17 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nejat EREN

Bedel ödemek ve dostluğun gereğini yapabilmek


A+ | A-

“Dost” kelimesi çok sıcak, içten, samimî, hasbî, hâlis, sade, temiz ve kırıksız bir çizginin ifadesidir.

“Dost” olup, “dost” kalabilmek ise onun hayata geçirilmesi, icrası ve tatbikatıdır. Kolay bir iş mi? Hele de bu asırda oldukça zor bir görev, zor bir iştir! Ama bu zaman ve zeminde, her şeye rağmen hâlâ bu duyguya sadık kalanlar bu topraklarda ve dünyada—az da olsa—var Elhamdülillâh ve dünya durdukça da kesilmeden devam edecek İnşâallah.

Hele “Nur camiası” içerisindeki dostlukların çok ayrı bir yeri ve makamı vardır. Dünya durdukça unutulmayacak dostlukların en şahane örnekleri “sahabe mesleği” olan bu çizgide mevcuttur. Bir mü’min için en büyük dost şüphesiz ki Allah’tır. “Dost istersen Allah yeter!” hakikati bunu ifade ediyor. Gerçek mânâda kendini bilen bir Müslüman ve insan için Allah’ın ve Peygamberimizin (asm) dostluğu dünyadaki en büyük hazine ve sermayedir.

Tebük Seferindeki son nefeste: “Suuuu! Suuuu!” diye bağıranlardan sekiz kişinin birbirlerine karşı gösterdikleri, “Tarihin Şeref Levhalarına” geçen misâllerine benzeyen bir örnekle konumuzu biraz açmaya çalışalım.

Bir zamanlar, savaşın en kanlı günlerinden birinde, asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü görür. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındadırlar. Tam siperden dışarı doğru bir hamle yapacağı sırada, başka bir arkadaşı onu omuzundan tutarak tekrar içeri çeker,

“Delirdin mi sen? Gitmeye değer mi? Baksana delik deşik olmuş. Büyük bir ihtimalle ölmüştür. Artık onun için yapabileceğin bir şey yok. Boşuna kendi hayatını tehlikeye atma” der.

Fakat asker onu dinlemez ve kendisini siperden dışarıya atar. İnanılması güç, mu'cizevârî bir olay gerçekleşir, asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaşır. Onu sırtına alır ve koşa koşa geri döner. Birlikte siperin içine yuvarlanırlar. Fakat cesur asker, yaralı arkadaşını kurtaramamıştır. Siperdeki diğer arkadaşı; “Sana değmez demiştim. Hayatını boşu boşuna tehlikeye attın” der.

“Değdi!” der, gözleri dolarak, “Değdi…”

“Nasıl değdi? Bu adam ölmüş, görmüyor musun?”

“Yine de değdi. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim için.”

Ve hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarlar:

“Geleceğini biliyordum! Geleceğini biliyordum!”

Evet, karşılık beklenmeyen gerçek dostluk, bitmeyen bir “itimat ve güvendir”. “Geleceğini” bilmek. “Hizmetin Kalesinde”, doğru çizgide sağlam yerde durabilmek. Sebat etmek, ayrılmamak, aykırılığa düşmemek. Dostlarından aykırı düşüp kırılmamak, dostlarını da kırmamak.

Dünyevî boş işler için dâvâ arkadaşını üzmemek, kalbini kırmamak, tenkit etmemek, gıybet etmemek, ona “zanlı” göz ve düşüncelerle bakmamak. Gönülleri hoş tutabilmek.

Dostluk” demek; itimattır, güvenmektir ve güven vermektir.

“Dostluk” demek; fedakârlıktır, diğergamlıktır, cefadır, katlanmaktır, vefadır, sebattır ve sadakattir.

“Dostluk” demek; rüşvet ve karşılık beklememektir.

“Dostluk” demek; maddî ve manevî menfaatlerden uzak olabilmektir.

“Dostluk” demek; “Hakkın hatırını” yüce tutmaktır.

“Dostluk” demek; acı da olsa doğruları her yerde, her zeminde seslendirebilmektir.

“Dostluk” demek; samimiyet, dürüstlük, nezaket ve nezahettir.

“Dostluk” demek; acılara, çilelere katlanmaktır, bu hayatın gerçekleriyle yüzleşmektir.

“Dostluk” demek; barıştır, bağışlamaktır, selâmettir.

Cenâb-ı Hak camiâmız, milletimiz, Müslüman kardeşlerimiz ve insanlık ailesi içerisindeki gerçek dostlukları ziyadeleştirsin ve köklü hâle getirsin İnşâallah.

Bir asra yaklaşan bu kudsî dostluk çizgisini her ne pahasına olursa olsun, her şeye rağmen daha da sağlamlaştırmak, sahip çıkmak, kuvvetleştirmek, yaymak ve devam ettirmeyi ve gelecek yazımızı çok uzaklardan yeni dostluk ve hizmet haberleriyle süslemek dileğiyle duâlarınıza dâhil olmayı temenni ediyorum.

17.09.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Trafik kazalarındaki hatalar…


A+ | A-

Geçtiğimiz Ramazan Bayramında Türkiye genelinde, özellikle de İstanbul’daki tanker ile minibüs çarpışmasıyla meydana gelen trafik kazaları neticesinde her tarafın yine kan gölüne döndüğünü, bir çok insanın ölüp, yaralandığını, dolayısıyla da, bir çok haneye matem ve acı düştüğünü müşahede ettik. Bir fahrî trafik müfettişi olarak, bu trafik keşmekeşini yakından takip edenlerden olduğumuzdan, maalesef çok üzülerek yazıyoruz bu yazıyı.

