31 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Taş atanlar ve diğerleri


A+ | A-

Yılan hikâyesine dönen “taş atan çocuklar”la ilgili kanun değişikliği, her gündeme geldiğinde alt komisyona havale edilip mütemadiyen ertelendiği yorucu ve bıktırıcı bir sürecin ardından, nihayet, tatil öncesi Meclisten ve Çankaya onayından geçti ve yürürlüğe girdi.

Şimdilerde bu değişiklikle, bazıları aylardır yattıkları cezaevlerinden çıkıp ailelerine kavuşan çocukların hasret giderme ve mutluluk görüntüleri yayınlanıyor. Ve insan “Bu tabloların yaşanması için neden bu kadar gecikildi?” diye düşünüyor.

Gerçi bu çocuklar için “Bugün taş atan, yarın kurşun atar; bunlara acınmamalı” diyenler de var.

Ama toplumun ortak vicdan ve sağduyusu, çocukların ne sebeple olursa olsun, zindanlarda çürümesine razı değil. Onun için de, siyasetçilerin tüm isteksizlik, tereddüt ve kararsızlıklarına rağmen yasa değişikliği nihayet Meclisten geçebildi.

Söz konusu düzenleme “taş atan çocuklarla ilgili kanun” diye anılıyor, ama değiştirilen yasanın adı Terörle Mücadele Kanunu. Ve Türkiye’deki sonu gelmez tartışmaların, polemiklerin, çekişmelerin odağında hep bu kanun yer alageldi.

Meselâ ne zaman terör olayları tırmanışa geçse hemen bu kanunla birlikte, askere verilen, ama AB reformlarıyla azaltıldığı iddia edilen yetkilerin yeniden arttırılması talepleri gündeme getirildi.

Veya 1993-4’ten itibaren seslendirilmeye başlandığı üzere “irtica ile mücadelenin de Terör Kanunu kapsamına sokulması” istendi. Ki, 28 Şubat’ta bu bir ölçüde başarıldı; irticanın bir numaralı iç tehdit sayıldığı değerlendirmelerle hazırlanan MGSB üzerinden meseleye böyle yaklaşıldı.

Terörle mücadele adına bilhassa ifade, basın ve örgütlenme özgürlüklerine yönelen yoğun baskıların da çoğu TMK’ya dayanarak gerçekleştirildi.

Onun için, TMK başından beri hep sıkıntılı bir mesele olageldi. Gerekçesi terörle mücadele olduğu için, üzerine gidilemedi. Böyle olunca da, birçok hak ihlâli ile mağduriyetin kaynağı oldu.

Taş atan çocukların durumu son örnek.

Şimdi, kanunda yapılan son değişiklikle, polise taş attıkları için mahkûm olup veya tutuklanıp hapis yatan çocuklar serbest bırakılırken, mevcut dâvâlar ağır cezalardan çocuk mahkemelerine intikal ettirilecek. Ve bu durumdaki çocuklar artık “terörist” muamelesi görmekten kurtulacak. Ama “çocuk suçlu”lara yönelik kurallara tâbi olacaklar.

Aslında bu değişiklik de, temeli çok derinlere dayanan kronik sorunu çözmekten çok uzak, geçici ve palyatif bir geçiştirmeden öteye gitmiyor.

Nitekim kanunun yürürlüğe girmesi sonrasında bir taraftan içerideki çocuklar tahliye edilirken, diğer taraftan meydana gelen yeni olaylarda başka çocukların gözaltına alınması çok manidar.

Ekseriyeti 15-18 yaş civarında olan gençlerin siyasî nitelikteki protesto eylemlerine katılıp tepkilerini polise taş atarak göstermeleri veya birilerince böyle bir eyleme yönlendirilmeleri, sadece kanun değişiklikleriyle ve adlî tedbirlerle üstesinden gelinemeyecek; sorunun psiko-sosyal ve pedagojik yönlerini de dikkatle mercek altına alıp enine boyuna tahlil etmeyi gerektiren bir mesele.

Aralarında, kısa süre önce bizzat dönemin Millî Eğitim Bakanından ödül almış okul birincilerinin de bulunduğu söylenen bu çocuklar niye okulda veya evlerinde değil de, sokakta taş atıyor?

