Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Hüsn-ü zan mümkün oldukça...



“ ”

.............., insanın da insanlığın da geleceğini karartan hatayı bulmak için yaşanan hayatı gözden geçirirken suçluyu bulmuştu ama suç hânesi hâlâ boş duruyordu.

Suçlunun insan olduğu gerçeğinden hareket edip suçu da yine en iyi onun bilmesi gerektiğini düşünerek sokağa çıkıp önüne gelen herkese hayatının hatasını sormak geçti aklından.

Kadın erkek, genç ihtiyar, fakir zengin, iyi kötü, başarılı başarısız, resmî sivil her insanın hayatında yaptığı büyük hatalar vardı elbette. Bu hatalar suçları netice veriyor, suçlar da işlendikçe ferdin huzurunu kaçırıp cemiyetin nizamını bozuyordu.

Bazılarının hataları sadece şahıslarına zarar verirken bazı insanlar, aldıkları hatalı kararlarla cemiyetlerini, milletlerini, devletlerini, hatta insanlığı bile maddî mânevî felâketlere sürükleyebiliyorlardı.

Gerçi yapılan hataları telâfi etmenin ve işlenen suçların cezasını hafifletmenin bir yolu vardı ama bunun ilk adımı, hata yapan kişinin hatasını kabullenip suçlunun suçunu itiraf etmesiydi.

Bu yapıldığı takdirde suçun mağdurları, kendilerinin de zaman zaman hata yapıp suç işlediklerini hatırlayacaklar ve muhataplarını affetme temayülü içine gireceklerdi.

Bu küçük hareket, insanın kendisini tanıyıp insanları anlaması için büyük bir hamle olacak ve bir süre sonra fert aradığı huzuru bulurken cemiyet, ihtiyacı olan sükûna kavuşacaktı.

Başlangıçta muhayyel gibi görünen bu fikirler, üzerinde düşündükçe mâkul gelmeye başlayınca, .............. ümitlendi. Hatayı kabul etmek fazilet olduğundan, fâzıl insanlar görme hevesiyle hareketlendi.

“Size, hayatınızın hatasını sorsam ne cevap verirsiniz?”

Kalabalık bir caddede karşılaştığı ilk insana sormuştu bu soruyu. Hâl ve hareketlerinden, telâşlı bir koşuşturma içinde olduğu anlaşılan muhatabı, sorunun tamamını dinlemeye bile lüzum görmeden yanından geçti gitti.

Onun kendisini kâle almamasından rencide olsa da, o anda mühim bir işi olduğu için öyle hareket etmiş olabileceğini düşünerek hareketini anlayışla karşıladı ve aynı soruyu daha sakin görünen birkaç kişiye daha sordu.

Kimisi burnundan soluyarak mukabele etti, kimisi ‘Lâ havle’ çekerek. İçlerinden kendisini dikkatle dinleyenler, acıyarak bakanlar veya gülüp geçenler de oldu ama hiç birinden beklediği cevabı alamadı.

Bunun üzerine yanlış yerde, yanlış zamanda, yanlış kişilerle muhatap olduğunu düşünerek kalktı, parkın tenha yerlerindeki bir bankta tek başına oturan kişinin yanına gitti. Bankın diğer ucuna ilişirken, verdiği selâmı muhatabının baş sallayarak geçiştirmesine aldırmadı.

“Hayatınızda yaptığınız en büyük hata ne?”

“Şu anda seninle karşılaşmak.”

Daha önce benzer tavırlarla karşılaştığı için muhatabının bu sözlerine pek aldırmamaya çalıştı ise de horlanmış, aşağılanmış, hakarete uğramış hissetmekten de kendini alamadı.

Buna rağmen, yalnız insanın değil, aynı zamanda insanlığın da geleceğini kararttığını düşündüğü hataları bulup telâfi etme çarelerini arama çabasından vazgeçmedi. Sadece tavrını ve tarzını değiştirdi.