Yapılan tesbitlere göre, bir trafik kazasının meydana gelmesinin başlıca ana unsurları; sürücü hatası, vasıtalardaki teknik arıza, yol ve hava şartlarının uygun olmaması olmak üzere başlıca dört sebeptir. Ama bunların hepsinin başında, sürücülerden kaynaklanan hatalar gelmektedir. Çünkü diğer unsurlar cansız şeylerdir. Ancak onlarla ne şekilde muâmele edileceğini öğrenip bilme işi, insan olan sürücülere kalmıştır. Yani, trafiğe çıkmadan önce veya trafikte seyir esnasında karşılaşacağı hava ve yol durumuna göre vasıta kullanması lâzımken; yeni yağan yağmurda yapılacak bir ani frenle arabasının çamurlaşmış yolda kayabileceğini, yol yapım veya tamiratında kullanılan mıcır vs. üzerinde giderken de aynı şekilde, yapılacak bir küçük yanlışta, vasıtasının takla atacağını bilemeyen, kestiremeyen bir sürücü, her zaman kazaya sebep olabilmektedir. Vasıtaların teknik durumları ise; önceden tesbit edilip, ona göre tedbir alınarak yola çıkılsa, bu kadar kötü durumlar meydana gelmez. Tabiî bütün tedbirleri alıp, azamî dikkat gösteren bir kişiye, karşı taraftan densiz, düzensiz bir sürücünün vasıtasının çarpmadığı da olmuyor değil. Veya teknik bir noksanlık görünmezken, aniden meydana gelebilen bir arızadan dolayı da, kaza meydana gelebiliyor. İşin kader ciheti başka, ama tedbir almak da onun bir esası iken, bu cihete bakan pek kimse yok. Acaba kaç kişi arabasını çalıştırmadan önce kaputu açarak; yağ, su, hidrolik yağı, cam yıkama suyunu kontrol ediyor? Lastiklerinin durumuna bakıyor? Çok nadir bunu yapanlar. Hele, yeni arabası olanlar, bu yeniliğine de güvenerek hiç bakmıyor neredeyse. Halbuki bu sayılanların eksikliği, yeni-eski dinlemez, her zaman her şey olabilir.

Esas unsurun sürücüler olduğunu söyledik. Gerçekten de, trafikte seyir esnasında o kadar yanlışlar yapılıyor ki, biz ceza tutanağı yazmaktan bıkıyoruz, ama bir çok sürücü, ceza almaktan, hatalı vasıta kullanmaktan vazgeçmiyor. Bundaki en büyük sebep de; insanlarımızın eğitimsizliği, hak-hukuk tanımazlığı, cahilliği ve aymazlığıdır. Peki, ehliyet alabilmek için gidilen sürücü kurslarından alınan eğitimler ne oluyor? İşte, işin burasında düşünmek lâzım. Bizim ehliyet aldığımız 70’li yıllarda, bu belgeyi alabilmek için, bir şekilde doğru-yanlış vasıta sürmeyi öğrenenler, müracaat ederek yazılı imtihana giriyorlar (amatör, profesyonel ve ağır vasıta olmak üzere), o imtihanı kazandıktan sonra direksiyon imtihanında, karayolları, emniyet ve şoförler odası temsilcilerinden meydana gelen bir imtihan komisyonu tarafından sürme testine tâbî tutuluyorlardı. Ondan sonra ehliyet almaya hak kazanıyor veya kazanamıyorlardı. Zamanla bunda da, başta rüşvet alma ve eğitim eksiklikleri gibi sebeplerden dolayı daha sonraları, 80’li yıllarda sürücü kursları ihdas edildi. Maksat iyiydi belki. Sürücü olacaklara her şey güzel bir şekilde, uzmanlarca öğretilecek ve ondan sonra yapılacak imtihanda da muvaffak olanlar ancak ehliyet alabilecekti. Bu arada şunu da söyleyeyim, ehliyet almanın yolu bu şekilde görünürken; bundan birkaç yıl önce bir polis okulu, ehliyeti olmayan talebelerine, kendi bünyesinde kurs düzenlenip, o şekilde ehliyet vermişti. Bir dönem, biz de hoca olarak girmiş, 350 civarında polis adayına ders vermiştik. Doğrusunu söylemek gerekirse, böyle ayrı muâmele şeklinde ehliyet almak yanlıştı.

Sürücü kursları vasıtasıyla şoför yetiştirilip, ondan sonra ehliyet almak belki güzel ve iyi bir şeydi. Ama, tabiî burası Türkiye. Her şeyde art niyet olduğu gibi, bu sürücü kurslarında da maalesef, para kazanmak esas gaye olunca bir çok sû-i istimaller yapıldı. Bazıları para kazanmak uğruna, işi gereği gibi sağlam yapmadı. Kursa gelmeden, ders görmeden (eline verilen sürücü kursu ders kitabını okuyarak) ehliyet alan bir çok kimse çıktı piyasaya. Adam, ne kadar az benzin yakarsa onun kârını hesap ederek, direksiyon eğitimini o kadar az tutuyor. (Yine burada işi hakkıyla yapanlar bahsimiz harici.) Ondan sonra da netice maalesef hep hüsran oluyor.

Zaten ehliyeti cebine koyan kişi zannediyor ki, her şey tamam. Arabayı ehliyet sürecek zannediyor. Düşünmeden trafiğe çıkıyor ve peşinden de, bir sürü dert ve problemle karşılaşıyor. Bir defa arabaya tam hâkim olamayan, onu doğru hareket ettirip durdurmasını bilmeyen, trafikte diğer vasıtalarla karşılaşınca ne yapacak? Arabayı çalıştırmak, yürütmek kolay da, onu durdurmak, ona hâkim olmak zor işte. Bunlar iyice öğrenilmeden trafiğe çıkmak bir nevî cinayet işlemek gibi bir şey. Kendi başını yaktığı gibi, haksız yere bir çok masumun da canını yakıp, yuvaların yıkılmasına sebep oluyorlar.

Bu ehliyet alma işinde yanlışlıklar, sadece kurslarla bağlantılı değil. İmtihan komisyonlarında da durum biraz yanlış. Sürücü kurslarının izin ve işleyişi Millî Eğitim’de olduğundan olacak her halde, imtihan komisyonlarına hep öğretmenleri sokuyorlar. Tamam yazılı imtihanları anladık, o merkezidir, bilgisayar okuyor, orada öğretmenler bir nevî müşahid, gözlemci olarak girebilirler. Ama, tamamen teknik uzmanlık ve tecrübe isteyen direksiyon imtihan komisyonuna da öğretmenlerin sokulmasını anlamıyoruz. Bazılarının araba sürmesini dahi tam bilmediği bu komisyondan ne beklenir? Halbuki, makine mühendislerinin, işin uzmanı olanlarınca bu işin yapılması daha münasip olur bizce.

