01 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Faruk ÇAKIR

Her iyinin altındaki imza


A+ | A-

Rahmetli Adnan Menderes ile birlikte anılan Demokrat Parti’nin ve onun temsil ettiği misyonun; Türkiye’de yapılan her iyi ve hayırlı işin altında imzası olduğu zaman geçtikçe daha fazla ortaya çıkıyor.

Dün, (31 Temmuz) Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunda attığı ilk adımın 50. yılı idi. Aslında bu tarih çok önemli ve anlamlı. Bakınız, aradan 50 yıl geçtiği halde biz hâlâ AB üyeliğini konuşuyor ve tartışıyoruz.

Elbette ortada bir gecikme söz konusu. Fakat bu gecikmenin asıl sorumlularını da iyi bilmeliyiz. O günkü adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu olan birlik, bugün üye sayısı artan ve her yıl yeni üyelerin de katıldığı bir güç olmuş durumda. Gerçekten de Türkiye’nin, AB yolculuğu başlı başına bir inceleme konusu.

“Halk Parti’yi yıkan parti” olarak 14 Mayıs’ta milletin helâl reyleriyle iktidara gelen DP, her konuda olduğu gibi bu konuda da cesaretle ilk adımı atmış. Bugün için belki “Ne var bunda?” diyenler olabilir. Ama bu adımın tam 50 yıl önceki Türkiye şartlarında atıldığını hatırlamak lâzım...

Türkiye’nin 31 Temmuz 1959’da AET’ye yaptığı ortaklık başvurusunun 50. yılı dolayısıyla bir değerlendirme yapan İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) Başkanı Prof. Dr. Haluk Kabaalioğlu, ‘ilk adım’dan bu güne gelişi yorumlarken şöyle demiş: ‘’Bu süreç 1970’lerin siyasî çalkantıları, askerî darbeler, demokrasiye geçişin sancıları ve 24 Ocak kararları ile ekonomide liberalizasyon dönemini geçirmiştir. Zamanın hükümeti ve dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun büyük bir uzak görüşlülük örneği sergileyerek temellerini attığı AB süreci Türkiye için önemini korumaktadır.’’

Bu tesbiti yapmakla ‘hakperest’liğini gösteren Kabaalioğlu’nu da takdir etmek lâzım. Bugün için AB muhibbi olarak dolaşan pek çok kişi, bu konuda ‘ilk adım’ın Demokrat misyon tarafından atıldığını bilmez görünüyorlar.

1999’da Helsinki Zirvesinde AB’ye aday olarak ilân edilmesinin ardından Türkiye’nin AB yolunda kararlı adımlar attığı belli. Ancak yapılan çalışmaların bilhassa son 2 yılda yavaşladığı da bir vakıa. Türkiye’nin bu yolda hızla ilerlemesi gerektiği ise, tekrarlanmaya bile ihtiyaç duyulmayan bir gerçek.

“İslâm kahramanı Menderes’in” hükümeti zamanında atılan bu ‘ilk adım’ın devamının gelmesi mümkün olsaydı, acaba Türkiye bugün hangi noktalarda olurdu? Dolayısı ile ihtilâller gerçeği karşımıza çıkıyor. İhtilâller ve ihtilâlcilerin Türkiye’ye verdiği maddî ve manevî zararı bir de bu gözle, bu noktadan değerlendirmek gerekmez mi?

Bizden sonra yola çıkan onlarca ülke AB üyesi olabilirken, Türkiye’nin hâlâ kısır tartışmalarla vakit kaybetmesini anlamak mümkün mü?

Her zaman ifade ediyoruz: Tıkanan AB sürecini kararlı bir ‘siyasî irade’ açabilir. Bunun için başta hükümet olmak üzere; hak, hukuk ve adalet isteyen bütün sivil toplum kuruluşları el birliği yapmalıdır. Çünkü bu yolda ülkenin ve milletin menfaati var.

AB yolunda atılan ilk adım vesilesiyle ‘demokrasi kahramanları’nı bir defa daha rahmetle yad edelim. Mekânları cennet olsun. Amin.

01.08.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

İspanya’da ETA yeniden mi diriliyor?


A+ | A-

İspanya’da son günlerde görülen iki terör saldırısı Bask bölgesinin bağımsızlığı için savaştığını ileri süren ETA etnik terör örgütünü tekrar gündeme taşıdı. Uzun yıllardır İspanya hükümeti ile bir tür ateşkes yaşayan ETA, yeniden harekete geçti.

Peki ETA nasıl doğdu?

Ünlü İspanyol diktatörü Franko’nun Bask milliyetçiliğini bastırma girişimleri Basklıların direnciyle karşılaştı. Basklılar kültürel bakımdan farklı bir etnik gruptu. Hiçbir zaman bağımsız devletleri olmamış, ancak asırlar boyu İspanya ve Fransa tarafından verilen özerklikten yararlanmıştı. Franko, iç savaşta cumhuriyetçi hükümetin yanında yer alan Basklıların bütün kültürü ve dilini yasakladı. Buna Bask bayrağı, ulusal bayramların kutlanmasının yasaklanması dahil edildi. Hatta bazı Bask isimlerinin çocuklara verilmesi bile yasaklandı. Bu baskılar ETA’yı doğurdu. 1990’lı yıllara kadar Fransa da bu örgüte kucak açtı. Uzun süre güçlü bir halk desteğine sahip olan örgüt, Franko’nun ölümünden sonraki başbakan Luis Carrero Blanco’ya suikast düzenlenmesi ve sonraki saldırılar yüzünden destek kaybetmeye başladı. Bombalamalar ve suikastlara karşılık yakalanan militanların bazıları idam edildi. Yalnızca 1978-1980 döneminde 235 kişiyi öldürdüler. Toplamda 800 kişinin ölümüne sebep oldular. Halen 700 militanı hapishanede ömür geçiriyor.