O günden sonra arada bir kahvelere, oyun salonlarına, spor sahalarına, sohbet meclislerine ve insanların toplu olarak vakit geçirdiği yerlere uğrayarak birbirleri ile olan münasebetlerini takip etti.

Onlarda aradığını bulamayınca vatan, millet, memleket meseleleri üzerine verilen konferanslara, seminerlere, yapılan panellere, açık oturumlara katıldı, radyolarda, televizyonlarda yapılan tartışma programlarını dinledi.

Ne var ki, fertlerin yanı sıra topluluklarda da aradığı faziletli hâlleri ve hareketleri göremedi. Yalnız ilk defa karşılaştığı yabancılar değil, akrabaları, ahbapları, arkadaşları da sorduğu soruları, söylediği sözleri, ucunda bir menfaati olduğu zehabıyla dinlediler.

Gerçi kimse yaşanan hâlden memnun değildi. Herkes cemiyetin gidişatından şikâyet ediyor, kendince sebepler sıralıyor, suçlular tesbit edip ifratkâr ifadelerle karışık ve karanlık tablolar çiziyor, istikbale ait felâket senaryoları üretiyor, ortaya atılan komplo teorilerini şerh ediyordu. Fakat içlerinden çare gösteren kimse çıkmıyordu.

Pek çoğu muteber sıfatlar ve unvanlar taşıyan o insanları dinledikçe zihni biraz daha karıştığı için artık ümidini kaybederek bedbinleşmeye başladığı günlerde rastladığı bir okul arkadaşının dâvetine icabet ederek bir sohbete katıldı.

Daha önce katıldıklarından oldukça farklıydı bu sohbet. Oralarda genellikle herkes konuşurken burada bir kişi kitap okuyor, diğerleri dinliyordu. Okunan mevzunun insanla alâkalı olduğunu anlayınca, mekânın yanı sıra seçilen mevzu ve sohbet tarzı da ilgisini çekti.

Kitabın diline ve üslûbuna âşina olmasa, kelimelerin ve tabirlerini çoğunun mânâsını bilmese de anlatılmak istenen mânâyı anladığı için dikkatle dinlemeye başladı.

Zihni yorulup dikkati dağılmaya başladığı sırada duyduğu bir ifade idrakini tekrar canlandırınca, baş tarafını hatırlayamadığı cümlenin sonunu birkaç sefer tekrarlayarak ezberlemeye çalıştı:

“İnsafsız ve bedbin bir adama benzer ki, sû-i zan mümkün oldukça hüs-ü zan etmez, bir seyyie ile on haseneyi örter.”

Son zamanlarda sık sık muhatap olmak zorunda kaldığı hâlde bir türlü tam olarak anlayamadığı, onun için de bir türlü anlatamadığı insan tipini ve davranış şeklini ifade ediyordu cümle.

Daha önce bu mevzuda pek çok kitap okuyup sohbet dinlemesine rağmen cemiyetin huzurunu bozup geleceğini karartan, suçu da suçluyu da içine alan böyle veciz bir ifade duymamıştı.

Gerçekten de insanlar birbirlerine hüsn-ü zanla bakmaları gerekirken hep sû-i zanla bulunuyorlar ve iyi taraflarından ziyade zaaflarını nazara verip ölçüsüz tenkitler yaparak bedbinleşiyorlardı.

Üstelik sadece fertler ve aileler değil; cemaati, cemiyeti, milleti, devleti meydana getiren bütün içtimaî unsurlar da birbirlerine sû-i zanla muamele ediyorlardı.

Bu beşerî zaaf, sarî bir illet hâlinde zamanla uluslar arası ilişkilere de aksediyor ve devletler, milletler birbirleriyle ancak ortak çıkarları nisbetinde dostluk kuruyorlar, çıkarları çatıştığı takdirde savaşıyorlardı.

Hissiyâtı, ihtiyacı olan ifadeyi bulduğu, zihni de onu daha iyi anlamakla meşgul olduğu için okunan bahsin devamını dinlemediğini, ancak cümlenin mâsâsını tam olarak çözemeyip izah edilmesi gereken yerlerinin olduğunu düşününce fark etti.

