07 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hasan YÜKSELTEN

Şehir vicdanı öldürüyor mu?


A+ | A-

‘Şehir, hürriyetin sona erdiği yerdir’ der bir yazar. Acaba artık vicdanın da sona erdiği yer mi olmuştur? Oysa medeniyetin kaynağının şehir olduğu söylenir. Arapçada medine (şehir) kelimesi ile medeni kelimesinin aynı kökten gelmesi, İngilizcede city (şehir) kelimesi ile civilization (medeniyet) kelimelerinin yakınlığı, şehir ile medeniyetin arasındaki bağı ortaya koymaktadır sanırım. Nitekim eskinin şehirleri, vicdanı muhafaza eden, medeni şehirlerdi. Eski şehirler, mahviyetkârlığa, tevazuya, mahremiyete dayanan bir toplumsal düzenle vicdanı muhafaza ederken, şimdiki şehirler, kendini ispatlamaya, gurura, yarışmaya, rekabete dayanan bir toplumsal düzenle, vicdanı öldürüyorlar.

Bir zamanlar İstanbul’un iki yakası arasında hergün gidip gelmek suretiyle E-5 yolculukları yapmaktaydım. ‘Elveda E-5’ deyip trafik çilesinden kurtulmamın üzerinden çok zaman geçti. Çok şükür İstanbul’da trafik çilesini az çeken bahtiyarlardanım. Uzun bir aradan sonra geçen haftasonu belediye otobüsü, metrobüs, banliyö treni gibi toplu taşıma vasıtalarını kullanmam gerekince, trafik çilesinden de öte şehirdeki vicdan eksikliğinin hangi boyutta olduğunu görme imkânım oldu.

Trafikte de hissediyor insan vicdan eksikliğini, ama toplu taşıma daha bir başka. Metrobüse, otobüse binerken, insanların birbirlerini ezercesine koşuşturduğu, çoluk-çocuk, kadın, yaşlı demeden, güçlünün zayıfı ezerek oturacak bir koltuk bulma telâşıyla vicdanını bir tarafa bırakabildiği bir hayat... Sosyal Darwinizm şehirlerimizi kuşatmış anlaşılan. Uzun bir süredir çocuklara, ahlâk yerine sürekli yarışmanın ve kazanmanın öğretildiği bir toplumda bu sonucu elde etmek de normal olsa gerek.

Hal saridir/bulaşıcıdır. Vicdanı sağlam bir insan bile, bir müddet sonra şehirlerdeki vicdan yoksunluğunu kanıksamak ve hatta buna katılmak durumunda kalabilir. Batıda bunu engellemek için okullarda vicdan eğitimleri verilmekte. Ancak, vicdan kitaplardan öğrenilecek birşey değildir. İnsan zaten doğuştan vicdanlıdır. Vicdanı bozulmuş olanlar için belki eğitim gerekli, ancak asıl önemli olan vicdanların bozulmasını engellemek olmalıdır.

Vicdan bozulmasının temelini şehirden önce ailede aramak gerekiyor galiba. Zira modern zamanlarda ‘hayat bir mücadeledir’ anlayışı, dinî değerlere tamamen aykırı, çarpık bir hayat anlayışı olarak yaygınlaştı. İnsanlığa mutsuzluktan başka birşey getirmeyen yeni hayat biçimlerini ortaya çıkardı. Bu doğrultuda gece-gündüz çalışan anne-babalar için meskenin bir anlamı kalmadı. Daha çocukken ‘anne babalarının gurbetinde’ yaşayan insanlar, aç kalan duygularını, maddî başarılarla kapatmaya çalıştılar.

Anne-baba’lar modernizmin bitmeyen ihtiyaçlarını karşılama derdindeyken, başkalarının ellerinde başarı yönelimli, ‘kapitalist kahramanlık’ peşinde koşan, şefkatten uzak büyüyen hırs azgını çocukların amacı, topluma hizmet etmeye çalışmak yerine, hep başkalarından hizmet beklemek oldu. Şefkate en çok ihtiyaç duyduğu bir zamanda anne-babasını yanında bulamayan çocuklar, başkalarına da şefkat göstermeyi öğrenemediler maalesef. Bundan ötürüdür ki, özellikle kadınların çalışmasını teşvik eden ve onu yuvasından çıkaran kesimler, şehirdeki vicdan yoksunluğunun da en önemli sorumlularındandır.

Kaybolan vicdanı bulabilmemiz için kaybettiğimiz yerde aramamız gerekiyor. Yani şehirle vicdanı tekrar buluşturmanın yolu, güzel aile ortamından, iyi anne-baba olmaktan geçiyor. Bence iyi bir anne, iyi bir baba olmak bu zamanın en önemli vazifesidir. Zira birçok davranış, insana çocukluğundan miras kalıyor. Ve pekçok güzel haslet gibi, vicdanın da muhafazası evde başlıyor.

07.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Hedefi iktidar olan riyakâr davranır!


A+ | A-

Nur mesleğinde tam ihlâstan sonra en büyük esas; sadakat (bağlılık), sebat ve metanettir.1 Yani, olaylara konjonktürel, çıkar, güçlü olan siyasî iktidara göre değil, Risâle-i Nur prensipleri çerçevesinde yaklaşılır.

Nur hizmetkârlığı, yani, iman hizmeti gizlenmez: İhfa (gizlemek) ve havf (korku); riyâdandır. Farzda riyâ yoktur.2 Bâzı kardeşlerimizin, lüzumsuz, talebeliğini inkâr, husûsan (...) eskide ehemmiyetli kendi hizmet-i Nuriyelerini lüzumsuz setretmeleri (örtmeleri), gerçi çirkin, fakat onların sâbık hizmetleri için affedip gücenmemeliyiz.3

Maddî ve siyasî çıkarlar için bir kısım kişi, grup ve cemaatler kendilerini saklar. Nur Talebeleri asla kendini ve hizmetini gizlemez.

