Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Polis ve eylemci |
![]() |
Protesto eylemlerinde zaman zaman yaşanan gerginlik ve polis-eylemci çatışmaları, dünyanın her tarafında, hattâ demokrasinin geliştiği Batı ülkelerinde de görülebiliyor. 1 Mayıs’larda, IMF ve Dünya Bankası toplantılarında, zengin ülke liderlerinin buluştuğu zirvelerde adeta savaşı andıran görüntüler oluşabiliyor. Eylemcileri coplayıp saçlarından veya ayaklarından çekerek yerlerde sürükleyen veya rastgele biber gazı yahut tazyikli su püskürten polis, “orantısız güç” kullanmakla eleştiriliyor. Çıkan sert arbedelerde polislerin fena halde hırpalanıp canlarını zor kurtardıkları da oluyor. Hattâ can veren polisler dahi olabiliyor. Böyle durumlarda asıl sorumluluğun hangi tarafta olduğunu belirlemek mümkün olmuyor. Olay, tarafların birbirine girdiği “çok sıcak” bir çatışmaya dönüştüğünde bunun nereden kaynaklandığını tesbit edebilmek için, karşı karşıya gelen eylemcilerle polislerin davranışları tek tek incelenip ona göre tesbitler yapılmalı. Bazan tek bir eylemcinin ya da polisin fevrî ve provokatif tavrı, çatışmayı alevlendirebiliyor. Bu da, gerek eylemci, gerekse polis kılığında iş gören provokatörlere odaklanmayı gerektiriyor. Geçmişte ve halen bu tür olaylara sıklıkla sahne olan Türkiye’nin, bundan dolayı hayli zengin bir tecrübe birikimine sahip olduğu söylenebilir. Alınan bütün güvenlik tedbirlerine rağmen, çok sakin geçen eylemlerin, araya sızan provokatörler marifetiyle bir anda sert ve şiddetli çatışmalara dönüşebildiğinin örnekleri de yaşandı. Bazı “heyecanlı” polislerin gereksiz şiddet kullanıp, rastgele adam tokatladığı da oldu; hızını alamayan eylemcilerin çiçekleri sopaladığı da. Polisin sağduyulu ve basiretli tavrıyla, provokatörlerin çabalarını boşa çıkararak birçok eylemin olaysız bitmesini sağladığı örnekler de var. Peki, bilhassa bu türden olumlu tecrübelere rağmen, aynı polisin Dolmabahçe eylemcileri karşısında sergilediği aşırı sert tavrın izahı ne? Başbakan Dolmabahçe’de rektörlerle buluşurken dışarıdaki eylemcilere yönelik polis müdahalesi sırasında yaşananlar hâlâ tartışılıyor. İçişleri Bakanı olayla ilgili incelemenin sürdüğünü söylüyor. Bakalım, bundan ne sonuç çıkacak? Ancak hadisenin kamuoyuna yansıyış biçimi, hükümet açısından sıkıntılı bir tablo arz ediyor. Bir tarafta demokrasiden, açılımdan, hak ve özgürlükleri genişletmekten söz edilirken, diğer tarafta böyle bir “polis şiddeti” görüntüsünün oluşması, geçmişteki örneklerde olduğu gibi, “çelişki ve samimiyetsizlik” eleştirilerine yol açıyor. Böylece hem demokratik açılım kapsamında gerçekleşen buluşmada rektörlere verilen demokrasi mesajları güme gidiyor, hem de bu mesajlarla çelişen bir “polis devleti” imajı oluşuyor. Hayli zamandır Başbakanın programlarını ve güzergâhını takip edip yumurtalı gösteri eylemleri yapan grupların bu yöndeki hareketliliği ara vermeden, tam tersine artarak devam ederken, güvenlik güçlerinin bunlara karşı dikkatli, temkinli, tedbirli bir hazırlık içinde olmaları normal. Ama bu son hadiselerde ne oldu da, o şiddetli çatışma ve tekmeleme görüntüleri ortaya çıktı? Geçmişteki sayısız tecrübeyle de sabit olan bir gerçek var ki, bu tür toplumsal olaylar, hem polis, hem de iktidar için tehlikeli tuzaklar içerir. Şimdiye kadar bu türden tuzaklara çok düşüldü ve neticelerinden herkes büyük zarar gördü. Böyle olduğu halde yenilerine niye düşülüyor? Evet, çağdaş demokrasilerde toplantı ve gösteri yürüyüşleri yapmak, protesto eylemleri düzenlemek, temel haklar arasında kabul ediliyor. Ama bu hak kullanılırken, genel güvenliği, asayişi, toplum huzurunu sıkıntıya sokacak tavır ve davranışlara meydan verilmemesi gerekiyor. Onun için, söz konusu eylemlerin organizatör ve katılımcılarına da, orada görevli güvenlik güçlerine de çok büyük sorumluluk düşüyor. Sonuç olarak bu bir “denge” meselesi. Bu dengenin sağlanması ise bir “ahlâkî altyapı” sorunu. 09.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Nazım Hikmet ve Mevlânâ |
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ... Nazım Hikmet’in bir dönem Mevlânâ âşığı olduğunu biliyor muydunuz? Bazı okurlarımıza bu bilgi şaşırtıcı gelebilir. Ama aşağıdaki hatırayı ve şiiri okuyunca eminim siz de benim gibi farklı duygular hissedeceksiniz. Ailesinden pek de dinî bir terbiye almayan küçük Nâzım dedesi Nâzım Paşa’nın yanında büyür. Anne ve babasının aksine dedesi Nâzım Paşa dindar bir adamdır ve Mevlevî tarikatına bağlıdır. Konya valiliği sırasında Paşa’nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevî okunur ve tasavvufî sohbetler yapılırmış. Nâzım da bu toplantılardan, Mevlevîlerin zikir ve musîkisinden çok etkilenir. Delikanlılık çağına ulaşan Nazım Hikmet o gün topuyla duvara şut çekip dururken, dedesi Nâzım Paşa da yaşıtı emekliler ve Mevlevî arkadaşlarıyla kameriye altında oturup konuşuyorlarmış. Topu kameriyeye kaçınca Nazım’da almaya gider. Bu esnada kulağına bir konuşma çarpar. Misafirleri dedesine diyorlarmış ki : -Niçin gizlersiniz Paşa Hazretleri, bu şiiri sizden başka hangi Mevlevî yazabilir? -Emin olunuz ben yazmadım. -İmzası da Mehmet Nâzım—Aynı isimde başkası da olabilir. -Tevazu göstermeyiniz, böyle bir nefise, efendimizin kaleminden çıkmadıysa kimin eseridir acaba? Mecmua henüz basılmış, okur okumaz toplanıp arz-ı tebrikat için mübarek ellerinizden öpmeye geldik. Nur ola. -Bu şiir hece vezniyledir. Ben aruz kullanırım. Maamâfih merak ettim. Bir kere daha okuyunuz da dinleyelim.