Bu sualin cevabı aranıp, belirlenecek sebepler izale edilmedikçe, sorun çözülmüş olmaz. Taş atan çocuklar artarak devam eder; ağır ceza yerine çocuk mahkemelerinde yargılanmaları sonucu değiştirmez ve bazıları bir ileri aşamada dağa çıkarak, taş yerine silâh alıp askerin karşısına dikilir.

Asıl yapılması gereken şey, işin o raddeye varmasına imkân vermemek ve çocukları kazanmak.

Haddizatında bu konu yalnızca “taş atan çocuklar” başlığıyla da sınırlı değil. Çocuk ve genç suçlular, bunların kurduğu çeteler, çocuk ve genç suçlarının alkol ve uyuşturucu iptilâsı ile bağlantısı, işsizlik, vasıfsızlık, hedefsizlik gibi, odağında gençlerin yer aldığı bir dizi kronik problem var.

Ve bütün bu çocuklar kurtarılmayı bekliyor.

31.07.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin YAŞAR

Kader, rahmet ve hikmetle beraber yürüyor


A+ | A-

Kader yazıları - 2

Geçen haftaki yazımızda bir konu etrafında ihtisaslaşma niyetiyle Bursa Uludağ’da gerçekleştirdiğimiz okuma programından ve derinleşme mevzuu olarak da kader meselesini seçtiğimizden bahsetmiştik. O yazımızda niçin bu konuyu seçtiğimize ve bunun sebeplerine temas etmiştik.

Talebelerle mütalâa ettiğimiz kader sohbetlerine başlarken, öncelikli olarak dikkatimizi Risâle-i Nur’un eğitim metodu çekti.

Kader mevzuunun Sözler adlı eserin 26. Söz’ü olarak tesbit edilmesinin hikmetini, tedricî bir metotla, 25 basamaklı bir merdiven çıktıktan sonra anlaşılabilecek ve ulaşılabilecek bir nimet, bir mesele olması ile alâkalı olduğunu düşündük. Bundan başka, yine kader meselesinin, kendi içinde de, tedricî olarak, mânevî seviyeyi basamak basamak yükselterek, mebhas mebhas ele alındığı dikkatleri çekti. Yani ilkokul mesabesinde bulunan birisine üniversite dersi vermek ne kadar abes ise, imanın nihayet hududunu gösteren kader meselesinin de Risâle-i Nur’un önceki sözlerinden bîhaber olanlara ders verilmesi aynı derecede abes anlamında olacaktır. Belki de Peygamber Efendimiz’in (asm), “Kader mevzuunda konuşmayın. Zira kader, Allah’ın sırrıdır (sırrullah). Allah’ın sırrını faş etmeye kalkmayın” hadis-i şerifindeki ikaz, bu sebepledir. Yani hadis-i şeriften ‘Bu mevzuyu herkesle ve her seviyeden insanla konuşmayın’ ikazı anlaşılabileceği gibi, kaderin ikinci çeşidi olan bedihî kader kısmıyla ilgili ileri-geri konuşmayın anlamını çıkarmak mümkündür.

Talebelerimizle yaptığımız ilk günkü bu sohbetlerde bir başka şey dikkatimizi çekmişti. Bediüzzaman’ın, bir çok kelâm âliminin sayfalarca ancak havassa anlatabildiği bu meseleyi, 3-4 sayfada avamın da anlayacağı şekilde anlatmasındaki takip ettiği metottu. Üstad zihinleri kader mevzuuna hazırlamak için öncelikle imanî bir alt yapı oluşturup, bu alt yapının ayaklarını belirleyip, kader mevzuunu bunların üzerine inşa etmesiydi.

Meselâ bu konu ile ilgili öğrenme sürecine girecek olanların, öncelikle şunlara inanması ve bu konuda şüphe taşımaması gerekiyordu.

Bunlar, öncelikle Allah’ın Âdil olduğuna iman, sonra onun her işi Hikmet’le yaptığına ve kâinatta hüsnün asıl olduğuna, kaderin her şeyinin güzel olduğuna ve her şeyin Rahmet’le yaratıldığına inancın sağlam olmasıydı. Bu imanî alt yapı sağlamlaştırılmadan kader mevzuunda itirazvârî sorulan soruların ardı arkası kesilmeyecektir.

Biz de talebelerimizle öncelikle bu meseleler üzerinde durduk. Cenâb-ı Hakk’ın adaleti, hâkimiyeti, rahimiyeti ile ilgili Risâle-i Nur’da hayatın içerisinden örneklerle bu mesele ile ilgili soruları ve şüpheleri gidermeye çalıştık.

