İstanbul’da cami avluları, özellikle de selatin camilerin bahçe ve avluları olmasa şu sıcaklarda şehirden kaçamayan insanlar ne yapardı acaba?
Ecdadın İstanbul’un yedi tepesine adeta muhteşem birer yüzük taşı gibi yerleştirdiği selatin camiler birer teneffüs alanı. Sadece biz insanlar için değil, kuşlar, kediler için de tam bir sakin liman bu alanlar. Başka semtleri bilemiyorum, ama en azından sur içinde kalan tarihî yarımada sakinleri için durum kesinlikle böyle…
Sözgelimi Yavuz Sultan Selim Camii…
HAZİRENİN DEĞERLİ MİSAFİRLERİ
Yavuz Selim’in inşâ ettirdiği ve Kanunî’nin ilâveler yaptırdığı bu muhteşem cami, Fatih’te bulunduğu semte de adını vermiş. Sultan Selim Camii’nin bulunduğu bölge, ilçede Yavuz Selim adıyla anılmakta. Cami, haziresinde Yavuz Sultan’ı, eşi Hafsa Sultan’ı, Sultan Abdulmecid’i misafir ediyor.
Nedense, belki de bulunduğu sarp yamaç konumundan dolayı Fatih, Bayezıd, Sultanahmet camileri gibi pek fazla turist ağırlamıyor. Marmara Depremi sonrasında hasar gören ve restore edilen camide şimdilerde sıra, Hanım Sultan’ın mütevazı türbesinde. O da restorasyonda.
(İstanbul Manisa’nın da yakından tanıdığı mesir macununun icadına vesile olan Hafsa Sultan’ı Fatih’te, macunu yapan Merkez Efendiyi de Zeytinburnu’nda asırlardır misafir etmekte….)
Bir de insanlarımız emeğe saygı göstermeyi, kul ecdad hakkını bilse! Çevreye zarar verici, yeşil alanları tahrip edici, kimi zaman güvenlik görevlilerine bile kafa tutacak kabadayılık hareketlerinde bulunmasa her şey daha güzel olacak!
FATİHALAR, GÜVERCİNLER
Evimize çok yakın olduğu için sıklıkla avlusundan geçtiğimiz, her defasında haziresindekilere mutlaka Fatihalar gönderdiğimiz bu caminin avlusunda vaktimiz varsa kızımla otururuz. Kedilerin, martıların ve kargaların bitip tükenmek bilmez atışmalarını tebessümle izleriz. İstanbul’un Haliç’ten Boğaz’a uzanan muhteşem manzarasını seyrederiz. Güvercin ve kumruların havadaki doyumsuz manevralarını takip ederiz. Ya da tarihin ibret levhalarını hatırlarız:
Yavuz Selim’in ataları gibi Batı’ya değil de neden Doğu’ya seferler yaptığını, ittihad-ı İslâm için gayretlerini, halifeliğin onunla birlikte Osmanlı’ya geçip “Hadimü’l-Harameyn-i Şerifeyn” (Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı olma) öyküsünü, basit bir hayatı tercih eden kendisi gibi olmayan, görkem ve şatafata daha meraklı oğlu Kanunî’ye öğütlerini, Yavuz lâkabını almasına sebep olan halleri, ilme verdiği önemi, İbn-i Kemal’i…
BİR AİLE HİKÂYECİĞİ
Tarihçi değilim, ama tarihi çok seven ve ailesinin kökleri Doğu’ya dayanan biri olarak bu padişaha diğerlerinden ziyade muhabbetimin özel sebepleri de yok değil. Yavuz’un o dönemde şimdilerde olduğu gibi fokur fokur ayrılıkçı fikirlerle kaynayan Doğu’ya yaptığı seferlerde uğrak noktası olan, hatta onun verdiği fermana da sahip bir köyde ikamet eden atalarımız, Yavuz Sultan Selim’i çok severlermiş. Bu sebeple Soyadı Kanunu çıktığında hiç düşünmeden ona olan muhabbetlerini kalıcı hâle getirtirmişler ve “Yavuztürk” soyadını almışlar. Rahmetli babam bu aile hikâyesini yeri geldiğinde mutlaka anlatır ve Doğu’daki karışıklıkların tarihî seyrini de özetlerdi: İdris-i Bitlisî, Şiîler, Kızılbaşlar, Türkmenler, İbn-i Kemal…
SULTAN SELİM’E BİAT VE BEDİÜZZAMAN
Bediüzzaman Hazretleri de Yavuz Sultan Selim’i Risale-i Nur Külliyatı’nda ittihad-ı İslâm çalışmalarından dolayı takdirle yad eder:
“Sultan Selim’e biat etmişim, onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o, şark vilayetlerini ikaz etti, onlar da biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamandaki şarklılardır.”
Eserlerinde Yavuz Sultan Selim’in yazdığı bir dizeye de yer verir:
“İhtilâf u tefrika endişesi,
Kuşe-i kabrimde dahi bîkarar eyler beni;
İttihadken savlet-i a’daya def’a çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağidar eyler beni.”
MİRASYEDİ TORUNLAR!
Caminin hemen altında yer alan, aslında Bizans’ın meşhur su sarnıçlarından biri olan Çukurbostan şimdilerde yenilendi ve çok nezih bir yeşil alan hâline getirildi. Çocukların oyun alanlarının da yer aldığı park elbette annelerin rahatlamasına da vesile oluyor.
Geçenlerde kızlarımız kendi aralarında oynarken, tanışıp konuşmaya daldığımız anne öyle şeyler anlattı ki, ayrı bir yazı konusu çıkar! Şu kadarını söyleyebilirim ki, onun yaşadıklarını dinleyince “İstanbul’daki çoğu şirketin, bünyesinde çalışan işçilerine yaptığı haksızlıkları düşman düşmanına yapmaz her halde!” diye düşünüp irkilmemek mümkün değil!
BUGÜN YAZILMIŞCASINA
Risale-i Nur’da yer alan şu tesbitlerin sanki Yavuz Selim Camii’nin avlusunda bugün yazılmışcasına hayatın içinden olduğunu bir kez daha tasdik ettim:
“Acaba şimdi bir miting yapsam; sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonradaki evlâdlarınızı şu gürültühane olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem. Acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demiyecekler mi: ‘Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akim bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız!’ Hem de sol safında duran ve şehristan-ı istikbalden gelen evlâdlarınız, sağdaki ecdadlarınızı tasdik ederek demiyecekler mi ki: ‘Ey tenbel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğra ve kübrâsı? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden rabıtamızın hadd-i evsatı? Heyhat… Ne kadar hakikatsız ve karıştırıcı ve müşâğabeli bir kıyas oldunuz.’”
HÜLÂSA
Kendi haline terk edilmiş tarihî eserlerin yeniden hayat bulması, restore edilmesi gibi çok güzel gelişmeler oluyor. Karamsar değiliz elbette!
Bununla birlikte şanlı ecdadın hoyrat ve bencil torunları olarak İstanbul’un, doğunun altını üstüne getirirken, onların mirasını her manada har vurup harman savururken, kendi torunlarımızın da bizi nasıl hatırlayacağını düşünmemiz gerek!