Sararken alnımı yokluğun tâcı Gönülden silindi neşeyle acı Kalbe muhabbette buldum ilâcı Bende müridinim işte Mevlânâ
Nâzım Hikmet artık dayanamayıp kucağında topu, çilli yüzü kıpkırmızı başını kaldırıp heyecanla manzumenin arkasını getirmiş:
Ebede set çeken zulmeti deldim Aşkı içten duydum arşa yükseldim Kalpten temizlendim huzura geldim Ben de müridinim işte Mevlânâ…
Misafirler hem gelen sese şaşırmış, hem de henüz basılmış bir mecmuadaki şiiri torun Nâzım’ın ezberlemiş olmasına. İçlerinden biri kurnaz kurnaz gülmüş:
-Sübût buldu efendim. Demek ki hafid küçük bey eseri zâtı âlinizin evrakınız meyanında görüp hafızasına nakl eylemiş. Paşa bir yandan itirazlarına devam ederken öbür yandan Nâzım Hikmet haykırmış: -Benim de ismim dedeminki gibi Mehmet Nâzım. Mevlevî şiirleri yazıyorum. Mecmuaya gönderdim. Basmışlar işte. Dergâh mecmuasında başka şiirlerimde basıldı. Misafirler şaşırır ve kalkıp saygıyla Nâzım’ın alnından öpmüşler. Dedesi Nâzım Paşa da dayanamamış torununu kucaklamış ve alıp elini öpmüş. ***
Mevlânâ ve Ney
Ney dinî musikîmizin en önemli enstrümanıdır belki de. Fuzuli: “Ney kim her dem ki bezmi vaslını yad eylerem /Ta nefes vardır kuru cismimde feryad eylerem” derken, Abdulbaki Nasır Dede, “Ney değil neyzen değildir nayı nalan söyleyen /Aşktır mollayı rumun namı nalan eyleyen” diyor. Mesnevî’nin ilk 18 beyitinde de ağırlıklı olarak Ney’i ön planda görürüz.
“Dinle ney’den kim hikâyet etmede Ayrılıklardan şikâyet etmede Der kamışlıktan kopardılar beni Nalişim zar eyledi merdü zeni Şerha şerha eylesün sinem firak Eyleyem ta şerh-i derd-i iştiyak Herkim aslında ola dur ü cüda Rüzgâr-ı vaslı eyler mukteda.’’
Eski şârihler buradaki neyin insan-ı kâmil olduğunu belirtiyorlar. O, vahdet kamışlığından kesilmiş, kendi varlığından geçmiş gerçek varlıkla var olmuştur. Ondan çıkan her ses Allah’ın iradesini bildirmektedir. Itlak âlemini özler, ama onun bu özleyişi bir cilvedir, kendi kendisine bir nazdır.
GÖNÜLDEN DİLE
“Gel gel!.. Kâfir, putperest ne olursan ol yine gel. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değil. Yüz defa tövbeni bozsan yine gel…” Hz. Mevlânâ 09.12.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
H.İbrahim CAN |
|
“Ölümsüzlük iksirini bulun!” |
![]() |
İsrail, Cenevre’de yapılan görüşmelerde Türkiye’nin taleplerini prensipte kabul etti. Gazze baskınında ölenlerin ailelerine tazminat ödeyecek. Özür dileme konusunda da iki tarafın da istediği gibi anlayabileceği bir açıklama üzerinde diplomatlar çalışıyor. Yani özür dileyecek, ama gerektiğinde kendi kamuoyuna dilemedim diyebilecek. Öbür yandan Wikileaks belgelerinin yenileri dünyanın ipliğini pazara çıkarmaya devam ediyor. Ama ne hikmetse yıllar öncesi işlendiği iddia edilen bir suçtan dolayı Julian Assange tutuklandı. Füze kalkanı ile ilgili belirsizlikler sürüyor. Pakistan Başbakanı Ankara’yı ziyaret edip, Türkiye ile dostluk pekiştiriyor. Ama bu önemli dış gelişmelerin içinde bizim dikkatimizi küçük bir haber çekti: “Kazakistan’ın 70 yaşındaki devlet başkanı Astana’da yeni kurdurduğu araştırma enstitüsündeki bilim adamlarına ölümsüzlük iksirini bulmaları emri verdi.” 19 yıldır bu ülkenin tek lideri olan Nazarbayev, her şeyi kontrol edebiliyor, ama yaşlanmayı durduramıyor, ölümü geciktiremiyordu. Bunun da çaresini bulabilmek için özel bir araştırma merkezi kurdurdu ve en iyi bilim adamlarına “canlıların gençleştirilmesini, insan genlerini, insan dokusu üretimi ve gene dayalı ilâçlar üretilmesini” emretti. Onlara; “Geleceğin ilâcı olarak, benim yaşımdaki insanlar bu başarının mümkün olduğu kadar kısa süre içinde gerçekleşmesini umut ediyor” dedi. İbretlik bir durum değil mi? İnsanoğlu içindeki ebediyet duygusunu tatmin edeceği ahirete hazırlanmak yerine, aklı sıra bütün ihtişamıyla hayat sürdüğü bu dünyadaki misafirliğini uzatmaya çalışıyor. Aslında ölümsüzlük iksiri ya da hayat iksirini bulma çabası çok eskilere dayanıyor. Rivayete göre Çin’de Kral Kin Şi Huang Taocu simyacı Xu Fu’yu 500 gençle birlikte hayat iksirini bulmaları için doğu denizlerine gönderir. Ama gidenler hiç geri dönmez, hayat iksirini değil, ama Japonya’yı bulup oraya yerleşir. Hindistan’da Amrita adını alan, dinî efsanelere konu olan bu iksir, Eski Araplarda saf suyun içine konulan altın ve gümüşten geçirilen hafif elektrik ile üretilmeye çalışıldı. Avrupa’da Aziz Comte’un bu iksiri bulduğu ve yüzyıllarca yaşadığı rivayet edilir. Modern çağda bilim adamları da hayatı uzatacak, gençleştirecek buluşlar üzerinde çalışıp duruyor. Yalnızca Nazarbayev değil, Woody Allen de aynı arzu içinde: “eserlerimle değil, ölmeyerek ebediyete kadar yaşamak istiyorum” diyor. Amerikalı bilim adamları insanın kronobiyolojik saatlerden oluşan bir sistem olduğunu, hormon salgılamadan, organların çalışmasına kadar her sistemin ayrı bir saati olduğunu ve ayarını ay ya da güneşten aldığını buldular. Meselâ üreme hormonları ayarını aydan alıyordu. Günlük hormonlar ise güneşten. İşte bu bilim adamlarına göre hayatın da insanın doğuşuyla birlikte işlemeye başlayan önceden kurulmuş bir saati var. O saati bulabilirlerse yavaşlatabileceklerini ya da durdurabileceklerini umuyorlar. Beyhude bir hayal değil mi? Halbuki bu fani dünyayı baki kılmanın tek yolunun, emredildiği gibi “dünyayı ahiretin tarlası” olarak görüp, en verimli şekilde ekip biçmek olduğunu görmek istemiyorlar. Bakalım kıymetli bilim adamları, o en modern araştırma merkezinde Nazarbayev için ölümsüzlük iksirini bulabilecekler mi? Ne dersiniz? 09.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Ve şimdi yıl 1432 |