Kaderin her şeyi güzeldir. Zira Cenâb-ı Hak, yarattığı mahlûkatına bu dünya hayatını devam ettirebilmesi için gerekli bütün şartları en güzel bir şekilde hazırlamıştı. Kuşları uçmaya müsait bir yaratılışla, balıkları yüzmeye uygun bir donanımla hayatlandırmıştı. Hangi bir zîhayata baksak techizatında rahmetin, hikmetin ve adaletin tecellilerini apaçık görmek mümkündü.

Bu rahmet, hikmet ve adaletin mahlûklar içerisinde en fazla tecellîsine mazhar olan ise şüphesiz insandı. Kâinat her ferdiyle insana hizmet ediyor tarzda yaratılmıştı. Cenâb-ı Hak, yaratılışı gereği çeşitli fenlere, ilimlere istidatlı olan insanın bu kabiliyetini medeniyet nimetlerine çekirdek kılmıştır. İnsanın ise, istidatlarının Allah’ın bir ikramı olduğunu düşünmesi, bu fenlerin meyvelerinin dahi O’nun bir ihsanı olduğunu idrak etmesi gerekmekteydi.

İşte Allah’ın bütün lütufları, ihsanları sadece dünyaya has değildi elbette. Onu ebedî bir cennete namzet kılmıştı. Bütün bunlar Kaderin meyveleriydi.

Talebelerle mütalâalarımız sürerken ince noktalar yakalıyorduk. Kader, rahmet ve hikmetle beraber yürüyordu. Rahmet hikmetsiz olunca bir anlam ifade etmediği gibi, hikmet de rahmetsiz olmuyordu. Yani Allah, İlâhî plan ve programda çeşitli cihazlar ihsan etmiş ve cihazlar hayatımız için en faydalı şekli alarak bedenimiz içinde en münasip yerlere yerleştirilmişti. Hâsılı Allah’ın takdir ettiği fiili, hikmet ve rahmetle tezahür ediyordu. Gözü veren gözün göreceklerini de yaratıyor. Mideyi veren, midenin arzuladığı nimetleri de veriyor. İnsaniyeti veren, esmaü’l-hüsnâ hazinelerini, cenneti de veriyordu. Zaten fen dediğimiz bilimler de kâinatta apaçık görülen hikmetleri keşiften başka bir şey değildi.

Cenâb-ı Hakk’ın bütün emir ve yasaklarına baktığımızda, insanın hem ebedî saadetini netice verecek bir program olduğunu, hem de dünya hayatını dahi nizama sokacak bir takdir olduğunu fark ettik.

Bizlere düşen de, bu hakikati idrak etmek, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine itimat ederek O’nun ezeli ilmiyle çizdiği programa hakkıyla uymaktı.

Hâsılı; kaderin her şeyinin güzel olduğunu ve rahmeti netice verdiğini Bediüzzaman’ın verdiği ‘hırsız’ misâliyle daha iyi kavradık. Başımıza gelen her şeyin hikmetle olduğunu, beşer zulmetse de kaderin âdil olduğunu anladık.

Bizleri yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemlerine çıkaran; taş, hayvan olarak bırakmadan, insan olma şerefini ihsan eden; zerreden şemse, her şeyi hizmetimize sunan, bizi ebedî saadete namzet kılan Yüce Rabbimizin elbette ezeli ilmi ile çizdiği kader programı rahmet, hikmet ve adalet üzre olacaktır.

Kaderle ilgili şeytanın kafamıza attığı isyan ve itiraza sevk ettiği her meselede, bu hakikatı zihne getirerek bir kez daha düşünmek, sağlıklı bir itikadı netice verecektir. Zira bizi bu kadar nimetlerle seven, ihsanlarla sevdiğini hissettiren hiç kimseye zulmetmez. Dünyevî musîbetler zaten içinde birçok hikmet ve rahmet çekirdeği taşır. Dinî olmamak şartıyla diğer başa gelen bütün sıkıntılar günahlara kefaret olabildiği gibi, sabır içinde şükretmek şartıyla manevî derecelerin artmasını netice verecektir.

İnsan neyi hak ediyor ve talep ediyorsa, Cenâb-ı Hak onu veriyor. Cehennem insanın kendi hatalarının bir neticesidir. Allah, hem kendimize, hem diğer insanlara bizden daha merhametlidir... gibi düşüncelerle, insan, kader meselesiyle ilgili itirazkâr düşüncelerden kurtulabilecektir.

Israrla, kader mevzuunun derin meselelerine girmeden önce, bu konuların üzerinde durduk. Talebelerin zaman zaman ve bizlerin de aklına bir an gelen şüpheli sorular ve büyük bir bölüm, bu ön mütalâalarımızla cevap bulmuştu. Artık zihnen ve kalben, “Cüz-i ihtiyârî ve kader nasıl tevfik edilebilir?” meselesine hazır durumdaydık. İnşâallah gelecek haftaki yazımızda; ‘cüz-i ihtiyârî ve kader meselesinin kullanım alanları’, ‘kaderin vicdânî bir mesele oluşu’ ve ‘hangi insanın kaderden bahse hakkı var, hangi insanın yoktur?’ gibi meseleler üzerinde durmaya çalışacağız.

31.07.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Müslümanın ‘kırmızı çizgileri’


A+ | A-

İslâmiyet dairesi, insanlık için; hem şefkatin, hem merhametin, hem hilmin (yumuşaklık), hem rıfkın (yumuşak ve hoşgörülü), hem toleransın en fazla verildiği yerdir. İslâmiyet dairesine giren ve “Ben Müslüman’ım” diyen her bir fert, aslında büyük bir servete ve saadete kavuşmuş demektir.

Bütün bunların yanında yalnız ve yalnız vahye dayanan, İlâhî iradenin, hikmetin ve emrin gereği olarak sayılamayacak kadar hikmetleri bulunan kesin ve vazgeçilmez kanunlar, düsturlar ve prensipler de bu yüce dinin içindedir. Kanunları ve prensipleridir.

Arzîlikten uzak çizgiler manzumesi olan rahmet dininin bütün emir ve yasaklarında insanlık âlemi için muhakkak ki sonsuz fayda ve neticeler vardır.

Mü’min ve Müslüman gerek şahsî hayatında, gerek toplum hayatında bu hüküm ve düsturlara uyarak, onlara tutunarak rahmete dûçâr olacak ve Hakk’ın rızası ve tahsili sınırlarında kalmış olacaktır.

İslâm’da her inananın uyacağı ve hiçbir şekilde aksine “fetvâ ve cevaz” bulamayacağı, ama kullanımından da vazgeçemediği “bazıyetler” vardır. Bunların;—sadece ve sadece gerçek mânâda uzmanlarının tesbit edeceği “sağlık” ve “hayatîlik” konuları hariç—aşılması ve çiğnenmesine izin ve müsaade yoktur. Bu konularda sahasında uzman olmayan, dünyevîliği öne çıkaran bir kısım kimselerin rey ve fetvalarına da itimad edilmemelidir.

İçinde bulunduğumuz asrın ve zamanın dehşetinden kaynaklanan, yanlış gelenek ve görenekler, dinde yeri olmayan bid’a ve arzîlik arz eden fetvalar tahkikî imana sahip olması lâzım gelen bugünün Müslümanını bağlamaması gerekir.

Fakat ne acıdır ki, ehl-i iman olarak aşağıda bahsedeceğimiz konuların her birini bir şekilde “meşrû” imiş gibi istimal edip, kullanıyoruz. “Ne yapalım Allah affetsin!”, “Buna mecburuz!...” vb. gerekçeler ve bahaneler de yine “arzîlik” kokuyor. Bu devirde nereden ve kimden gelirse gelsin dış odaklı baskılar, şahsî menfaati ön plâna çıkarma zaafiyeti, tiryakilik belâsına tutulma durumları, hislere mağlûp olma zayıflığı ve irade noksanlığı… vb. bir çok dünyevî ve “ârzî” haller bunları işlememize gerekçe olamaz.

Nedir o kastettiğimiz, toplumda çokça kullanılan ve büyük arızalara sebep olan “bazıyet” kokan haller?

Bir kısmını şimdilik şöyle sıralayabiliriz:

Bu dinde, bu asır ve zaman itibariyle hiçbir şekilde “bazen ve biraz yalan” yoktur. Olamaz! Yani “Müslümanım” diyen ve kendini bilen hiç kimse hiçbir bahane ile “birazcık” olsun, “şakadan” da olsa, “bazan, fayda, menfaat” için de olsa yalan söylemeye tevessül etmemeli. Onu kullanmamalı. Çünkü bunların ölçülebilen bir kıstasları yoktur.