Aymazlıktan bahsettik. Bu aynı zamanda kural ve kaide tanımazların da tarifidir. Aslında; trafik, bir kurallar, kaideler manzumesiyken, maalesef buna riayet eden, uyan azaldı. Özellikle de son zamanlarda, daha da çoğaldı. Adam çok kalabalık trafiğin olduğu kavşaklarda, sinyal vermeden aniden dönüyor. Hem arkadan, hem de karşıdan geleni tehlikeye sokarak... Biz, şoför eğitimi yaptırdığımız zaman hep şunu söylüyorduk: “Arkadaşlar! Trafikte en mühim hareketlerden biri de, bu sinyal verme hadisesidir. Çünkü bunu yapmakla trafikteki hâl ve hareketin nizamı sağlanıyor. Arabayı hareket ettirirken veya durdurma esnasında. Dönüş işareti olarak ve vasıta sollama (yani geçme) işlemi yaparken uygulanır. Yoksa trafik karışır. Bir de eliniz sinyal koluna gidince, gözünüz de muhakkak dikiz aynasında olsun. Arkadan gelen trafik müsaitse, sizin yapacağınız harekete uygunsa, o sinyalin fonksiyonunu yerine getirebilirsiniz. Yoksa yanlış yapar, kazaya sebep olursunuz” diyorduk. Bir defasında, İl Trafik Denetleme Müdürüyle beraber, trafikte yaptığımız tatbikatta, başta sinyal verme işi olmak üzere, sürücülerin bir çok yanlışlarını tesbit ettik. Bazılarına da, yaptığı yanlışı söyleyince “kem-küm” ederek, hatalarını anlıyorlardı. Ama, bunu, ceza müeyyidesini karşısında görünce değil de, her zaman, hem kendisi, hem de başkası için uygulasa ne olur?

Tabiî, yapılan hatalar sadece sinyal vermemekle sınırlı değil. Kazalara sebebiyet veren daha bir çok trafik kuralı, kaidesi ihlâli de yapılıyor. Yapılan hataların çoğu da maalesef, karşısındakinin hakkına, hukukuna tecavüzden meydana geliyor. Gelişigüzel park etmeler, geçiş hakkına uymama, şerit değiştirme hataları (hatalı sollama gibi) vs. Taşıt yolu dediğimiz cadde üzerlerine öyle park ediyorlar ki, aradan yol bulup geçebilen vasıtalara aşk olsun. Adeta yollar otoparka dönmüş vaziyette. Bazen, beraber o manzarayı müşahede ettiğimizde, yanımda bulunanlara diyorum ki “Şimdi otopark arasından yol bulup geçeceğiz”. Yani bu hale geldi trafik. Trafikte meydana gelen bu keşmekeşle ilgili olarak, bundan birkaç sene önce Trafikten Sorumlu İl Emniyet Müdür Yardımcısı ile (bu zat sonradan, trafikten sorumlu Emniyet Genel Müdür yardımcısı olmuştu) sohbetimiz esnasında ona ben şunu söylemiştim: “Müdür bey, bunlarla alâkalı büyük bir İslâm âliminin önemli bir tesbiti var, diyor ki: ’Bu zamanda terbiye-i İslâmiye bozulduğundan…’ İşte bu trafikteki insanların durumlarını da bununla açıklayabiliriz. Eskiden babalarımız, analarımız bize İslâm terbiyesi öğretir 'Aman yavrum, kimsenin hakkına, hukukuna, malına, namusuna dokunma’ derlerdi. İşte bu da böyle deyince, o tesbit çok dikkatini çekmiş ve ‘Çok doğru ve önemli bir tesbit” demişti.

Girişte bahsettiğimiz, 13 kişinin ölmesiyle neticelenen tanker-minibüs kazasında yapılan en mühim iki ihlâl, trafikte yapılanların en tehlikelisidir. Kırmızı ışık ihlâli ve aşırı sür’at. Meselâ bir tankerin hız limitleri nedir, biliyor musunuz? % 10 toleransla; şehir içi 33, şehirler arası 55 ve otobanda 66 km.’dir. Ama, hiç bunların bu hızlarda seyrettiğini gördünüz mü? Biz otomobille giderken—ki otomobil en fazla hız limidine sahip vasıtadır—bazen onlara yetişemiyoruz. Bu hız meselesinde yaklaşık olarak küçük bir misâl verelim. Normal şart ve halde 50 km hızla giden bir vasıta, aniden fren yaptığında, yaklaşık 25 m mesafede durabiliyorken, iki kat fazla, yani 100 km hızla giden bir vasıta aynı şekilde fren yaptığında, ancak 100 m. kadar bir mesafede durabilmektedir. Yani hız iki kat artıyor, ama fren mesafesi dört kata çıkıyor.

Vatan ve milletimiz için çok mühim bir mesele olan trafikle alâkalı yazılacak çok şey var, ama yazdıkça da uzayan bu mesele ile alâkalı son olarak şunu söylüyoruz: Hülâsa, en mühim sebep olan insan hakkı ihlâli de burada rol oynuyor. Başkasının hakkının gasbedilmesi nasıl iyi bir şey değilse, trafikte de karşımızdakilerin hakkına tecavüz etmek de iyi bir şey değildir. Eğer herkes, hak ve hukuka, kural ve kaideye uygun hareket etse, kazalar önemli nispette azalacak ve bir çok yuva da sönmeyecektir.

17.09.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Bize düşen vazife


A+ | A-

Ümitsizliğin bittiği yerde, acı olmaz, kadere itiraz olmaz, hizmette kusur arama olmaz ve elim emeller ve fikirler olmaz ve olamaz... Çünkü, ümit; İslâm ve iman adına ümit hayat demektir, diriliş demektir, var olmak ve varlık âlemini haykırmak demektir... Bu noktada bütün sahte ve bayağı seslerin susması hakikatın konuşması, konuşturulması esas olduğu için yeis, ümitsizlik kendi karanlıklarında ve menfiliklerinde boğulup gitmiştir zaten...

Müslümanın ümidi bitmez... Bitmemelidir de zaten... Ama Müslümanın hedef olduğu saldırılarda bitmez, zulümler de bitmez, istibdatlar da bitmez, elemler de bitmez, acılarda bitmez, bu işleri yapanlar da tükenmez, kaybolmaz, ortadan çekilmez... Koca ustanın dediği imtihan bu hayat biter, imtihan biter... Gönül ister ki iyi bitsin... Sayfalar güzel kapansın. Galip olan iyilik olsun...

Iztırap bir nefiste, bir şahısta olsa sineler hazır, sığar sığmaz sineye çekilir ve halledilir... Lâkin ıztırap âlem-i İslâmı sarmış... Görünen görünmeyen bütün hastalıkların, belâların, topyekûn dinimize, dini hayatımıza icra edilen zulümlerin, haksızlıkların ıztırabı dinmedikçe ve âlem-i İslâm kurtulmadıkça mü'minlerin İslâm cemaatlerinin ıztıraplarının dinmesi, acılarının bitmesi mümkün değildir...