![]() |
Yeni bir hicrî yıla daha girdik. Bu demektir ki, kıyamete bir adım daha yaklaştık. Diriliş gününe doğru bir adım daha attık. Allah’ın huzuruna yükselmeye bir soluk daha aldık. Âhir zaman selinin içinde bazen boğularak, bazen çıkarak yüzüyoruz. Şükür ki, boğulduğumuzda elimizden tutan bir ışık pınarı var. Bu ışık pınarı dünyanın elinden tutmaya kabiliyetli ve yetkili. Elini dünyaya uzatmış; el verene el veriyor. El vermeyen, âhir zamanın gürültüsü patırtısı içinde kaybolup gidiyor! Hiç şüphesiz herkesin kıyameti, kendi ecelidir. Eceliniz geldi mi, siz âlem-i berzaha geçersiniz. Fakat âlem-i berzahta da olsa, büyük kıyamet insanı müteessir ediyor. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bâkî ruhlar kıyametin kopuşundan derecelerine göre müteessir olurlar. “Melâikelerin tecelliyât-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi müteessir olurlar. Nasıl ki bir insan, sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titreyenleri görse, akıl ve vicdan itibarıyla müteessir olur. Öyle de, zîşuur olan ervah-ı bakiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisat-ı azîmesinden, derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azap ise elemkârâne, ehl-i saadet ise hayretkârâne, istiğrabkârâne, belki bir cihette istibşarkârâne teessüratları bulunmasını, işârât-ı Kur’âniye gösteriyor. Zira Kur’ân-ı Hakîm, her zaman kıyametin acaibini tehdit suretinde zikrediyor, ‘Göreceksiniz’ diyor. Hâlbuki cism-i insânî ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur’âniyeden hisseleri var.” 1 Geride bıraktığımız koca 1431 yılda İslâmiyet rüştünü ve büyüklüğünü dünyaya ispat etti. Mesajını dünyaya bildirdi. Tebliğini dünyaya sundu. İslâmiyet’i dağ başındaki kurtlara ve kuşlara kadar herkes duydu. Kabul etmiştir veya etmemiştir. O kişinin kendi bileceği iştir. Ama İslâmiyet tebliğini yapmıştır ve yapmaya da devam ediyor. Sesini sağır sultana duyurmuştur. Mahşerdeki büyük yargılama için, esas olan da budur! Esasen Kur’ân bu tebliğ meselesinin ruhlar henüz yaratılırken yapılmaya başlandığını bildiriyor: “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.” 2 Tebliğ bilâhare peyderpey gönderilen Peygamberlerle gerçekleşmiştir. Müslümanlar 1431 yıldan beri İslâmiyet’in nimetini çok gördüler. Dünyaya da tattırdılar. İslâmiyet onların bahtlarını açtı; ilimde, fende, felsefede, medeniyette, terakkîde dünyaya üstad eyledi, dünyada çağlar bitirdi, çağlar başlattı. Dünyayı ıslâh eyledi. Müslümanlar güçlü olduğu devirlerde ilimde, adalette, medeniyette dünya medeniyetine değer kattı. Bugün dünya medeniyeti İslâmiyet’in 1431 yıldan beri kattığı değerlerle ileri medeniyeti yakalamıştır. Müslüman ülkelerin bugün sıkıntılar içinde olmaları bu sonucu değiştirmez. İslâmiyet, son din olarak bir mahşer terazisi olma üstünlüğünü 1431 yıldan beri bütün dünyaya gösterdi. Oysa 1431 yıldan beri İslâmiyet’in arkasına nice İslâm düşmanı Süraka’lar düşmüştü! Bir açık, bir boşluk arayan… İslâm’ı yıkmak için dört elle yıkım çeteleri az çalışmadı. Ama her birisi pişman ve perişan şekilde sonunda işten el çekti. Müslüman’ların saltanatını zaman zaman yıkmayı başardılar. Çünkü Müslüman’lar neticede insandırlar; hatadan berî olamazlar. Ama din olarak İslâmiyet her sadmede, her badirede hep güçlenerek çıktı. Düşmanını, Süraka gibi bitkin ve çaresiz bıraktı! Süraka’yı hatırlarsınız; Peygamber Efendimiz’in (asm) hicreti esnasında müşrikler adına düşmanlığını son sergileyen takipçidir. Çaresiz kalmıştır. Kendisini dinleyelim: “Atıma bindim ve dörtnala sürdüm. Muhammed ile arkadaşına yaklaştım. Fakat atım sürçtü ve ben de atımdan düştüm. Hemen toparlanıp kalktım. Atıma bindim. Atımı yine dörtnala sürdüm. Muhammed ile arkadaşına yaklaştım. Öyle ki, Resûlullah’ın (asm) bir şeyler okuduğunu işittim. Fakat arkasına dönüp bakmıyordu. Ebû Bekir (ra) ise çok bakınıyordu. Birden atımın ayakları kum içine saplandı. Dizlerine kadar batmıştı. Attan düştüm. Sonra kalkıp hayvanı kaldırmaya zorladım. At kalkmaya çalışıyordu, fakat ayağını kumdan çıkaramıyordu. Hayvan kalkıp durunca da, iki ayağının saplandığı yerden göğe doğru ateş dumanı gibi bir duman yükseldi ve dağıldı. Artık ben Muhammed ile arkadaşına, çaresiz, ‘El-eman! Bana eman verin! Peşinizi bırakacağım!’SS diye haykırdım.” 3 Ve şimdi yıl 1432. Bediüzzaman’ın haykırışı kulaklarımızda daha çok çınlamaya başladı: “Şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek gür sada İslâmiyet’in sadası olacaktır!” Yeni bir hicrî yıla daha girdik. Âlem-i İslâm için hayırlara, yeni inkişaflara, yeni birlik ve beraberliklere, yeni kucaklaşmalara ve kaynaşmalara, ittihad-ı İslâm gibi nice hayırlı kapıların açılmasına vesile olmasını Rabb-i Rahim’den niyaz ediyorum.
DUÂ Ey Aliyy-i Metîn! Bizi dinimize müdrik kıl! Bizi kulluğuna vakıf eyle! Bizi Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın ümmeti olmakla şereflendir! İslâmiyet’in tahtını gönlümüze yerleştir! Dünyanın bahtını İslâmiyet’le aç! Yeni hicri yılı hakkımızda hayırlı eyle! İslâm’ın ve Müslümanların muîni ol! Âmin!
