister misin?”

“Yoluna fedâ olayım, hayır kat’iyyen istemem.”

“Zaten hiç kimse, annelerine böyle şey yapılmasını istemez” buyurdu.

“Bir başkasının senin kızınla zinâ etmesini ister misin?”

“Hayır, uğrunda öleyim, yâ Resulallah, râzı olmam.”

“Öyle ise hiç kimse kızıyla zinâ edilmesine râzı olmaz.”

Sohbet, böyle soru ve cevaplarla, kız kardeş, halâ, teyze ve sair yakın akrabalarına kadar devam eder.

Sonunda hatâsını anlayan gence de, şöyle duâ da bulunur:

“Allah’ım! Bunun günâhını affet; kalbini temizle ve uzuvlarını günâh işlemekten koru!” 1

Dipnot: 1- Müsned, 5: 256-257.

30.07.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Müphemiyetin hikmetleri


A+ | A-

Soru: Mehdi ve Deccal birer şahıs mı, yoksa şahs–ı manevî mi?

Cevap: Risâle–i Nur'un konuyla ilgili bahislerinde, bunların birer şahıs olduğu gerçeği kabul edilmekle birlikte, icraatlarının ise, fikir ve cereyan şeklinde, yani bir şahs–ı manevî tarzında olacağı mükerreren ifade ediliyor.

Meselâ, farz–ı muhal olarak bugün hangi bir dinsiz zâlim, yahut hangi bir din âlimi öldürülse, din söner, yahut da dinsizlik silinir, biter?

Mümkün değil. Bin kişi de öldürseniz, dâvâlar bitmez; hatta artarak, şiddetlenerek devam eder.

Eskiden durum farklıydı. Meselâ, Firavun gark olduğunda sisteminin hükmetme kuvveti de bittiydi; kezâ, Nemrut geberdiğinde rejimi de son bulduydu.

Şimdi ise, bambaşka bir durum söz konusu. Rejimler, sistemler, fikirler, telâkkiler, mânevî olarak beşeriyet âlemine yayılıyor, yahut istilâ ediyor.

29. Mektup'tan bu mânâya uygun bir cümle aktararak geçelim: "Hazret–i Mehdînin cemiyet–i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim–i bid'akârânesini tamir edecek, Sünnet–i Seniyyeyi ihyâ edecek."

Soru: Mehdî ve Deccal gibi meselelerin, ne büsbütün meçhûl ve ne de tamamiyle bedihî olmasının, yani "müphem" kalmasının hikmetleri neler olabilir?

Cevap: Bu mühim suâlinize şöylece izahatlı bir cevap vermeye çalışayım.

Rivâyetlerde haber verilen âhirzamandaki büyük Mehdî'nin (as), neden açıkça bilinmemesi, alenen tanınmaması gerektiğine dair hikmet dolu izahat, Risâle–i Nur'da ve daha çok Sözler mecmuasındaki Yirmi Dördüncü Söz'ün Üçüncü Dalı'ndaki "Asıl"larda veriliyor.

İlgili bahsin yer aldığı "Üçüncü Dal"ın hemen başında, şöyle acı bir realiteden söz ediliyor: "Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vukuatından bahseden ehâdis–i şerife güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl–i ilim, onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmanı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da inkâra kadar gitmişler."

Bu realitenin tesbitinden hemen sonra, umumun bilmesi gereken şu önemli hatırlatmaya geçiliyor:

"Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh–ı âliyeyi ervâh–ı sâfileden tefrik eder. Öyleyse, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhûl kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı (iradeyi) elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet (açıklık) derecesinde bir alâmet–i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar (mecbur) olsa, o vakit kömür gibi bir istidat (Ebucehil karakteri), elmas gibi bir istidatla (Ebubekir'le) beraber kalır. Sırr–ı teklif ve netice–i imtihan zayi olur.

"İşte, bunun için, Mehdî ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâyat dahi çok muhteliftir; birbirine zıt hükümler olmuş."