Şeair-i İslâmiyeye (İslâmî esaslar, hükümler, farzlar, sembollerine) uymak ve ilân etmek esastır. Çünkü, Şer’i meselelerde bir kısım meseleler, şahıslara taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, şahsî farzlardan daha önemlidir.4 Ezan yalnızca namaza çağırmak; başörtüsü teferruat değil; şeair-i İslâmiyedirler; aynı zamanda tevhidi sema ehli dahil bütün varlıklara ilân ve İslâmı tebliğdirler.

Şeairi yerine getirmek farz-ı ayndır. Hizmet farz-ı kifayedir. Hizmet için farzlar terk edilmez. Ferâizin terkinde, yüzde doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve ferâizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Şeâirde tehâvün (horlanma, aşağılanma), zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci eder,5 durdurmaz, cesaretlendirir.

Keza, siyasî ikbal, maddî çıkar, makam mevki için İslâmın hükümleri, farzları, sembollerini terk eden kişi ve gruplar vardır. Risâle-i Nur asla bu noktaları tasvip etmez.

Risâle-i Nur mesleği aşk, şevk, merhamet, şefkat, feragat ve fedakârane ve isar hasletiyle hizmeti gerektirir. Hizmet, “Dine meylettirmek ve iltizama (taraftar olup yapışmaya) teşvik etmek ve dinî vazifelerini hatırlatmaktan”6 ibarettir. Yoksa, sonuç almak değil!

Bazıları sorar: Siz cemaat olarak ne yaptınız, gücünüz nedir, kimi etkilediniz? İşte bu prensip de güzel bir cevaptır.

Risâle-i Nur mesleğine sadakat; “Hubb-u cah (makam, mevkî sevgisi), havf (korku) damarı, tama (aşırı açgözlülük, geçim noktasında hırs), asabiyet/milliyetçilik damarı, enaniyet, tenperverlik” gibi desise-i şeytaniyelerden uzak durmayı gerektirir. Tıpkı Peygamberimize (asm) yapılan mal, mülk, mevki makam teklifleri; tıpkı varisi Bediüzzaman’a teklif edilen milletvekilliği, maaş, köşk, genel vaizliği reddetmeleri gibi. Nur meslek ve meşrebi, onlara uymayı, örnek almayı gerektirir.

Halbuki siyasî faaliyet içinde olanlar, çıkar ve baskı grupları bu prensibe de aykırı hareket ediyor. Risâle-i Nur’un mesleğinde hizmet; maddî güç, siyaset, iktidar yoluyla değil, Kur’ân nurları, iman yolu ve ihlasla yapılır. Yani, Kur’ân ve hadîsçe haber verilen, her tarafı kasıp kavuran deccalizm, süfyanizm ve ifsat komitelerinin fitnelerini siyasetle değil, ancak imân ve Kur’ân nurlarıyla durdurulabileceği 7 beyan edilir.

Nur Talebelerinin “yüzlerini dünyaya ve siyasete çevirmek”8 Risâle-i Nur meslek ve meşrebine aykırıdır.

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası, s. 187.; 2- Hutbe-i Şamiye, s. 131.; 3- Şuâlar, s. 429.; 4- Mektubat, s. 385.; 5- Mesnevî-i Nuriye, s. 87.; 6- Barla Lâhikası, s. 87.; 7- Tarihçe-i Hayatı, s. 131.; 8- Emirdağ Lâhikası, (171. mektup, s. 395.)

07.07.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Risâle–i harikayı tavsiye


A+ | A-

Nur Risâlelerini âhir ömrüne kadar okuyup okutmak, her bir Nur Talebesinin öncelikli vazifesidir, hizmetidir, şiârıdır...

Ancak, Külliyata dahil bazı risâleler vardır ki, daha çok ve daha sıklıkla okunması icap ediyor. Bunların başında da İhlâs Risâlesi (21. Lem'a) geliyor.

İhlâs, Nur dâvâsının temeli olduğundan, bu kudsî hakikatin harikulâde bir ifadesi olan İhlâs Risâlesinin de en az (lâakal) on beş günde bir defa okunması gerekiyor.

Bilgisayar lisânıyla ifade edecek olursak, bu risâle, haricî saldırılara karşı hem bir "güvenlik bariyeri" oluşturmakta, hem de çok tesirli bir "anti–virüs" programı vazifesini görmekte.

Bu mânevî program, lâakal 15 günde bir çalıştırılmadığı takdirde, gerek hariçten gelen taarruzlar ve gerekse bünyeye bulaşan muzır virüsler sebebiyle, sistem bir anda çökebilir, ya da çok ağır hasar görebilir.

Bağ–bahçe misâli de öyle... Bir bahçeden güzel ve sağlıklı mahsüller alabilmek için, en az 15 günde bir bakım yapmak gerekir. Bu bakım işi, sulamak şeklinde olduğu gibi, çapalamak, yahut yabanî otları ayıklamak şeklinde de olabilir.

Hülâsa, her halükârda İhlâs Risâlesini iki hafta geçmeden okumak icap eder.

* * *

Külliyata dahil her bir eserin, kendi sahasında bir riyaseti, bir rüçhaniyeti var. Biri diğerine tercih edilmez.

Belki, her bir risâle, mektup, mecmua, müdafaa veya lâhikanın, hasseten hangi derde devâ, hangi sıkıntıya çare, hangi suâle cevap, hangi yaraya merhem teşkil ettiği cihetini ayrıca düşünüp mütalâa etmek lâzım.