Dipnotlar: 1- Mektubat, s. 61. 2- Araf Sûresi: 172. 3- Buhârî, 10/1555. 09.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Nur Talebelerinin özellikleri (2) |
![]() |
Nur Talebeleri, İslâmiyete hizmetleri esnâsında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbâr zâlimlerin entrikalarıyla mâruz kaldıkları işkencelerden yılmaz, şahıslarını düşünmez, yani şahsî refahlarını İslâmın refah ve saadeti için fedâ eder, sıddîkıyetle sebat eder ve şiddetli zulme mukavemet ederler. Risâle-i Nur’la imân hizmetine bütün varlığını vakfederler. “Gaddar din düşmanlarının” çok defalar tecâvüz, taarruzlarına mâruz kalsalar da, asla şevklerini kaybetmez, hizmetlerinde fütur getirmez; kudsî vazifelerini icrâya devam ederler. Zor şartlar ve sıkıntılar, onlara bir kuvvet, bir enerji kaynağı olur; sadâkat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koşuştururlar.1 Nur Talebesinin hizmeti, külfet ve hizmet makamında nefsini unutmamak, fakat ücret alma ve hizmetin hazzından istifade makamında nefsini unutmak şeklinde tecellî eder.2 İşte bir Nur Talebesi, Kur’ân ve İslâmiyet cephesinden aslâ çekilmeyen, “Ölürsem şehidim, kalırsam Kur’ân’ın hizmetkârıyım” diyen ve yılgınlık hâline düşmeyen, sâdık ve ihlâslı, yalnız Allah rızâsı için hizmet eder.3 Nur Talebesi, zühd, takvâ, riyâzet, iktisad ve kanaatla ömür geçirmeye çalışır. Müslümanların refah ve saadeti için, bütün ömür dakikalarını sırf imân hizmetine vakf ve hasreder.4 Nur Talebesi, dine hizmette âzamî sebat, âzamî sıdk ve sadâkat ve fedâkârlığa, âzamî iktisad ve kanaate mâlik olmanın şart olduğunun şuurundadır.5 Ve sonunda Nur Talebesi kendisine şöyle hitap eder: “Sen ey riyâkâr nefsim! ‘Dîne hizmet ettim’ diye gururlanma. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrünün edâsı olarak bilmelisin.” 6 Duâsı da şöyledir: “Allahım! Sevdiğin ve râzı olduğun şekilde Kur’ân’ın sırlarını anlamayı nasip eyle. Ona hizmet etmeye bizi muvaffak kıl; ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Allahım! Kur’ân-ı Hakîm’in indiği zâtın kendisine, bütün âl ve ashâbına salât ve selâm eyle.” 7 Ve sık sık şu hakikati hatırlar, hatırlatır: “Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfâtını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zât-ı Zülcelâl sizi celb edip yeraltında muvakkaten durdurur, sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz.”
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 719. 2- A.g.e., s. 439. 3- A.g.e., s. 718. 4- A.g.e., s. 712. 5- A.g.e., s. 706. 6- A.g.e., s. 436. 7- A.g.e., s. 228. 8- Mektubat, s. 221. 09.12.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Pot mu, put mu? |
![]() |
Muallim olan Kasım kardeşimizin geçtiğimiz Kasım ayında ziyaretimize gelip haberdar etmesiyle kat'î bir sûrette öğrendik ki: Hazret–i Bediüzzaman'ın "Dehşetli bir put kırdım" şeklindeki sözü, bazı yayınevleri tarafından neşredilen Risâlelerde "Dehşetli bir pot kırdım" diye yazılmış. Duyunca, haliyle bizler de dehşete kapıldık. Zira, o cümledeki bir tek kelimenin değişmesiyle, asıl mânâ değişiyor, hatta zıddına inkılâp ediyor. Bu durumda dehşete kapılmamak elde değil. * * * Şimdi, meseleyi tâ baştan ele alarak, adım adım ilerlemeye devam edelim. Birçok kaynakta ve hatta resmî vesikalarla (Zabıt Ceridesi) da sabittir ki: Üstad Bediüzzaman, ısrarlı dâvetler üzerine 1922 yılı Kasım ayına (Kasım tevâfuku) İstanbul'dan Ankara'ya geliyor. Millet Meclisi'nde onun için bir "Hoşâmedî" merasimi yapılıyor. O da Meclis kürsüsünde ordunun muzafferiyeti için duâ ediyor. Ayrıca, mebuslara hitaben hem konuşmalarda bulunuyor, hem de yazılı metin halinde 10 maddelik bir beyannâme neşrediyor. Bediüzzaman'ın orada imandan bahsetmesi ve meb'usları namaza dâvet etmesinden, bazı ekâbirler çok rahatsız oluyor... Öyle ki, Üstad Bediüzzaman, o şahıslardan biriyle şiddetli bir münakaşaya tutuşuyor. Bediüzzaman, o şahsın kendisine "şiddetli bir hiddetle" karşı geldiğini, hatta bağırarak: 'Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilâf verdin!' dediğini kaydediyor. Üstad Bediüzzaman ise, o şahsa şu şekilde mukabele ettiğini belirtiyor: "Ben de onun hiddetine karşı dedim: 'Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur!' Dehşetli bir put kırdım." (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 214; Hutuvat–ı Sitte, Takdim/Yeni Asya Neşriyat: Bütün baskılar.) Bu mevzuun Şuâlar ve Tarihçe–i Hayat isimli eserlerdeki izahı daha genişçedir. Orada, Hazret–i Üstad'ın ayrıca şu sözleri sarf ettiğini görmekteyiz: "Kâinatta en yüksek hakîkat îmandır, îmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan..." (Tarihçe–i Hayat, s. 607) Şimdi bütün bu sözler ve bu sözlerle ifade edilen hakikat bütün açıklığıyla meydanda iken, nasıl olur da bu hakikati tersine çevirecek bir yanlışlığa mahal veriliyor? Allah aşkına bir düşünün: "Put kırmak" nerede, "Pot kırmak" nerede? Bu iki tâbir arasında, mânâca en ufak bir uyum, bir insicam, bir paralellik var mı? Olabilir mi? Dahası, mevzunun "siyak ve sibak"ından böyle ters bir mânâ çıkarılabilir mi? Asla ve kat'a mümkün değildir. Zira, "Put kırma"yı "Pot kırma"ya çevirdiğin takdirde, "Kâinatta en yüksek hakîkat îmandır, îmandan sonra namazdır..." ifadesindeki izzet ve kararlılıktan eser kalmaz. O takdirde, imânın izzet ve şahâmeti, özür, pişmanlık, zillet ve nedamete çevrilmiş olur ki, maazallah... * * * Kasım kardeşimiz gibi daha başka kimseler de, o yayınevlerinin yetkililerini ikaz etmişler. Ancak, hiç oralı olmamış ve düzeltme cihetine gitmemişler. Hatta kendimiz de, o yayınevlerinden birini, özellikle Emirdağ Lâhikasındaki "Lozan bahsi"nin sansürlenmesi hususunda ikaz ettik. Ama, hiç dikkate almadılar. Yani, demem şu ki: Hz. Üstad'ın "Put kırdım" tâbirini "Pot kırdım"a çevirenler, aynı zamanda "Lozan bahsi" ile ilgili lâhikaların sansürlenmesinden de sâbıkalıdırlar. Cenâb–ı Hak, ferâset versin ve bu kimseleri intibaha getirip hatalarını tashih ettirsin.
