"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Zekât, dayanışmanın bütün yönlerini içerir

18 Ocak 2019, Cuma
Zekâtlar sadece fakirlere, düşkünlere, zekât işindeki görevlilere, kalpleri kazanılmak istenenlere, esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenlere, borçlulara, Allah yoluna ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve gariplere mahsustur. Allah tarafından kesin olarak böyle farz buyuruldu. Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.

Zekât; İslâm’ın önemli rükünlerinden bir tanesidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Namazı dosdoğru kılın zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin” buyurulduğu gibi; Hz. Peygamber de: “İslâm dini beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (asm) Allah’ın (cc) resulü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucunu tutmak…” buyurmuştur.

Zekâtın Sarf Edileceği Yerler:

Çok önemli bir kaynaşma, dayanışma ve kucaklaşma kurumu olan ‘zekât’ ve sadâkaların nerelere ve kimlere verileceği hususu, ilâhî beyanda net bir biçimde ortaya konmuş olmasına rağmen bazen bir takım tereddütler meydana geldiği de bir vakıadır.

Tevbe Sûresi’nin 60. âyetinde şöyle buyurulmaktadır:

“Zekâtlar sadece fakirlere, düşkünlere, zekât işindeki görevlilere, kalpleri kazanılmak istenenlere, esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenlere, borçlulara, Allah yoluna ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve gariplere mahsustur. Allah tarafından kesin olarak böyle farz buyuruldu. Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”

Âyet-i kerimenin satır aralarını incelediğimizde, zekât ve sadâkaların verileceği sekiz sınıfın hepsi aynı yapıdaki kelimelerle ifade edilmemiştir. İcaz ve i’caz özelliğine sahip olan Kur’ân-ı Kerîm’in her bir harfinin, her bir sözcüğünün ve her bir cümle yapısının bildiğimiz ve bilemediğimiz; kavradığımız ve kavrayamadığımız pek çok mesaj ve manayı taşıdığı muhakkaktır. Buna göre, sekiz sınıfın yedisi kişi kipleriyle dile getirilirken sadece “fi sebilillah” kavramı “genel bir ifade” olarak ortaya konmuştur. Yani, “fakirler”, “düşkünler”, “zekât işindeki görevliler”, “kalpleri kazanılmak istenenler”, “esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenler”, “borçlular” ve “muhtaç kalmış yolcu ve garipler” tabirleri hep net olarak insan, kişi ve şahıs ifade ederken “Allah yoluna” manasına gelen “fi sebilillah” tabiri genel bırakılmıştır. Bu tabir, herhangi bir kişi ya da kurum ve kuruluşla kayıt altına alınmamıştır.

* Bu sınıflardan “fakirler” ve “düşkünler”den maksat, geçimlerini temin edemeyen ve etmekte zorlanan kimselerdir. Düşkünler, fakirlere nispetle daha da zor durumda olan insanlardır. Zekât nisabı sayılabilecek bir meblâğa sahip olamadıkları gibi; geçimlerini teminde de zorlanmaktadırlar. Toplumumuzda bu tür insanların sayısı oldukça fazladır.

* Zekât toplayan görevliler, bu iş ile vazifelendirilmiş olan kimselerdir. Bu memurların bir kısmı toplama, bir kısmı da dağıtma işinde görev alır. Bunların cüz’î bir maaşlarının olması zekât almalarına engel değildir. Tam aksine; zekâttan onlara pay ayırmak, görevlerini severek yapmalarını temin edecektir.

* Kalpleri kazanılmak istenenler zümresinde Hz. Peygamber’in (asm) çok dikkat çekici bir uygulaması olduğunu görüyoruz. Zekât ve sadâkalardan kendilerine pay ayrılan bu sınıftaki insanların bir kısmı, kendisinin veya kavim ve kabilesinin bu sayede Müslüman olacağı umulan kimselerdir. Diğer bir kısmı ise, dilinden ve elinden zarar gelebilecek insanlardır. Böylece kötülüklerinin önüne geçilmiş olur. Bir kısmı ise, İslâm’da sebat etmeleri amacıyla destek görmüşlerdir.

* İslâm’ın geldiği dönemde var olan kölelik kurumunun, İslâm ruhuyla bağdaşmadığı bilinen bir gerçektir. Bu yüzden geldiği andan itibaren, köleliği kaldırıcı tedbirlere başvuran İslâm dini, zekât faslında bile bunu düşünmüş ve hürriyetlerine kavuşmaları için bir takım girişim, anlaşma ve teşebbüsleri olan bu esirlere bu noktada elini uzattığı gibi borçluları ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve garipleri de ihmal etmemiştir. Onların da bu sıkıntılı durumlarından kurtulmaları için İslâmiyet zekât köprüsüyle kendilerine ulaşmıştır.

* Zekâtın “Allah yoluna” harcanması gerektiğini ifade eden “fi-sebilillah” kavramı son derece kapsamlı ve alanı geniş bir tabirdir. “Allah’a yaklaşma, O’nun rızasına erme maksadı güdülen her ihlâslı amel, “Allah yolu” sayılır. Bir kısım müfessirler bu tabiri “cihad” ile sınırlandırmış iseler de, cihadın maddî ve manevî olduğunu da unutmamak gerekir. Fakat kanaatimizce, “Allah yolu”nu “fiilî cihad” şeklinde sınırlandırmak, İlâhî Kelâmın icazına aykırıdır.