Bizleri elbette ki İslâm âleminin muhatab olduğu acılar ve elemler yeise, ümidsizliğe düşürmemelidir. Bilâkis küllî, umumî, herşeyi ve herşeyimizi kucaklayan bir ubudiyetle, kullukla ve cihad aşkıyla Kur’ân’a sarılmalıyız, onun hükümlerini öğrenerek önce nefsimizi terbiye edip kurtuluş reçete ve çarelerini âleme neşretmeliyiz İnşaallah.

Kim ne derse desin... Herkesin herşeyini ortaya dökerek dünya adına bağlantılarla, dünya saadeti adına bütün varlıklarıyla çalıştıkları günümüzde ehl-i iman çalışmalı.. Son derece fazla çalışmalı.. Kur’ân’ın Nurunu âleme yaymaya, muhtaçlara ulaştırmaya gayret etmelidir. Bu konuda onun en büyük yardımcısı ümidi ve imana dair yüksek emelleri olmalıdır...

Velev ki din düşmanları kuvvetli olsun veya öyle görünsün hiçbir zaman Müslüman ümidini kırmamalı, âlem-i İslâmın ıztırapları, maruz kaldığı hücumlar karşısında bu yolda fedakârane çalışmaların ve faaliyetlerin içerisinde olmalıdır... Sadece bu yolda hizmet vermeyi, bu yolda bir nebze olsun Müslümanlara yardımcı olmayı hedeflemek ve niyetine girmek bile ümitsizliğin kalesinde açılmış büyük bir gediktir.. Yeter ki tembellikle bu gediği tekrar kendi elimizle kapamayalım, yeise düşmeyelim...

Vazifemiz çalışmak, Hakk’ta sebat etmek, ümitvar olmak ve sabır etmektir... Cenâb-ı Hakkın ihsan edeceği muvaffakiyeti beklemektir. Allah (cc) hepimize iman, Kur’ân hizmetlerinde güç ve kuvvet nasip etsin İnşaallah...

17.09.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Yargı ve halk


A+ | A-

Referandum sonuçları belli olduktan sonra yargı cenahından iki mesaj verildi. Bunlardan biri, paketin resmen yürürlüğe girmesinden sonraki 30 gün içinde yeniden yapılanacak olan HSYK'nın Başkanvekilinden geldi.

Paketin kabulü ile ortaya çıkan durum için “geriye gidiş” yorumu yaptı Kadir Özbek, ama “Bu kadarını beklemiyorduk” dediği “evet” oyları için “Halkımızın çoğunluğunun tercihi bu yönde olduğuna göre, fazla söyleyebilecek birşeyimiz kalmadı” ifadesiyle, hayli zorlanarak ve kerhen de olsa “seçmenin iradesine saygı” mesajı vermiş oldu.

Buna karşılık, Yargıtay Başsavcısı ayrı telden çaldı. “Yargıçlar olarak hukuk devletini ve yargıçların bağımsızlığını anayasa değişse dahi, yasalar değişse dahi korumak azmindeyiz” diye konuştu.

Gerekçesini, “Çünkü yargı organı halkın temsilcisidir. Halkı temsilen bu görevini yapmaktadır” sözleriyle açıkladı. “Halkımız müsterih olsun” diyerek de, milletin yüreğini “ferahlattı!...”

Oysa “Temsilcisiyiz” dediği halkın yüzde 58’i, referandumda anayasa paketine “evet” demişti!

Başsavcının, “yargıçlar adına” temsilcilik izhar ettiği halkın içinde bu yüzde 58 yok mu? Yalçınkaya’nın halkı, “hayır” oyu veren yüzde 42’den mi ibaret? Ama bu yüzde 42’nin tümünün Yalçınkaya gibi düşündüğünü kim söyleyebilir? “Hayır” diyenlerin içinde, demokratikleşmeden yana olduğu halde, referandumu, iktidara tepkisini ortaya koyma fırsatı olarak görenler de yok mu?

Ve Yalçınkaya’nın yüzde 58’e bakışı, “Aldatıldıkları için ‘evet’ dediler, yakında pişman olacaklar” gibi, “evet” diyenlere üstü örtülü olarak cehalet ve saflık izafe eden bir yaklaşımın mı ifadesi?

Yürüttüğü canhıraş kampanyada halka “Hayır deyin” çağrıları yaptıktan sonra kendi sandığında oy kullanamayıp tarihe geçen Kılıçdaroğlu’nun referandum sonrasında yaptığı “Sosyoekonomik gelişmişliği ve eğitim seviyesi yüksek yerlerde büyüyoruz” yorumu da bu mesajla örtüşmüyor mu?

Yani, “Evet diyenler yoksul ve cahil halk yığınları, hayır’cılar zengin ve okumuş kaymak tabaka!”

Eğer durum bu ise, yeni CHP Başkanının miting meydanlarında ve TV konuşmalarında verdiği “yoksullara sahip çıkma ve kul hakkı yedirmeme” mesajları adresine ulaşamamış demektir...

Aslında bu mesele, ayrıca üzerinde durulması gereken derin bir bahis. Ama şimdilik konumuz dışında olduğu için geçip, Yalçınkaya’nın “Yargı halkın temsilcisi” sözünü irdelemeyi sürdürelim.

Altı okundan biri “halkçılık” olduğu ve adını oluşturan üç kelimeden biri de “halk” olarak telâffuz edildiği halde, bu ülkede yaşayan halkın büyük çoğunluğuyla bir türlü barışamayan CHP’nin yaşadığı derin ikilemin bürokrat diliyle bir kez daha ifadesi niteliğindeki bu beyan, son derece problemli ve çelişkili sonuçlar üretmeye elverişli.

“Halka rağmen halkçılık” deyişiyle siyasî literatürdeki yerini alan anlayış, yine halkın temsilcilerini devirip idam eden 27 Mayıs darbesinin hazırladığı ihtilâl anayasası ile “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” denildikten sonra millet iradesine koşulan zoraki ortakların başına yüksek yargı organlarını yerleştirmiş; Meclisin üzerine Anayasa Mahkemesi, hükümete Danıştay ve partilere de Yargıtay Başsavcılığı bariyerlerini getirmişti.

Yalçınkaya “Yargı halkın temsilcisidir” diyor ve yargı kararlarının başına “Türk milleti adına” ibaresi konuluyor; ama ne yazık ki, aynı yargıdan, halkın talep ve beklentileriyle de, adaletle de, vicdanla da tamamen çelişen kararlar sâdır olabiliyor.

