Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nimetullah AKAY

Kendini beğenmek



Küçüklüğümüzde büyüklerimiz diğer insanlara levm etmememiz konusunda sıkı tembihlerde bulunurlardı. Levm, insanları çekiştirmek, onları hareketlerinden veya maruz kaldıkları durumlardan dolayı ayıplamak anlamlarına gelmektedir. Yine büyüklerimiz, Müslüman kardeşini levm eden insanların, mutlaka bir gün ayıpladıkları kişilerin durumuna düşeceklerini de ifade etmekteydiler. Şüphesiz bu anlayışın dayandığı kaynak İslâm’ın naslarıydı. Bizim dinimizde insanları çekiştirmek, kendini diğer insanlardan faziletli görmek ve insanların maruz kaldığı durumlarından dolayı onları ayıplamak bulunmamaktadır.

Büyüklerimizin şiddetle uzak kalmamızı istedikleri Levm bir nevi gıybetin başka bir çeşididir. Gıybetin hem âyetlerle, hem de Hadis-i Şeriflerle yasaklandığını bilmekteyiz. Aynı şekilde insanların çekiştirilmemesi gerektiği, başlarına gelen musibetlerden dolayı ayıplanmaması gerektiği gibi, sosyal hayatın huzuru için önemli olan kuralları da bizler dinimizin kaynaklarından öğrenmekteyiz.

Din kardeşini çekiştiren, ayıplayan kişilerin, aynı duruma düşmedikleri sürece ölmeyecekleri gerçeği de yine Peygamber Efendimizin (a.s.m) hadisleri arasında mânâsını bulmaktadır. Bütün bu gerçeklerden, levm diye ifade ettiğimiz gayr-i ahlâkî durumun şiddetle dinimiz tarafından yasaklandığını anlamaktayız.

Peygamberler tarihine baktığımız zaman, Allah’ın bu seçkin kullarının başlarına, gelmedik musibet kalmadığını görebiliriz. Onlar her musibete katlanmakla ve sabır göstermekle Rablerinin rızasını kazanmışlardır. Başımıza gelen nahoş olayların benzerleri büyük insanların hayatlarında da görülmüştür.

İnsanlarla yaptığımız bazı sohbetlerde nefislerin ön plana çıktığını görürüz maalesef. Bazen birilerinin hep bir kısım Müslümanları tenkit ettiğini ve onların evlâtlarından ve çevrelerinden örnek vererek, onları yerdiğini istemeyerek şahit olabilmekteyiz. Onlara sorarsanız, kendileri sütten çıkmış ak kaşıktır. Evlâtları ve yakınları ise dünyanın en terbiyeli ve seviyeli insanlarıdır.

Burada karşımıza çıkan çok önemli bir yanılgı, başka insanları itham eden kişilerin, çocuklarının iyi oluşunu kendi meziyetlerine bağlamalarıdır.. Bu duruma göre onlar çocuklarını çok iyi yetiştirmiş, öte taraftan kazara çocukları yanlış yollara tevessül edenler ise evlâtlarına sahip olamamışlardır. Böyle bir yaklaşım içinde olan insanlar için ucb gibi kendi ameline güvenme ve gurur gibi kendi nefsini temize çıkarma gibi helakete götürücü tehlikeler bulunmaktadır.

Oysa bizler hidayet verenin Allah olduğunu ve hatta bazı peygamberlerin çok yakınlarının hidayete ermediğini bilmekteyiz. Burada Hz. Nuh Peygamberin oğlunu ve Hz. Lut Peygamberin hanımını örnek verebiliriz. Ayrıca Asr-ı Saadette bazı sahabilerin evlâtlarının küfür üzerine öldüğünü de bilmekteyiz. Şimdi çıkıp da bu peygamberleri ve Risâlet güneşinin etrafındaki yıldızlar olan sahabileri suçlayabilir miyiz? Bu mümkün ve doğru olmadığına göre, kendisi mütedeyyin ama evlâtları serkeş olanları suçlamaya hakkımız yoktur. Bunu yaparsak levm ve gıybet etmiş olacağız.

Kur’ân-ı Azimüşşanın ayetlerinde “Sizleri mallarınızla ve evlatlarınızla imtihan etmekteyim” mânâsına gelen ikazlar bulunmaktadır. Önemli olan evlâtlarımıza yeteri kadar İslâmî terbiyeyi verip vermememiz. Eğer bu noktada görevimizi yapmışsak evlatlarımızın yanlış yollara düşmesinden sorumlu olmayız. Ama elbette hiçbir inançlı insan evlâdının inançsızca bir hayat yaşamasını istemez. Şâyet böyle bir imtihanla karşılaşırsa evlâdının salihlerden olması için duâ etmesi ve sabır göstermesi gerekmektedir.

Hasılı biz Müslümanları bekleyen büyük bir tehlikedir, kendi ameline güvenmek, kendini daha faziletli görmek. Bu bir nevi şeytanın sağdan yaklaşmasıdır. Zira bizler, İblisin de çokça yapmış olduğu ibadetine güvenen biri olduğunu biliyoruz. Ve onun bu güvenmesi onu lânetli bir hale getirmiştir. Bu durum da, bizim dikkatlice hareket etmemiz gerektiği konusunda bize ders vermektedir. Aklı başında olan insan ameline de nefsine de güvenmez. Unutmayalım ki, işi nefsimize bırakırsak ve Rabbimizin bize hidayetinin neticesi olan yarım yamalak amelimize güvenirsek, hem maddî hem de manevî cihetlerdeki zararlardan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.

02.10.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

En faziletli sadaka



“En faziletli sadaka Ramazan ayı içerisinde verilen sadakadır”1 buyurur Allah Resûlü (a.s.m.).

Çünkü bu ay başta oruç olmak üzere, Kur’ân okuma ve diğer hayırlara varıncaya kadar bütün amellerin binlerce kat mükâfatlandırıldığı bir aydır. Diğer zamanlarda amellere en az bire on sevap verilirken bu ayda, yüzlerce, binlerce kat sevap verilir.

Bu ayda alt tabakayla üst tabaka arasındaki uçurumu kapatan; sevgi, saygı ve dayanışmayı, toplumun huzur ve saadetini sağlayan başta zekât olmak üzere bütün hayırlar mü’minlerin canla başla koştuğu amellerdendir.