1980’li yıllarda İspanya hükümetinin bütün ETA mahkûmlarına, şiddet politikasını açıkça terk ettiklerini ilân etmeleri kaydıyla af getirme teklifini ETA kabul etti. Ancak bu durum örgütte şiddeti devam ettirmek isteyenlerin ayrılıp yeni fraksiyonlar kurmalarına yol açtı. 1983-1987 döneminde ise bu örgüte karşı faaliyet yürüten GAL (Terör Karşıtı Kurtuluş Grupları) yüzlerce suikast, adam kaçırma ve işkence olayına imza attı. Bu örgütün İspanya hükümetinin gizli desteğini aldığı aşikârdı. “Kirli Savaş” adı verilen bu dönemde, devletin terörizme karşı terör metodlarıyla mücadele vermesi dünya kamuoyundan hep tepki gördü. GAL’ın kirli çamaşırları 1997 yılında ortaya çıkarıldı ve üst düzey bazı hükümet yetkilileri dahil bir çok kişi mahkûm edildi.

2006 yılında ETA daimî ateşkes ilân etti. Ancak bu ateşkes uzun sürmedi.

2008’de örgütün lider kadrosundan çok sayıda kişinin yakalanması ve tutuklanmasıyla örgütün ortadan kalkacağı sanılıyordu.

Ancak çatışmanın kökenindeki sorunlar hâlâ çözülemedi. İspanya hükümeti her türlü siyasal uzlaşma çabasından uzak duruyor. Uluslar arası Af Örgütüne göre İspanya güvenlik güçlerinin işkence ve kötü muamelesi halen ısrarla sürüyor.

Bask bölgesindeki halk da aslında barıştan yana. 2006 yılındaki kalıcı ateşkes esnasında yapılan bir ankette Basklıların yüzde 86’sının diyalog yoluyla varılacak bir barıştan yana olduğu tesbit edildi. Ama hükümetin bu diyaloğa yaklaşmaması, son günlerde şiddetin yeniden başlamasına yol açtı.

Avrupa’daki üç etnik terör örgütünden (IRA, ETA, PKK), IRA anlaşmayla sona erdi. ETA’nın da tükendiği sanılıyordu; ancak böyle olmadığı, barışçıl bir çözüme ulaşmadan şiddetin sona ermeyeceği görüldü. Aynı kural Türkiye için de geçerli.

Umarız ETA ve PKK da bir an önce tasfiye edilir; özgürlük ve eşitliği bütün vatandaşlarına tanıyan bir barış havası ülkelerimize egemen olur.

01.08.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Eğitim niye tıkandı?


A+ | A-

Eğitimdeki tıkanma ve iflâs tablosunun, sebep ve sonuçlarıyla birlikte çok iyi tahlil edilmesi, teşhislerin doğru yapılması ve çözüm arayışlarının da varılacak bu tesbitler ekseninde yönlendirilmesi gerekiyor.

Bunun için de herşeyden önce tabuların ve yerleşik önyargıların mutlak surette terki şart.

Bunların başında, eğitimin fikir, ifade ve bilim hürriyetlerine hayat hakkı tanımayan resmî ideoloji cenderesinden kurtarılması zarureti geliyor.

Söylem düzeyinde “fikri, irfanı, vicdanı hür nesiller” yetiştirmekten söz edilse dahi, fiiliyatta tam tersi oluyor ve genç dimağlar giderek donuklaşan dogmalara boyun eğmeye zorlanıyor.

Bu temel sorunun mutlaka aşılması gerekiyor.

Son derece hayatî önem taşıyan bir diğer konu, eğitim politikalarına referans gösterilen tevhid-i tedrisatın yanlış bir zemine oturtulması.

Öğretim birliğine duyulan ihtiyacın gerekçesi, Osmanlının son döneminde ortaya çıkan mektep-medrese ikiliğini ortadan kaldırarak, nesillerin ortak değerlerle yetiştirilmesini sağlamaktı.

Asırlardan beri gelen köklü bir eğitim kanalı olarak klasik dinî ilimleri öğreten medresenin yeni çağda gelişen modern bilimlerden, bunları okutmak üzere kurulan mekteplerin de dinî ilimlerden mahrumiyeti, hem öğrencileri tek kanatlı hale getiriyor, hem de nesiller arasında kaygı verici bir uçurumun doğmasına yol açıyordu.

Üçüncü bir kanal olan tekke de bu tabloya ilâve edilince, birbirini anlamayan, dahası birbirine kem gözle bakan nesillerin ortaya çıkma tehlikesi daha da düşündürücü boyutlar kazanıyordu.

Bu tehlikeyi çok önceden fark eden bir isim vardı: Bediüzzaman. Ve çözüm bahsinde, “vicdanın ziyası” olarak nitelediği dinî ilimlerle “aklın nuru” olan modern fenleri kaynaştıracak bir eğitim modeline ihtiyaç olduğunu ifade eden Said Nursî, öğrencilerin gayret ve himmetini kanatlandıracak temel dinamiğin de ancak böyle bir modelle sağlanabileceğine dikkat çekmişti.

İdeal tevhid-i tedrisat modeli

Ona göre, dinle fen ayrıldığı takdirde, sadece dinî ilimlerin okutulması taassubu, yalnızca fenlerin tahsili ise hile ve şüpheyi netice verecekti.

Ve Said Nursî, medrese-tekke-mektep üçlüsünü tek potada eritecek ideal bir tevhid-i tedrisat modelinin uygulama alanı olarak geliştirip Medresetüzzehra adını verdiği üniversite projesini gerçekleştirmek için ömrü boyunca uğraştı.

Bunun başlı başına kitap oluşturacak detaylarına girmeyerek sadece şu kadarını ifade edelim:

Eğer bu proje, zamanında hayata geçirilebilmiş olsaydı, ne bugün hepimize büyük acılar yaşatan Güneydoğu-terör-Kürt sorunu ortaya çıkardı; ne cehalet, geri kalmışlık ve ihtilâf hastalıkları kalırdı; ne de Ortadoğu bu halde olurdu.

Her köşeye yayılacak şubeleriyle Medresetüzzehra, son zamanlarda Ürdün’ün yapmaya çalıştığı ve çok da ciddî mesafeler aldığı gibi, Türkiye’yi bölge ülkelerinden ve hattâ dünyanın her yerinden gençlerin üniversite tahsili yapmak için akın ettikleri bir cazibe merkezi haline getirirdi.

Ve böyle bir uluslararası üniversite, hem bölge, hem de dünya barışının köşe taşı olabilirdi.