Alkol ve uyuşturucu gibi dinen kesin yasak olan müskirâtta da “bazen ve birazcık” yoktur. Her ne sebeple olursa olsun, bu müskiratları “içme” fiiliyle kullanımına izin ve fetva yoktur. “Hafif alkollüymüş”, “sulandırılmış haldeymiş”, “bu kadarını kullanmak sarhoş etmez”… vb. şeytanın oyun, hile ve tuzakları kimseye mazeret olamaz.

Zinanın da ‘birazı ve bazanı’ yoktur. Kendine prangalı esir piyonlar arayan aç gözlü menfaatperest şebekeler, dünyanın her yerinde en cazibeli ve etkili olan “fuhşiyatın yaygınlaşması” için ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Bu zalim ve gaddarların habis menfaatleri için toplum hayatına soktukları, “fuhşu” teşvike giden açık saçıklığa; san'at adı altında manevî hislerimizi tahribe sebep olan müthiş bir tahribat yapan zındıka komitesine karşı; gözlerimizi idam etmek hükmünde olan harama bakmak... Kulaklarımızın idamı hükmüne geçen, inkârcılık kokan, pespâye müzikleri ihtiyarımızla dinlemek, onlarla ilgilenmek... Zihin ve hayali; dili, gözü, kulağı bu mânâda kullanmaktan uzak tutmak gerekiyor. Dünyayı fesada veren bu müthiş illet karşısında; başta Müslüman gençler olarak bütün inananların çok mert ve dik durması gerekiyor. Maalesef bu alanda kat edilen bunca mesafeden ve olayın yaygınlaştırılmasından dolayı nefsin hilesi olan “açıktan zina” belâsı; başta inançlı gençler olmak üzere, bir çok insan için büyük bir vebâ ve kanserdir. Allah, başta gençlerimiz olmak üzere hepimizi muhafaza etsin. (Âmin) En büyük olandan başlayıp; el, dil, kulak ve göz zinasını içine alan bu yolda, hele de bu yaz mevsiminde çok dikkat etmek gerekiyor.

Hile yapmada da “bazen ve biraz” yoktur. Müslüman birisi, herhangi bir insana, herhangi bir zamanda ve işte “birazcık” ve “bazen” hile yapması söz konusu olamaz.

Sahtekârlıkta da “bazen ve biraz” yoktur. Bu dinin men ettiği, şenî bir hareket olan sahtekârlığı bir Müslüman hiçbir şekilde, hiçbir kimseye karşı yapamaz.

Gıybette de “bazen ve biraz” yoktur. Yani birilerini küçük bir konuda, bir defaya mahsus “gıybet etme“ hakkımız yoktur. Eğer etmişsek “helâlleşmemiz” gerekir.

Birisine “iftira atma”nın “bazeni ve birazı” yoktur. Sosyal hayatta bu kötülüğün bu kadar yaygın olması inanan kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Bu hareket de dince men edilmiştir.

Su-i zannın “bazeni ve birazı” yoktur. Mü’min mü’mine su-i zan edemez. Ettiği zaman aradaki kardeşlik kalkıp yerini husûmete bırakır.

Misâlleri çoğaltmak mümkündür.

Bizi bizden uzaklaştıran, hayırlı amellerimizi kemiren, ama günlük hayatta bu kadar basit ve yaygın olarak çoğu Müslüman tarafından yaygın ve rahat bir şekilde kullanılan bu “mahzurlu” hallerin hüküm sürmesinden dolayı Müslümanların belleri doğrulmuyor.

Cemiyetin toptan bozulma meylinin girdabına yakalanması... “Sen de çok inceleme!”, “Elle gelen düğün bayram!”, “Bu kadarcık hata kadı kızında da olurmuş!” türü darb-ı mesellerin yanlış yerde ve kötüye âlet olarak kullanılması birçoğumuzu maalesef menfî etkiliyor. Ama bu geçersiz bahaneler bizleri mes’uliyetten kurtarmaz.

Asrın müçtehidinin, sadece bu konulara münhasır olarak çok ciddî ikaz vazifesini gören ihtar ve hatırlatmalarını da unutmayalım.

