Pozitivizme zemin hazırlayan “Aydınlanma Çağı”nda Batı, kilisenin skolastik ve baskıcı hâkimiyetinden kurtulmuş, dünyayı anlamlandırma ve bilgiye erişmede kendine aklı referans edinen yeni bir dünya görüşü yaygınlaşmıştı.
Böylece tanrı-merkezcilik yerini insan-merkezciliğe bıraktı, hakikate ulaşmada din yerine akıl ve bilim rehber edinilmeye başlandı. Kant aydınlanmayı tanımlarken “Çağımız özellikle her şeyin kendisine boyun eğmek zorunda olduğu bir eleştiri çağıdır” diyerek eleştiri yapan aklın bilgi üzerindeki otoritesini vurgular. Aydınlanmayla birlikte akıl sadece bilgi üzerinde değil, etik ve felsefe üzerinde de hâkimiyet kurdu, Hümanizm akımıyla etik ve felsefenin merkezine Tanrı değil insanın hürriyeti, refahı ve ilerlemesi kondu. Bu temeller üzerine kurulan pozitivizm, doğru bilginin sadece bilimsel bilgi olduğu ve bilimde metafizik ile dine yer olmadığını savunur.1
Anaakım bilimde hâlâ hâkimiyetini sürdüren pozitivizm dinden arındırılmış, seküler bir bakış açısıyla dünyayı anlamlandırmaya çalışır. Küçük yaşlardan itibaren bu anlatıya maruz kalan modern insanın zihni ve algı dünyası pozitivist dünya görüşü ile şekillenir, ancak o kadar temellere işlemiştir ki çoğu zaman fark etmesi ve işaret etmesi zordur. Bilimin ve aklın mutlak otoritesini kabul etmek ve bilgiye sadece bilim aracılığıyla ulaşılabileceği varsayımları, aksi dahi düşünülemeyen, günümüz standart düşünme alışkanlığı olageldi.
Pozitivizmin meydana getirdiği bu illüzyondan çıkabilmek ve akıl ile bilimin tahtlarını sarsmak için, aslında, yine pozitivizmin merkeze koyduğu eleştirel aklı bu sefer pozitivizmin kendisine ve bir sistem olarak bilime yöneltmek yeterli olacaktır. Nitekim bunu yapan bilim felsefecileri, bilimin kendi başına ne kadar güvenilmez ve belirsiz olabileceğine dikkat çekmiştir. Bilim sadece tabiatın devinimini anlayabilmek ve modellemek için oluşturulmuş, devamlı bozunup yeniden oluşturulan, zaman zaman kendini yalanlayıp düzeltmek zorunda kalan bir sistemden ibarettir. Bilimde yaygın olan felsefe, bilginin ampirik, yani deney ve gözlem yoluyla elde edileceği yönündedir. Şüphecilik (skeptisizm) akımı iki cihette ampirik yolla elde edilmiş bilimsel bilgiyi sorgular. Bunlardan ilki olan tümevarımsal şüphecilik, geçmiş gözlemlerimizin gelecekte de geçerli olacağına dair hiçbir güvencenin ya da rasyonel gerekçenin olmadığını savunur. Yani tabiatta bir düzen olduğu ve tabiat kanunlarının geçerli olmaya devam edeceği inancı bir “varsayımdan” ibarettir.2
Diğer bir deyişle Güneş’in bu zamana kadar Doğu’dan doğmuş olması yarın da Doğu’dan doğmasını gerektirmez. Bu zamana kadar tabiat kanunlarına uygun davranmış parçacıkların yarın tamamen farklı davranmayacağını garanti eden hiçbir şey yoktur. Dış Dünya Şüpheciliği ise edindiğimiz tüm bilgi ve deneyimin beş duyu aracılığıyla edinilen algılardan ibaret olduğunu, dolayısıyla aklımızın gerçek dünyaya objektif bir erişiminin dahi olmadığını savunur. Meselâ aslında ses, maddesel bir ortamda yayılabilen bir titreşimden ibarettir. Beynin algıladığı, ses dalgalarının kulak içindeki tüylü duyu hücrelerini titreştirmesidir.
Sesin frekansına göre çarptığı duyu hücrelerinin lokasyonu değişir, bu da farklı sesleri ayırt edebilmemizi sağlar. Yani dünyayı algılama biçimimiz, algı aletlerimiz (yani beş duyu organımız) tarafından şekillenir. İşte Dış Dünya Şüpheciliği, bildiğimiz dünyanın duyu organlarımızın ve algı kapasitemizin filtresinden geçmiş kısıtlı ve değişmiş bir dünya oluşuna işaret eder.2 Bunu idrak etmek, evrenin sırlarını deşifre etmenin insana getirebileceği kibri önlemede de rol oynar.
Bilim felsefesinde bilimsel bilgiyi sınayanlar sadece şüpheciler de değildir. Pozisyonunu eleştirel rasyonel olarak tanımlayabileceğimiz Karl Popper, bilimin “yanlışlanabilirliği” olgusunu ortaya atarak hiçbir hipotezi “kanıtlamanın” mümkün olmadığını, hipotezlerin ancak yanlışlanabileceğini savunur.2 Böylece ortaya konan her bilimsel kanun “henüz yanlışlanmamış hipotez” konumundadır. Her bilimsel bilgi, dolayısıyla, eleştiriye ve meydan okumaya açık olmalıdır. Ne de olsa belki de gelmiş geçmiş en iyi desteklenmiş teori olan Newton fiziği, 20. Yüzyılda pek çok yönden yanlışlanmıştır.
Tarih içinde bilim ayrıca “paradigma kayması” denilen kökten değişimler geçirdi ve hâlâ geçirebilir. En meşhur paradigma kaymalarından biri Newton fiziğinin zaman ve mekânın mutlaklığı üzerine kurduğu sistemin Einstein’ın göreceliliğiyle evrensel geçerliliğini yitirmesidir. Diğer bir paradigma kayması, 1953’te DNA yapısının keşfiyle birlikte, genetik ve kalıtım alanında gerçekleşti. DNA keşfedilmeden önce kalıtım bilimi, fenotipik (yani ortaya çıkan) özellikler üzerinden okunurken DNA yapısının keşfedilmesiyle birlikte genetik bilginin moleküler mekanizması üzerinden şekillenmeye başladı. Paradigma kayması teorisini ortaya atan Thomas Kuhn, ayrıca, bilimin muhtemelen ileriye ve daha iyiye akmadığını, “ideal paradigma” diye bir şey olmadığını, olsa dahi bunu bilemeyeceğimizi savunur.2
Bilimin işlemesini ya da var olmasını mümkün kılan şey, örüntülerin tekrar etmesidir. Evrendeki düzen, olayları öngörebilmemizi, genelleme yapabilmemizi ve neden-sonuç ilişkileri kurabilmemizi sağlar. Bilim ne mutlak olabilir ne de kutsal, bilim sadece çevremizde olanı anlamlandırmak için kurguladığımız bir araçtan ibarettir ve her el yapımı araç gibi, hatalar ve kusurlar barındırır. Dolayısıyla akıl ve bilim epistemolojik otoriteler değil, hakikate ulaşmada kullanılması gereken kıymetli araçlardır.
Dipnotlar:
1. Ballıkaya, C. (2015). Pozitivizm Tarihsel Süreç İçerisindeki Gelişimi ve Sosyolojik Düşünceye Etkileri. Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi. s. 87-106
2. Godfey-Smith, Peter. (2003). Theory and Reality, an İntroduction to Philoshophy of Science. The University of Chicago Press.
(Genç Yorum dergisi, Eylül 2025)