Halbuki mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü:
Evvelâ: Kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kaza hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.
Saniyen: Nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adavet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan acımak ve nedamet edeceğini beklemek.
Salisen: Sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.
Sonra, bâkî kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fânî, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umûr-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi, şedîd bir hırs ile ve daimî bir kin ile mütemadiyen bir adavetle mukabele etmek sîga-i mübalâğa ile bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur ve bir nevi divaneliktir.
İşte hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adavete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmiş ise, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbin olan Hafız-ı Şirazî’yi dinle: [Farisî bir ibare] Yani “Dünya öyle bir meta değil ki bir nizâya değsin.” Çünkü fânî ve geçici olduğundan, kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.
Hem demiş: [Farisî bir ibare] Yani “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”
Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”
Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin manevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu mebhasını yazdık, tâ bu manevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.
Mektubat, Yirmi İkinci Mektub, s. 313-315
LÛGATÇE:
adavet: Düşmanlık, kin.
meta: Mal, sermaye.
muvakkat: Geçici.
mürüvvetkârâne: İyilikle, cömertlikle.
nedamet etmek: Pişmanlık duymak.
nizâ: Kavga.
safh: Bağışlama, hoş karşılama.
sîga-i mübalâğa: Abartı kipi, mübalâğa sîgası; bir şeyin pek mühim veya çok fazla olduğunu ifade eden kelime hâli.
sû-i hulk: Kötü ahlâk.
şedîd: Şiddetli, sert.
ulüvvücenaplık: Alicenaplık, kerem ve cömertlik.
umûr-u dünyeviye: Dünya işleri.
zâil: Zeval bulan, sona eren.
zımnî: Üstü kapalı, örtülü.