Mü’min çok yönlü olarak kendinden fedâkârlıkla, vermekle mükellef görür kendini. Ve bunu severek yapar. Çünkü Allah için vermektedir. Her şeyden önce Onun sevgi ve hoşnutluğunu hedeflemektedir. Tâ ki her ihtiyacını, arzusunu gönül rahatlığıyla Rabbine arz edebilsin, yüzü olsun. Yoksa Hz. Ali’nin dediği gibi, “Malının zekâtını vermeyenin Allah’tan fazla mal istemeye yüzü olamaz.”

Mal-mülk dahil her şey Allah’ın iken ona sahiplenme olsa olsa ancak gasp olur.

Kendini tevziat memuru gibi görmeyen, dolayısıyla zekâtını verip, gerekli hayır hasenâtı yapıp malın hakkını vermeyen; bencilliği sebebiyle iyi bir kul olma hakkını yitirdiği gibi elbette ki Allah’tan birşey istemeye de hakkı ve yüzü olamaz.

İnsanın iyiliği, değeri Allah’ın emirlerine uymayla doğru orantılı olduğuna göre bu aynı zamanda malın da iyi bir mal olduğunun alâmetidir. Yine Hz. Ali’nin ifadesiyle, “Malın hayırlısı hak yolunda harcanandır.” Allah Resûlü de (a.s.m.) “İyi mal iyi insanın elinde ne iyidir” buyurmuyorlar mı?

Demek bütün mesele insan unsurunda düğümleniyor. Mal da, mülk de kısacası her şey iyi insanın elinde iyi ve güzel oluyor. Tıpkı bıçağın katilin elinde katl aleti olduğu, merhametli bir cerrahın elinde ameliyat yapıp adam kurtarmaya vesile olduğu gibi.

Kendini yeryüzünün efendisi, denge unsuru, mutluluk vesilesi gören bir insanın böylesi tasarrufu toplumun düzenini sağlayacaksa—ki öyledir— elbette mü’min buna canla başla koşacaktır. Yoksa insan bir fesat unsuru olmaktan kurtulamaz.

Dipnot:

1. Beyhakî, Sünen, 4:305.

02.10.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cennette eşler



İzmir’den okuyucumuz: “Cennette eşler beraber olacaklar mı? Ayrılık olacak mı? Cennette kıskançlık var mı? Dünya kadınları mı, huriler mi daha üstündürler?”

Birbirini Allah için seven iman ehlinin aile fertlerinin Cennette birlikte olacakları konusunda çok sayıda âyet ve hadis vardır. Bu konuyu işleyen âyetlerin birkaçı şöyledir: “Onlar Adn Cennetine girerler. Babalarından, eşlerinden ve çocuklarından iyi olanlar da kendileriyle beraberdirler. Onları tebrik için her bir kapıdan giren melekler diyeceklerdir ki: ‘Sabrettiğiniz için size selâm olsun! Bu, dünya hayatının ne güzel neticesidir!”1, “Siz ve eşleriniz Cennete girin! Orada ağırlanıp sevindirileceksiniz.”2, “İman edenleri ve onlara iman ile tabi olan nesillerini Cennette birbirine kavuşturacağız.”3

Peygamber Efendimiz (asm): “Kişi sevdiğiyle beraberdir”4 buyurarak veciz şekilde söz konusu âyetleri açıklıyor. Asrımızın büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretlerine göre, kadınla erkeğin arasında dünyada nikâh ile kurulan şiddetli münasebet ve bağlılık yalnızca dünya hayatının ihtiyaçları ve gerekçeleri için değildir. Kadınla erkek nikâhla kurdukları dünya birlikteliği ile ebedî hayatta ve Cennette de birlikte olabilecek bir beraberliğin temelini atmış oluyorlar.5

Öyleyse denebilir ve denmeli ki: İmanlı ve birbirini Allah için seven karı koca daha şimdiden birbirine Cennet dostu olarak bakabilirler. Böyle bir yaklaşım, aralarındaki sevgiyi daha da pekiştirecek, varsa aradaki sürtüşmeleri ve tartışmaları da yok edecektir.

Cennette ayrılık yoktur. Kıskançlık ve haset yoktur. Kin ve nefret yoktur. Kötü duyguların hiçbirisi yoktur. Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle herkes dilediğini bulacak ve dilediğine kavuşacaktır. Dünya kadınları ile hurilerin her birisinin makamları ayrı, görevleri ayrı, sorumlulukları ayrı olacaktır. Beraber olmaları birbirini kıskanmayı değil, sevmeyi gerektirecektir.

Resulullah Efendimiz’in (asm) pak zevcesi Ümmü Seleme validemiz (ra) anlatıyor:

“Ya Resulallah! Allah’ın, ‘İri gözlü hurilerdir’6 âyetini anlatır mısın, dedim.

“Onlar beyaz tenli, iri gözlü, karakuşun kanatları gibi sürmelidir” buyurdu.

“Ya Resulallah! Allah’ın, ‘Sanki o kadınlar birer yakut ve mercandır!’7 âyetini açıklar mısın?” dedim. Resulullah (asm):

“Onlar el değmemiş sedefteki inci gibi güzeldirler” buyurdu.

“Ya Resulallah! Allah’ın, ‘O Cennetlerde iyi ahlâklı güzel kadınlar vardır’8 âyetini açıkla” dedim. Resulullah (asm):

“Onlar çok güzel huylu ve güzel yüzlüdürler” buyurdu.

“Ya Resulallah! Allah’ın ‘Onlar toz konmamış yumurta gibidirler’9 âyetini anlat” dedim. Resulullah (asm):

“Onlar yumurtanın zarı gibi beyaz ve naziktirler” buyurdu.

“Ya Resulallah! Allah’ın, ‘Kocalarına sevimli ve birbirlerinin akranlarıdır’10 âyetini anlat” dedim. Resulullah Efendimiz (asm):

“Onlar dünyada ihtiyar, gözleri çapaklı, saçları ağarmış ve zayıf olarak ölmüşken, Allah onları Cennette bakire, kocalarına sevimli, âşık ve birbirlerinin akranı kılacak” buyurdu.

“Ya Resulallah! Dünya kadınları mı üstündür, yoksa iri gözlü huriler mi?” dedim.

“Elbisenin yüzü astarından kıymetli olduğu gibi, dünya kadınları da hurilerden üstündürler” buyurdu.