İçe dönük en önemli neticelerinden biri ise, başta vurgulamaya çalıştığımız ve bilhassa laik-antilaik çatışmasıyla kendisini gösteren “nesiller arası uçurum” tehlikesini ortadan kaldırıp, dinle barışık; din-siyaset ilişkisinde, dini siyasî tartışmaların dışında ve üzerinde tutarken siyaseti dine hizmetkâr kılacak doğru ve dengeli bir çizgiyi yakalayan; laikliği bu bağlamda demokratik bir yoruma kavuşturmuş bir anlayışı ortak payda haline getirerek iç barış ve ahengi sağlayabilirdi.

Ama bizdeki tevhid-i tedrisat, dinî eğitimi tamamen ortadan kaldırıp, eğitimi bütünüyle “laik” temele bina etme şeklinde uygulandığı için, hâlâ devam eden sıkıntı ve sancılara sebep oldu.

Bunun da aşılması ve çözülmesi lâzım.

Dini dışlayan veya yanlış laiklik anlayışına hapsedip sınırlayan bir eğitim, sadece kaos üretir.

01.08.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

28 senelik hasret...


A+ | A-

“Yirmi sekiz sene” tabiri Nur Talebelerine garip çağrışımlarda bulunur. Belki de yüz senelik hadiseleri sinesine toplamış tarihî bir mânâyı... Cihan savaşlarının, ihtilâllerin, açlık ve yoklukların; tehcir, zulûm ve kıtallerin “helâket ve felâket zamanına” çevirdiği geçmiş ve gelecek asra Kur’ân’dan çare sunan Bediüzzaman’ı... Daha doğrusu çerçevesine alacağımız bütün cümlelerin ifade edemeyeceği bir hayatı yaşamış “Garibüzzamanın” Kemalist ihtilâlcilerce Van’dan Isparta’ya, oradan Barla, Eskişehir, Kastamonu, Denizli, Emirdağ ve Afyon zindan ve sürgünlerini tedaî ettiren 28 sene sözcüğünü, yine yukarıdaki mânâlara mutabık olarak arkamızda bırakmanın belki de sevinciyle şu yazıyı yazıyoruz. Üstadımızın İstanbul Gençlik Rehberi Mahkemesine teşrif ettikleri baharı andıran bir manevî baharda, yirmi sekiz senedir hasret kaldığımız “Van Mevlidini” Elhamdülillah yeniden yaşadık. Kemalizm ilkelerini şu mukaddes vatanda “sağlamlaştırmak ve ebedîleştirmek” maksadıyla işlenen 12 Eylül cinayeti, Üstadımın “memleketim-vatanım” dediği Van’a giden hasret yollarını yirmi sekiz sene mütemadiyen kapalı tuttu. 12 Eylül’ün akabinde Vanlılara “Said Nursî” sözünü yasaklamışlardı. O’nun hatırasını yâd etmeyi ağzına alanları zindanlara atmışlardı...

Mevlitten iki gün önce Van’a geldiğimden, teşrif edenlerin halet-i ruhiyelerini takibe ve dünyalarını az çok tahlile imkân bulduğumuzu zannediyoruz. Üzerlerinde yolculuğun rahatsız edici eseri olmayan sıla yolcularının, hakikaten Van’da kendilerini memleketlerinde hissettiklerine şahit olduk. Şarklıların ve bilhassa Vanlıların beşuş, samimî ve mütebessim halleri yolculuğun yorgunluğunu anında izale ediyordu. Geniş mekânlara kurulan maddî-manevî sofraların zenginliği, Van’ın ayrıcalığını ortaya koyduğuna yeniden şahit olduk.

Yetmiş yaşını aşmış delikanlıların şükür dolu duâları, hasretle 12 Eylül öncesi mevlitlerini yâdları ve önceki mevlitlere birlikte geldikleri bazı arkadaşlarının, şimdilik başka diyarda olmaları; gözlerde hüzün ve sürûr damlalarına dönüşüyordu.

Seyda’nın yirmi sekiz senelik çilesini hatıra getiren bu sürenin ardındaki baharın bir başka müjde ile örtüşmesi, ümitlere “zafer” tadını kattı, bu senenin Van toplantısı.... Tam yüz sene önce Seyda İstanbul’da büyük badireler atlayarak geldiği vatanında; bekleyiş içindeki hemşehrilerine “müjdeler” getirmişti. Yüzlerce müjdelerin oluşturduğu “cennetî” demetinin içindeki hür müjde ile örtüşüyordu, bu mevlid. Medine-i Fazılanın mahsulü hakikî medeniyetin Şark’a ne zaman teşrif edeceğini soran Vanlılara, Bitlis, Muş, Hakkâri ve Mardinlilere “yüz sene sonra!” müjdesini vermişti. Şayet cehalet, zaruret ve ihtilâf belâları; ilim, marifet ve san'atla defedilirlerse, tam yüz sene sonra... Vanlıların başta Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Enbiya, Ashab-ı Kiram, şüheda ve hassaten Seyda’yı tahattur niyetiyle tertipledikleri mevlid-i şerif işte tam yüz sene sonraki tarihe tevafuk etmişti.

12 Eylül ve 28 Şubat ihtilâlleri yüzümüzü Şark’tan Garb’a çevirmişlerdi. Dindarlarımız bile soluğu Avrupa merkezlerinde alıyorlardı. Batının sefih merkezlerinde işleri güçleri olmadıkları halde, boş gözlerle dolaşıyorlardı. Venedik’te sandala biniyorlar, Paris’te Eyfel’e çıkıyorlardı. Amerika’ya veya Londra’ya uçmak bir ayrıcalık sayılıyordu. Yalancı şöhrete kavuşturulmuş noktalarda resimler çektirerek kendileri gibi komplekslere bürünmüş hayranlarına gösteriyorlardı. Yani bakışlarımız Van’da Mesih öncesi medeniyetlerin merkezlerinden ve ümmete manevî hayatı dağıtan kutupların diyarlarından; tarihin maddeten ve manen balâya uçtuğu diyarlardan çoktan kopmuştu. Türk milletine ve daha doğrusu İslâmî Türk kültürüne olan düşmanlıkla, Şark’taki tarihî eserler de zamanın rüzgârına terk edilmiş... Hazine aradıklarını zannedenler, mezar soyguncuları Doğu’daki tarihi tahrip etmiştir. Yüz defa Alpler’den daha garip ve celâlli olan Ararat ve Sübhan’a giden yollar kapatılmış, Roma ve Grek harabelerinden daha muhteşem ve mânâlı tarihî eserler adeta yok farz edilmiştir.