27 Mayıs’ın, adalet tarihine kara bir leke olarak geçen Yassıada utancı bunun en tipik örneklerinden biri. Daha birkaç yıl önce Danıştay Başsavcısının “27 Mayıs ve idamlar toplumda coşkuyla karşılandı” diyebilmesi, yarım asır sonra bile, o zihniyetin hâlâ diri olduğunu göstermemiş miydi?

28 Şubat döneminde iyice yoğunlaşan ideolojik, siyasî ve çifte standartlı kararlar ayrı bir fasıl.

Anayasa paketi, bütün bunları “halkın temsilcisi” olarak ve “millet adına” yaptığını söyleyebilen bu zihniyeti aşmak için yeterli olabilecek mi?

17.09.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Korkunun doğru yönü


A+ | A-

Ankara’dan bayan okuyucumuz: “Bir kitapta korkunun küfür olduğunu okudum. Korku küfür olabilir mi? Bende bazen çok titizlik ve cesaretsizlik halleri hâkim oluyor. Bunların korku ile bir bağlantısı var mı?”

Korku lügatte tehlike anında duyulan endişe, kaygı, tasa, ürküntü ve dehşet alma hâli olarak açıklanmıştır. Korku ile küfrü birebir özdeşleştirmek doğru değildir. Korku çok yersiz ve gereksiz olsa bile, küfür sayılmaz. Çünkü küfür, Allah’ı ve Allah’a ait değerleri “inkârdan” başka bir şey değildir.

Korkunun insan fıtratına yerleştirilmiş bir duygudan ibaret olduğunu beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, korkuyu yöneldiği makam itibariyle iki grupta inceler: Bedîüzzaman’a göre korku ya halka, ya da Hâlık’a dönük olarak yaşanır. Yani insan ya Allah’ın yarattıklarından korkar, ya da Allah’tan. Üçüncü bir ihtimal yoktur.

Kur’ân insanları Allah korkusuna çağırır. Rabb’inden “korkan” kimseye “iki Cennet” vaad eden1 Cenâb-ı Hak başka bir âyette, “Benden korkun!”2 buyurur. Bir başka âyette ise, “Allah Kendisinden korkmanızı emrediyor.”3 buyurulur.

Peygamber Efendimiz de (asm) bizi Allah korkusuna çağırıyor: “Bir mü’minin kalbinde korku ile ümit birlikte bulunursa, muhakkak Aziz ve Celil olan Allah ona umduğunu verir, korktuğundan da emin kılar.” 4 buyuran Allah Resûlü (asm), bir hadis-i kudsîde de, Allah’ın şu sözünü naklediyor: “İzzetime ve celâlime yemin ederim ki, bir kuluma iki emniyeti ve iki korkuyu birden vermem: Kulum dünyada azabımdan emin olursa, kullarımı topladığım Kıyamet Günü’nde ona korku veririm. Kulum dünyada Benden korkarsa, kullarımı topladığım gün onu azabımdan emin kılarım.” 5

Allah’tan korkmanın, O’nun rahmetinin şefkatine yol bulup sığınmak demek olduğunu kaydeden Üstad Saîd Nursî Hazretleri, korkunun bir kamçı olduğunu ve kişiyi Allah’ın rahmet kucağına attığını beyan eder. Bedîüzzaman’a göre, Allah korkusu ile Allah’ın merhametine, mağfiretine, affına, sevgisine, şefkatine, rahmetine, re’fetine ve yumuşak huyluluğuna ulaşılır. Bir anne yavrusunu korkutmakla, nasıl ki, onu şefkat sinesine çekmiş olur. Öyle ki, anne korkusu yavru için gayet lezzetlidir. Çünkü bu korku kendisini annesinin sıcak kucağına çekiyor. İşte, bütün annelerin şefkatlerini toplasanız, Allah’ın rahmetinin sadece bir pırıltısından ibaret kalır. Öyleyse sonsuz şefkat ve hadsiz merhamet Sahibi olan Allah’tan korkmakta büyük bir “lezzet” olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor. Üstelik Allah’tan korkan, Allah’tan başkasının çirkin, neticesiz, musîbetli ve belâlı korkularından da kurtulmaktadır.

Allah korkusu olmadığında, kişi, korku duygusunu mutlaka kullanacaktır ve bu defa Allah’tan başka şeylerden korkmaya mecbur ve mahkûm olacaktır. Hatta öyle şeylerden korkacaktır ki, o korku sonuçta hiçbir işe yaramayacağı gibi, korkulan şeyin ne merhameti, ne acıması ve ne de şefkati söz konusu olmayacaktır. Bilâkis böyle korkular insan ruhuna elem verici belâlar, ıztırap verici acılar ve yürek yakıcı hüzünler dolduracaktır. Böylece insan, yüreğinde Allah’tan başka şeylerin korkusunu taşımanın cezasını “ivedilikle” görmüş olacaktır.6

Yaratıklara karşı duyulan korkunun aşırı boyutu, yani "korkaklık" derecesi için dalâlet olduğu söylenebilirse de; küfrü gerektirdiğini söylemek ölçüsüzlük olur ve aklî bir hüküm olmaz. Çünkü korku damarı zaten normal ölçülerde hayatı korumak için verilmiştir. Beş altı ihtimalden bir ihtimal ile korkmak ihtiyattandır, meşrudur, vücudun kendisini savunduğu bir mekanizmadır. Yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile korkmak ise evhamdır, korkaklıktır, hayat için azaptır.7

Korkaklığın altında, psikolojik bir rahatsızlık arayabiliriz. Aşırı titizlik, aşırı duyarlılık, aşırı hassasiyet ve aşırı cesaretsizlik halleri ise, hayatın ve imtihanın bir cilvesi olarak yer yer kendimizi kurtaramadığımız birer günübirlik tavırlardan ibarettir. Her zaman cesaretsiz değilizdir. Mutlaka cesaretli olduğumuz günler ve konular da vardır. Öyleyse kendimizi bir yönümüzle değil; her yönümüzle ele alalım ve kendimize haksızlık etmeyelim.

Bir takım beğenmediğimiz huylarımız vardır elbet, olmalıdır da. Unutmayalım ki, beğenmediğimiz huylarımızı “görmek ve itiraf etmek” bir kemaldir, bir olgunluktur, bir iyi huydur. Islâhı için ilk adımı attığımızın işaretidir. Öyleyse, böyle kendimize dönük tecessüslerimize, araştırmalarımıza ve sorgulamalarımıza devam edelim; iyi görmediğimiz huylarımızın düzeltilebilir birer “günübirlik eğriden” ibaret olduğunu akıldan uzak tutmayalım.