“Neden Ya Resulallah?” dedim. Resulullah Efendimiz (asm):

“Namazları, oruçları ve takvaları sebebiyle Allah onların yüzlerini nurlandırır. Kendilerine ipek elbiseler giydirir. Onların tenleri beyaz, elbiseleri yeşil, ziynetleri sarı, buhurdanlıkları inci ve tarakları altındır. Onlar şöyle derler: ‘Biz burada ebedî kalacağız. Biz sevimli ve mutluyuz. Asla üzülüp sıkılmayız. Her şeye razıyız. Ne mutlu kendilerine eş olduğumuz ve bize eş olan kimselere!”

“Ya Resulallah! Bizim kadınlarımızdan dünyada iki, üç ve dört kocaya varanlar var. Cennette bunların hangisi kocası olacak?” dedim. Resulullah (asm):

“Ümmü Seleme! O kadın evlendiği erkeklerden huyu en güzel olanı seçerek: ‘Onu bana eş kıl!’ diyecek. Ümmü Seleme! Huyu güzel olan hem dünyada, hem ahirette mutludur. İki âlemin de mutluluğuna kavuşur” buyurdu.”11

Dipnotlar:

1-Ra’d Suresi: 23, 2-Zuhruf Suresi: 70, 3-Tur Suresi: 21, 4-Buhari, Fazilet-i Ashab-ı Nebi, 6; Müsned, 3/227, 5-Lem’alar, s. 456, 6-Vakıa Suresi: 22, 7-Rahman Suresi: 58, 8-Rahman Suresi: 70, 9-Saffat Suresi: 49, 10-Vakıa Suresi. 37, 11-Et-Terğib ve’t- Terhib, 7/369.

02.10.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Sonsuz potansiyel yeteneklerimiz ve sonumuz



Atom, hücre, mikro bir âlemdir. Kâinat, Güneş Sistemi, milyarlarca gezegeni barındıran Samanyolu, milyarlarca Samanyolunu barındıran uçsuz bucaksız bir makro âlemdir.

İnsan ise, kosmosun mikro/küçültülmüşü, minyatürüdür. Yani kâinatın maddî manevî, yani melek, hayvan, bitki, toprak, maden, nesne gibi varlıkların, elektrik, elektro-biyo/manyetik gibi bütün enerji boyutlarının, itme, çekme gibi baştan ayağa tabiat kanunlarının özelliklerinden özetlenip derlenerek yaratılmış komplike ve muhteşem bir varlıktır. Aynı zamanda sayısız istidat (potansiyel yetenek), duygu, his ve latifelerin yanında “akıl/şuur ve hür irade” de verilmiştir. Bunun yanında duygularını temerküz ettirme, bir araya toplayabilme, yönlendirme ve odaklama maharetine sahip kılınmıştır. Kalbi kâinattaki bütün olayların cereyan ettiği, yankılandığı bir santral hükmüne getirilmiştir. Dimağ (hayal, akıl, hafıza, zekâ), kâinatla irtibatı kuran merkez hükmüne getirilmiştir.

İnsanın potansiyel halindeki yetenek ve kabiliyetleri sınırsızdır. Herhangi bir engel konmadığından duygularını fevkalâde inkişaf ettirip sonsuz derecede yükseltebilir veya dumura uğratıp alçaltabilir. Dolayısıyla hangi özelliğini/kabiliyetini/cephesini/hasletini öne çıkarır, hangi duygusunu işletir geliştirirse o dalda ilerleme kaydeder, harikalıklar gösterebilir. Olumlu, ulvî duygularınu, melekî cephesini inkişaf ettirirse melekvari bir ruha sahip olur ve kısmen onlar gibi harika haller sergileyebilir. Şayet olumsuz duygularını, behimî/hayvanî hislerine ağırlık verirse âdeta hayvanlaşır. Bitkisel ve camit (durağan, donmuş, taşlaşmış) varlıkların özelliklerini öne çıkarırsa ot gibi bir varlık derekesine iner...

Keza, kâinatın metafizik boyutu tüm özellikleriyle insan ruhunda özetlenmiş, potansiyel yetenek halinde yerleştirilmiştir. Şayet ruhunu ibadet, zikir ve tefekkürle eğitip terbiye ederse, maddenin ağırlıklarından uzaklaşır, gayb/metafizik boyutlarına duygu ve duyularıyla metafizik boyutlarında karşılığı bulunan özelliklerle irtibata geçebilir. Zaten gayb ve metafizik âlem uzaklarda değil, hemen madde ötesinde ve onun derinliklerindedir. (Maddenin en küçük parçası kabul edilen atomda elektron, nötron, fotonun ötesinde 200’ü daha aşkın parça bulunmuştur. Ne kadar bulunacağı ise henüz tahmin bile edilemiyor! Çünkü bunların da ötesinde derin âlemler vardır.)

Ki, maddenin metafizik, ruh boyutlarına ulaşabilmesinin bir sebebi de, atomdan yıldızlara kadar her şeyin canlı olması, her şeyin kendi çapına göre ruhu ve duygularının bulunması, insan ruhunun da onlara uyumlu dizayn edilmesidir. Diğer bir ifadeyle, ruhumuz metafizik unsurlardan özetlendiğinden hayal, akıl, kalp, gibi duygularıyla bütün varlıklarla irtibat kurabilecek İlahî, antika bir santraldir.

Duygularını geliştiren, keramet gibi olağanüstü/harika haller, sıra dışı davranışlar, olağan dışı fiiller sergileyebilir, harika olaylara mazhar olabilir. Bu da, Cenâb-ı Hakk’ın tabiata ve fıtrata koyduğu kanunlara uyma ve sebeplere müracaat etme oranındadır.

Ancak sebeplerin müsebbibini bulamazsa, harika haller kendisinden kaynaklanıyor zannederek kendisini olayların cazibesine kaptırır, enaniyetin/egoizmin pençesini yer, ülfetin/alışkanlığın perdesine sarılarak gafletin tuzağına düşer. Ve bir müddet kendisini aldatarak oyalar. Bu durumda tekâmül sözde, başarı/huzur/mutluluk sahtedir. Bir de bakılır ki, koca bir ömür, harika hal/keramet/başarı hayalleri ve hayhuyları arasında tükenivermiştir!