Bunun üzerine böyle bir cümlenin muhakkak kendisinden önceki, sonraki paragraflarda veya bir başka yerde açıklamasının olabileceğini hissederek okunanları tekrar dikkatle dinlemeye başladı.

Nitekim, sohbeti yapan kişi biraz sonra elindeki kitabı bırakıp başka bir kitap alarak işlediği bahsi teyit eden bir yerler okumaya başlayınca aradığı izahı orada buldu:

“İnsan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin.”

“Ben de bir insanım” dedi kendi kendine bu ifadeleri dinledikten sonra. “Ama bu zamana kadar insanlık hakkında pek bir şey bilmiyormuşum” diyerek tamamladı zihninden geçen kanaatleri.

Zîra, ilk defa duyuyordu mânâsını yaşamakla mükellef olduğu kelimeyi. Herkesi kendisinden üstün bilmesi gerekirken, okullarda aldığı eğitimin de tesiriyle hep kendisini herkesten üstün görmeye çalışmıştı.

Yaptığı bazı hareketleri, yanlış olduğunu bildiği hâlde, başkaları da yaptığı için hata telâkki etmezken, başkaları kendisinin hoşuna gitmeyen bir hareket yaptığı zaman, sebebini sormadan onları suçlamayı alışkanlık hâline getirmişti.

Bunları düşününce, o zamana kadar yapması gereken pek çok şeyin tersini yaptığını, bu yüzden kendisinin ve yakınlarının yanı sıra başka insanların da zarar gördüğünü anladı ve geçmişinden nedamet etti.

Bu pişmanlığın, geçmişte yaşadıklarına bir faydası olmasa da geleceğini aynı hataların tekrarından kurtarabileceğini düşündü. O zaman geleceğin geçmişten daha güzel ve aydınlık olacağına dair bir ümit ışığı yandı içinde.

Fakat o sırada yalnız kendisinin değil insanların ekseriyetinin de aynı şekilde hareket ettiğini, üstelik pek çoğunun yaptığı hataları meziyet saydığını hatırlaması o ışığın parlamasına fırsat vermedi.

Yine sû-i zan etmeye başladığını fark edince anladı okunan bahsi dinlemeyi bırakıp derin düşüncelere daldığını. Hemen toparlandı ve artık hayata hep olumlu bir nazarla bakmaya, bardağın dolu tarafını görmeye, yani hüsn-ü zan mümkün oldukça sû-i zan etmemeye karar verdi.

“Hüsn-ü niyet öyle bir kimyadır ki şişeleri elmasa çevirir, toprağı altın yapar.”

İçinde bulunduğu insanlara ve yaşadığı hadiselere hüsn-ü zanla bakarak kararını hemen uygulamaya niyet ettiği sırada duyduğu bu cümleyi niyetinin halisiyetinin delili saydı.

O niyetle etrafındaki insanlara bakınca buradakilerin, daha önce muhatap olduğu insanlar gibi olmadığını, bunların şişeden elmasa, topraktan altına çevrilmişçesine pırıl pırıl parladıklarını fark etti.

Çünkü hepsi hâlinden memnun, geleceğinden emin görünüyordu. Yüzlerinde mazide kalan hadiselerin nedamet çizgilerinden ziyade o esnada yaşanan, istikbalde de yaşanacak olan mutlulukların nurlu hatları parlıyordu.

Daha önce pek karşılaşmadığı bu insanların hâllerine, hareketlerine ve birbirleri ile olan samimiyetlerine baktıkça hayranlığı arttı. “Cemiyette böyle insanlar da varmış demek?” demekten kendini alamadı.

O gayri ihtiyarî zihninde bu iki insan tipinin mukayesesini yapmaya hazırlandığı sırada okuma işi bitti ve dağıtılan çaylarla birlikte sıcak bir kaynaşma başladı.

Onun böyle bir yere ilk defa gelmenin tedirginliğiyle o kaynaşmanın dışında kalmaktan korkarken yanında oturanlar kendisine doğru dönüp konuşmaya başlayınca aralarında küçük bir sohbet halkası kuruluverdi.