Hiç şüphesiz, kendimizi beğenmemeye gayret edeceğiz. Ancak bu gayretimizle kendimizi küfre veya İslâm dışında bir yerlere asla atmayalım, atanlara da aldırmayalım. Bilelim ki, bu ince tecessüslerimiz, Kur’ân’ın bizde görmek istediği “nefsi levm etmekten ve kınamaktan”8 öte bir şey değildir. Kur’ân’ın övdüğü ve teşvik ettiği şey ise, ancak hayırdır, hayır getirir.

Dipnotlar:

1- Rahmân Sûresi, 55/46.

2- Bakara Sûresi, 2/40.

3- Âl-i İmrân Sûresi, 3/28.

4- Câmiü’s-Sağîr, 3/3348.

5- a.g.e., 3/2896.

6- Sözler, s. 322.

7- Mektûbât, s. 404.

8- Kıyâmet Sûresi, 75/2.

17.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Aile hayatının mutluluğu için bazı ölçüler


A+ | A-

Aile, en mukaddes, en sağlam, en huzurlu, en mutlu ve insanlığın en eski, en eskimez müessesesidir. Onun ayakta kalması için dikkat etmemiz ve kaçınmamız gereken birkaç ana husus vardır. Eşlerin mutluluğu, aile huzurunun ve paylaşmanın ana maddeleri şöyle sıralanabilir:

* Eşlerin hak, hürriyet ve görevleri en ince detaylarına kadar belirlenmiştir. Bunlara azamî riayet etmeli.

* Her birinizin rolü farklı. Biriniz hanım, biriniz beydir. Ne hanım beylik, ne bey hanımlığa tevessül etmeli. Çünkü, her birisinin psiko-biyo-fizyolojik farklılıkları vardır. Bu, fıtratın/yaratılışın gereğidir. Hayatın özelliği ve güzeliği, evliliğin huzur ve mutluluğu farklılıkların tezahürüyle mümkün; yoksa birbirinin rolüne meyletmekle değil...

* Huzur ve mutluluk, yardımlaşma ve paylaşımla elde edilir. Eşler, olumlu veya olumsuz hadiseleri birlikte karşılamalı. Bu hususta en güzel örneklerimizden birisi Hz. Ali (ra) ile Peygamberimizin (asm) kızı Hz. Fatma’dır (r.anhâ).

Hz. Ali (ra), dünyaya, mala, makam-mevkiye değil, hizmete, ilme adamıştı kendisini. Hz. Peygamber’in (asm) kâtipliğini yapıyordu. Hz. Fâtıma (r.anhâ) yorgunluk dizlerinin bağını çözene, avuçları kabarana kadar un öğütürdü. Kendi işini kendi yapıyordu. Ev işlerinde ve diğer meselelerde biribirine yardımcı oluyorlardı.

Hanımının ev işlerinde çok yıprandığını gören Hz. Ali (ra) Peygamberimize (asm) gelerek bir hizmetçi verip veremeyeceğini sorar. O, “Ey Fâtıma, Allah’tan kork; Rabbinin farzını ifâ et; eşinin hizmetine bak. Yatağına girdiğinde otuz üç defa tesbih oku, otuz üç defa hamd et ve otuz dört defa tekbir getir. Bunların toplamı yüzdür; bunları okuman senin için daha hayırlı olacaktır” diyerek bu isteği geri çevirir.

Hz. Fâtımâ’nın (r.anhâ) evine normal ziyaretlerini yaptığı bir günde Hz. Peygamber (asm) bir köşede nakışlı bir örtü görür, kapıdan geri döner ve ardından şu ikazı yapar:

“Bir Peygambere, zevki çeken şeylerle donatılmış bir eve girmek uygun değildir.”

Bu ikaz üzerine, Fâtıma (r.anha) o örtüyü derhal kaldırır…

Onlar, lüks hayata değil, sıkıntılı aile hayatına razı oldular ve örnek bir aile tipi oluşturdular. Zevk ve lezzet peşinde koşmayı değil, Kur’ân’a, İslâm’a hizmeti esas aldılar.

Böylece huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamanın yanında asırlara mutluluk örnekliği yaptılar.

* Eşler, kesinlikle nikâhın ve boşanmanın şakasının olmadığını bilmeli, bunu özümsemeli, benimsemeli, kabul etmeli ve ona göre davranmalıdır.

17.09.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Halil USLU

Zindebad Pakistan


A+ | A-

19 Ağustos 2010 günü Pakistan’da husûle gelen büyük sel felâketi, kardeşimiz Pakistan’ı perişan etmiştir. Son 80 yılının en büyük sel felâketini yaşayan Pakistan’a bütün dünya Müslümanları ve akabinde BM yardım elini uzatmıştır. Fakat yara çok büyük. Son tahminlere göre 2 milyon ölü ve kayıp var. 20 milyon civarında Pakistanlı, su, toprak, çamur ve yıkıntılarla dolu bir büyük sahada hayat mücadelesi vermektedir. Pakistan’ın yaşaması lâzım. Geçmişte tertiplediğimiz uluslar arası sempozyumlarda çokça kullanılan ve Farsça bir tâbir olan “çok yaşa“ mânâsında “Zindebad Pakistan” ifadesini makalemin ser levhası yaptık. Ve Pakistan’ın muteber lisanı Orduca’da “Jeeve Pakistan” yani “dost, kardeş ve çok yaşa” mânâlarını ihtiva eden ifadeyi de içine almaktadır.

Ağustos ayı Pakistan’ı çok hadiselere muhatap etmiştir. 14 Ağustos 1947 yılında Muhammed Ali Cinnah, Pakistan Genel Valisi olmuş ve Pakistan bağımsızlığını kazanmıştır. Bilâhare, milyonlarca Müslüman, Hindu ve Sih’in karşılıklı göçü başlamış, toplam 12 milyon civarında kişi sınırın iki tarafında yer değiştirmiştir. Bugün itibariyle yüzde 97’si Müslüman olan Pakistan’ın nüfusu yaklaşık 170 milyondur. Pakistan’da Pencap, Sind, Kuzeybatı Sınır Eyaleti ve Belucistan olmak üzere 4 eyalet vardır. Federal başşehir İslamabad’dır.

Gerek Muhammed Ali Cinnah, gerekse büyük şair Muhammed İkbal Pakistan’ın unutulmaz liderleridir. Zaman seylinde çok iktidarlar değişmiştir. Türkiye’de uzun yıllar süren ihtilâl dalgaları orada da kaim olmuştur. Türkiye’deki merhum Adnan Menderes gibi liderleri orası da kaybetmiştir, akan kan hiç durmamış, dahilî ve haricî düşmanlar, yani dünyadaki menhus ruh durdurmamıştır. Eski başbakan Benazir Butto, babası Zülfikar Ali Butto gibi maalesef öldürülmüştür. Ziya ül-Hak da böyle ve emsâlleri de böyle.

