Koronovirüs salgınına “tedbir” olarak Diyanet’in Cuma namazının yanısıra “camilerde ve mescitlerde vakit namazlarının da cemaatle kılınmayacağı” kararı ibret verici oldu.
Öncelikle “karantina” adı altında her fırsatta insanlara “evlerinden çıkmama” çağrıları yapılırken-yoğunluğu yüzde 30 azalsa da-hâlen büyük şehirlerde insanların çoklukla doluştuğu toplu taşıma araçlarında binlerce vatandaşın otobüslerde, metrobüslerde, trenlerde, vapurlarda yanyana taşınmalarına hiçbir tedbir alınmamışken…
Keza fabrikalarda, işyerlerinde yüzlerce insan sabahtan akşama iç-içe çalışırken; açık olan AVM’lerde insanlar bir araya gelirken. Son bir haftaya kadar yurtdışından gelenler hiçbir teste ve kontrole tabi tutulmadan serbestçe dolaşırken; ve vatandaşların daha şimdiden tatil beldelerine, yaylalara doluşup bir araya gelmelerine bir çözüm getirilememişken…
Özetle, esas riskli alanlara dair etkili tedbirler alınmamışken, işe camilerde zaten-bazı istisnalar dışında-fazla kalabalık olmayan “cemaatle namazın kaldırılması”ndan başlanması dikkat çekici oldu.
DİNİN SİYASETTE İSTİSMARINA SUSKUN KALINDI
Bu vaziyet, “cami ve mescitlerde hijyene dair başka tedbirler alınamaz mıydı?”; sadece belli yaşta ve sözkonusu hastalıkları bulunan “risk grupları”na girenlerin sağlık kontrolüne tabi tutulup “evlerinde kılmaları sağlanamaz mıydı?” benzeri soruları sordururken, “karantina”ya zaten çoğu vakit bir-iki safı geçmeyen “cami cemaati”nden başlanması çarpıcı oldu.
Vakıa şu ki, son yıllarda bilhassa referandum ve seçim kampanyalarında cami avlularında iktidar partisinin broşürleri dağıtıldı. Adayların camide “seçim konuşmaları”yla din siyasette kullanıldı. Daha da garibi, bazı mahallerde camilerde iktidar partisi adayları tanıtıldı.
Mitinglerde, toplantılarda “din istismarı ve tekelciliği” tam gaz devam ederken, dinî mekânlar, mescidler-câmiler üzerinden de sürdürüldü. Cami avlularında ve hatta içlerinde siyasî rakipler hedef alınarak, en ağır tahkirlerle siyasî salvolarda bulunuldu. İftarlarda politik nutuklar çekildi. Özel “teravih namazları” düzenlendi. Bütün Müslümanların ortak ibâdet mekânı olan camiler, mihraplar, minberler parti propagandasında kullanıldı.
Sonuçta Bediüzzaman’ın ikazıyla, “Umumun mâl-i mukaddesi (mukaddes ortak değeri) olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına (partililerine) daha ziyade has göstermekle, kavi (kuvvetli) bir ekseriyette dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla (dinin) nazardan düşürülmesi” vahameti irtikâb edildi(Sünûhat, 65-67)
Bu süreçte, Bediüzzaman’ın beyânıyla “ahkâm-ı İlâhiyenin (İlâhî hükümlerin) tebliği için ittihaz edilmiş (belirlenmiş)” olan “hutbe makamı”, “yalandan, hîleden, şeytanî fikirlerden hâli olmayan ahval-i siyasiye”nin propagandasında istimal edildi. (Mektûbat, Hakikat Çekirdekleri, 463; Mesnevi-i Nuriye, Hubâb, 79)
KADERİN İBRETLİ BİR TECELLİSİ…
Kısacası, dinin siyasette istimal ve istismarıyla, hutbe ve vaazlarda, cami açılışlarında siyasî parti propagandasıyla dinî değerler ve mekânlar siyasette kullanıldı.
Ve ne yazık ki, “menfî siyaset”le “dinin dahilde menfi bir surette istimali”yle, “adüvv-ü dinden (din düşmanından) daha fazla dine zarar verilmesi”ne seyirci kalındı.
“Teması azaltma politikaları”na, “sosyal mesâfe”ye cami ve mescitlerden başlanmasının bu iktidar döneminde dayatılması, kaderin ibretli bir tecellisi olarak kayıtlara geçti.
Bunun Diyanet’in mârifetiyle olması da.