Kendini tanıtanlar üç beş kelâmlık hal, hatır ettikten sonra birer ikişer başka halkalara katılırken çok geçmeden akranlarından müteşekkil bir grubun arasında buldu kendisini.

Emsâlleriyle tanışma faslı diğerleri gibi fazla uzun sürmedi ama kendisinin okunan kitabın ismini ve yazarını sorması üzerine başlayan tanıtma çabası ve fikrî mütalâalar, arada bir başkalarının da katılmasıyla geç vakitlere kadar devam etti.

Dağılma vakti geldiğinde, adının Risâle-i Nur dersi olduğunu ve Bediüzzaman Said Nursî’nin kitaplarının okunduğunu öğrendiği bu sohbetlerin her hafta aynı gün ve saatte orada devam ettiğini öğrenince çok sevindi.

Eve gidip sabaha kadar okuma kararlılığıyla, ‘İnsan’ bahsinin işlendiği Risâleyi aldığında, yarın kendisi için yepyeni bir hayatın başlayacağının farkındaydı.

“Bu gün benim yeni hayatımın milâdıdır” dedi kalın kitabı sımsıkı kavrayıp göğsüne bastırarak yürürken.

Bu hayatî hamle, onun hakikî mânâda insan olmaya doğru attığı ilk adımdı.

O anda, insanlık bir insan daha kazandı.

11.02.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Bazen geride durmak da hizmettir



Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde Bediüzzaman, talebelerine “Hizmette ileri, ücrette geri durmalarını” tavsiye ediyor. Yani herbir ehl-i hizmet, hizmetten gelen her türlü zahmeti, meşakkati göze alarak, devamlı ön safta olmayı tercih ederken; bu hizmetin sonucunda hâsıl olan maddî ve manevî mükâfatta sâir kardeşlerinin nefsini, nefsine tercih ederek, kendisi geri planda kalmaya razı olacak.

Hizmetin bir gereği olarak devamlı önde olmayı tavsiye eden Bediüzzaman, İhlâs Risâlesi’nde de, talebelerine ihlâsı kazanmanın önemli bir kaidesinden bahsederken “bir hakikat-ı imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirirken, mümkünse nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin” diyerek, talebelerine bu defa da bu gibi durumlarda geri durmalarını tavsiye ediyor.

İnsanın aklına, nasıl olacak bu durum diye bir suâl geliyor. Hizmete tâlip olan bir insan, bu kudsî hizmetin gerektirdiği bütün zahmet, meşakkat ve hatta tehlikeleri göze alarak hep ileride olacak; hem de zaman zaman diğer hizmet ehlinin de öne çıkmasını sağlamak için kendisi o yolu açık tutarak, geride kalmayı tercih edecek.

Bediüzzaman’ın buradaki gayesi nedir acaba? Ehl-i hizmet neden bazan ileride, bazan da geride kalsın? Hizmet adına bu durumun illeti ve faydası ne olabilir?

Burada ilk akla gelen, Üstadın “nefsinize bir hodgâmlık gelmemesi için...” notunu düşmesi bazı ip uçları veriyor gibi... “Hodgâmlığa” girme ihtimali her insan için söz konusu olabilir. O halde bu ulvî dâvâya hizmet etmeyi vazife bilenler için sürekli önde görünmenin muhtemel bazı tehlikeleri söz konusu olabilir. Böyle bir tehlikeye girmemenin en iyi çaresi, en sağlıklı yolu, zaman zaman sair hizmet ehli kardeşlerimize önde görünmenin yolunu açık tutmak olmalıdır diye düşünüyorum.

Diğer taraftan bu konu, Nur mesleğinin hizmet tarzında önemli bir yeri olan “isar” hasletiyle de bağlantılıdır. Bu bakımdan hizmette hem ileri, hem geri durmanın sırrını anlamak için “isar” hasletinin önemini ve mahiyetini anlamamız lâzım.