TAZİYE:

Muhterem Nafiz Sönmez’in babası Hacı Ahmet Sönmez’e Cenab-ı Haktan rahmet ve mağfiret, akraba ve dostlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.

02.10.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Murat ÇETİN

Kameraya bakmak



En vasatından, en şaheserine kadar, tüm kurgusal filmlerin ortak bir yanı vardır: Seyirciye bunun bir film olduğunu hissettirmemek.

Bu yüzden, berbat bir filmde bile, kameranın yansıması ve gölgesini göremezsiniz. Kamerayı göstermek demek, bütün bu seven, üzülen, gülen, ağlayan, acı çeken, kahrolan, sevinçten ne yapacağını şaşıran insanların birer oyuncudan ibaret olduğunu ve sadece ellerine verilen metni okuduklarını göstermek demektir.

Kameranın bizzat görünmesi kadar, varlığının hissettirilmesi de, hiçbir yönetmenin istemeyeceği bir hatadır. Meselâ bir çift göz kameraya baksa, tüm büyü bozulur. Sahilde oturup mehtabı izlerken, içlerindeki büyük azapları paylaşan iki iyi dostun yalnız olmadıklarını anlarsınız.

Bu yüzden, kameraya bakmak, bir yönetmen için asla affedilmeyecek bir hatadır. Bir sinema eleştirmeni böyle bir filmin tüm iyi taraflarını bir kalemde silebilir. İyi bir izleyici, yönetmene olan tüm güvenini kaybedebilir.

Ortada, ne kahramanın gözünden anlatılan bir sahne, ne bir anlatıcının konuşması ne de özellikle yapılmış bir absürdlük olmadığı halde, yoldan geçen ve o filmin ekibiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir insanın gözleri bile, o filmin sinema tarihinin unutulmazları arasına girmesine engel olabilir.

O bir çift göz yüzünden o sahne tekrar tekrar çekilir, tekrar tekrar montajlanır.

Kameraya bakanlar, koskoca bir yalanı yerle bir ederler. Üstelik bu öyle bir yalandır ki, herkes yalan olduğunu bilir ve gerçekmiş gibi seyreder. Bu öyle bir yalandır ki, yalan olduğu bilindiği halde, korku, hüzün ve heyecanı yaşatabilir.

Kameraya bakan gözler, herkesin bildiği ama bilmek istemediği yalanın yalan olduğunu söyler. Sadece bir filmde değil, bir resmî tarih kitabında, resmî bir törende yapılan klişe konuşmada, sahte gülücüklerin atmosferde hava bırakmadığı toplantılarda, maskeli balolarda, yapmacık ortamlarda…

Biri kameraya bakar ve tüm büyü bozulur. Biri kameraya bakmasın ve büyü bozulmasın diyedir tüm güvenlik tedbirleri. O resmî tarih kitabındaki tezlere muhalefet ederseniz buz gibi hava eser okulda. O resmî törendeki klişe sözleri yalanlayan bir manzara, sinirlendirir tüm resmî ünvanlıları. Sahte gülücüklü maskeli balolarda aykırı bir duruş bozar iskambilden kuleleri.

İşte bu yüzden, kameraya bakmak gerekir. Gidip devirmeye, yakmaya, yıkmaya hiç gerek yoktur. Biz sokaktan geçenler, biz sıradan insanlar, biz figüranlar durup o kameraya bakmalıyız sadece. O kadar çok bakmalıyız ki, ne kadar tekrar çekerlerse çeksinler, ne kadar sansürlerse sansürlesinler, asla o büyüyü bozan karelerden kurtulamasınlar.

Lütfen o kameraya bakın.

02.10.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Cemaat olmak



Yuvası olan herkes, bir aidiyet duygusuyla ve mensubiyet saikiyle en küçük cemaat yapılanmasını teşkil eder. Arıların organizasyon biçimleri, diğer canlıların beraberlik ve iş bölümleri aynı tezahürün cemaati hiyerarşisi içinde cereyan etmektedir.

İnsan toplulukları da bundan farksızdır. Bir çekirdek yapının parçasıdırlar. Bir sorumluluklar dizisinin içinde kendi halkalarının tamamlayıcısıdırlar. Rollerinin, fonksiyonlarının ve yaratılış amaçlarının yüklediği görevlerle diğer ortakları ile paylaşımın ve beraberliğin kotlarını teşkil ederler.

Cemaat teşekkülü, asgarî üç kişi ile oluşur. Peygamberimiz, üç kişi bir yola çıktıklarında kendi aralarında bir temsilci seçmelerini tavsiye eder. Yani beraberliğin ortak hareket gerektiren sürecinde, tayin ve değerlendirme hakkının kendi aralarında belirledikleri/seçtikleri kişinin inisiyatifinde yürümesini emreder.

Mikro organizasyon diyebileceğimiz, en küçük hücresel doku yapılanması gibi beşerî ihtiyaçların minimum değerlerini vermektedir. Amaçlara göre en minimal ölçekte odaklanmış en az üç kişilik yapılar; grup çekirdeğini ve iş yapma becerilerini ortak enerjiye dönüştürmekle kalmaz, sinerji de sağlar.

Bu nazarla baktığımızda cemaat şuuru, “Hayat yardımlaşmadır” prensibinin bir tezahürüdür. Toplanma, toplama ve artan kuvvet oluşturma hafızasıdır. Müsbet kotların bileşkesidir.

Cansızlarda sevk-i İlâhî ile canlılarda ise şuurlarını taalluk etmediği bir irade ile yaratılış hazırlığının eseri olarak birbirlerini tamamlayıcı özelliktedirler. Cemaatleşmenin yaratılış dinamiklerini taşırlar. Yoksa canlılar ve cansızlar; insanın ihtiyaçlarını karşılama fonksiyonunu bu kadar dengeli ve verimli tutamazlardı.

Cemaati olmayanın, bireyi de olmaz. Cemaat, cem olunmuş, toplanmış amaçlı topluluklardır. Toplanmanın, artmanın ve katma değer üretmenin bileşkesi cemaattır. Bileşkelerin üst değer üretme ve ağırlık merkezlerinin toplamından oluşan yeni sıklet noktaları da büyüyen cemaatler birliğidir. Federatif organizasyonların bilâhare konfederatif hüviyet kazanmaları da ortak amaç kainatının büyümesidir.