Meseleye bu cihetten baktığımızda, Hz. Üstad'ın "sıkıntıların izâlesi için" hususiyetle nazara verdiği ve "duâ makamında" daha bir sıklıkla okuyup okunmasını tavsiye ettiği şu risâlelerin ismine rastlamaktayız: Münâcat ve Katre Risâleleri, 29. Lem'a–i Arabiye ve 7. Şuâ olan Âyetü'l–Kübrâ Risâlesi.

Hz. Bediüzzaman, "Hizb–i Ekber–i Nuriye"ye de dahil olan bu risâlelerden her hangi bir hizbi okuduğunda, bütün sıkıntılarının izale olup yerini ferahlığa terk ettiğini, hatta usanç, yorgunluk ve uykusuzluğa dahi çare olduğunu "Tefekkürnâme; İmâna Dair Bir Mârifetnâme" isimli eserindeki bir mektubunda ifade ediyor.

Hele, Hz. İmam–ı Ali'nin (kv) senâsına mazhar olan Âyetü'l–Kübrâ hakkında ve bu risâledeki 33 basamaklı Hülâsatü'l–Hülâsaya (Birinci Makam olan Arabî kısımlar) dair öyle müjdeli işaret ve beşaretler var ki, onları görüp de bu risâleyi tekrar be–tekrar okumadan duramazsınız.

Celcelûtiye ki, vahye dayalı emsâlsiz bir duâdır. Hz. Peygamberin (asm) Hz. İmam–ı Ali'ye nazmettirip okuttuğu bu duânın bâpları, adeta Risâle–i Nur'un bir mânevî fihristesi gibidir.

İşte Âyetü'l–Kübrâ, ismen dahi bu eserin bâplarına dahil olup hususî senâsına mazhar olmuş bir "risâle–i harika"dır. (Mektubat, İşârât–ı Gaybiye Hakkında Bir Takriz, s. 448; YAN, 1994)

Biz bu harika risâlenin, hususan 33 basamaklı Birinci Makamını daha bir sıklıkla okuması için, "manen sıkıntı çeken" bazı kardeşlere tavsiye ettik.

Okuyanlar, bilkülliye istifade ettiler, şifâ buldular, o ruhî ve mânevî sıkıntıdan ekseriyetle kurtuldular.

Bu mânâya bir işaret kabilinden, mevzuyu Hz. Bediüzzaman'ın şu sözleriyle noktalayalım: "Hem mâdem Celcelûtiye'nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor; ve gaybî umûr–u istikbâliyeden haber veriyor; ve mâdem, Kur'ân îtibârıyla, bu asır dehşetlidir ve Kur'ân hesâbıyla, Risâle–i Nur, bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir; ve mâdem sarâhat derecesinde çok karine ve emârelerle, Risâle–i Nur, Celcelûtiyenin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş; ve mâdem Risâle–i Nur ve eczâları, bu mevkie lâyıktır ve Hazret–i İmâm–ı Ali Radiyallâhü Anhın nazar–ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyâkatleri ve kıymetleri var; ve mâdem Hazret–i İmâm–ı Ali Radıyallahü Anh, ...dalâletlerin bütün mânevî sihirlerini ibtâl edebilen bir mâhiyette bulunan ve bir mânâda Âyetü'l–Kübrâ nâmını alan risâle–i hârikaya bakıyor gibi bir tarz–ı ifâde görünüyor...."

(Age, s. 448)

Tarihin yorumu 7 Temmuz 1972

Irkçılıktan mahkûmiyet

Meşhûr Türkçü–Turancı Nihal Atsız, uzun süren mahkemelerin ardından, "ırkçılık" yapmaktan dolayı 1,5 yıla mahkûm edildi. (7 Temmuz 1972)

Nihal Atsız'ın Türkçülük–Turancılık nâmı altında ırkçılık yaptığına dair dâvâlar çok eskilere dayanır.

Bilhassa 1930'larda gittiği her yerde, vazife yaptığı her makamda Türkçülük yapmaktan geri durmadı.

25 Ocak 1931’de Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü'nün asistanı olduktan sonra, Atsız'ın etki sahası daha da genişledi.

Gariptir: Prof. Köprülü, Ziya Gökalp'in yetiştirmesiydi; Atsız da Köprülü'nün himayesinde parladı.

1944'te tutuklanıp yargılanan Türkçülerin başında yer alan Atsız, 1975'e kadar süren bütün hayatını ırkçılık mânâsında Türkçülük yapmakla geçirdi.

Bu sayede de, bu vatanda kendini Türk hissetmeyen pekçok kişi, reaksiyoner (aksülamel) bir tavır içine girerek Müslüman Türkler'e karşı geliştirilen menfî hislerin kurbanı oldu.

Denilebilir ki, meselâ Kürtçülük ideolojisinin en büyük müşevvik ve muharrik unsurlarından biri Atsız ve ekibinin pompalamış olduğu Türkçülük cereyanıdır.

Nihal Atsız'ın bir diğer özelliği de, Risâle–i Nur hareketine olan iflâh olmaz düşmanlığıdır.

Bilhassa, Üstad Bediüzzaman'ın vefatından sonra, bu zâtın ve temsil ettiği dâvânın aleyhinde o derece sert ve katı bir tutum izledi ki, bir hakiki Müslüman Türk'ün bunları yazacağına katiyyen inanamazsınız.

Kuvvetle muhtemeldir ki, tıpkı Gökalp gibi Atsız'ın kendisi de hakiki Türk değildir. Zira bir Türk, İslâmın reddettiği ırkçılık illetiyle bu derece mâlûl olmaz, olmamalı.

07.07.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ledün ilminin ince mes’eleleri


A+ | A-

Ceyhun Bey: “İlm-i ledün nedir? Önemi nedir? Delilleri var mıdır? Kimlere verilir?”