Şükür Allah’a ki hasret bitti. Artık 13. Ricayı iki minare yüksekliğindeki yekpare taştan Van Kalesi’nin tepesinde oturarak okuyacağız. Van Denizi’ne nazır mağaranın üzerindeki taşlarda oturup Yunus İbni Metta’nın duâsını Seyda’nın okuduğu kadar okumaya çalışacağız. Zırvandanis ve Çoravanis’in yolları şenlenecek. Biten yalnızca bizim hasretimiz olmayacak... Erek de sevdiklerine kavuşacak... Erek’ten Cebel-i Nur’a selâm ve salât akacak. Van bayramında hasretler de karşılıklıydı. Ege’den, Marmara, Akdeniz ve Orta Anadolu’dan Van’a hasret yüküyle gelenleri, Vanlılar, hasretle kucakladılar. Bu ulvî bayramla yalnız simalar gülmüyordu, ruhların tebessümünü gözlerde görmek o kadar kolaydı ki...

01.08.2009

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Hemen eve dönmeliyiz


A+ | A-

Her değerlendirme ve bütün zamanlarda bakışlar, projektörler ve kameralar, kayıklar ve tesbitler daima kendi dışımızdakilerdir. Hep başkalarının yaptıkları, yapacakları, kusurları, hataları ve eksik yönleridir…

Hâlbuki bu şekilde ki davranışlarımızın, hareket ve fikirlerimizin bir nokta kadar da olsa kesinlikle bize, kendimize bir fayda sağlaması söz konusu bile değildir… Ancak ve ancak bu tarz filler insanı küçültür de küçültür…

Eğer zaman ve kıymet açısından meselemize bakabilirsek kendimizi nefis ve şeytanlarımızı kontrol etmek, tenkit etmek ve yaptıklarımızı tesbit etmek bütün noksanlıklardan bizi koruduğu gibi artıları, faydaları, iyilikleri ve güzellikleri de bize kazandıracaktır… Afakta, dış çevrede, başka âlemlerde gezmeye hiç gerek yok, günaha ve mesuliyet altına da girmeye lüzum yok… Enfüsi dairedeki güzellikleri, iyilikleri, hayırları keşfetmek aynı dairede ki kötülükleri ortadan kaldırmakla mümkün…

Rahata alıştırdığımız kafalarımızı çalışmaya gayrete ve hikmete sevk etmeliyiz, sevk etmeliyiz ki dâhilde, iç bünyemize menfi ve yaramaz hiçbir şeye yer olmasın, kalmasın… Bizim kafa yoracağımız, vücut buldurup canlandıracağımız ve uğruna gerekirse fedakârlıklarda bulunacağımız en önemli iş, en değerli faaliyet kendi nefis ve şeytanımızı tehsirat ve yönlendirme noktasında kendi dairelerinde terbiye etmek ve susturmaktır. Yoksa bizim eğer akıl, kalp, ruh ve sır lâtifelerinin imanî noktalarda tatmin edilememelerinden dolayı ortaya çıkan zafiyetimizin eline kozları vermemiz daima gözlerimizi, nazarlarımızı dışarıya, dış dairelere ve başkalarının yaptıkları işlere çevirecektir.

Alışılmış bir lâf, ama yenilenen dünyada gelişmek, terakki etmek, yenilenmek ve değişmek başkaları açısından ve menfi olarak yapılmalı, yerine getirilmeye çalışılmamaktır. Bizler kendimize bakmalıyız ve bu bakışın fiiliyatı da müsbet olmalıdır.

Eğer Allah’ı, peygamberi, melekleri, âhiret inancını, kader ve kazadaki bilgilerimizi, hesap vereceğimizi bilemiyorsak, eksik biliyorsak, tatmin olacak şekilde bilgi sahibi değilsek, bunların herhangi biriyle alâkalı olarak kendimize nefis ve şeytanımızı susturacak bir tesir ve marifetullaha sahip değilsek ve son olarak; elde ettiğimiz imanı, İslâmî bilgilerle marifetullahı, muhabbetullaha ve huzur-u daimiye çeviremiyor, değiştiremiyorsak bize çok yazık!... Hemen eve dönmeliyiz. Hemen vakit geçirmeden nefis, şeytan ve tembel ruhumuzu başka yerlerde gezdirmeden alıkoyarak, geriye çağırmalıyız…

Evet, büyük dairelerde, ayakta, çevrede, âlemde, dışarılarda küçük küçük işler var ve bize menfaati yok denecek kadar az… Küçük dairelerde bize menfaatli çok büyük işler var ve bizi bekliyor…

Selâmetle.

01.08.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Eşiniz yardımcı ve dayanışmacı ruha sahip olsun


A+ | A-

İnsan medenî ve sosyal bir varlıktır. Bir o kadar da zayıf ve âcizdir. İhtiyaçları ve düşmanları da o ölçüde çoktur. Bunları tek başına tedârik edebilecek, korunabilecek güçte değildir. Bu bakımdan hemcinsleriyle dayanışma içine girmek zorundadır.

Birlik ve beraberliğin, dayanışmanın birçok faydaları vardır. Kur’ân kâinatın yazılımı; kâinat Kur’ân’ın açılımıdır. Kur’ân’da her bir cümle bir âyettir. Âyet delil/belge, yol gösteren demektir. Molekül, hücre, uzuv, hayvan, taş, hava, su, yıldız-bütün varlıklar hakikate ulaştıran tekvinî/kevnî âyetlerdir. Her varlık hem yapısı, hem de hal diliyle Yaratıcısını zikrederek anlatır. Aynı zamanda bu âyetler bize delil olur, yol gösterir. Meselâ, sineğin verdiği dersi Bediüzzaman şu çarpıcı diyalogla aktarır:

“Mehâsiniyle mağrur olan nefsime dedim ki: ’Sen birşeye mâlik değilsin, nedir bu gururun?’ Dedi ki: ‘Madem mâlik değilim, ben de hizmetini görmem.’ Dedim ki: ‘Yâhu, bu sineğe bak. Gayet küçücük zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler süpürür. Her işini görür. Sen de lâakal onun kadar vücuduna hizmet etmelisin’ diye ikna ettim. Takdis ederiz o Zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onunla nefsimi ikna ve ilzam ederim.”1

Kediler, “Ya Rahim, ya Rahim!” diyerek zikir; karıncalar cumhuriyetperverlik, çalışkanlık; arılar iktisat, kanaat; yaban kazları ittihat (birlik/beraberlik), cemaat şuuru dersini verir.