Haşir Sûresi’nin 59. âyetinde; “...onları kendi nefislerine tercih ederler” şeklindeki ifadeler, sahabelerin kendi aralarındaki “isar” hasletine işaret ediyor olsa gerek. Sahabe-i Kiram, birbirleriyle olan münasebetlerinde muhataplarının nefislerini kendi nefislerine tercih ederek adeta birbirlerinde fani olma kemâlâtını göstermişlerdir. Dine hizmette bütün zahmetleri ve tehlikeleri göze alarak hep ön safta olmayı tercih ederken; maddî veya manevî mükâfatların paylaşımında ise sâir sahabelerin nefislerini kendi nefislerine tercih etmişlerdir.

Bu meyanda Bediüzzaman da, talebelerine “Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hatta menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz” tavsiyesinde bulunarak “isâr” hasletinin bizim mesleğimizdeki yerini ve önemini belirtiyor.

Görüldüğü gibi, Nur talebelerinin hizmette ileri, ücrette geri durması ve ayrıca iman hakikatini muhtaç bir insana bildirmekte, istemeyen bir kardeşimizi tercih etme olayı, “isar” hasletiyle ilgili bir durum.

Aslında burada “geri durma” olayı, Nur hizmetinde geri durma olmayıp, tam tersine hizmetlerde tam da ileri olma mânâsına geliyor. Çünkü bir ehl-i hizmet, ferdî çalışmasının bir sonucu olarak belki şahsî sevaplara kavuşabilir. Ama kardeşler arasındaki ihlâsı muhafaza edebilmek niyetiyle, zaman zaman, güzel bir hakikati, istemeyen bir kardeşine söylettirmek sûretiyle kendisinin geride kalmaya razı olması, kudsî hizmetlerimiz adına çok daha önemli ve sevaptar bir harekettir.

Konu ile alâkalı Bediüzzaman’ın yorumu, başka yorumlara yer bırakmayacak kadar açıktır: “Eğer ‘Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim’ arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mabeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.”

Demek ki şahsî hizmetlerimizden öteye, kardeşler arasındaki birlik beraberliği, tesanüdü ve ihlâsı muhafaza etmek niyetiyle geride durmak, bir bakıma hizmet adına ileride olmak demektir. Bunun tersi bir durum, hep ileride olmayı tercih etmek, önde görünmek, kardeşler arasındaki ihlâs, uhuvvet ve tesanüde zarar verecek bir duruma sebebiyet veriyorsa, bu hâl sonuç olarak hizmette ileri değil; geride kalmak mânâsına gelir.

11.02.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Geçmişten geleceğe beraberlik



Denize nâzır yazlıkta yemeğe oturduklarında, etraftaki sessizliği denizin dalgaları bozuyordu. Kurulan sofranın hareketliliğiyle dizilen yemeklerin tat alma duygusuna yolladıkları mesajlar, vücut kimyasını mide ve iştahın istekleri ile paralel bir şekilde harekete geçiriyordu.

Üç aile, bu sâkin ve dışarıdan fazla fark edilmeyen koyu, birbirine yakın geçici mesken şeklinde yapmışlardı. Yazın belli bir süre buraya gelip kâinat okumalarını burada yaparlardı. Sabahın özel okumaları ve ailelerin kahvaltı programlarından sonra müzakereli konulara geçilirdi. Üç ailenin ortak mekân olarak planladıkları salonda, hayat ve insana dâir kâinat-yaratıcı ve insanların görevleri ışığında metinler okunur ve paylaşımlarda bulunulurdu.

Öğlen ağırlaşan ve müzakere yorgunluğunu hisseden grup, öğleden sonra kendilerine ait saatlerde, denizi seçerlerdi. Yüzmeye gidenlerin yanında, sohbeti devam ettirenler de olurdu. Yeni bir gün ortasında uyuyarak, zinde bir fikirle uyanmak üzere dinlenmeye çekilenler de vardı.

Akşama bir saat kala, aile ortamlarının devam eden sohbetleri, eşlerin ikindi çayı dayanışmaları ve çocukların oyunları devam ederken, üç eski dost da en zirve noktaya çıkıp beraberce ve ayrı ayrı tefekkür menziline girerek, tefekkür mahallinden âleme açılırlardı.