İlim sıfatı Allah’a ait bir sıfattır. Alîm olan, her şeyi kayıtsız şartsız bilen, ilm-i gaybı ve şehadeti ile bütün kâinatı kuşatan ve ilmi sonsuz olan Allah’tır. Kur’ân bildiriyor ki: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa Allah bilir. Düşen hiçbir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yerin karanlıklarında hiçbir dâne yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, -apaçık bir kitapta bulunur- Allah onu bilmesin.”1

İnsanın bilgisi, Allah’ın sonsuz ilmi yanında hiç mesabesindedir. İnsanlar ancak Allah’ın bildirdiği kadar bilirler. Bu bağlamda insana, meleklerin dediği gibi “Allah’ım! Seni tesbih ederiz, Senin bize bildirdiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphe yok ki sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Sensin!”2 demekten başka bir şey düşmez.

İnsanın iki türlü bilgi edinme yolu vardır: 1- Kendi kesbi ile (Kendi gayret ve çabası ile) 2- Allah’ın vehbi ile (Allah’ın doğrudan kendisine ilim vermesi suretiyle)

İnsan zahiri ilimleri, yani varlıkların bize bakan, sebeplerle izah edilen yönünü kendi aklı ile; yaşayarak, görerek, okuyarak, tecrübe ederek, bilgi edinerek öğrenir. Buna kendi çabamızla elde ettiğimiz bilgiler mânâsında kesbi ilimler diyoruz.

Vehbi ilimlere gelince… Bâtıni ilimler de denen, varlıkların içyüz/ arkayüz/ öteyüz bilgisini ise insan kesbiyle değil; Allah’ın vehbiyle, yani öğretmesiyle öğrenir. Nitekim Kur’ân, “Allah Âdem’e esmayı öğretti.”3 Buyurmuştur. Anlaşılıyor ki insanlık, Hazret-i Âdem’den beri Allah’ın güzel isimlerini, bu güzel isimlerin varlıklar üzerindeki tecellilerini, varlıkların görünen ötesi boyutları bulunduğunu ve bu boyutların ancak Allah’ın lütfu ile öğrenilebileceğini öğrenmiş bulunuyor.

Ledün ilmi (İlm-i ledün) kavramı, Kehf Sûresinin 65. Âyetinde geçen bir kavram dolayısıyla fikir dünyamıza girmiştir. Söz konusu ayette Allah (cc) buyuruyor ki: “Nihayet kullarımızdan bir kul (olan Hızır’ı) buldular ki, biz ona, katımızdan bir vahiy vermiş ve katımızdan (gayblara dair özel) bir ilim öğretmiştik.”4 Bu âyette geçen “allemnahu min ledunna ilma” kelimesi “Ona katımızdan bir ilim öğrettik” demektir. Ki, ledün kelimesi bu ayetten alınmış ve gayba ait özel bir ilim alanı olarak zihinlerde yer etmiştir.

Asla bakarsanız; zahiri olsun, batınî olsun, kesbi olsun, vehbî olsun, bütün ilimler Allah’a aittir ve Allah katındandır. Ve yine kelimenin aslına bakarsanız, peygamberlere vahiy yoluyla gelen bütün ilimler ledünni ilimden sayılır. Çünkü bütün vahiyler Allah katındandır.

Fakat ledün kelimesi, İslâm düşünce tarihi boyunca, zahirî bilgilerle ulaşılamayan, eşya ve olayların perde arkası ve perde ötesi ile ilgilenen özel bir ilim dalının adı olarak kullanılagelmiş ve bu kullanışla da kavramlaşmıştır.

Peygamberler çoğu kere hem zahir ilimlere, hem de ledünni ilimlere mazhar olmuşlar; fakat insanlara zahir ilimleri tebliğ etmekle memur edilmişlerdir. Çünkü zahiri ilimleri herkesin akıl ile kavraması ve gereği ile amel etmesi daha kolay ve açıklık bakımından adalete daha uygundur. İslâm şeriatı da zahire göre hükmediyor. Ledünni alan ise Allah’ın hususî kullarına öğrettiği hususî bir alandır.

Meselâ Kehf Sûresinde Hazret-i Musa (as) ile bir gemiye binen Hazret-i Hızır’ın (as) macerası hikâye edilir. Hazret-i Hızır (as) durup dururken bindikleri gemiyi deliyor. Bunun sebebini de Hazret-i Musa’ya (as) daha sonra şöyle açıklıyor: “O gemi, denizde çalışan birtakım yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı.”5 Hazret-i Hızır (as) ileride olacakları ledünni ilmiyle keşfederek gemiyi yaralıyor; böylece yoksulları zalim kralın hışmından koruyor.

Keza, Hazret-i Süleyman’a ve Hazret-i Davud’a (as) kuşların dilinin öğretilmesi,6 Hazret-i Süleyman’a (as) rüzgârın, cinlerin ve şeytanların itaatkâr kılınması,7 Hazret-i Davud’un (as) dağları, taşları ve kuşları zikirle konuşturması ve demiri yumuşatması,8 Hazret-i Yusuf’a (as) verilen rüyaların yorumu ilmi,9 Hazret-i Yakub’un (as) Hazret-i Yusuf’un (as) yaşadığını biliyor olması,10 Peygamber Efendimiz’in (asm) hendek savaşında kazı sırasında Kisra ve Bizans saraylarının yıkılacağını ve İslâm topraklarının genişleyeceğini görmesi ve ümmetini müjdelemesi peygamberlerin mazhar oldukları ilm-i ledün örneklerinden sadece bir kaçıdır.