Bu zaviyeden bakıldığında, bireyin kendisi de kendi başına bir cemaat değerindedir. Bunun iki yönü var:

Biri, temsil anlamında aidiyetin verdiği şuurla bağlılıktan gelen hissedarlığın kendini toplam paydada görmesidir. Bireyin himmetinin/gayretinin millet olması, bireyi milletleştiren yüce duygunun toplam kavrayış ve sahiplenme niyetidir.

Diğeri ise, bireyin iç dünyasını teşkil eden “cihaz”ların, kendi içlerindeki topluluk ve dayanışma örgütleridir. Hücre sistemi, kendi içinde bir cemaat gibi tanımlayıcı ve tamamlayıcı karakterdedir. Duygular, ayrı bir oluşumun sözcüsüdürler. Akıl, kendi düşünce hammaddesini oluşturan bilgilerin ve algı girişinin organizasyonunu üstlenen ayrı bir cemaat yapısıdır. Kalbin merkezinden komut alır. Sinir sistemi, elektronik koordinasyonun haber akışını, komutasını ve karar seriliğinin hızlı erişimini sağlarken, bir ağ maharetinde iletişimi temin etmektedir.

Alyuvarlar, akyuvarlar, atardamarlar, toplardamarlar; temizleyici ve üretken fonksiyonlarının yanı sıra kan akışının ve ifrazatının da en önemli vazifesini ifa etmektedirler.

Vücut sistemimizdeki her hücrenin bile kendi içinde bir cemaatî karakter taşıdığı, her cemaatin ayrıca diğeri ile hayat ortaklığı ekseninde bütünleştiği ve katlanarak topluca bir üst sonuca dönüştükleri dikkate alınırsa, organizmanın bir cemaati anlam kazandığını görürüz.

İçindeki “birlerce cemaate” sahip bireyler, hayatın tamamında yaşadığı bu gerçeği, organizmadan organizasyona dönüştürmesi zorunluluk arz eden bir cemaatleşme sürecidir.

02.10.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Kur’ân’ın en geniş caddesi olan mesleğimiz



Mesleğimiz haliliye ve meşrebimiz hıllet olarak aziz üstadımız Bediüzzaman tarafından tanımlanmış. Mesleğin haliliye olması davranışların temelinde bir dostluk, kuşatıcılık, hilm ve incitmeyen bir tavır olmasını gerektiriyor. Bu Kâinat Sultanının varlık üzerinde Rahman ve Rahim etrafında şekillenen isimlerinin sosyal hayata ve ferdin davranışlarına yansıyan şekli olmalı.

Acz, fakr, şefkat ve tefekkür mesleğinin bütün prensipleri hıllet ve haliliye mesleği üzerine oturmuş ve Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) Hazret-i İbrahim (r.a.) ile hayata yansıyan ahlâkının ya da genel davranış şeklinin ifadesi olmuştur.

Bu yaklaşımların içinde benlikten kaynaklanan olumsuzlukların hayata en az yansıtıldığı, belki de ideal noktasında hiç yansıtılmadığı bir hal söz konusudur. Bu meslek, Kur’ân’ın en büyük caddesi olarak tarif edilmektedir. Bu caddenin sınırlarını Kur’ân çizmekte ve bu kitap yeryüzünde rahmet ve şefkatin kaynağı, aynı zamanda idrak sahiplerine en güzel ifadesidir. Kur’ân’ın tarzını asrımıza taşımaya namzet Risâlet-in Nur bu anlamda temelinde muhabbet ve haliliye mesleğinin kuşatıcı bir dostluk tarzında yansıması ile oluşur.

Ülkemizde toplumun geneline mal olmuş ve dünyada gittikçe yaygınlaşan şekilde Nurculuk ve Risâle-i Nur müsbet ya da menfi yaklaşımlarla tartışma konusu olmakta, farklı kişi ve kesimlerden farklı fikirler ortaya çıkmaktadır. Yine, kendini Risâle-i Nur’a muhatap kabul eden insanlar arasında farklı anlayışlar ortaya çıkmaktadır. Bu meseleyi hayatlarının birinci meselesi yapmış insanların, aynı eserlerden istifade etmekle ve aynı gayeye yönelmekle birlikte farklı tarzlar ortaya koymaları da kaderin lâtif bir cilvesi ve şahs-ı manevinin şekillenmesinde hücrelerin farklılaşma safhasına benzer bir durum olmalıdır.

Sağlıklı bir gelişme için gereken, farklılıkları olumlu karşılayıp, her organı teşkil eden hücrelerin birbiri ile sıkıca kenetlenip organı teşkil etmeleri ve organların da beden içinde uyum halinde yerini ve görevini alması misali uyumlu sosyal bir beden teşkiline çalışmaktır. Her fert, içinde bulunduğu grubun ya da sosyal organın muhabbetini sonuna kadar yaşamalı, benzer anlayışları olan kişiler arası kenetlenme bir organın hücreleri sıkılığında olmalı organ teşkilinden sonra bir beden haline dönüşebilmek için organlar arası organizasyon süreci başlamalıdır. Canlı her beden gibi sosyal yapılar da büyüyüp gelişirken sıkıntılar, zaman zaman sancılar yaşanacaktır. Bunların aşılması yönündeki gayretler de gelişmeye, pişmeye, olgunlaşmaya vesile olacaktır ve aşının biyolojik bedende hasıl ettiği etkilere benzer etkiler oluşturarak hayatın zorluklarına karşı direnci arttıracaktır.

Risâle-i Nur da artık Türkiye’de ve dünyada üzerinde pek çok fikir beyan edilen, çalışmalar yapılan ve hakkında kitaplar, dergiler, makaleler yayınlanan, konferanslar düzenlenen bir konu haline gelmiştir. Bütün bunlar bir bilgi birikimi oluşturmakta ve insanlığı, dünyayı, hatta kânatı ilgilendiren bilgilerin insanlık şahs-ı manevisinin ayinesindeki yansımasını zenginleştirip güzelleştirmektedir. Bu zenginlik uluslar arası sempozyumlar ve benzeri faaliyetlerle şu an kısmen ve belirli ölçülerde paylaşılmaktadır. Ancak çok daha büyük çaplı ve geniş katılımlı organizasyonlara ihtiyaç baş göstermiştir. Daha da önemlisi bu muhteşem hazinenin şehadet âlemine çıkış zemini olma şerefine nail olmuş ülkemizde bu meseleye gönül vermiş ya da yalnızca ilmî ve meslekî yaklaşımlarla Risâle-i Nur ve Nurculuk hakkında çalışma yapan insanlar arasında bir diyalog ve bilgi paylaşımı için böyle bir zemin bulunmamaktadır.