Bu kısacık hatırlatma ve izahatın ardından, yine hikmete binaen, Cenâb–ı Hakk'ın bazı mühim ve çok özel şeyleri, nasıl bir genel çerçeve içinde saklı ve gizli tuttuğu, müşahhas misâllerle tek tek sıralanıyor: "Cenâb–ı Hakîm–i Mutlak, şu dâr–ı tecrübe ve meydan–ı imtihanda, çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla, çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle–i Kadri umum Ramazan'da, saat–i icâbe–i duayı Cuma gününde, makbul velîsini insanlar içinde, eceli ömür içinde ve kıyametin vaktini ömr–ü dünya içinde saklamış."

Dünyanın ömrü içinde kıyamet vaktinin niçin gizli tutulduğunun hikmeti izah edilirken, bağlantılı olarak, kıyamet âlametlerinden biri olan âhirzaman Mehdisinin de, yine aynı sır ve hikmete binaen gizli, saklı, yani "müphem" olması icap ettiği, şüpheye, tartışmaya yer bırakmayacak derecede şöylece beyan ediliyor:

"...İşte, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın hikmet–i iphamdan (gizlilik hikmetinden) ileri gelen sözlerindeki sırdandır ki, Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları, çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl–i velâyet 'Onlar geçmiş' demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet–i İlâhiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve–i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Eğer (vakit) tayin edilseydi, maslahat–ı irşad–ı umumî zayi olurdu."

Dolayısıyla, kim ki ortaya çıkar ve "Ben Mehdi'yim" derse, bu iddia evvelâ onun Mehdi olmadığını gösterir. O kişi ya meczup, ya da yalancının biri demektir.

(Devamı var)

30.07.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Zülfikâr üzerine


A+ | A-

Eskişehir’den Süleyman Akın: “Bediüzzaman’ın risâlelerinden Zülfikâr’ı tanıtır mısınız? Neden Zülfikâr denmiştir? Nelerden bahseder?”

Zülfikâr, Arapça’da “zû” edatı ile “fakara” fiilinden türemiş bir isim olan “fikar”ın birleşmesinden meydana gelmiş bir kelimedir. “Fakara” deldi, kesti, kazdı, kırdı demektir. Zülfikâr delen, kesen, kıran, delici, biçip geçen mânâlarına gelir. İslâm tarihinde ise Zülfikâr Peygamber Efendimiz’in (asm) Hazret-i Ali’ye (ra) hediye ettiği çatal başlı kılıcın adıdır.

Uhud Dağı eteklerinde Peygamber Efendimiz’in (asm) kumandasındaki İslâm ordusu ile Talha bin Ebi Talha sancaktarlığındaki Müşrik ordusu karşı karşıya gelmişlerdi. Talha b. Ebi Talha mağrurane ortaya atıldı:

“Var mısınız er meydanında çarpışmaya? İçinizde er varsa meydana çıksın!”

Hazret-i Ali (ra) ileri atıldı. Elinde o çift başlı kılıç Zülfikâr vardı. Talha b. Ebi Talha’ya cevap verdi: “Varlığımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim: seni kılıcımla cehenneme göndermedikçe, ya da kılıcımla cennete gitmedikçe seni bırakmayacağım!”

Hazret-i Ali (ra) bu haykırışla birlikte Talha’nın başına Zülfikâr’ı geçirdi. Başını çenesine kadar yararak ikiye ayırdı. Talha yere yıkıldı.

Kureyş sancaktarının yere devrilmesi Peygamber Efendimiz’i (asm) ve İslâm ordusunu son derece sevindirdi, müşriklerin moralini bozdu.

Müslüman’lar tekbirler getirdiler.

Savaşın ilerleyen dakikalarında az sayıda Müslümanın kendisini korumaya aldığı Peygamber Efendimiz (asm) üzerine, bir gurup müşrikin mağrurane geldiği görüldü.

