Oyunda gerçeğin farkına varan karakter, bu kez kendi dostlarının da gerçeği bilmesi için onlara seslense ne olurdu peki?
Onları, yıllardır aynı dünyanın içinde yaşadıkları hâlde hiç sorgulamadıkları düzenin arkasındaki kudreti düşünmeye çağırsa… Karşısındaki topluluk muhtemelen iki kısma ayrılırdı: Oyunun iç yasalarına sıkı sıkıya bağlı olanlar diğerleri ise bu çağrı karşısında gerçeği sorgulamaya başlayanlar.
İlk kısım için her şey “kendiliğinden” işliyordu. Onlara göre düzenin bir mimara ihtiyacı yoktu; çünkü düzen zaten işliyordu. Muhtemel itirazları şöyle olurdu:
“Bir mimarın olması imkânsız. Bu dünyanın zaten kanunları var; bu kanunlarla sistem kendiliğinden işliyor. Zaman kendiliğinden akıyor ve ezelidir. Işık motoru çalışıyor çünkü ona gelen enerji sonsuzdur. Dünyamızın kodları, algoritmaları ve yazılımları var; işleyiş tamamen bunlardan ibarettir. Hem dediğin gibi bizi var eden biri varsa, gelip kendini göstermesi gerekmez miydi? Biz görmediğimizi kabul etmeyiz. Bizim dünyamız elektron ananın (tabiat ana) ve her şeyi bilen yapay zekânın (üstün akıl) eseridir.”
Bunun gibi sözlerle hakikati örtmeye çalışırlardı. Eğer gerçeğe ulaşmak için dikkatle gözlemleseler oyunun, mimarın izleriyle ve ispatlarıyla dolu olduğunu görürlerdi. Fakat onlar düzeni görüyor, düzenleyeni görmezden geliyorlar; çünkü içinde bulundukları oyunun zevkini ve neşesini bozmak istemiyorlardı.
İkinci kısım; kanunların varlığı kendiliğinden değil, bilâkis kanun koyucu bir iradeye delalet ediyordu. Çünkü hiçbir kod kendi kendine yazılmaz; hiçbir algoritma kendini hesaplamaz; hiçbir saat kendi zamanını tayin etmez. Oyunda ne kadar mükemmel bir düzen varsa, o kadar kudretli bir mimarın varlığını fısıldıyordu. Sorgulamaya başlayanlar için asıl mesele oyunun nasıl işlediği değil, oyunun neden işlediğiydi. Eğer işleyen kanunlar varsa kanunu koyan olmalı; eğer kusursuz bir düzen varsa düzenleyen olmalı; eğer imar varsa elbette bir mimar da bulunmalı.
Ve oyundaki en çarpıcı soru şudur:
Tüm karakterler mimarın varlığını inkâr etseler ve şiddetle ona karşı çıksalar, gerçeği gören karakter ne yapardı? Tüm itirazlara rağmen hakikati anlatmaya devam eder miydi? Mimarına duyduğu güven, bağlılık ve sevgi uğruna, içinde bulunduğu oyunun tüm akışına meydan okur muydu?
Onun sergilediği uyanış, her ne kadar bir oyunun hudutlarında zuhur etmiş görünse de hakikatte benim aklımın aradığı, kalbimin sezdiği, ruhumun iştiyakla yöneldiği hakikatlerin birer yansımasıdır.
Madem varlık âlemi baştan sona okunabilir bir kitap gibi duruyor ve her satırında bir kudret mührü parlıyor.
Madem fıtratın sesi, “Bâkî bir Mimar olmadan bu nizam olmaz” diye adeta haykırıyor; o hâlde bu oyun metaforu benim tefekkür yolculuğumdur.
Belki de gaflet perdelerini yırtıp hakikati aramaya niyet eden biri için bir misal olabilir: Kendini bilmeye, Rabbini bulmaya ve kâinatın sahifelerinde yazılı olan o ezelî hakikati okumaya.
Bu tefekkür yolculuğunun daha derin manalarını, farklı çıkarımlarını ve kelimelerin ötesinde kalan hassasını sizin hayal dünyanıza ve idrakinizin geniş ufkuna havale ediyorum…