Gerek dünyada, gerekse ülkemiz içinde bu konuda sağlıklı bir gelişim için ve bu kıymetli hazinenin insanlığa daha uygun şartlarda ulaştırılabilmesi için bu türden medenî diyaloglar hayatî önem kazanmıştır. Aksi takdirde çok yakın bir gelecekte insanlık ve dünyanın manevî ve sosyal gelişimindeki derin tesirleri belirgin olarak gözlenecek olan Risâle-i Nur konusunda söz sahibi olabilmemiz ve bu konuda dünya insanlarına öncülük edip yol gösterebilmemiz mümkün olmayacaktır.

Risâle-i Nur’un dünya insanlığına sunacağı en güzel hizmet, Kur’ân’ın geniş caddesinde dostluk ve bu zeminde dünya barışına hizmet olmalıdır. Bu anlamda dostluk ve hıllet tarzında ortaya konması gereken dâvâ, davranışlarda peygamberî incelik, nezaket, kırmama ve olabildiğince geniş bir kuşatıcılık şeklinde olmalıdır.

“Cadde-yi kübra-yı Kur’âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bilmeden dinsizlik kuvvetine yardım etmek ihtimali var...” ikazında bu dostluk ve kuşatıcılık algısından yani haliliye mesleğinden uzaklaşmış olmak kastediliyor olmalıdır. Meslek, dostluk ile Kur’ân’ın geniş caddesinde ve tüm İslâm âlemini içine alacak şekilde tanımlanmıştır ve dinsizlik cereyanına karşı diğer dinlerin mensuplarının da kuşatıldığı bir mânâ ile topyekûn insanlık o geniş caddeye çağrılmalıdır. Bu da Risâle-i Nur’un asrın idrakine sunulması ve ona hizmet edenlerin en dar daireden en genişine kadar muhabbeti ve hılleti temsil eden yaklaşımları ile mümkün olacaktır.

02.10.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

San Francisco’da iftar



Önceden rezervasyonun yapıldığı otelin kapısından içeri giriyoruz. Tahminimizden de kısa bir sürede park yeri bulabildiğimiz için iftara tam vaktinde yetişiyoruz. Birçok yerli ve yabancı dâvetli girişte masa numaraları ve isimlerinin yazılı olduğu kartları almak için sıra bekliyor. Önce bizi, namaz için ayrılmış odaya yönlendiriyorlar. Namazımızı kılıp iftariyeliklerden az çok atıştırdıktan sonra esas salona geçmek için kartlarımızı alıp yakalarımıza takıyoruz.

İftar programının yapılacağı salon son derece güzel düzenlenmiş. Her masa, sekiz kişilik grubu misafir ediyor. Bu gruplar içinde üç kişi Türk (Müslüman), diğerleri ise Hıristiyan ve Yahudi.

Masamızı bulup yerimize geçerken kısa bir tanışma gerçekleşiyor. Sürekli gülümseyen bakışların anlamı çok büyük. Çünkü bu öyle bir gece ki, birçok dinden insan aynı mekânda iftar yemeği için biraraya gelmişler. Herkes son derece sempatik ve de şaşkın bir duruş içinde.

Yemeğe geçilmeden önce, gecenin anlam ve önemine binaen kısa bir konuşma yapılıyor. “Hangi dinden ya da milleten olursak olalım, sonuçta hepimiz insanız ve birbirimizi sevmeliyiz” anlayışından yola çıkan bu konuşmanın ana teması “saygı.” Dâvetlilerin kafa sallamalarından anlıyorum ki, konuşma kendileri tarafından, başından sonuna kadar onaylanmış. Bunun yanında “Evet biz de öyle düşünüyoruz ki buraya geldik” iç sesiyle desteklenen memnuniyet ifadeleri gözlemliyorum.

Konuşmanın ardından slayt gösterimine geçiliyor. Kur’ân’dan âyetlerin yeraldığı bu gösteride kullanılan fon müziği, bütün salonu o mekândan sanki koparıp başka manevî bir boyuta taşıyor. Farklı dine inanan insanlarla birlikte izlediğimiz sunumda, camiler, kiliseler ve Türk insanının misafirperverliğini anlatan görüntüler geçiyor. Duygulanıyorum.

Yanımda oturan, aslen Almanya’da doğmuş, fakat yıllar önce Amerika’ya gelmiş bayan bana, “Bu gece çok güzel ve heyecan verici, sizce de öyle değil mi?” diye soruyor. Çok seviniyorum. “Tabiî ki benim için de öyle. İlk defa böyle bir geceye katılıyorum ve aynı zamanda kendimi çok şanslı addediyorum. Sizler gibi farklı ülkelerden gelmiş insanlarla tanışma fırsatı elde ettiğim için” diye cevaplıyorum.

Türk olduğumuzu öğrenir öğrenmez, Türkiye’ye gittiğini ve hayran kaldığını ekliyor. Hele Türk yemeklerini o kadar sevmiş ki, “San Francisco’da bildiğiniz Türk lokantası var mı?” diye soruyor.

Yemek demişken söylemeden geçemeyeceğim, iftar mönüsü de son derece titizlikle hazırlanmış. Genelde dolu gelen tabakların boş gitmesinden anlaşıldığı üzere, güzel seçim yapılmış. Mönüde: Domates çorbası, salata, ızgara balık, pilav ve tatlı vardı. Yalnız dâvetlilerin kalbini çalan, muhteşem ev baklavaları olmalı ki, bir alan bir daha alıyor, arada bir etrafa bakıp, “Acaba çok mu yedim?” diye düşünseler de, ardından, boş verip gene yemeğe devam ediyorlardı.

Programdaki konuşmacılar; “İslâmın birlik ve beraberlik mesajını, İslâm dininin tamamen sevgiyi esas almasını anlatarak, Papa’nın yaptığı (Müslümanları rencide eden) açıklamayı esefle karşıladıklarını belirttiler.

Gecenin sürprizi ebru gösterisiydi. Ebruzen bir hanım, dâvetlilere nasıl ebru yapıldığını uygulamalı olarak gösterdi. Dâvetlilerden büyük alkış alan bu bölüm, son derece ilgi çekiciydi.