Tarihin yorumu 8/9 Aralık 1941
Pearl Harbor'dan sonra
İkinci Dünya Harbinin en önemli safhalarından biri, 1941 yılı Aralık ayının ilk yarısında yaşandı. Almanya safında savaşa katılan Japonya, ABD'nin Hawai'deki Pearl Harbour üssüne ânî bir baskın düzenleyerek, harp tarihinin ender rastlanan safhalarından birine imza attı. Japon Hava Kuvvetlerine ait 360 uçak, Pearl Harbour üssünü ânî ve çok şiddetli bir bombardımana tâbi tuttu. Öyle ki, 2 saat içinde ABD’ye ait 5 savaş gemisi, 14 vasat gemi ve 200 kadar da savaş uçağı, Hawai'deki karanlık suların derinliğine gömüldü. Amerika'yı şaşkına çeviren bu şiddetli saldırılar esnasında, ayrıca 2400'ün üzerinde insan öldü. Bunun üzerine toplanan ABD Kongresi, İkinci Dünya savaşına fiilen girme kararını aldı ve özellikle Japonya'ya misillemede bulunma plânlarını hazırlamaya başladı. Nitekim, uzun süren çalışmalar neticesinde uçaktan atılabilen atom bombasını üreten Amerika, aldığı darbenin yüz katı büyüklüğünde bir darbeyi Japonya'ya indirme kararına vardı. 1945 yılı Ağustos'unda önce Hiroşima, üç gün sonra da Nagazaki adasına atom bombası atan ABD, burada yaklaşık 250 bin kadar insanın ölümüne sebebiyet verdi. Bu adalarda sadece insan değil, hemen bütün canlılar öldürüldü. Altmış beş yıl önceki bu dehşet verici tahribatın etkisi, halen devam ediyor. 09.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Kuru “daksil” kusurları silmiyor! |
Yanlış yapmak, çok kolay. O yanlışı düzeltmek ise, bir emeğin işidir. Bir rakamı yanlış yazdım, bir kalem temasıyla. Düzeltmek niyetiyle ele aldım daksil’i… Uç tarafı kurumuş, renk çıkmıyor bir türlü. Ucundaki iğneyi temizledim, ıslattım; salladım, çalkadım; yoruldu kolum artık… Birdenbire fark ettim, düzeltmenin zorluğunu! Düşündüm. “Bir rakamı düzeltmekte böyle zahmet olursa” dedim, “Harap olan gönüller nasıl tamir edilir; bir insanın rızası nasıl inşa edilir?” Çünkü bir kırmakla kalınmıyor, hak hukuk konuları ardı sıra geliyor. Kalemin ucundan çıkan yanlış bir harf, dilin ucundan dökülen uygunsuz bir söz, telâfisi zor olacak hataları doğurur. Çıkan mürekkep kalemden içeri girmediği gibi, söylenen söz de, dilden geri dönmüyor. Bu şeyleri daksillemek bir bakıma kamuflâj. Çünkü yazı hâlâ altında! Bir özürle belki gönül alınır, ama izi kalır arkada. Demek ki, yazılacak şeyin iyi plânlanması gerektiği gibi, söylenecek sözün de, iyi düşünülmesi gerekiyor. Zira: “Tahrip, tamirden çok kolaydır.” Üzüldüğün konuları başkasıyla kıyasla. Başkasından görülecek kabalığı, bir düşün! İçinden gelen sese canla, başla kulak ver: İçindeki incelikten, ince bir feveran gelir; üzülmeyi, ezilmeyi, bozulmayı kabullenmez bir türlü. Kul, kusursuz olur mu? Bu, elbette ki, mümkün olmayan bir şey. Her insanın kabahati, kusurları bulunur. Neticede, gayet aciz beşeriz. Gel gör ki, gönülleri tamir etmek öyle zor! Bir de ene karışınca, kişinin ruh yurduna… O an hemen düşersin, gönül yapma derdine. Demiştik ya, hak var hukuk var; korkulur ki, ukuk var yani valideynin hakkı var!.. “Her hatanın peşi sıra bir hayır işlenmeli”; samimî bir tövbeyle de bu kusur temizlenmeli. Ardından da helâlleşmek gerekir anayla, atayla; yakınla, akrabayla; ahbapla arkadaşla. Çünkü: Kuru daksil, o kusuru silmiyor. Olur ya, birine kaş çatmışızdır; tebessümden kaçmışızdır; ayağına basmışızdır; belki bir can yakmışızdır! Rabbim, affeyleye bizi! Ruhlardaki inceliğe, ince bir avans verip; insana lâyık olan bir yakınlık gösterip muhabbet sürülmeli çatlayan kalp cidarına, belki onarır diye. Hani, Yunus Emre diyor ya: “Gönül Çalab’ın tahtı / Gönüle Çalab baktı / İki cihan bedbahtı / Kim gönül yıkar ise” Hemen adım atmalı, hiç kaybedilmeden zaman. Helâlleşmek gerekir, iş ukbaya varmadan… 09.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Eğitimdeki dertler bitmez mi? |
![]() |
Eğitimle ilgili konuları konuşurken, öğretmenlerin çektiği sıkıntıları yeterince dile getiremediğimizin de farkında olmalıyız. Sadece veli toplantısı dolayısıyla okula gidenlerin sistemden çok da şikâyet etmeye hakkı olmaz. Şu da var ki, ‘veli toplantısı’ olmadan bir okula gidip çocuğunuzun durumuyla ilgili bilgi almak isterseniz, bu tavır biraz da garip karşılanır. “Hayırdır, niçin geldiniz? Biz sizi çağırmadık ki! Bugün veli toplantısı mı var?” sözleri söylenmese de, yöneticilerin davranışlarında bunlar sezilir. Belki öğretmen ve okul yöneticileri bu tesbitlere itiraz edecek, ama en azından bazı okullarda böyle olduğunu söyleyebiliriz. Buna da itiraz edilirse, ‘veli toplantısı dışında’ gittiğim bir ‘devlet okulu’nda böyle muamelelerle karşılaştığımı rahatlıkla ifade edebilirim. Karşılaştığım ilgisizlik sonrasında, okul müdürüne “Öğrenci velilerinin ağırlanabilmesi için bir oda tahsis edilmesi”ni teklif etmiş, “Bu veli de nereden çıktı?” anlamında tavırla karşılaşmıştık. Geçenlerde bir öğretmen anlatmıştı: Bir veli okula gelerek çocuğunun durumunu sormuş. Öğretmen de sorulan çocuğu hatırlamadan, “Notları gayet iyi” demiş. Veli gittikten sonra “not defteri”ne bakınca, sorulan öğrencinin notlarının zayıf olduğunu fark etmiş. Ne yapsın? Veliye ‘iyi’ dediği için mecburen ‘kanaat notu’ vererek öğrencinin notunu yükseltmiş... Gerek okulların kalabalık oluşu ve gerekse öğrenci-öğretmen-veli üçlüsünde yeterli işbirliği