İşte 1 sinek, 3 kaz, 4 elif, aynı zamanda cemaatî ittihatın sırrını, dayanışmayı ders verir. Yaban kazlarının göç sırasındaki düzenli uçuşları sırasında verdikleri muhteşem ittihat, birlik dersi şöyle:

*“V” şeklinde uçulduğunda, her kaz, kanat çırptığında arkasındaki kazı kaldıran bir hava akımı oluşturur. Böylece kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş menzillerini yüzde 70 oranında uzatır. Kazlar tek başına gidebilecekleri yolu grup halinde neredeyse ikiye katlar.

*Bir kaz,”V” grubundan çıktığı anda uçmakta güçlük çeker. Çünkü diğer kazların oluşturduğu hava akımının dışında kalır. Ve ekseriyetle gruba geri dönüp yoluna bu şekilde devam eder.

*“V” grubunun başında uçan kaz, hava akımından yararlanamaz; diğerlerine oranla daha çabuk yorulur. Bu durumda en arkaya geçer ve bu defa hemen arkasındaki kaz öncü olur. Sürekli tekrarlanan bu dönüşümle her kaz, grubun her kademesinde vazife alır.

*Uçuş hızı yavaşladığında gerideki kazlar, daha hızlı gitmeleri için öndekileri bağırarak uyarır.

*Gruptaki bir kaz hastalanırsa ya da bir avcı tarafından vurulursa; düşen kaza yardım etmek üzere gruptan iki kaz ayrılır ve korumak üzere yanına giderler. Tekrar uçabilene veya ölümüne dek başında beklerler. Daha sonra kendilerine başka bir kaz grubu bulurlar. Hiçbir kaz grubu, kendilerine iltihak edenleri reddetmez.

“Uçan kazlar birlik olmuş, yardımlaşma ve dayanışmaya girmiş, kazlar kadar olamadık!” diye hayıflanmaktansa, “Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılın!” âyetine kulak vermeli ve ittifakın şu müthiş gücünün sırrını yakalamalı.

Kubbeli yapılarda camit/katı taşlar omuz omuza vererek düşmekten kurtuluyor, kazlar harika dayanışma ile yol alıyor. Taşlar, kazlar kadar da mı olamayacağız?

Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nuriye, s. 69.

01.08.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Halil USLU

Çin’in akibeti


A+ | A-

1 miyar 300 milyonluk dev bir ülke istibdatla ayakta kalması ve hüküm sürmesi günümüz itibarıyla ve dünyadaki hızlı gelişmeler ve inkişaflar karşısında mümkün değildir. Büyük dünya ailesinde okuyan 2 milyar gencin ufkunda gönlünde ve kafasında Hz. Bediüzzamanın ifadesiyle “Meyl-i taharri-i hakikat" vardır. Dış dünya münasebetleri, uluslar arası her nev'î kültürel ve sportif işbirliği, olimpiyatlar ve en başında ilimlerin Allah’a götürmesi, Çin ülkesinin yeni neslini güzel ve aktif bir mecraya ve bir aydınlık nuruna götürmektedir.

Nitekim New York Üniversitesi tarih profesörü Niall Ferguson’un New York Times gazetesinde Avrupa için yaptığı birçok tahliller ve kıyaslar içindeki diyor ki; “Avrupa’da Fransa ve Almanya’nın ardından 2050 yılına kadar Yunanlılar, İtalyanlar ve İspanyollar arasında da yaş ortalaması 50’yi geçecek. Yani bu tarihte Avrupa’daki her 3 kişiden biri 65 yaşında veya daha yaşlı olacak ve iktisadî ve küresel krizler, siyasî çalkantılar, demokrasi gelişmelerinde hız alınması ve Müslümanların ise çoğalması sistem içinde yeşermesi gösteriyor ki 2050 yılında Avrupa Müslüman olacaktır.” 1

Çin ülkesine bu cihetlerle bakıldığında Çin’in de Rusya gibi çeşitli muhtariyetlere ve AB gibi çok partili ve hür rejim sistemine gidileceği görülmektedir. Çin’deki 100 milyonu aşan Müslümanlar ve hür düşünen bilhassa yeni nesil bu kapıyı kanlı da olsa açmışlardır, artık bu hürriyet ve istiklâl kapısının kapanması mümkün değildir. Eski nesil yaşlanmış mazideki istibdatın kuyusunda kaybolup gitmektedirler. Artık Çin’deki sistemler yeni nesle bir elbise teşkil etmiyor ve inancın mızrakları zorbalığın karanlık perdesini parçalamaktadır.

Çin’de kopan bu istiklâl fırtınası ufak bir fırtına değildir. Dünya milletleri başta ABD ve Rusya ve AB üye devletleri kayıtsız kalamazlar. Çin’in her cihetle ele alınması ve yoğrulması ve yeni neslin yetiştirilmesi büyük dünya ailesinin her cihetle vazifesidir. Kur’ân-ı Hakim’de “Ye'cüc ve Me’cüc” adı verilen ve mazide komünizmin kaynağı ve anarşizmin bataklığı kabul edilen Çin’in büyük nüfusu, kontrolsüz bir çılgınlıkla Asya’yı ve hatta dünyayı kan gölüne çevirebilirler. Çin aynı zamanda büyük nükleer silâhların bulunduğu ilk 10 ülkeden biridir.

Gelişmeleri mazi ve istikbale bakarak ve tahlil ve kıyas yaparak mecra-i hakikîyi bulmak ve ona göre değerlendirme yapmak lâzımdır. Bütün bunlara rağmen müjdeci Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri 19. yüz yılın başında Asya Kıt'asına her cihetle dönerek demiştir ki; “Asıl insaniyet-i kübra olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cihanı üzerinde, bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.” 2

Elbette bu müjdelerin tahakkuku fiilen çalışmayı gayret ve şevki iktiza ediyor..