Bir iftar akşamı da böylece sona ermiş oldu. Bağlantıyı koparmamak için masadakiler ev iftarlarına davet edildi, telefonlar ve mail adresleri alındı. Teşekkürler ve tebrikler ardı arkası kesilmez bir şekilde geldi. Herkes gibi biz de son derece memnun ayrıldık bu geceden.

Anladım ki: Hangi dinden ya da milletten olursak olalım, karşımızdakine “saygı” duymamız kilit noktası. Bunu yapabilmek çok da zor olmasa gerek. Merak ettiğim ise; burada herşey (özellikle saygı noktasında) güllük gülistanlık giderken, biz Türkiye’de neyi paylaşamıyoruz?

02.10.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Bir kenara not edelim



Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın sert bir konuşma yapacağı haberlerinin gündemde olduğu bir sırada 25 Eylül Pazartesi günü AKP’nin Merkez Yürütme Kurulu toplantısı yapıldı.

Elbette ki sadece Büyükanıt’ın ne konuşacağı değil, Kara Kuvvetleri Komutanı Başbuğ’un konuştukları da ortadaydı. 30 Ağustos’daki görev değişiminin ardından TSK’daki sertleşme zaten başka bir şey demeye ihtiyaç bırakmıyor.

Tek kelime ile, hükümete karşı dozu giderek yükseltilen bir sertleşme söz konusuydu.

AKP’nin birçok MYK toplantısında yapılan kritik konuşmaların perde arkasını öğrenmek söz konusuyken, 25 Eylül Pazartesi akşamı yapılan toplantı sızmadı.

Aynen Başbakan Erdoğan’ın 29 Eylül günü Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ile yaptığı 1 saat 20 dakikalık konuşmanın tek kelime dışarı sızmaması gibi.

Başbakan Erdoğan’ı yakından tanıyanlar, “Askerle ilgili önemli bir konu varsa, kesinlikle dışarı sızmaz” uyarısında bulundular. Pazartesi günkü MYK’nın sırrı burada yatıyordu.

Başbakan, Büyükanıt Paşa ile yaptıkları konuşmanın ipuçlarını ABD gezisi sırasında verdi:

“Genelkurmay Başkanı ile yaptığınız görüşmede irtica meselesini de gündeme getirdiniz mi?”

“İrtica meselesi gündeme gelmedi. Türkiye’de gerilime vesile olacak açıklamalardan kaçınmak gerektiğini söyledim.”

“Bunu söylediniz mi?”

“Evet söyledim. Çünkü bu süreç ekonomiyi etkiliyor. Bırakalım akışına gitsin; ‘Ben söylerim, isterse ekonomi batsın’ demek olmaz. Türk ekonomisi gayet iyi gidiyor. Geçen gün Aydın Bey (Doğan) şirketlerinin değerini 10’a katladığını söyledi. (Gazeteciler arasında bulunan Fatih Altaylı ‘Turgay Bey de (Ciner) şirketleri 6’ya katladık diyor’ dedi.)”

“Siz bunu söyleyince Genelkurmay Başkanının tavrı ne oldu?”

“Yaşar Paşa bu konularda hassastır. Dönünce geniş bir değerlendirme yapacağız.”

12 Eylül’den sonra yasaklı olduğu yıllarda Demirel’e yabancı heyetlerle neden görüşmediği, yurt dışından gelen davetlere neden icabet etmediği sorulduğunda, “Ne yapacağım. Devleti mi şikâyet edeceğim” karşılığını vermişti.

İşte, “devlet adamlığı” denilen şey bu.

Hemen birileri yine, “Demirel’i övüyorsunuz?” mesajlarını atmaya kalkışmasın.

Buradaki hassasiyetin üzerinde durmamız gerekiyor.

Başbakan Erdoğan, önemli bir ABD gezisi gerçekleştiriyor.

Birkaç saat sonra Beyaz Saray’da Başkan Bush ile görüşecek.

Artık saatler sayılıyor. Tüm dünyanın olmasa da belirli merkezlerin gözü bu görüşmenin üzerinde.

Önemli gündem maddeleri var.

Türkiye açısından ilk gündem maddesi, Türkiye’nin birinci öncelikli konusu olan PKK ile mücadele.

Türkiye, Irak, ABD arasında bir koordinasyon kurulmuş, örgüt ateşkes ilân etmiş, ancak birkaç ay içinde de çok sayıda şehit acısı yaşamamıza sebep olmuş. Erdoğan ile Bush örgütün ne olacağını konuşacaklar.

ABD tarafının önceliğinde ise tartışılmaz bir şekilde İran konusu var. Suriye hemen bunun ardından gelecek. Lübnan’da Hizbullah’ın durumu, Afganistan ve Irak.

Alt başlıklara girmek istemiyorum.

Peki böylesine önemli bir görüşmeye Türkiye Cumhuriyetinin başbakanı bir gün önce cumhurbaşkanı tarafından uyarılmış, rejimi tehlikeye atmakla suçlanmış, yetmemiş birkaç saat önce ise ülkenin en güçlü kurumu olan TSK tarafından ülkeyi İran’a benzetmekle itham edilmiş.

Şimdi bu tabloyu birlikte yorumlayalım.

Böyle bir başbakana ABD başkanı nasıl bakar, nasıl muamele eder?

Ya da o başbakanın gündeme getirdiği PKK dosyasına hangi ciddiyetle eğilir?

PKK neden 30 Eylül ya da 29 Eylül değil de 1 Ekim günü ateşkes ilân etti.

Erdoğan’ın Bush’la PKK konusunu ele alacakları buluşmaya yönelik bir strateji değil miydi bu?

Aynı gün şehit cenazeleri olsa, Erdoğan, “Sayın Bush ben sizinle görüşürken, şimdi benim ülkemde şehit cenazeleri kaldırılıyor” diye söze başlasa mı daha etkili olurdu, yoksa, ateşkes zemininde yapılacak olan değerlendirmeler mi?

PKK’nın stratejik kararı mı, yoksa ABD’nin Erdoğan’a bir jesti mi, o ayrı bir tartışma konusu, ama katil bir örgüt dahi, uluslar arası dengelere oynayıp, Erdoğan-Bush görüşmesinin zeminini PKK ile mücadeleden ateşkes zeminine çekmeyi başarabiliyorsa, son zamanların sevilen deyimi ile bunu bir yere not etmemiz gerekiyor.

Hatta not etmekten öte üzerine kafa yormamız gerekiyor.

Bir terör örgütü dahi böyle stratejik adımlar atıp, uluslar arası dengelere oynayabiliyorsa, peki bizim Beyaz Saray kapısında Türkiye Cumhuriyeti başbakanını zor durumda bırakmanın, ülkeye kazandırıp, kaybettireceklerini terazinin iki kefesine koyup tartmamız gerekmiyor mu?

İç kavgalarımızdan, haklı ya da haksız korkularımızdan ürettiğimiz gerginliklerin, uluslar arası zeminlerde bir bumerang gibi dönüp, kendimizi vurduğunu artık hesap etmenin zamanı geldi.

Şu da unutulmamalı. Öylesine önemli bir takvimin başındayız ki, Başbakan Erdoğan ABD Başkanı Bush’la görüştükten sonra İngiltere’ye geçip Tony Blair’le bir araya gelecek, Türkiye’ye dönüp Almanya Başbakanı Merkel’i ağırlayacak.

ABD, İngiltere ve Almanya gibi dünyanın en güçlü üç ülkesi ile yapılan temasların genelkurmay başkanı tarafından uyarılmış bir başbakan gölgesi altında kalmasının Türkiye’ye ne kazandırıp, ne kaybettirdiğinin bir muhasebesini yapabilecek devlet deneyiminden yoksun muyuz?

Olduğumuzu zannetmiyorum.

Nizam-ı mülkü çıkaran bu toprakların devlet deneyiminden bu denli bi haber olması mümkün değil.

02.10.2006

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Ramazan fırsatı



Ramazanla taçlanan üç aylar eşi bulunmaz bir manevî ticaret mevsimi. Bu ayda Allah rızası için yapılan her hayır, okunan her bir Kur’ân harfi binlerce sevap kazandırıyor. Bu kârlı ve nurlu zaman dilimini değerlendirmek için çeşitli alternatifler var. Oruç ve vakit namazları başta olmak üzere farz olan ibadetlerin tadil-i erkân ile eda edilmesi, orucu tamamlayan, kaynaşmayı ve biraraya gelmeyi sağlaması açısından cemaatle kılınması tavsiye olunan teravih namazı, okunan hatimler, Kur’ân tefsirleri, şahsî dersler, nafile ve sünnet olan ibadetlerin diğer zamanlara göre daha fazla yapılması, mukaddes mekânlara yapılan ziyaretler bu ayın şiarı haline gelmiş güzel hasletlerden bazıları.

Yeni Asya da, bu mânâya katkıda bulunmak için okuyucularına sunduğu Ramazan fırsatlarına devam ediyor. Daha önce de duyurduğumuz gibi; Satış ve Pazarlama Servisimiz, Ramazan, İktisat, Şükür Risâlesi için Ramazan Fırsatı-1 adı verilen kampanya ile kitap, cd ve kasetten oluşan bu üçlü seti özel bir indirimle satışa sunmuştu. Ramazan ayının mânâ ve hikmetini yakın çevrelerine hatırlatmak isteyenlere kolaylık sağlayacak set büyük ilgi gördü.

Ramazan Fırsatı-2’de ise sosyal bir köprü olan zekât ve oruç konulu kitaplar bir set haline getirildi. Gazetemiz Fıkıh Günlüğü yazarı, ilahiyatçı Süleyman Kösmene tarafından kaleme alınan eserlerde, her iki ibadet ve uygulamaları hakkında çok sorulan sorulara cevap aranıyor, hikmetleri üzerinde duruluyor.

Fakirin zenginin malındaki hakkı olan zekâtın önemli hikmetlerinden biri de, Said Nursî’nin ifadeleriyle; zenginle fakir arasındaki bağın kopmamasına, bu iki kesimin birbirlerine olan muhabbetlerinin devamına vesile olmasıdır. Bediüzzaman Hazretleri bunu şöyle ‘hülâsa’ eder:

“Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslâmiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.”

Diğer yandan; topluma bakan yönüyle tokların açın halinden anlamasını sağlayan, insanın şahsî hayatına bakan cihetiyle de “İnsana en mühim bir ilâç nevinden maddî ve mânevî bir perhiz” olan oruç da 100 Soruda Ramazan Orucu kitabında mânâsını buluyor.

Gazetemizde tanıtımları yapılan bu iki kitaplık sete 5 YTL karşılığı sahip olabilirsiniz.

***

Kampanyamız ilgi gördü

Kupon neşrine dün başladığımız, Büyük Dua Kitabı adlı eserin hediye edileceği kampanyamız yoğun bir ilgiyle karşılandı. Peygamber Efendimizin, herbir günlük faaliyeti vesile kılarak yaptığı duaların yer aldığı eser, piyasadaki benzerlerinden farklı olarak Risâle-i Nur eksenli bir bakış açısıyla hazırlandı. Büyük Dua Kitabı’nda Arapça metni, Türkçe okunuşu ve mânâsıyla birlikte Cevşen’ül Kebir duası da bulunuyor.

Reklâmları süren kampanyamızdan geç haberdar olanlar için de fırsat kaçmadı. Kampanya bitiminde yayınlanacak yedek kuponlarla eksiklerini tamamlayanlar bu kıymetli esere sahip olabilecekler.

***

Faruk Çakır Afganistan’da

Yazıişleri Müdürümüz Faruk Çakır İnsanî Yardım Vakfı İHH’nın dâvetlisi olarak Afganistan’a gitti. İşgaller, kardeş kavgaları ve arzî afetlerin bir biri ardına geldiği bu talihsiz coğrafyada yaşayan Müslümanlara yardım eli uzatan vakfın çalışmalarını yerinde görecek olan Çakır, gezi dönüşü izlenimlerini bizlerle paylaşacak.

***

Gecikme ve özür

Trabzon hattından dağılmakta olan gazetelerimiz, bize hizmet sağlayan havayolu şirketlerinin tarife değişikliğine gitmeleri sebebiyle Ramazan ayı boyunca gecikmeli olarak ulaşacak. Gecikme süresini en aza indirme yönündeki çalışmalarımızın sürdüğünü bildirir, okuyucularımızdan özür dileriz.

Hepinize hayır ve hasenat dolu haftalar.

02.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004