Ledün ilmine evliyadan da mazhar olanlar olmuştur. İlm-i ledünnün sayılarla ilgili alanına Cifir ilmi denmiştir. İlm-i ledünne mazhar olan ve Cifir ilmine vakıf olan Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân ve imân esaslarının hakikatlerini kesin delillerle ümmete ders vermek hizmetinin, ilm-i cifir gibi gizli ilimlerin yüz derece daha üstünde bir meziyeti ve kıymeti olduğunu ifade ederek, bu kudsî vazifede Kur’ân ve imân esasları gibi kesin ve muhkem delillerle bildirilen hakikatlerin sû-i istimâle meydan vermediğini beyan ediyor ve Risâle-i Nur’da ilm-i cifrin ihtiyaca göre kullanıldığını bildirerek, bu ilmin herkesçe kullanılmasına izin vermiyor. 11

Dipnotlar: 1. En’am Sûresi: 59, 2. Bakara Sûresi: 32.

3. Bakara Sûresi: 31, 4. Kehf Sûresi: 6.

5. Kehf Sûresi: 79, 6. Neml Sûresi: 16-17.

7. Enbiya Sûresi: 81-82; Sebe Sûresi: 12.

8. Sebe Sûresi: 10-11, 9. Yusuf Sûresi: 21.

10. Yusuf Sûresi: 87, 11. Lem’alar.

07.07.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Öğrendim ki


A+ | A-

Öğrendim ki,

Büyümek yavaş yavaş oluyor… Bir ömür, büyümek için çabaladığın anılardan oluşuyor… Ve hiçbir zaman “tamam oldum artık” dediğin bir noktaya gelemiyorsun… Aslında hayat dediğin de bu sürecin kendisi oluyor…

Öğrendim ki,

Yanlışlar öğretiyor doğruları… İnsan hatalarıyla, yaralarıyla yol bulabiliyor… Keşke demek yerine iyi ki dendiğinde öğrenilebiliyor…

Öğrendim ki,

Akıllı ve kurnaz olmak değil, masum olmak, insanı güçlü kılıyor. Basiretli bir masumiyet, hırslı ve öfkeli bir akıldan daha iyi yol bulabiliyor…

Öğrendim ki,

Allah insana zorlaştırmıyor, insan kendine zor kılıyor hayatı… Her şeyi planlayarak ve hesap ederek gerçek planı, gerçek hesabı kaçırıyor…

Öğrendim ki,

Anahtarı bulduğunda kapı da açılıyor, hem de ardına kadar… Yaşadığın her soruna ve soruya açman için konulan kapılar olarak baktığında, sorunun içinde boğulmak yerine, anahtarı aramakla uğraşıyorsun… Doğru anahtarı bulduğunda da ne kapı kalıyor ortada ne de kilit….

Öğrendim ki,

Kötü sözler ve kötü soruları sürekli olarak yüreğinde tazelemezsen ve tekrarlamazsan, içinde büyümüyor… Öfkeyi beslemek onu arttırıyor ve senin yaşama enerjini de elinden alıyor….

Öğrendim ki,

Olumsuz ve kötümser insanlarla sık sık görüşmek ve konuşmak ruhu incitiyor, yüreği yoruyor, gereksiz yükler yüklüyor kalbine… Ümitle tutunmaya çalıştığın hayata karşı seni güçsüz kılıyor. Olumlu ve iyimser insanlarla görüşmek ve konuşmak ise, öyle iyi geliyor ki, sanki sıfırdan başlamak kadar tazeliyor insanı…

Öğrendim ki,

Her şey tersine dönüyor… Çok güçsüz ve zayıfken, çok kuvvetli olabildiğin zamanlar da geliyor… Bütün imkânsızlıklarından nice mümkünler yaratılıyor… Asla olmayacak gibi görünenler, aslında çok kolay olabiliyor… Hem de senin bile hayal etmediğin kadar kısa bir sürede…

Öğrendim ki,

Gerçek özgürlük zaaflarınla ve korkularınla yüzleşirsen… Bağımlısı olduğun şeyler seni terk etmeden, sen onları terk edebilirsen hissedilebiliyor. Kaybetme ve bitmesi korkusuna rağmen devam edebildiğinde sana veriliyor…

Öğrendim ki,

Güçlü olmak için koşmak değil, sadece doğru yürümek gerekiyor… Etrafındaki sesleri dinleyerek ve seyrederek yol alırsan, daha az düşüyorsun, daha az sendeliyorsun… Hayatın hızlı akışına dalmışken ruhun gerilerde kalıyorsa eğer, neye sahip olursan ol, içindeki boşluk dolmuyor. İşte bu yüzden, hayat koşarken önünden ruhuna dinlenmek için küçük molalar vermelisin… İyi sesleri ve kötülerini ayırt edebilmek, eleyebilmek için buna ihtiyacın olacak…

Ruhunu gereksiz yerlerde, gereksiz sözlerle, gereksiz insanlarla yorma, ona güzel sesler, güzel sözler dinlet ki, senden yol arkadaşlığını esirgemesin…

07.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Herkes işini yapsa


A+ | A-

Hepimiz; yapmamız gereken kendi ‘işimiz’i yapmak yerine, başkalarının işleriyle meşgul olmasak acaba daha iyi olmaz mıydı? Türkiye’yi, hatta belki de dünyayı ‘kurtarmaya’ çalışırken, elimizdeki kendi işlerimizi aksatıyor ve belki de içinden çıkılmaz hale getiriyoruz...

Meselâ, en sıkıntılı sahalardan biri eğitim sistemimizdir. Eğitim sistemi içinde yer alan idareci ya da öğretmenlerimize kulak verildiğinde, ‘sistem’in düzelmesi için atılması gereken adımlardan ziyade, başka konularda akıl yürüttüklerini görürüz. Pek çok eğitimci büyüğümüze, “Okuttuğunuz ders kitaplarından genel anlamıyla şikâyetçisiniz. Peki, bunları müşahhas misallerle anlatıp ortaya koyacak bir ‘rapor’ hazırlayabilir misiniz?” deye sormuş, ama ‘söz’ haricinde ‘rapor’ alamamışız.