Peygamber Efendimiz (asm) Hazret-i Ali’ye: “Ya Ali! Hücum et!!” buyurdu.

Hazret-i Ali (ra) Zülfikâr’ı kaptığı gibi, müşriklerin üzerine yürüdü. Müşrikleri geri püskürttü. İçlerinden birini de yere serdi.

O esnada orada bulunan Cebrail (as) Peygamber Efendimize (asm): “Ya Resulallah! Bu sizin için yapılan bir yiğitliktir!” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm): “O bendendir, ben de ondanım!” buyurdu.

Ardından Cebrail (as): “Lâ fetâ illâ Ali ve lâ seyfe illâ Zülfikâr” (Zülfikâr gibi kılıç, Ali gibi yiğit bulunmaz!) diye söyledi.

Uhud Savaşında Hazret-i Ali (ra) Zülfikâr’la müşriklerden dokuz kişiyi öldürdü. Bu kılıcın daha sonra Hazret-i Ali (ra) tarafından Necef’te denize atıldığı, fakat sonradan Med’den gelen Ebu Müslim Horasanî tarafından bulunup çıkarıldığı ve bilâhare Yavuz Sultan Selim Han’ın kutsal emanetler listesinde İstanbul Topkapı Sarayına getirildiği rivayet edilir. Bu gün Topkapı Sarayında muhtemelen aslı, ya da nihayet bir söylentiye göre kopyası Zülfikâr adıyla sergilenmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin dinsiz felsefenin bütün batıl fikirlerini çürütüp küfrün belini kırarak, aklı ikna eden hikmet dolu burhanlarla üç iman esasını ispat ettiği eserinin adı da Zülfikârdır. Dört yüz sayfayı geçen bu eserde Hazret-i Muhammed’in (asm) hak peygamber, Kur’ân’ın hak kitap ve ahiret gününün muhakkak bir gelecek olduğu, deccalizmin bütün şüphelerine ve saldırılarına cevap verir bir şekilde ortaya konmuştur.

İlk defa bir kitap hacmi çerçevesinde düzenlenmesi bizzat Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri tarafından yapılan Zülfikâr, bu gün konuları itibariyle Risâle-i Nur Külliyatı içerisindeki yerlerine dağılmış vaziyettedir.

Zülfikâr Üç Makam ve bir Hatime’den oluşmaktadır.

1. Makam: Mu’cizât-ı Kur’âniye (25. Söz) (Kur’ân’ın en büyük mu’cize olduğu bu eserde ispat ediliyor.)

2. Makam: Mu’cizât-ı Ahmediye (19. Mektub): (Peygamber Efendimiz’in (asm) çok sayıda mu'cizesine yer verilen bu eserde, Peygamber Efendimiz’in (asm) peygamberliği ispat ediliyor.)

3. Makam: Haşir Risâlesi (10. Söz): (Mahşer gününün, sıratın, cennetin, ebedi saadetin ve cehennemin hak olduğunun ve bütün insanlığı bekleyen bir gelecek olduğunun ispat edildiği eserdir.)

Hatime kısmında ise Bediüzzaman Said Nursî’ye ve Hasan Feyzi Yüreğil’e ait bazı mektuplar ve Arapça Hizb-i Nûrî bulunmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri Asâ-yı Musa ile Zülfikâr’ı şöyle karşılaştırıyor: “Bu acîb asırda, ehl-i îman Risâle-i Nur’a ve ehl-i fen ve mektep muallimleri Asâ-yı Mûsa’ya şiddetle muhtaç oldukları gibi, hâfızlar ve hocalar dahi Zülfikâr’a şiddetle muhtaçtırlar. Evet, meselâ, i’câz-ı Kur’âniye bahsindeki ekser âyetlerin medâr-ı şüphe ve îtiraz olmuş aynı yerlerde i’câzın lem’aları ve Kur’ân’ın güzel nükteleri ispat edilmiş.”1

Dipnot: 1. Asay-ı Mûsâ, s. 9.

30.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.