Bir tarihi hakikatle ve hizmet düşüncesinde ve lâfzında olan kişilere bir ders-i ibret olarak bir tarihi gerçeği ibraz etmek istiyorum. Asr-ı Saadette büyük zulümler karşısında hicret edip giden sahabilere Habeş Kralı kahraman Necaşi 615 yılında onlara siyasî sığınma hakkı vermişti. İşte bu kafileden bazıları Arabistan’a geri dönmedi. Çin kayıtlarına göre, üç Sahabe, 616 yılında Habeşistan’dan Kral Necaşi’nin de desteğiyle Çin devlet başkanı imparator Yung Wei’ne gönderildi. Çin’de İslâmın ilk temel noktaları buradan başlamıştır ve meşhur “Hatıra Camii” o tarihlerde yapılmıştır.

Şimdi biz bunların neresindeyiz? Neresinde olmalıydık? Aldığım haberler ve o diyarlardan gelen gönül dostları Ashab-ı Kiram modeli “Her şey Allah için yani kunu lillah” parolası ve rehberliğinde bu devasa ülkenin mukadderatı ve akibeti için var güçleriyle çalışanlar var. Bugün oralar hizmet ve hizmet fedailerini bekliyor. Ümit ediyorum “İmparator Yung Wei’in ve kahraman kral Necaşi’nin duâları tecelli edecektir.

DİPNOTLAR:

1- New York Times 4 Nisan 2004.

2- B. S. N. Muhakemat, 8. Mukaddeme.

01.08.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Evlilik üzerine


A+ | A-

Peygamber Efendimiz (a.s.m) “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle iftihar edeceğim” buyurmuştur.

Bediüzzaman, “İşârât” adlı eserinde “Evlenmeli, Bekârlık, bikârların kârıdır” diyerek evliliği teşvik etmekte, “Bâkire, iki sülüs kadın, bir sülüs (üçte bir) erkektir. Bekâr iki sülüs erkek, bir sülüs çocuktur. İzdivaç, tasfiye ve tezhip eder” demektedir. Demek ki evlenmemiş bir kadın tam bir kadın, evlenmemiş bir erkek de tam bir erkek olamamaktadır. Ancak evlilik sayesinde insanlar gerçek kişiliğine kavuşup, olgun bir insan olabilir.

Evet, evlilik mühim bir sünnet olup “hayırlı işlerde acele edin” kaidesince herkesin en önemli vazifelerinden biridir. Her ne kadar “modernite” adı verilen çağın hastalığı bunun aksini söylüyor ise de Peygamberimizi (a.s.m) dinlemeli ve bu hayırlı işte acele etmeliyiz.

Evlilik insanın hayatında vereceği kararların en önemlilerinden biridir. Zira verilen bu karar sadece 40–50 yıllık bir süre için değil sonsuz bir hayat için geçerlidir. Öldükten sonra evlilik hukuku aynen sürmektedir.

İnsanlar, evlenecekleri zaman; karşı tarafın güzelliğine, zenginliğine ve asaletine bakarlar fakat “siz dindar olanı tercih edin” diye buyuran Peygamberimiz (a.s.m), evliliği düşünenlere işte böyle yol göstermektedir. Gelip geçici olan şeylere değil sonsuz hayatta en büyük ışığımız olan “iman” konusuna dikkatimizi çekmekte bizleri akılcı olmaya dâvet etmektedir.

Evliliğin bu kadar önemli olduğunu ifade ettikten sonra Bediüzzaman’ın niçin evlenmediği akla gelebilir. Bunun cevabı çok basittir. Defalarca suikasta uğrayan, zehirlenen, neredeyse hayatının tamamı cephede, esir kampında, hapis ve sürgünde geçen birisinin bu mühim sünneti yerine getirememesinin hikmeti anlaşılmaktadır. Keza mühim talebelerinden Zübeyir Abi gibilerin de evlenmemesi aynı gerekçe ile izah edilebilir. Fakat günümüzdeki hizmet erenlerinin bu yolu izlemesine gerek yoktur, ihtiyaç da yoktur. Niçin mi?

Öncelikle hapis musîbeti büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Neredeyse 50 yıl boyunca sırf “Kur’ân tefsiri” okudu diye, hapislere atılıp işkence gören insanların “ben çektim bari ailem çekmesin” diyerek bekâr kalması anlaşılabilir bir mazerettir. Lâkin artık Risâle-i Nur eserlerini okuyanlar hapse atılmıyor. Neredeyse 25 yıldır Nur hizmeti içinde olup da hapse giren yok gibidir. (Bazı gazeteci kardeşlerimiz hâlâ istisna olsa da...)

O halde bu önemli mazeret ortadan kalkmıştır. Evlilik yaşına gelen her genç kardeşimizin bu hayırlı işi bir an önce düşünmesi ve hayata geçirmesi gereklidir.

“Efendim, benim param pulum yok” bahanesine gelince. Ben eskiden üç subay maaşı ile ancak bir buzdolabı alabiliyordum. Şimdi genel olarak alım gücü büyük ölçüde yükseldi. Mütevazi şartlarda ev kurmak için öyle çok fazla para da lâzım değil. Ama ‘modaya uygun olsun’ deyip lüks peşinde koşanlar elbette hiçbir zaman tatmin olmayacakları gibi mutlu da olamazlar. Onları zaten kaale bile almıyorum. Bu arada, imkânı olanların, maddî gerekçelerle ev kurmakta zorlanan gençlere yardımcı olması tavsiye edilir. Bir de, iffetini muhafaza ve neslini helâlinden devam ettirme mülâhazasıyla evliliğe niyetlenen kişilere Allah’ın da ummadıkları kapılar açıp kolaylıklar gösterdiğinin birçok yaşanmış örneği var.

Sözümün sonunda kadınlar ile ilgili olarak bence çok önemli bir mesajım var. Evet, bugüne kadar başta hapis musîbeti olmak üzere birçok sebepten dolayı kadınlar Risâle-i Nur hizmeti ile gerektiği kadar meşgul olamıyorlardı. Nurculuk bir nev'î “erkek hizmeti” olarak telâkki ediliyordu. Hâlbuki bu mesleğin dört esasından biri olan “şefkat” en çok kadınlarda bulunmaktadır. Adeta kadınlar fıtraten birer “Nur Talebesidir”. Yaratılışları itibarı ile bu hizmeti en kolay onlar deruhte edebilirler. Bir zamanlar birçok erkeğin bile cesaret edemediği “iman kurtarma hizmeti” kadınlarımızın himmet ve gayretini beklemektedir.