Elbette ‘medya’ mensupları da ‘kendi işleri’ni iyi yapmıyor olacak ki, sıkıntıların aşılması zaman alıyor. Medya, Türkiye’nin ‘sanal’ değil de, ‘gerçek’ gümdemleriyle meşgul olsa, onların tartışılmasını temin edecek şekilde yayın yapsa elbette güzel neticeler elde edilebilir.

“Gerçek iş”lerinden başka iş yapanlar arasında bazı silâhlı kuvvetler mensupları da var. Ki, onların işleri kanunlarla düzenlenmiş, tadat edilmiş, sıralanmış ve sayılmıştır. Buna rağmen en yapmaması gereken işleri yapan silâhlı kuvvetler mensuplarına rastlanıyor. Meselâ, yürürlükteki kanunlara göre ‘darbe yapmak’ ve elbette ki darbe planları da yapmak suçun ve kabahatin en büyüğüdür. Buna rağmen son yarım asırdır ortalama her 10 yılda bir darbelerle yüz yüze geldiğimize göre, “iş”lerinden başka işler yapanların olduğu anlaşılmaz mı?

Silâhlı kuvvetler içinde yer alan ve darbelere imza atanlar sadece ‘kendi işlerini yapmayanlar’ olarak değil; ‘hiç yapmaması gereken işleri yapanlar’ olarak da isimlendirilmeli. Anayasa ve kanunlar “darbe yapmak suçtur” diyor ve bazı TSK mensupları bunun tam tersini yaparak imkân ve fırsat buldukça ya “darbe” ya da “darbe planı” yapmaktan geri durmuyor. Bunu kabullenmek, bu duruma itiraz etmemek mümkün mü?

Dünyadaki değişim ve gelişim sonrasında “açık darbe” yapmak zorlaşınca “gizli ve örtülü” darbelerin tercih edildiği anlaşılıyor. Bazı TSK mensuplarının yargıya açık ya da gizli müdahale etmesi de bir ‘darbe’ sayılmaz mı? Üstelik bu yapılırken, “Bizim niyetimiz yargıya müdahale etmek değil. Kimse yargıya müdahale etmesin” prensibini de hatırlatmaktan geri kalmıyorlar! İyi de, niyetiniz “yargıya müdahale” etmek olsaydı, farklı olarak ne yapacaktınız ki!

Çelişkiler yumağı olan ülkemizde, bir yandan darbe yapıp; hazırladıkları “yeni darbe anayasa”larında “darbe yapmayı suç saymak” garabeti de işleniyor!

Hiç kimse “Benim darbem iyidir” tavrına girmesin. Bütün darbeler baştan sona kadar kötüdür, reddedilmelidir ve reddediyoruz. Darbenin yeni versiyonu sayılan “hukuka, adalete ve siyasete müdaheleleri” de aynı kararlılıkla reddetmek her hürriyetperverin işidir ve öyle olmalıdır.

Kimden gelirse gelsin; hukuka, adalete, siyasete ve ‘millet’e yapılan her türlü darbe ve müdahaleye itirazımız sürmelidir, vesselâm...

07.07.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

DP-AP hükûmetlerinin örnek tavrı…


A+ | A-

Terör saldırıları sürerken gündem hızla değişiyor. Hükûmetin İsrail’in tutumuna endekslediği “tavır” da gittikçe kayan gündem konuları arasına kayboluyor… Kamuoyuna karşı, “İsrail’in önünde üç yol var; ya özür dilerler, ya uluslar arası komisyonu ve raporunu kabul ederler ya da ilişkiler kesilir” diye özür dilememekte direnen İsrail’le ilişkilerin kesileceği uyarısında bulunan ve “sonsuza kadar beklemeyeceğiz” diyen Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, “cevap için tarih belirlemedik” cümlesi bunun ifâdesi.

Bakan’ın “İsrail’in kurduğu komisyon baskının haksız olduğuna karar verirse bu yeterli olur, bunun hangi komisyon olduğunun önemi yok” kaydı, daha şimdiden Ankara’nın “BM’nin kuracağı uluslar arası bağımsız komisyon” şartından cayacağının sinyali. Tazminat ödenmesini kabul etmeyen Telaviv, Davutoğlu’nun geçen hafta İsrail Sanayi ve Ticaret Bakanı Ben-Eliezer ile “gizli görüşme”de İsrail hükümetine ilettiği “net mesajlar”a mukabil, İsrail Başbakanı Netanyahu, “Özür dilememiz asla sözkonusu olamaz” açıklamasıyla kesip atıyor. Üstelik gemisindekileri “saldırgan bir güruh” olarak nitelendiriyor.

Yine Davutoğlu’na cevap veren İsrail Dışişleri Bakanı Lieberman, “Özür dilemeye niyetimiz yok, filo baskınından dolayı özür dilemesi gereken taraf Türkiye!” diye konuşuyor.

Hulasa, geriye Davutoğlu’nun dile getirdiği Türkiye’nin temel beklentisi “özür dilemek” kalıyor. Ne var ki Telaviv yönetimi, buna da yanaşmayacağını peşinen ilân ediyor.