ve kaynaşma olmadığı için benzer yanlışlar her zaman olabiliyor. Okullarda şahit olduğumuz bir yanlışlık da, görevli öğretmen ya da idarecilerin öğrencilere ‘asker’ gibi davranması. Bilhassa sabah ve akşam saatlerinde, marş ya da and içerken sergilenen bağıran-çağıran eğitimci görüntüsü hiç hoş değil. Bu benzetme ile askerlere yapılanı ‘normal’ kabul ettiğimiz düşünülmesin. “Bağıran-çağıran eğitimci” görüntüsünden rahatsız olanlardan biri de Okay Gönensin olmuş. Gönensin Vatan’da şöyle yazmış: “Evimin yakınında bir okul var. Genellikle eğlenen, oynayan çocukların keyifli uğultusu geliyor. Cumaları ve diğer tören günlerinde ise çocukların neşeli uğultusunu bastıran, bağıran öğretmenlerin sesi oluyor. “Çocuklar öğretmenin her dediğini hemen yapmıyor. Eğlenmeyi hemen bırakmak istemiyorlar, haklı olarak. Ama öğretmen sabırsız, hemen hizaya girmelerini, gülmeyi, konuşmayı kesmelerini istiyor. Çocuklar direniyor, öğretmen daha çok bağırıyor. Onların bağırması çocukları uysallaştırmıyor, öğretmenin talimatlarını dinlemekte yine de acele etmiyorlar. Ama öğretmen bağırıyor... “Bağırmak bir öfke ifadesi, bazen isyan ifadesi, bazen de korunma yöntemi. (...) Ama bir zorunlu ikna, susturma yöntemi olarak, bir korunma yöntemi olarak bağırmanın anlaşılır bir yanı yok. Bu saiklerle bağıranlarla empatiye de gerek yok. (...) Bağıran bir de bağırılandan yukardaysa, bağıranın keyfine diyecek olmaz. Bağırılan çocuklar bağıran öğretmene cevap verme, bağırma imkânına sahip değillerdir. Bağıran öğretmen isterse onların hayatlarını karartır. (...) Öğretmenim lütfen bağırmayın.” (Vatan, 4 Aralık 2010) Benzer ‘bağırma’lara hepimiz, bilhassa evi okullara yakın olanlar şahit olmuştur. Bu vesile ile okul zillerinden duyduğumuz rahatsızlığı da hatırlatmak isteriz. Bazı okulların zilleri, her halde 3-5 km öteden duyuluyor. Öğretmenlerimizin işlerinin hakikaten kolay olmadığını kabul ediyoruz, ama bu zor işlerini sessizlik içinde yapmalarını da temennî ediyoruz. 09.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Newyork’ta Beş Minare |
‘İslâm’dan, Müslümanlardan duyulan kaygı ya da korku’yu ifade için kullanılan İslamofobi, son yılların tartışılan bir olgusudur. İslâm’ı da rehin alan 11 Eylül’den bu yana, bilhassa Batı’da, terör İslâm ilişkisi çeşitli mahfillerde tartışıladurdu. Batı’da, terör ile İslâm’ı bir arada gösterme çabaları karşısında, İslâm’ın sevgi, barış ve hoşgörüyü yansıtan hakikî yüzünü ortaya koyma refleksi de çeşitli şekillerde kendini gösterdi. “İslâmî terör” olgusuna dayandırılan İslamofobiyi ortadan kaldırabilmek için çeşitli adımlar atıldı. Son günlerin gözde sinema filmlerinden biri olan Newyork’ta Beş Minare, bu adımlardan biri olarak Amerika’nın İslâm dünyası ile ilgili paranoyasına dikkat çekmekte ve İslâm’ın terörün her türlüsünü tasvip etmeyen hoşgörü dini olduğu mesajını vermekte. Filmin teknik analizini yapacak düzeyde sinema bilgisine sahip değilim; ancak filmin son derece profesyonelce çekildiğini, aksiyon sahnelerinin Hollywood filmlerini aratmadığını ve bu yönüyle takdire şayan olduğunu söyleyebilirim. Benim dikkat çekmek istediğim husus filmin muhtevasıyla ilgili. İstanbul, New York, Bitlis üçgeninde geçen hikâyede, Türkiye’nin yakın dönemine ait bazı olay ve kişilere dikkat çekilerek hoşgörü mesajı ve barış mesajı veriliyor. Amerika’da ele geçirildiği sanılan radikal İslâmcı örgütün lideri Deccal’i teslim almak için Amerika’ya giden Mahsun Kırmızıgül ve Mustafa Sandal ile Newyork polis teşkilâtı şefi arasında geçen diyalog, Amerikalıların Müslümanlara ve İslâm’a bakışını ele veriyor. 11 Eylül’ün enkazında kardeşinin kaldığını ifade eden polis şefi, bütün Müslümanları terörist olarak görme eğiliminde. Bu eğilim, Deccal diye tutuklanan Hacı Gümüş’ün son derece mütavazi, hoşgörü ve sevgi dolu hayatı karşısında bocalıyor. Mustafa Sandal, Hacı Gümüş’e öylesine hayran kalıyor ki, yanlış adamı tutukladıklarını, onu Türkiye’ye götürmemeleri gerektiği konusunda Mahsun Kırmızıgül’e baskı bile yapıyor. Ne var ki, Hacı Gümüş kendisini teslim etmek istemeyen Amerikalı Müslüman dostlarını da ikna ederek Türkiye’ye giderek aklanmak istediğini, bir terörist ve katil olarak suçlanmasını kabul edemeyeceğini belirtiyor ve teslim oluyor. Filmde beni rahatsız eden hususlardan birincisi, verilen hoşgörü mesajının şekliyle ilgili. Bu görevi üstlenen Hacı Gümüş’ün Hıristiyan olan eşi ve yine Hıristiyan olan damadıyla, İslâm ile Hıristiyanlık arasında bir farkın olmadığı izlenimi uyandırılıyor. Fıkhen halledilmiş olan ehl-i kitaptan biri ile evliliğin nasıl olması gerektiği meselelerine burada girecek değilim; yalnız boynunda haçla dolaşan Hacı Gümüş’ün eşi ve önce kilisede Hıristiyan nikâhı sonra imam nikâhı kıyarak bir Hıristiyanla evlenen kızı çizdikleri aile profili ile kafaları karıştırmakta, dinler arası diyalogla ilgili istifhamlar uyandırmaktadır. İkinci husus, filmde dürüst ve kahraman polis imajını çizen Mahsun Kırmızıgül’ün Türk istihbaratı ve polis teşkilâtı başta olmak üzere İnterpol’ü bile aldatarak yanlış bilgi ve belgelerle Hacı Gümüş’ü Deccal olarak göstermesi bir çok izleyici gibi beni de çok şaşırttı. Meğer Hacı Gümüş, yıllar önce Mahsun’un babasını öldürdüğünü sandığı kişi imiş ve kendi kan dâvâsına ülkeleri