Gerçek demokrasiye geçmek için büyük gayret ve azim gösteren Pakistan İslâm Cumhuriyetinin siyasî liderleri ve görünürdeki devlet adamları ve üniversite öğretim üyeleri ve özellikle medrese imamları Kur’ân-ı Kerim’in sosyal ve içtimâî hayata bakan 230 âyetinin derinliklerine inmelidirler, başka çıkış yolları yoktur. Bilhassa ve özellikle; En’am Sûresi 164. âyet, Hucurat Sûresi 13. âyet, Maide 32’nci âyet ve Hucurat Sûresi 10’ncu âyetleri yaşamalıdırlar. Bu âyetlerin ışığında Hz. Bediüzzaman bundan 100 yıl önce “Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi, ittibâ-ı Kur’ân’dır” 1 demiştir.

Mübarek Ramazan ayı bizi alıp bir çok yerlere götürdü, Anadolu’nun bağrında dershanelerden, ceza evlerinden iftar sofralarına kadar. Bu manevî ahenk içinde, duâlarımızdan, dilimizden hiç eksik etmediğimiz Pakistan için makale yazamadım, tâ ki Ankara milletvekili, can dostumuz muhterem Burhan Kayatürk bizi bir iftar yemeğinin akabinde uyandırasıya kadar. Burhan bey Lahor Üniversitesi mezunu, 5 lisan biliyor ve uzun yıllar Pakistan’da kaldı. Kendilerini dinledikçe bugünkü hükümetin içinde “bakan” olarak, benim değil herkesin dinlemesi gerektiğine inandım. Pakistan ve o bölge üzerinde derin ihtisası var. Çünkü devlet adamlığı çok şeyler ister. Maalesef “çıra dibine karanlıktır”. Onu dinlerken bir kat daha üzüldüm..

Pakistan ve onun münevver halkı her zaman ve en acılı günlerinde Türkiye’nin yanında olmuştur. Pakistan’la her cihetle münasebetlerimiz vardır. 1955’teki Bağdat Paktı ile zirveye ulaşmıştı. Türkiye’nin yardım eli çok cihetlerle ulaşmalıdır. Türkiye’de aynı günlerdeki “Evet–Hayır” mücadelesi bu büyük seli gölgede bırakmıştır. İstenilen rakamlara ve yardımlara her yönüyle azim ihtiyaç vardır. Türkiye’deki bütün kurum ve kuruluşlar ve 10 bini aşkın vakıf, 2 bin STK ve 90 bin dernek harekete geçmelidir. Yara çok derindir. Onun için yaşlı gözlerle ve duâ dilleriyle “Zindebad Pakistan” diyoruz.

Dipnot: 1- B.S.Nursî, Mektubat, Hakikat

Çekirdekleri, No: 1.

17.09.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

CHP liderlerinin ortak kaderi


A+ | A-

Hindistan'ın millî kahramanı Gandi'ye (*) benzetilerek CHP'nin başına getirtilen Kemal Kılıçdaroğlu'nu zor günler bekliyor.

Referandumda "Hayır" cephesinin başını çeken "Gandi Kemal", zar–zor ulaşılan yüzde 42'lik oy oranı sebebiyle, kendi partidaşları tarafından başarısızlığa mahkûm edilmiş durumda.

Makamına oturduğu Baykal ve ekibinin seslendirmeye başladığı "Olağanüstü Kongre" çağrısı, hiç şüphe yok ki, Kılıçdaroğlu'nu parti liderliğinden uzaklaştırmaya yönelik bir işaret taşıdır.

Bu çağrının, dozu giderek yükselen bir koroya dönüşmesi kuvvetle muhtemel.

Baykal'ın geri dönüp tekrar partinin başına geçip geçmeyeceği şimdilik meçhûl; ancak, "Gandi Kemal"in liderliği sallantıda.

O makamdan düşmesi halinde ise, selefi (Baykal) ile karşı karşıya gelmesi, partideki liderlik geleneğinin değişmez ve hatta kaçınılmaz bir neticesi olarak tezahür edecek gibi görünüyor.

Zira, bu partinin liderlerine yakıştırılan, yahut yapıştırılan "Millî Şef, Gandi, Karaoğlan..." gibi ünvanlar bile durumu düzeltmeye vaziyeti kurtarmaya yetmemiş, yetmiyor.

* * *

CHP genel başkanlarının ortak bir özelliği, yahut kaderî bir müşterekliği var ki, hayli dikkat çekici bir görünüm arz ediyor. Şöyle ki:

"Ebedî Şef" nâmını verdikleri partinin kurucusu ve ilk başkanı olan Mustafa Kemal, "Millî Şef" diye ilân ettikleri ikinci başkan Mustafa İsmet'e dargın gitti. (İnönü, hasta ziyaretinde bulunmadığı gibi, cenazesine dahi katılmadı.)

İsmet Paşa, "Karaoğlan" diye efsaneleştirilmek istenen Mustafa Bülent'le küskün ayrıldı bu dünyadan.

Bülent Ecevit, bir ara "Yağızoğlan" etiketi yapıştırılan Deniz Baykal'a bir küstü ki, pir küstü.

Deniz Baykal'ın muammalı "kaset şantajı" ile alaşağı edilmesinin hemen ardından, bu sefer "Gandi Kemal"i ileriye sürdüler.

Zannetiler ki, ona bu ünvân yapıştırılınca, o da tutup "Mahatma Gandi" gibi başarıdan başarıya koşan efsanevî bir lider olacak.

Ama olmadı, olamadı, olamaz da...

Her ne ise...

Şimdilerde, yeni bir dönemece, yahut yeni yol çatısına gelinmiş bulunuyor.

Bakalım gidişat nasıl olacak: Bunların durumları da eski genel başkanlarına mı benzeyecek; yoksa, bu partide yeni bir hâl mi olacak?

Pek yakında belli olur.

............................................

(*) Mahatma Gandhi (1869–1948), İngiliz sömürgeciliğine karşı Hindistan halkının uyanışına, şuurlanmasına ve müsbet hareket dairesi içinde kalarakmücadele edilmesine öncülük eden efsanevî bir liderdir. Onun şu sözü, fikir ve inancının veciz bir ifadesidir: "Şiddetten uzak durmak, inancımın birinci maddesidir. Aynı zamanda, benim itikadımın da değişmez son maddesidir."