Çalışma ve iş hayatında verilen bereketsiz üç kuruşa bedel, evlerimizde Nur dersleri ile milyarlarca liradan daha değerli şeyleri kazanmak pekâlâ mümkündür.

Peygamber Efendimiz, (a.s.m) bir kişinin imanının kurtulmasına vesile olmanın, sahralar dolusu kırmızı koyunu sadaka vermekten daha hayırlı olduğunu ifade etmektedir. Eğer bu konuda Risâle-i Nur’dan daha güzel bir yöntem var ise lütfen bana da bildirin, derhal bu kârlı işe koşayım. Yok, eğer bulamadı iseniz o halde bir an önce Nur dairesine girmek lâzım. Aksi takdirde bizden sonra gelecek nesillere karşı çok mahcup olacağız, vesselâm…

01.08.2009

E-Posta: [email protected]



Selim GÜNDÜZALP

Geçip de aynaya soran var mı?


A+ | A-

SELİM GÜNDÜZALP

Geçip de aynanın karşısına yüzüme bakacak gözüm yok. Verdiğin emanet ne güzeldi Allah’ım. Ama ben lâyıkınca onu taşıyamadım. Yüzüme bakacak gözüm yok. Elimde kirlendi emanetin. Elmas iken, adî cama döndü. Kıymetini bilemedim. Kırk-elli yılda eskidi derim, pörsüdü cildim. Yok şimdi eski hâlimden bir eser. Yok yakınımda kimsecikler. Yok bir yakınım, yok bir bakanım. Bir Sen varsın, bir Sen, hâlden anlayanım. Bir an olsun beni yalnız bırakmayanım. Sadece Sen... Gerçek Sahibim, Mâlikim, Efendim, Rabbim, İlahım, Allah’ım, sadece Sen…

Kimler geldi, kimler geçti şu köhne dünyadan. Her biri bu aynaya baktı da geçti. Kimi elinde dolu bir tasla, kimi başucunda bir taşla geçti bu dünyadan. Kimi de malını değil, adını bile götüremedi. Her şey burada kaldı, çünkü mülk senindi. Âkil olana yakışan, suretlere takılmamaktı. Bilen öyle yaptı, bilmeyen bu yolda şaştı. Bazen taşkınlık yaptı, haddi aştı. Bu beden, kendinin sandı ve insan aldandı…

Nerde bir zamanlar o ışıldayan genç ve güzel yüzler? Şimdi eser yok hiçbirinden. Gençti, güzeldi, gül gibiydi hepsi. Ömürleri, güller kadar kısa sürdü. Şimdi ben de öyleyim. Dalından düştü düşecek ömür ağacımın son yaprağı. Başımı kaldırıp bakmaya cesaretim yok. Sahip olduğumu zannettiğim ve kıymetini bilemediğim bu elbisenin içindeyim. Dar geliyor bedenime artık. Ruhum, eskimiş yuvasından çıkmaya hazırlanıyor. Belki de can atıyor. Emanetin mühleti bitmek üzere. Son yaprak dalından düşmek üzere.

Bu en harika ve en güzel eserinin, bunca yıldır kıymetini bilemedim, affeyle ya Rab. Hastalanmadan elimin, gözümün, ayağımın, kalbimin kıymetini bilemedim. Geçti gitti yıllar, bitti ömürler. Hâlâ bu bedenin emanet olduğunu anlayamadım gitti. Senin emanetindir, bilemedim gitti. Yedirdin, içirdin, gezdirdin mülkünde. Bin bir nimetlerinle şereflendirdin ama ben, hiçbirinin kıymetini bilemedim.

Şimdi ne sevenim, ne bakanım, ne girenim, ne çıkanım, ne bir hatır soranım var. Vücut evime, bedenimin semtine bir uğrayanım yok. Senden başka hâlimi görenim ve bir bilenim yok.

Her gün, son bir geceye; her gece, son bir güne gebedir, bilemedim. İzin ver, gençlik çağımda yapamadığımı, ömrümün son deminde yapmaya çalışayım. Derman ver, iman ver, fırsat ver Allah’ım. Hep de veriyorsun ya…

Kırık dökük bir hâldeyim. Tutulacak bir yerim yok. Onarmaya kalksam, her yanım harap. Oysa bir zamanlar öyle miydi? Bu beden de; gençti, dinçti. Kuşlar gibi gidip gelirdi en uzak mesafelere. Yorulmak bilmezdi. Bir nefeste çıkardı merdivenleri. Şimdi ilk basamağında bile dinlenmeden edemiyor. Yollarda yokuşları hesaplıyor. Köşede bir ayna var, odama çıkarken hep ona bakıyorum. Benim mi bu yüz Allah’ım, hayretten donakalıyorum. Kalbim heyecanlanıyor, çarpıntılarını duyuyorum. “Her kalbin çarpıntısı, kendi ecelinin ayak sesidir.” Şimdi anlıyorum. Kendimle oturup konuşuyorum, özümle baş başayım.

Bir psikolog: “Kendi kalbine bakmayanın hayatı bulanıktır.” diyor ve ekliyor: “Kendi yüreğine bakabilme cesaretini gösterenler, gönlünün muradını keşfedenlerdir. Dışarıya bakan rüya görür, hayal dünyasında kaybolur; içeriye bakan uyanır, kendini keşfeder.” Ben de öyle yapıyorum, içime bakıyorum, aynalarda kendimi keşfe çalışıyorum. Hayatımı inceliyorum sayfa sayfa. Çünkü “İncelenmemiş bir hayat yaşamaya değmez.” diyor bilge bir zat. Ben de öyle yapıyorum. Aynaya bakıyorum, sorular soruyorum.

Ya Rab aynaya bakacak yüzüm yok, cesaretim yok, çünkü aynalar konuşuyor. Her şeyi söylüyor bir bir: “Boşa gecen günlere yanmanın faydası yok, şimdi tövbe ve istiğfar etmenin vaktidir.” diyor.