de alet ederek Hacı Gümüş’ü Türkiye’ye getirmek için yalan söylemiş, yalan belgeler düzenlemiş. Kur’ân âyetlerini ezbere okuyabilecek kadar İslâmî bilgiye sahip olan Mahsun’un kan dâvâsına âlet olabilmesi, İslâmî değerleri içselleştirememe konusunda kendi içimizdeki çelişkileri ortaya koymaktaydı. Son olarak doğduğu yerlerin özlemiyle tutuşan Hacı Gümüş, Bitlisli bir âlimin “Bizim en büyük düşmanımız cehalet, fakirlik ve aramızdaki ayrılıklar”dır sözünü aktarırken kendisinin cehaletten kaçtığını, son yıllarda ise durgun suları bulandırmamak için Türkiye’ye dönmediğini söylüyordu. Türkiye’de suların nasıl bulandığı ve durgunlaştığı, Hacı Gümüş’ün Türkiye’ye dönmekle suların tekrar nasıl bulanacağı, Hacı Gümüş’ün kimi temsil ettiği sorularının cevabı filmde yok. Filmin sonunda gerçek Deccal’in yakalanması ile suçsuzluğu anlaşılan ve serbest bırakılan Hacı Gümüş’ün Bitlis’te Mahsun’un dedesi tarafından vurularak öldürülmesi, filmi trajik bir biçimde sonlandırırken, bu topraklarda cehaletin hükümranlığını da belgeler nitelikteydi. 09.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Egemen Bağış’tan Avrupa dersleri |
![]() |
AKP hükümetinin Avrupa Birliği konusunda iktidarlarının ilk senelerinde yakalamış olduğu reformist ve atılımcı hava ne yazık ki son yıllarda yerini durağan bir seyre bırakmıştı. Bu hususta büsbütün hükümeti suçlamak ve sorumlu tutmak elbette hakkaniyetle bağdaşır bir tutum olmaz. Zira Avrupa Birliği’nin de ikircikli tavrı bu konuda etkilidir. Siyasal kökenleri bakımından AKP gibi bir partinin iktidar döneminde Avrupa Birliği konusunda ciddî adımlar atılması beklenemezdi. Ama buna rağmen bu konuya sahip çıkarak ciddî adımlar attılar. Ne yazık ki devamını getirip muvaffak olamadılar. Şu sıralar ise tam üyelik sürecinde açılması gereken onlarca fasıl dururken bir arpa boyu yol alınamamaktadır. Danimarka’da çeşitli temaslarda bulunan Devlet Bakanı ve AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış da bu konuda yakınmalarda bulunmuş. Sözgelimi AB ile müzakerelerde önemli bir konu başlığı olan “Enerji” faslının açılamamasına Kıbrıs Rum Kesimi’nin engel olduğunu belirterek, “Akdeniz’deki güzel bir Ada ülkesi, Türkiye ile AB arasındaki enerji başlığının açılmasını engelliyor. Ben sizin yerinizde olsam, buna itiraz ederdim. Ama yine de siz bilirsiniz. Ben size akıl verecek değilim…” şeklinde görüş beyan etmiş. Bağış bu ve bunun gibi engellemelere rağmen 2014 yılında Türkiye’nin AB’ye girmeye hazır hale geleceğini iddia etmiş. Medya mensupları bu türden vaatleri onlarca kez duydukları için pek bir anlam ifade etmiyor tabiî ki. Hatta hafızası biraz kuvvetli okuyucular da bilhassa AB konusunda defalarca tarih verildiğini hatırlayacaktır. Çok bariz bir manşet örneği bu konuda tarih verilmesinin boş bir vaat olduğunu göstermeye yetecektir. Sene 1995, dönemin Başbakanı Tansu Çiller gazete manşetlerini süslüyor… İfade ise şu: “1997 yılında AB’ye kesin gireriz…” Evet bu sadece bir örnek. Bu hususta tarih verme hatasına düşen bütün başbakanlar veya bakanlar sonradan yanıldıklarını anlamışlardır. Bazen siyasetçilerin bazı ifadelerine akıl sır erdirmek pek mümkün olmaz. Bilhassa AKP’li bakanların bazı sözleri günlerce manşetlerden inmeyecek absürtlükte olabiliyor. Egemen Bağış da Avrupalılara hitaben yaptığı konuşmada hayli garip ifadeler kullanmış. Önce Bağış’ın Avrupalıların kalbini fethetmek için söylediği şu sözlerle başlayalım: Avrupa’nın adını bile, tarihte Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde yaşamış bir prensten aldığını hatırlatan Bağış, “Unutmayın; Osmanlı parçalanırken bile Avrupalılar bizden ‘Avrupa’nın hasta adamı’ diye bahsediyorlardı, ‘Asya’nın hasta adamı’ diye değil.”demiş… Avrupalı muhataplarını bu felsefi temelle avucunun içine alan Bağış sonra da bombayı patlatmış: “Ermenistan’daki ekonomik zorluklar nedeniyle, Ermenistan vatandaşları göç ediyorlar. Nüfus yarı yarıya düştü. Ermenistan vatandaşlarının yaklaşık 70 bini de Türkiye’ye geldi. Bunlar, yasadışı işçi olarak çalışıyorlar, biz onların bu yasadışı çalışmalarını görmezden geliyoruz. Ve bu yasadışı Ermeni işçilerin büyük çoğunluğu Türkiye’de dadı olarak çalışıyor. Yani, en değerli varlığımızı, çocuklarımızı Ermeni dadılara emanet ediyoruz. Yüreğimizde nefret olsa, böyle davranır mıydık?” Bir devlet bakanının “kayıt dışı istihdama ve ülkemize kaçak girişlere göz yumuyoruz” kabilinden bu akıllara zarar ifadesini şimdi neresinden tutacaksınız. Aslında bu sözler Egemen Bağış’ın hikmeti kendinden menkul sözleri değil. Bu sözlerin esas patent sahibi Başbakan Tayyip Erdoğan’dır. Hatırlarsınız bir televizyon programında yaptığı konuşmada ülkemizde 170 bin Ermeni’nin bulunduğundan dem vuran Erdoğan, ‘’Bu Ermenilerin yaklaşık 70 bini vatandaşımız, diğerleri kaçak olarak bulunuyor. Biz bunlara göz yumuyoruz. Çünkü böyle bir gerilimi istemiyoruz” demişti. Bu garip ifadelerde aynı zamanda zımnî bir tehdit de yer alıyordu. Başbakan bu sözleri yüzünden oldukça tepki görmüştü. Bugün Avrupalılara şirin görünmek için bir devlet bakanı da aynı sözleri sarf ediyor… Buna anlam vermek gerçekten mümkün değil. Buradan anlaşılıyor ki biz bir ticarî faaliyet yapmak üzere bir işletme kursak ve burada tamamen Ermeni işçilerden oluşmuş bir kadro kursak büyük bir avantaj elde edebiliriz. Zira çalıştırdığımız işçileri kayıt dışı çalıştırabiliriz. Aynı şekilde bu sözler, “Ermeni olması kaydıyla ülkemize herkes kaçak girebilir” mânâsı da taşıyor. Hadi aynı kolaylığı bütün dünya vatandaşlarına gösterelim de ülkemiz insan kaçakçılığının merkezlerinden biri olsun. Kim bilir belki de İstanbul’a “Avrupa İnsan Ticaretinin Başkenti” payesini de verirler… İşin ilginç yanı, Devlet Bakanı’nın söz konusu konuşmada sarf ettiği en garip sözler bunlar değil... Dahası da var… Biz de bombayı sona sakladık. Nihayet AKP kurmayları artık Avrupalılara Emperyalizm dersi de vermeye başladılar. Bağış diyor ki: “İran’a yaptırım koyarak, bir yere varmak mümkün değil. İran’ı uluslar arası camiada bir takım oyuncusu yapmak için, orada McDonalds açılmasını sağlamaya çalışın. Oraya müzikle, sinemayla girin, ikna edin. Duvarlar kuracağınıza, duvarları yıkın. İran’ın izole edilmesi çok yanlış..” Alkış… Alkış… Gerçekten bunu Türkiyeli bir devlet bakanından duymak gözlerimizi yaşarttı. Avrupalıların bu sözler karşısında bıyık altından gülerek: “Bize işimizi öğretme” dediklerini duyar gibi oluyorum… 09.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Liberalizm, hürriyet ve ahlâk |
Geçen yazımda “Hürriyeti herkes ister, ama sınırlarını ve önceliklerini belirlemek zordur” demiştim. Konu, hürriyet ve ahlâk arasındaki ilişkiyle de ilgilidir. Siyasal sistemler üzerinde düşünenler, elbette ahlâkı önemsiyorlar. Fakat kaynağı, sınırları ve müeyyideleri hususunda farklılaşıyorlar. Pratikte bu tartışmalar cinsel sapmalar gibi problemli alanlar üzerinde sığlaşıyor. Ama aslında daha derin ve felsefî temelleri var: Liberal Düşünce Topluluğunun Atilla Yayla’dan sonraki başkanı Doç. Dr. Bican Şahin, “Liberal Demokrasinin Temelleri: Güncel Demokrasi Tartışmaları” (Oreon Yayınları, 2008) adlı editoryal eserdeki makalesinde “… liberaller ahlâkî bireyciliği de benimsemişlerdir. Kısaca, ahlâkî bireycilik, Immanuel Kant’ın ifadesiyle, bireyin kendisinin dışındaki amaçlara yönelik kullanılabilecek bir ‘araç’ olmayıp, kendi başına bir ‘amaç’ olduğunu ifade eder.” demektedir. Geçen yazımda da değindiğim üzere, bireyin ve kâinatın varlık sebebi hakkındaki tutumunuz, bireyin uyacağı hukuk ve ahlâk kodlarının kaynağı ve yönü hakkındaki tutumunuzu da etkiler. İnsanı kâinatın ve yaradılışın bütünlüğünden ayıran bir bakış açısı, meselâ cinsî sapkınlığı, “amaç varlık” olarak tarif ettiği bireyin hürriyet alanında bulunan “ahlâkî tercihlerden bir tercih” olarak tanımlar. Meselâ Ekin Can Genç, Liberal Düşünce Topluluğunun web sayfasındaki “Sevilmeyen Olmanın Güvenli Olduğu Toplum’u Türkiye’de Yaratmak” başlıklı yazısında, bir yandan sosyal ilişkinin ve bu ilişkiler sebebiyle özgürlük kısıtlamalarının olabileceğini kabul ederken, öte yandan, devletin cinsel sapmalara ve bunları özgürlük adına savunmaya yönelenlere “genel ahlâk” adına müdahale etmesini eleştirmektedir. Yazıda “demokrasinin de bir gereği” olarak tarif edilen şu cümleler özellikle enteresandır: “Türkiye’de özgür toplumun ortaya çıkması için devlet, ahlâksız olmayı öğrenmelidir. Bu, ahlâklı olmama (immoral) hali değil, ahlâkla alâkasız (amoral) olma halidir; zira ahlâk, bireylere ait bir olgudur. Özgür bireyler, kendi bireyselliklerine göre eşcinselliği ahlâksız bulabilir. Aynı şekilde, eşcinsel bireyler de karşıcinselliği ahlâksız bulabilir. Ancak devletin bu konuda bir hükmü olamaz. Özgür toplumda işlevi bireylerin hak ve özgürlüklerini korumakla kısıtlı olan devlet, ahlâk dayatma zorbalığına girişmemelidir.” Oysa kâinatı dikkatle tefekkür eden görür ki, insanın kardeşiyle evlenmesini “insanî fıtratı” reddederken, insanın hemcinsiyle evlenmesini “hem insanî fıtratı hem de hayvanî fıtratı” reddeder. Hayvanlar âleminde dahi fitrî olmayan bir durumun, ancak bir “hastalık” olarak tarif edilmesi gerekir. Dolayısıyla devlet hem hastalığı tedavi etmek hem de bulaşmasını engellemek adına devreye girmelidir. Özetle, Hakikî ve Mutlak “Bir”i reddettiği için bireyle diğer varlıklar arasındaki bağı da kesen bireysellik anlayışı, “hürriyetin sınırı başkalarına zarar vermemektir” der. Oysa kâinatı yaratanın “Bir” Vahid-i Ehad olduğuna inanan, kendisini diğer mahlûkattan ayırmaz, “hürriyetin sınırı ne kendisine ne de başkasına zarar vermemektir” der.
Hukuk muhakemeleri kanunu değişiyor
Hakımlerın yargılama faaliyetinden dolayı devlet aleyhine tazminat dâvâsı açılabilecek. Devlet ödediği tazminatı, sorumlu hakime ödeme tarihinden itibaren bir yıl içinde rücu edecek. TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerin Ocak ayında yasalaşması konusunda uzlaşmaya vardığı tasarılar arasında yer alan ve yaklaşık 1,5 yıl önce TBMM Adalet Komisyonunda kabul edilen Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısı önemli düzenlemeler içeriyor. Hakimlerin yargılama faaliyetinden dolayı devlet aleyhine tazminat davası açılabilecek. Tazminat davasının açılması, hakime karşı bir ceza soruşturmasının yapılması ya da mahkumiyet şartına bağlanmayacak. Hakimlerin kusurlu davranışları nedeniyle devlet aleyhine açılan tazminat davaları ile devlet tarafından hakime karşı açılacak rücu davaları Yargıtayda görülecek. 09.12.2010 E-Posta: [email protected] |