Tarihin yorumu 17 Eylül 1961

İnsanın vahşisi daha tehlikeli

Günün tarihi yazısına, Yassıada zindanlarında dayanılmaz çilelere mâruz kalan büyük şair Faruk Nafiz Çamlıbel'in bir dörtlüğüyle başlayalım:

Adem evlâdı boğarken baba bir kardeşini,

Basıyor bağrına hemcinsini, müşfik canavar.

Beşerin zıddına, hayvan soyu insanlaşıyor,

Yiğidin şefkati yok, lâkin itin şefkati var.

Doğrudur. İnsanın vahşisi, canavarın vahşisinden çok daha tehlikelidir, çok daha muzırdır.

Zira, vahşi hayvanları dizginleyen Cenâb–ı Hak, insanların dizginini serbest bırakmıştır.

Dolayısıyla, insanın kalbinden bir kere şefkat, merhamet çıktı mı, yapmayacağı kötülük, irtikâp etmeyeceği zulüm yoktur.

İşte, bu zümreye dahil olan gaddar zâlimler, bundan yarım asır önce öylesi zulüm işlediler, öyle bir fenâlık yaptılar ki, insanlık sayfasında kıyamete kadar silinemeyecek bir kara leke teşkil etti.

* * *

Menderes ve arkadaşlarını iktidardan düşürüp idam ettiren (16–17 Eylül 1961) gaddarlar, bu yaptıklarıyla da yetinmediler. Zulümlü baskılara aynen devam ettiler.

Lider kadrosunu biçtikleri Demokrat Partinin fikir ve misyonunu bitirmeye, onu tarih sahnesinden de bütünüyle silmeye yeltendiler.

Daha sonraları yaşanan ve bir kısmı teşebbüs safhasında kalan darbe ve muhtıraların dayandığı temel gerekçe de, esasında Demokratlara duyulan iflâh olmaz kin ve intikam duygusudur.

Düşünün ki, o darbeciler ve onların izinden gidenler, yapılan onca zulüm ve gaddarlıktan dolayı şimdiye kadar ne pişmanlık duydular ve de özür dilediler.

Öyle ki, 1990'da Yassıada'dan Topkapı'ya taşınan üç "demokrasi şehidi"nin cenaze merasimine dahi katılmadılar. Üstelik, söz konusu olan bir "devlet töreni" olmasına rağmen...

Fesubhanallah! Bu nasıl bir kin ve husûmet ateşidir ki, aradan yarım asırlık bir zaman geçmiş olmasına rağmen, bir türlü dinmek, sönmek bilmiyor.

Demek ki, Üstad Bediüzzaman'ın Çam Dağında canavar sürüsünden havf eden bir talebesine söylediği gibi "İnsanın vahşisi, o canavarlardan daha tehlikelidir."

17.09.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Yapmayın!


A+ | A-

Çare olacağını kabul etsek, Türkiye’nin huzuruna bomba atanlara sabah akşam bedduâ etmeyi tavsiye ederdik. Ama bu, insanların kızgınlığını bir nebze olsun söndürmeye yarasa da ne terörü ne de patlatılan mayınları sona erdirir.

Dün yine Hakkâri’den acı haber geldi. Hakkâri’nin Geçitli Köyü yakınlarında bir minibüsün geçişi sırasında yola döşenen patlayıcının infilâk etmesi sonucu insanlar öldü. Mayın tuzağına düşen köy halkının geçimini köy koruculuğuyla sağladığı ifade ediliyor ki bu ‘tuzağı kuranlar’ın kimliği hakkında yeterince bilgi verir nitelikte.

Patlayan mayının zamanlamasında da bir plan olduğu akla geliyor. Avrupa’dan gelen ‘akil adamlar’ın bölgeyi gezip rapor hazırlamaya çalıştığı bir dönemde, bu mayının patlaması tesadüf olabilir mi?

Öte yandan referandum için alınan boykot kararı, yerini başka bir ‘boykot’a bırakmak üzere. Bazı sivil toplum kuruluşları ve belediyeler şimdi de ‘eğitim’ konusunda bir boykotu gündeme taşıyorlar. Bütün bunlar; biriken, ihmal edilen ve ötelenen bir problemin Türkiye’nin gündemini meşgul edeceğinin habercisi.

Güneydoğu’daki problemin bu hale gelmesinde de en büyük kabahat, ‘millete rağmen millet için’ darbe yapıp yönetime el koyan ihtilâlcilerindir. İlâve olarak ‘Tek parti devri’nde yapılan yanlışları da hatırlamak lâzım. Sürgünler, zulümler, haksızlıklar, adaletsizlikler damlaya damlaya ‘terör denizi’ne dönüştü. Hak ve hürriyetlerin askıya alındığı darbe dönemleri, o bölge için en sıkıntılı günler olarak hatırlanıyor.

Hadiseyle doğrudan alâkası olmamakla birlikte, bir dönem hakimlik yapan ünlü sunucu Halit Kıvanç’ın Batman’ın Kozluk ilçesiyle ilgili (o dönemde Siirt’e bağlı) “Günlük hayat nasıldı?” sorusuna verdiği cevaba bakalım: “Kasabada Türkçe bilen 30 ya da 40 kişi (vardı.) Adam geliyor, Kürtçe konuşuyor, biri çeviriyordu. Dâvâlar yüzde doksan beraatla sonuçlanıyordu. Suç yoktu ki ortada. Okuma yazma bilen de yoktu. Türkçeyi iyi konuşan yedi kişiydik. Kışın, silme karın altında kalınıyordu.” (İdeal Hukuk dergisi, Mart-Nisan 2010 sayısı.)

O tarih itibarıyla nüfusu az olsa bile bir ilçede ancak 30 ya da 40 kişinin Türkçe konuşuyor olması garip değil mi?

Aradan yıllar geçti ve biriken ihmaller bugün terör olarak karşımızda duruyor. Elbette terörle bir yere varmak mümkün değil, ama olan Türkiye’ye oluyor. Gözü kara terör, hedefine ulaşmak için ne sivil ne de çocuk ayırımı yapmadan insanların kanını döküyor.

Türkiye bu sıkıntıyı aşmak zorunda. Bunu yaparken, teröre karışanla karışmayanı çok dikkatle birbirinden ayırabilmeli. Bunu yapabildiğimiz ölçüde sıkıntıları aşmak mümkün olacak.

Duâ edelim de bu konuda ödeyeceğimiz fatura daha da büyümesin...

17.09.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.