Meselâ:

a) Allah rızası doğrultusunda eğitimi üstlenilen öğrencinin eğitim masraflarına katkı sağlamak “Allah yolu”dur ve zekât, bu alanda kullanılır. Bu öğrencinin iaşesi ve ibatesi ile giyim ve kuşamı uğruna yapılan her türlü harcama da “Allah yolu”dur ve zekâtta payı vardır.

b) Hedefi İslâm’ın i’lası ve ihyâsı olan ve İslâm’a yönelen çeşitli tehlikeleri bertaraf etmeyi amaçlayan her türlü fikrî ve iktisadî faaliyet “Allah yolu”dur ve bütün bu önemli faaliyetlerin zekât bütçesinde payı vardır.

Genel çerçevesini verdiğimiz bu noktayla ilgili örnekler elbette çoğaltılabilir.

Nitekim; Bediüzzaman da Medresetü’z-Zehra Projesi’nin önemli gelir kaynaklarından birisi olarak zekâtı görmekte ve şu açıklamayı yapmaktadır:

“…Biz hem Hanefi, hem Şafiiyiz. Bir zamandan sonra o Medresetü’z-zehra İslâmiyet’e ve insaniyete göstereceği hizmetle, şüphesiz bir kısım zekâtı bil’istihkak…

Zekâtın Psikolojik Getirileri

Zekât, insanı cömertlik ve fedakârlığa alıştıran ya da alıştırması gereken önemli bir ödevdir. Yüce Yaratıcı’nın verdiklerine mukabil; zekât olarak istenen, son derece küçük bir paydır. 

Bediüzzaman diyor ki:

“…Ya ondan veya kırktan birisini kendi fakirlerine vermek ağır bir şey midir ki, emr-i zekâtı ağır görüp İslâmiyet’ten çekiniyorlar? Bunların tekzipleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır, cevap vermek değil.”

Hatta savaşlarda ya da değişik vesilelerle karşı karşıya kalınan açlık ve sefaletin bir hikmetinin de “zekât görevimizi yerine getirmemek” şeklinde ifade eden Bediüzzaman şu ifadeleri kullanmaktadır:

“…Kendi verdiği malından, kırkından ya onundan birini zekât istedi. buhl ile, hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedik; O da bizden aldırdı müterakim zekâtı. Haramdan da kurtardı.”

Bir başka ifadesinde de şu tesbitlere yer verir:

“…Hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz; hatta erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekâtı, hırs yolunda terk ediyorsunuz? Halbuki, zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dafi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin, her halde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya da lüzumsuz yerlere verecektir.”

 “…Kahtın sebebi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasaret ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir.”

Zekât’ın Sosyal Yansımaları:

Toplumda farklı maddî imkânlara sahip insanların olduğu muhakkaktır ve bütün bunların sürekli olarak birbirlerine ihtiyaç duydukları ya da muhtaç oldukları ayrı bir gerçektir. Bunların birbirlerini desteklemeleri oranında toplumun huzuru / huzursuzluğu söz konusu olur. 

Bediüzzaman’ın ifadesiyle:

“…Devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk, zekâttır. Çünkü, beşerde, havas ve avam, iki tabaka var. ... Avamdan havassa karşı hürmet ve itaati temin edecek, zekâttır. Yoksa, yukarıdan avamın başına zulüm ve tahakküm iner.”

Bediüzzaman, toplumu huzursuzluğa iten unsurların başında “Başkası açlıktan ölürse ölsün, bana ne!” ile “Sen çalış ben yiyeyim” olduğunu tesbit eder ve bu iki hastalığa karşı en önemli çarenin “zekât” ve “faiz yasağı” olduğunu belirtir: “…..Bu iki müthiş maraz-ı içtimaiyi tedavi edecek tek çare, zekâtın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla, vücub-u zekât ve hurmet-i ribadır.”

Diğer taraftan da zekât verilirken karşı tarafa minnet edilmemesi gerektiğini ifade eden Bediüzzaman, asıl mal sahibinin Allah olduğuna dikkat çekerek minnetin anlamsızlığına dikkat çeker:

“Ey ehl-i kerem ve vicdan! Ve ey ehl-i sehâvet ve ihsan! İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazen de faydasız gider. Çünkü, Allah namına vermediğin için, mânen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duâsından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakk’ın malını ibâdına vermek için bir tevziat memuru olduğun hâlde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfrân-ı nimet ediyorsun.”

 “Evet, zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riyâ ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekât namına o iyilikleri yapıp, hem farzı edâ etmek, hem sevabı, hem ihlâsı, hem makbul bir duâyı kazanmak nerede?”

Hülâsa, Zekât çok önemli bir sosyal kaynaşma ve dayanışma aracı olduğu gibi maddî ve manevî refah ve huzurun teminatı ve bereketin vesilesidir.

Okunma Sayısı: 3550
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı