Saddam Hüseyin, bir Arap milliyetçisiydi. Darbeyle iktidara geldi. Tek hakimdi. Son Irak işgalinde önce kayıptı, sonra bulundu. İşgalci bir gücün gölgesinde “muhakeme” oldu, beklenen kararla idama çarpıldı ve karar infaz edildi. Siyasi idamlar siyaset tarihinde hiçbir zaman hayır getirmemiştir.
Kimse, Saddam bahanesiyle bir tarihin, bir ülkenin, bir insanlığın, bir medeniyetin ve inancın inşa edildiği Bağdat’ın ve diğer mübarek mekânların haremine giren ejderhanın infiale sebebiyet veren zalim çizmesini bu topraklarda hoş göremez ve yorumlayamaz.
Bu kaydımızı düştükten sonra, tek kişilik diktalığın, krallığın, insanda saklı despot ruhun ve “elhannas” hissin de ne kadar feci ve müsamaha kabul etmez bir insanlık cinayeti olduğu bir kez daha görüldü. Saddam da, bunların tipik bir örneğiydi. Acı olan, yatağına girdiği ayılarla önce komşu ve kardeş ülkeler ile kendi halkını ısırması, sonradan da bu kirli elin İslâm beldelerinde at koşturmasına bizzat gerekçe haline getirilmesiydi.
Saddam, hep burnunun ucuyla gitti. Zalimdi ve hunhardı. İslâm dünyasında ülkeler arası savaşı da o başlattı. Uzun yıllar bitmeyen İran-Irak savaşında, batının sahnedeki şövalyesiydi. Gangsteriydi. İran’a kan kaybettirdiği gibi, kendi kaynaklarını da Müslüman kanını dökmeye harcadı.
Halepçe katliamı ile kimyasal silah kullandı. Binlerce insanın ölümüne sebebiyet verdi. Ülkeyi despotça idare etti. En ufak bir karşı duruşu ve hareketi büyük bir ceza ile ödetti.
Petrol zengini bir ülke olmasına rağmen, halk; bir diktatörün “zalim ve cahil” hırsıyla ne hallere düşülebileceğinin en trajik ve vicdanları kanatan felaketlerine sürüklendi.
Irak halkının düştüğü durum, tarihin ender kaydedeceği vahşetlere belge niteliğinde 21. yüzyılda, vahşi batının menhus ve menfi yüzünü gösteren kara bir tablo olarak gözümüzün önünde hâlâ.
Arefe günü, (Irak’ta bayram günü) işgalci zalim eliyle bir zalimin idamı, yine de İslâm coğrafyasını hissen rahatsız eder. Zalimler için intikamı, mazlumlar için nefreti tetikler. Kaderin adaleti, “kafir kılıncı” ile acı verir.
***
Bediüzzaman’ın tespitiyle; İslâm dünyasının Haccın hikmetlerinden olan tearüf ve teavün; yani tanışma/fikir birliği/diyalog ve yardımlaşma/işbirliği/sosyal fayda zemininden uzaklaşmasının sonunda hatalarının karşılığı kefaret olmaktan çıkıp “kessaretüzzünup” halini aldı. Hataların cezası katlanarak artıyor.
Bunun neticesi olarak; Bediüzzaman’ın ifadesiyle “milyonlarca İslâmı İslâm aleyhine istihdama zemin ihzar eden” bir manzara çıkıyor. Sonra, çöz çözebilirsen...
İslâm dünyasında son yüzyılın serencamı maalesef bu. Birinci dünya savaşında kardeşi kardeşe kırdıran Lawrence’lerin yerini daha donanımlı devlet organizasyonları aldı. Bu anlamda menfi batının ortaya koyduğu tavır, İslâm alemi için tarihi tekerrür ettiren bir basiretsizliktir. İbret alınmayan ve ders çıkarılamayan bir hal bu...
Kendini vazgeçilmez gören ve nefsin firavunlaşan durağında “ben” merkezli binlerce irili ufaklı hakimiyet kavgalarının dünyanın gündemini kaybettiren kısır, tevile dayalı ve tarihin çözemediği binlerce yılın meseleleri üzerinden bugünü heder etme ve tartışma yürütme bağnazlığı bu…
Bunun müspetini icra etmek isteyenlerin hakkını yemeyelim. Ancak tecdidin, yenilenmenin ve hikmeti kavramanın günümüze ait çarpıcı sonuçları ile bizi yüzleştirecek bir çıkış, bir tefekkür etkili olmadı. Risale-i Nur’un farkı anlamında, hak ettiği evrensel sahiplenme ve İslâm dünyasında tesirli bir üst düzey kabullenme henüz oluşmadı.
Bireyi Allah’ın bir emaneti görme izanı ve istişarî sistemleri imtiyazsızlıkla birlikte inşa etme zarureti, her müminin Adetullah mecburiyetidir. Kulluğun ve mükellefliğin şartıdır.
İşin ehlini bulmak, ihtisaslaşmak, üretmek ve ücreti hak etmek, helal çizgide alın terini önemsemek, uzmanlığa inanmak ve saygı duymak, beraberinde işbölümünü, işbirliğini ve odaklı iş yapma prensibini getirecektir.
Her işte, ahiret öncesi hesap vermeye açık olmak ve bunun ispatına üçüncü kişileri şahit gösterecek bir amme vicdanına bağlı kalmak meşruiyeti, istişareyi ve kurumsal yapılarla demokrasiyi tesis edecektir.
O zaman İslâm dünyası başta olmak üzere, her düzeyde ve seviyede insanî yaşama ve insanî kabullenme eşiğinde, yine Üstad Said Nursî’nin 4X4 (dört çarpı dört) değerindeki mesleğinin şifreleri ile modelleyebiliriz: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür.
İlk ikisi, iç tanzim ve gerçek ihlas ise, bunların tezahürü bir başkasına tattırdığımız şefkat ve aklı şereflendiren hikmete giden tefekkürdür.
01.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|