“Ey kardeşlerim, dikkat ediniz!”

“Kardeşlerim, ihtiyatlı davranınız!”

“Sakın sakın çok dikkatli davranınız!” gibi ikazlarını da unutmayalım.

Yalansız, gıybetsiz, iftirasız, su-i zansız, her çeşit zinadan uzak, hilesiz, sahtekârlıktan uzak; meşrû, doğru, istikametli, sadakatli, ihlâslı, helâl dairede bir hayat yaşamak dilek ve temennisiyle...

31.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Hidayet yolculuğu


A+ | A-

Şükürler olsun ki, her türlü olumsuzluğa rağmen İslâmın ‘kalpleri fethi’ devam ediyor. Hem de ‘ifsat şebekeleri’ istemese de! Aynı zamanda gelişen hadiseler gösteriyor ki, hidayetin kime, nerede ve nasıl nasip olacağı belli olmuyor. Muhtemelen ‘hayır duâ’ alanlar bir şekilde İslâma teslim oluyorlar.

Çok dikkat çekici bir hidayet haberi de Kayseri’den geldi. İrlandalı aktivist yani ‘insan hakları savunucusu’ Cueeva Butlerly, Gazze’ye yardım götüren gemilere İsrail tarafından düzenlenen saldırıda zulmen öldürülen Furkan Doğan’ın ailesini ziyaret etmek için gittiği Kayseri’de Müslüman olarak ‘’Ayşe’’ adını almış. (AA, 30 Temmuz 2010)

‘Gazze şehidi’ Furkan Doğan’ın Talas ilçesindeki mezarını ziyareti sırasında Kelimei Şehadet getirerek Müslüman olan “Ayşe”, İslâmı tercih etme süreceni anlatırken de şöyle konuşmuş: ‘’Son 9 yılımı Filistin’de ve mülteci kamplarında geçirdim. Çünkü, Filistin’in özgürlük mücadelesine inanıyorum, intifadaya inanıyorum. Dünyanın her tarafından insanların Filistin’in haklı özgürlük mücadelesine destek vermesi gerektiğine inanıyorum. Ben de Batıdan biri olarak bu mücadeleye katılmanın insanî bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum.’’

İslâm toplumunda gördüğü inanç, olgunluk, onur, misafirperverlik ve gücün Müslümanlığı seçmesi için etkileyici bir ilham kaynağı olduğuna dikkati çeken Cueeva Butlerly (Ayşe), ‘’Uzun yıllardır kendimi İslâm dinine yakın hissediyordum. Fakat Mavi Marmara gemisinde şehit olan Türk kardeşlerimiz bu topluluğa katılmam için bana örnek oldular. Böylece hepimiz kardeş, aynı toplumun ve insanlığın parçası olabiliriz. Yaptığım seçimi iki seviyede görüyorum. Birincisi ruhânî boyutu, ikincisi de politik yönü ki; bu Batı dünyasındaki İslamafobi ile mücadele gerekliliğidir” demiş.

Bakınız, İslâma teslim olan Butlerly’in bu tesbiti aynı zamanda başka bir tesbiti de doğruluyor: “Hal dili”, “kal dili/ konuşma”dan daha tesirli bir tebliğ metodudur! Keşke, konuşmak yerine, fiillerimizle İslâma ayine olabilsek!

Müslüman olan Butlerly’in bu sözleri, Bediüzzaman’ın şu müjdesini hatırlamamıza da sebep oldu:

“Eğer biz ahlâkı İslâmiyenin ve hakaiki imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki kürei arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.” (Hutbe-i Şamiye, 2833)

Yıllardan beri Filistin ve civarında mazlûmlara destek olan Cueeva, belki de onlarca defa İslâmı seçmesi noktasında davet almıştı. Sonunda o ‘sözlü tebliğ’ler değil de, bir davranış, bir şehadet buna sebep oldu. O halde hidayetin kime, nerede ve nasıl nasip olacağını bilmediğimize göre; İslâmı yaşamaya ve fiillerimizle tanıtmaya çalışmak ilk işimiz olmalı.

Kimine bir şehadet, kimine bir Risâle sebep oluyor ve hidayet yolculuğu artarak devam ediyor. Hâzâ min fazlı Rabbî! Bütün güzellikler Rabbimizdendir!

31.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.