Buna rağmen Davutoğlu hâlâ, “Önce İsrail’in kararını görelim” diye, meseleyi İsrail’in tek taraflı komisyonun kararına havale ediyor, “Ankara’nın buna göre yol haritasını çizeceğini” söylüyor…

TELAVİV’İN TUTUMUNU BEKLEMEDEN…

Oysa Ankara, çıtayı aşağıya çekip “İsrail’in tavrı”nı bekleyeceği yerde, öncelikle şimdiye kadar olup bitenlerin hesâbını sormalıydı. Bir iki göstermelik maç ve tatbikat iptaliyle kalmamalıydı. Çoktan etkili yaptırımlarda bulunmalıydı. Dokuz vatandaşının hunharca katledilmesi, yirmiye yakınının yaralanması ve yüzlercesinin tutuklanmasına karşı en azından askerî ve savunma sanayii stratejik anlaşma ve işbirliklerini iptal etmeliydi…

Bu hususta, Demokrat Parti ve Adalet Partisi hükûmetlerinin örnek politikaları ortada. Doğrudan Türkiye hedef alınmadığı halde, DP iktidarında Ankara, sırf hakkaniyet hesâbına, mazlum ve mâsum Filistin halkının ve Müslüman komşuların yanında yer aldı. Dünyanın iki blok olduğu, soğuk savaşın bütün yoğunluğuyla devam ettiği ve komünizmin Doğu Avrupa’yı kuşatıp teslim aldığı, başta Sovyetler ve Çin olmak üzere Asya’yı kasıp kavurduğu yıllarda, Türkiye, hür dünyanın içinde NATO’nun aktif müttefiki olarak ABD’ye karşı çıktı. BM’de kınama kararlarının alınmasını sağladı. Telaviv’in tutumunu beklemeden, resmen tavır koydu.

1955’te Bağdat Paktı kurulurken, Türkiye, İsrail’in 1947’deki sınırlarına çekilmesini bildirdi. 1956’da İsrail’in İngiltere ve Fransa ile birlikte Süveyş kanalını ve Sina Yarımadasını işgal edip Mısır’a saldırması üzerine DP hükûmeti İsrail’i kınamakla kalmadı. Tel Aviv’deki diplomatik temsilcisini geri çekti, Ankara’daki İsrail temsilcisinin de gitmesini istedi. İsrail’in 1947’deki sınırlarına çekilme talebini tekrarladı. Keza Adalet Partisi hükûmetinde Türkiye, ABD’nin ve dünyada etkili Yahudi lobisinin bütün baskılarına rağmen, İsrail’e karşı önemli yaptırımlarda bulundu. 1967’deki “Altı Gün Savaşı”nda İsrail’e karşı açıkça Arapları destekledi. ABD’nin Türkiye’deki üsleri kullanmasına izin vermedi. BM’de resmen Filistin’den yana oy kullandı. İsrail’in Mısır’dan aldığı Sina Yarımadası ile Suriye’den aldığı Golan Tepeleri’nden çekilmesini istedi. Başbakan Demirel, Ürdün Kralı Hüseyin’le “İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini ve Kudüs’le ilgili BM kararlarının uygulanmasını isteyen” bir bildiri yayınlayıp, ardından Sovyetler Birliği’ni ziyaretinde Türkiye’nin İsrail’in işgal politikalarına karşı çıktığını yineledi.

BM Genel Kurulunda, İsrail’e “Kudüs’ün statüsünü değiştirebilecek her türlü oldubittiden sakınmayı” ikaz edip “hukuksuz emr-i vakilerinin geçersiz olacağı” kararında Türkiye önayak oldu. Güvenlik Konseyi’nin İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini esas alan 242 sayılı kararının kabulünde aktif çalıştı.

YUVARLAK BELİRSİZ SÖYLEMLER…

Yine AP hükûmetinde, 1969’da Mescid-i Aksa’nın kundaklanması üzerine, İslâm ülkelerinin toplantısına katılan Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in çabalarıyla Türkiye İsrail’i kınayan grubun başında yer aldı.

1973’teki Arap-İsrail savaşında, Adalet Partisi’nin on iki bakanla içinde hükûmet, ABD’nin Türkiye üzerinden İsrail’e silâh götürmek isteğini geri çevirdi. Bir NATO ülkesi olarak Washington da tam bir şok etkisi yapan, Sovyetler Birliği’nin İsrail’e karşı Türkiye üzerinden Mısır ve Suriye ordularına askerî yardım ve malzeme ulaştırmasını sağladı. Keza 1975’te Demirel’in başkanı olduğu Milliyetçi Cephe koalisyonu, BM’de “Siyonizmin ırkçılıkla eşdeğer olduğunu” belirten karar tasarısını açıkça desteklendi. Ardından Türkiye Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, Filistin halkının temsilcisi olarak tanıdı. 1978’deki Camp David anlaşmasının adından İslâm ülkeleriyle ilişkileri geliştirme politikası çerçevesinde İsrail’in itirazına rağmen FKÖ’nün Ankara’da büro açmasına izin verildi.

12 Eylül darbesinden iki hafta önce 28 Ağustos 1980’de İsrail, Kudüs’ü ilhak edip “başkent” olarak açıklayınca, yine Demirel’in başında bulunduğu AP azınlık hükûmeti, Kudüs Başkonsolosluğunu kapattı. Tel Aviv’deki temsilciliği ikinci kâtiplik seviyesine düşürdü. Bunun üzerine darbeye günler kala Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen, MSP’nin desteklediği CHP’nin gensoru önergesiyle düşürüldü.

Özetle Menderes ve Demirel’in başında bulunduğu hükûmetler döneminde Türkiye, uluslararası arenada hep İsrail’i kınayan grubun başında yer almakla kalmadı; BM’den “Siyonizmin ırkçılıkla eşdeğer olduğunu” belirten açık kınama kararlarını çıkarttı. İsrail’in “soykırım” yaptığını dünyaya duyurdu. Ankara’daki İsrail temsilcisinin de gitmesini istedi. İsrail’in 1947’deki sınırlarına çekilme talebini tekrarladı.