Aynadaki suretime bakmaya cesaretim yok. Bu mukaddes emaneti taşıyamadık, harap ettik, kaybettik, yitirdik ya Rab, affet. Bu emaneti senden başka kim onarır? Kırık dökük bu emaneti senden başka kim kabul edebilir ki? Kırılan, dağılan, parçalanan hayatımızın yegâne kefili ve vekili sensin. Çünkü Sen, ‘Hasbunallahu ve ni’me’l-vekîl’sin.

Aynalara bakmaya korkuyorum çünkü aynalarda görüneni sevemiyorum. Ama aynalar konuşuyor: “Sen kendini bile sevmezken, seni bir sevenin var, unutma.” diyor, “Suretlere bakıp takılma.” diyor. “Evet evet, sen kendini sevmesen de, sen kendine kıysan ve kendini harcasan da seni bir seven, sana kıyamayan, harcanmana razı olmayan biri var. O seni öyle seviyor işte. Sen kendine tahammül edemesen de, sana tahammül eden en güzel bir sabır sahibi olan Rabbin var.”

Allah’ım, sensiz hiçbir şey çözülmüyor. Sensiz hiçbir şey olmuyor ve anlaşılmıyor. Hayatın tadı, Seninle ve Sana imanla. Ağır baskılar altındayım, bir kördüğüm olmuş hayatım. Senin emanetin olan bu hayat, yine Senin yardımınla, merhametinle çözülebilir ve tekrar bir düzene girebilir… Ancak Senin yardımınla, Senin iltimasınla…

İşte buna canlı misâl. Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanmış bir olay…

Her nasılsa ve ne olmuşsa, bir genç kendini okulun camından atmak istiyor. Tam o anda, oradan geçmekte olan bir arkadaşı durumu fark ediyor ve çekiyor genci eteğinden.

“Sen ne yapıyorsun?!” diyor.

“Bırak beni, bırak, kimse sevmiyor beni, bırak!” diyor, feryada başlıyor. Arkadaşı:

“Seni seven biri var!” diyor. Kızcağız şaşkınlıkla:

“Kim o, kim o?” diyor. Arkadaşı: sana böyle bir sonu lâyık görmeyen, seni seven biri var. Beni sana gönderen, işte O. Seni seviyor, senin Rabbindir O. Sızlanma, O’nun sevgisi sana yeter.” diyor, “Bırak, O’ndan başka hiç kimse seni sevmesin isterse. O’nun sevgisi sana değil, kâinata bile yeter.”

Kızcağız:

“Madem Allah beni seviyordu, niye yalnız bıraktı?” diyor. Bir yandan da hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Arkadaşı:

“Bak bırakmadı işte, beni sana gönderdi.” diyor. “Koskoca koridorda sen ve ben varız, bir de Allah. Yalnız değiliz. Ben burada olmayabilirdim. Bu koridordan geçmeyebilirdim. Allah sevk etti, senin karşına beni O çıkardı. Beni sana O gönderdi, anlasana! Hadi ama toparlan, ağlama!” diyor. Kızcağız gene söyleniyor:

“Beni kimse sevmiyor, hiç kimse sevmiyor.” Arkadaşı:

“Sen kendini seviyor musun?” diyor.

İlk defa başını kaldırıp yüzüne bakıyor kızcağız: “Hayır, ben de kendimi sevmiyorum.”

“Üzülme.” diyor arkadaşı. “Sen, ben ve biz kendimizi sevmesek de, bizi bir seven var, bizim bir sevenimiz var. Sevmekle kalmayan, her an yaşatan, mideni değil sadece, kalbini ve ruhunu sevgisiyle besleyen biri var. Korkma, üzülme, ağlama, o sevgi ve o Sevgili sana değil, kâinata bile yeter.” diyor…

Güneşi bulan mumu ne yapsın? Ey güneşler güneşi! Ey nurlar nuru! Bir küçük tecellin bile neler yapmaya kâdirdir Senin. Kendini bile sevmeyen insanın, şükür ki onu seven bir Rabbi var.

Ümidini yitirme ey insanoğlu, işte böyle sevgili bir Rabbin var!

Aynalar gerçeği söylüyor, aynalarla yüzleşmeye var mısınız? Aynalar konuşuyor, aynaları dinlemeye, aynalara bakmaya cesaretiniz var mı? Geçip de aynaya soran var mı?…

Bir dikenin duâsını güle çeviren Rabbim, bizim en kötü anımızı, en fecî hâlimizi bile dilerse en güzel bir şekle çeviremez mi? Hem de bir anda.

Şimdi aynalara bakma vaktidir. Aynalarda kendimizi keşfetme vaktidir. Kendi yüzüne ve yüreğine bakabilme cesaretini gösterenlerin, gönül muradına erme vaktidir.

Ne güzel diyor Necip Fazıl Kısakürek:

“Yön yön sarılmışım ne yana baksam;

Sarılan olur da, saran olmaz mı?

Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam;

Geçip de aynaya soran olmaz mı?”…

Kudretin aynaları çok. İnsan küçük, dünya büyük bir ayna. Her birindeki tecelli bir başka.

“Hem, birbiri arkasından daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envarını gör ve onlarda tezahür eden esmânın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve zevâle ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.” (Sözler, sayfa 204.)

Evet aynalar konuşuyor, neler söylüyor neler… “Sen kendini bile sevmezken, seni seven bir Rabbin var.” diyor. “Öyleyse aynalardaki suretinin, eskiyen bedeninin şekline üzülme, geç kalmış sayılmazsın bu ticarette. Alış verişini yapmak için yine bir fırsat, yine bir çare var. Emaneti sahibine sat.” diyor…

“Halik-ü Kerim, kendi mülkünü senden satın alıyor, cennet gibi büyük bir fiyat verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor. Kıymetini yükselttiriyor. Yine sana hem bâki hem mükemmel bir surette verecektir.” … (Sözler, sayfa 213)

Ve aynalar son olarak şunu da söylemeden geçmiyor:

“Şimdi, hayatımın saadet içindeki kemâli ise senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelînin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak O’na şevk göstermektir, O’nun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde, aks-i nurunu yerleştirmektir.” (Sözler, 11. Söz, sayfa 135)

Evet, aynalar konuşuyor. Geçip de aynaya bir soranımız var mı?

Ben kendimi bile sevmezken, beni seven bir Rabbim var. Şükür ki var. Ey nefsim! Bu şeref sana yetmez mi?!...

01.08.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.