Sual: “Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar. Nasıl olur?”
Cevap: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zira, Meşrûtiyet, hâkimiyet-i millettir; hükûmet hizmetkârdır. Meşrûtiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârdırlar. Gayr-i müslim, reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki memuriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-i müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip, bini kazanan zarar etmez.
Sual: “Şeriatın bazı ahkâmı, meselâ valilerin vazifelerine taallûku var.”
Cevap: Bundan sonra, bizzarure, hilâfeti temsil eden, Meşihat-i İslâmiye ve diyanet dairesi hem âlî, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzare olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil, efkâr-ı amme olduğu için, onun nev’inden şahs-ı mane- vî bir fetva emini ister. İşte şu hâkimin fetva emîni, Meşihatta mezahib-i erbaadan kırk elli ulema-i muhakkik bir meclis-i mebusan-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı manevîleri, öteki şahs-ı manevîye fetva eminlik edecektir. Yoksa, hâkim ve müftü bir cinsten olmazsa, birbirinin lisanını anlamazlar. Zira şahs-ı vahid, şahs-ı manevîyi kandıramaz ve tenvir edemez.
Sual: “Eskiden beri işitiyoruz ki, bazı Jön Türkler masondurlar, dine zarar ediyorlar.”
Cevap: İstibdat, kendini ibka etmek için şu telkinatı vermiştir. (HAŞİYE) Bazı lâubalîlik dahi, şu vehme kuvvet veriyor. Fakat emin olunuz ki onların masonluğa girmeyen kısmının maksatları dine zarar değildir, belki milletin selâmetini temin etmektir. Fakat bazıları dine lâyık olmayan bârid taassuba müfritâne ilişiyorlar. Demek hürriyete ve Meşrûtiyete hizmetleri sebkat eden veyahut kabul eyleyenleri Jön Türk tesmiye ediyorsunuz. İşte onların bir kısmı İslâmiyet fedaîleridir, bir kısmı da selâmet-i millet fedaîleridir....
HÂŞİYE: Nasıl ki şimdi, yirmi beş sene istibdad-ı mutlakı yapanlar, dindarları irtica ile itham ederek istibdad-ı mutlakın elindeki irtidatlarını saklıyorlar.
E. S. D. E., Münâzarât, s. 189
LÛGATÇE:
efkâr-ı amme: Kamuoyu, umumun fikri.
fetva emini: Fetva sorumlusu.
Meşihat-i İslâmiye: Osmanlı’da Diyanet İşleri dairesi.
nezzare: Gözetleyici, denetleyici.
riyaset: Reislik, başkanlık, idare.
şahs-ı manevî: Belli bir şahıs olmayıp, bir cemaatten ortaya çıkan temsilî ve manevî şahsiyet, tüzel kişilik.
şahs-ı vahid: Tek bir şahıs.
şerik etmek: Ortak etmek.
taallûk: Bir şeyle ilgili olmak, ilgilendirmek..
***
Medrese-i Yusufiye Mektupları
Hakikî ve elemsiz lezzet, yalnız imanda ve iman ile olabilir
(Dünden devam)
Eğer dalâleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkikî ve istikamet dairesine girsen, iman nuruyla göreceksin ki: O geçmiş zaman-ı mazi ma’dum ve her şeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcud ve istikbale inkılâb eden nuranî bir âlem ve bâkî ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle, değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi manevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi; gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki iman gözüyle görünür ki saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahman-ı Rahîm-i Zülcelâli ve’l-İkram’ın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâkî âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek, hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve iman ile olabilir.
İmanın bu dünyada dahi verdiği binler fayda ve neticelerinden yalnız bir tek fayda ve lezzetini; bu mezkûr bahsimiz münasebetiyle, Gençlik Rehberi’nde bir haşiye olarak yazılan bir temsille beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Meselâ, senin gayet sevdiğin bir tek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve me’yusâne elîm ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi; o sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.
İşte o çocuk gibi, sevdiğin ve ciddî alâkadar olduğun milyonlar sence mahbub insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında, çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi o büyük idamhane tevehhüm edilen mezaristana kalp penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve, “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı hal ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları, iman, bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki “İman hakikati öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir Cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin Şecere-i Tuba’sı olur” dedim.
(Devamı var)
Şuâlar, On Birinci
Şuâ, s. 223
LÛGATÇE:
iman-ı tahkikî: Şüpheler karşısında sarsılmayan, kuvvetli iman.
ma’dum: Yok, yok olmuş.
sefahet: Gayr-i meşrû zevk ve eğlenceler.
Şecere-i Tuba: Cennetteki Tuba ağacı.
tecessüm etmek: Cisimleşmek, görünür olmak.