Kısacası Ankara, darbe ve ara dönemlerde bile bu tür tezatlı garâbetlere düşmedi. İsrail’e ciddî yaptırımlarda bulundu…

AKP hükûmeti ise hâlâ politikalarını İsrail’in atacağı adıma bağlıyor. Dışişleri Bakanı, “Taleplerimiz gerçekleşinceye kadar tâkipçisi olacağız” gibi her yöne çekilebilen yuvarlak belirsiz söylemlerle geçiştiriyor…

07.07.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Cemaatler, MGSB, AKP


A+ | A-

Laiklik adına dine mesafeli, hattâ yer yer karşı bir dünya görüşünü savunan elitlerin halka soğuk bakışının en önemli sebeplerinden biri de halkın ekseriyetinin, bir kısmı tam olarak yaşayamasa ve gereklerini yerine getiremese dahi, dine sıkı sıkıya bağlı olması.

Ve bunda cemaatlerin çok büyük katkısı var.

Cemaatler, devletin, kontrol altında tutarak yönlendirdiği resmî din örgütü aracılığı ile oluşturmaya çalıştığı “dikta zihniyeti ve rejimiyle barışık, bid’alara teslim olan, tavizkâr dindar” modeline karşı sivil ve özgür bir din anlayışının ortaya çıkıp gelişmesinde önemli roller üstlendiler.

Onun için, bürokratik iktidar tarafından “yasadışı yeraltı örgütleri” olarak görülüp ya amansız bir takip ve baskı altında tutuldular veya gizli pazarlıklarla denetim altına alınmaya çalışıldılar.

Gerek tek parti devrinde, gerek ihtilâl dönemlerinde bir kısım cemaatler, hattâ—devrim kanunlarıyla getirilen yasağa rağmen—bazı tarikatlar “himayeye mazhar” olurken, bazıları, ısrarla üzerlerine gidilip dağıtılmaya ve imhaya çalışıldı.

Ve ayrıca, hedefteki cemaatleri, içlerine fitne sokarak bölüp parçalama planları tatbik edildi.

Bu planlarda en etkili araç ve tuzaklardan biri ticaret, biri de siyaset oldu. Bunların cazibesine kapılan kimi cemaat mensupları, başlangıçta daha fazla hizmet düşüncesiyle halisane girdikleri yolda ilerlerken, bir yerden sonra cemaat olma özelliğini dahi kaybetme noktasına geliverdiler.

İş ve ticaret hayatının bütün alanlarına el atıp holdingleşme veya partilerle adeta özdeşleşme raddelerine varan eğilim ve hevesler, araçları amaç haline getirerek, çıkış noktasından ve orijinal kimliklerden uzaklaşmayı netice veren bir değişim, yozlaşma ve dejenerasyona yol açtı.

Ticarîleşme heveslerinin iflâslarla; hizmetlerini ve hattâ varlığını parti ve iktidara endeksli kılmanın ise, o parti ve iktidar şu veya bu sebeple sarsılıp çöktüğünde o hizmetlerin de sekteye uğraması ile sonuçlandığının örneklerini yakın zamanda çok gördük. Bunlardan ders almak lâzım.

Ayrıca, münhasıran manevî hizmetlere odaklanması gereken cemaatlerin iştigal alanına bunların dışında hiçbir dünyevî, ticarî, siyasî, maddî, manevî... hesabın gölgesi düşmemeli ki, o hizmetlerin ruhunu oluşturan ihlâs zedelenmesin.

Zira ihlâs bozulursa hizmetlerin tesiri kırılır.

Son günlerde, Millî Güvenlik Siyaset Belgesinde yapılması öngörülen değişiklikler bağlamında, cemaatlerin iç tehdit olmaktan çıkarılması konusu yine gündemde. (Bu husustaki düşüncelerimizi son olarak geçtiğimiz 21 Mayıs günü çıkan “MGSB değişecek mi?” yazımızda ifade etmiştik.)

Aslında cemaatleri iç tehdit sayan anlayış, aynı zamanda onların bir kısmıyla yukarıda bahsettiğimiz şekilde gizli pazarlıklar yürüterek, ikiyüzlü ve gayri samimî bir tavır ortaya koyuyor.

Gerçi baskı rejimlerinin genel karakteri bu.

Hem kendileri, kendi çıkar ve hesaplarına göre “değişken ve yanar döner” politikalar uyguluyor, hem de toplumu ikiyüzlü olmaya itiyorlar.

Gelinen noktada bu gerçek ayan beyan ortaya çıkmış durumda. Onun için, gizli belgelerdeki “iç tehdit” tanımlarının da bir ciddiyeti kalmadı.

Buna karşılık ticarîleştirme, siyasîleştirme veya STK’laştırma gibi yöntemlerle cemaatleri aslî kimliklerinden uzaklaştırma, genleriyle oynayarak dejenere etme taktiklerinin, çok daha tahripkâr sonuçlarıyla birlikte ciddiyetle masaya yatırılıp mercek altına alınması ve tahlil edilmesi lâzım.

Bu ve benzeri taktiklerle cemaat olma niteliği zayıflatılmış ve içi boşaltılmış birliktelikler, resmî ideolojiye dayalı derin yapılar için tehdit olmak şöyle dursun, onların ömrünü uzatan birer unsur haline geliverirler. Ki, asıl tehlike burada.

Şerif Mardin’in evvelce defaatle aktardığımız ve AKP iktidarını “Kemalizmin başarısı” olarak değerlendiren tesbiti, bu tehlikenin altını çiziyor.

Çünkü cemaatler sözünü ettiğimiz tuzaklara en çok bu dönemde muhatap oldu ve yakalandı.

Ve maalesef çoğu hâlâ bunun farkında değil...

07.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.