Bugün de yaşadıklarını dost sofrasında yemekle taçlandırıyorlardı. Vücudun, “cismanî lezzeti” denilen maddî mutluluktan hazza dönüşen önemli fonksiyonlardan biri de yemekti. Yemeğin planlanması, ikramı ve ortamı şereflendiren misafirlerle geçirilen hoş sohbetlerle anlamlandırılan konuşmaların hayata yansıyan sonuçları gibi çok boyutlu bir paylaşım aracıydı.

Sofradaki diziliş âhengi, göz zevki ve göz doyumunu beraberinde getirirdi. Rahatlayan bir vücudun, ufku açık bir düşüncenin keyifli ve stresten uzak bir mutluluğu ile birleşip okul yıllarından gelen arkadaşlığın verdiği köklü dostlukla, birlikteliklerini sevgi ve saygı içinde aydınlık geleceğe taşıyan duygu bütünlükleri de işin içine girince, resmiyet ve kuru nezaketten uzak bir içtenliğin buluşması sofranın haz düzeyini inanılmaz kılıyordu.

Bu coşkulu havayı, öğrencilik yıllarına ait bir hatıra ile şenlendirdi Osman; öğrenciyken yemek sırası kendisinde olduğu halde eve biraz geç gelmişti. Hazırladığı pilav için, yağın olmadığını fark ettiğinde akşam biraz geçmişti. Tanıdık bakkal da kapalıydı o saatte. O an cebindeki parasının yetmediğini görünce çok hüzünlenmişti. Neyse ki Ender gelince, mahallenin öbür ucundaki bakkala gidip almıştı. İkisinin cebindeki ancak yağ almaya yetmişti.

Şimdi de bu zengin sofranın kıymetini bilme adına uygun düşünüyor, planlıyor ve tasarladıkları geleceğe kendilerini niyet ve eylem olarak hazırlıyorlardı. Çocukları büyüdükçe, yeni ihtiyaç ve çözümlere karşı kendilerini yetiştirmeliydiler. Bulundukları çalışma sektörleri ayrı ve meslek farklılıkları da olsa, hayatın ortak doğrularını beraberce değerlendirip ortak hafıza içinde birbirlerini desteklemeye ve zihnî sonuçlara ortak etmeye karar vermişlerdi.

Bu dayanışmanın farkındalığı, uzun süredir çevreleri tarafından söyleniyordu. Onlar da bu yüzyılda takım halinde ortak değer oluşturmanın ve bunu herkesin kendi yeteneğine uygun kendi psikolojisi içinde zihinsel tasarımla beraber gerçekleştirmesi gerektiğinin farkındaydılar. Biliyorlardı ki, farkındalığın bir algılama düzeyi olduğunu bilen herkes, sadece fark etmenin yeterli olmadığını bilir. “Neden?” ve “Ne?” sorusu, cevabın kalitesi ile mükemmelleşir. Bunu üç dost yaşıyordu: Osman, Ender ve Mustafa.

“Bismillah” diyerek kaşıklar çorbaya daldığında, öğrencilik hatırasının tatlı tebessümü vardı herkesin yüzünde. Yemeklerin lezzeti hem yaşanıyor hem de düşünülüyordu. Düşünüldükçe, diğer konuşmaların tadı ve ilgi odağındaki konular artıyordu. Yaratıcının kâinatta sunduğu insanların ihtiyaçları, İlâhî mutfağın elinden onların mutfağına uzanıp onlara hazır hâle getirmenin süreçlerini düşünüyordu sofradakiler.

Yemek bitiminde “Elhamdülillah” dedirten sofranın çeşit çeşit tatlandırıcı zevkleri, damakta yaşayan bir lezzet pınarına dönüştü. Ev sahibi Osman, kendi elleriyle ikram ettiği kahvenin, kırk yıl olmasa da 20 yılı geride bıraktığını düşündükçe, içinden “daha nice kahvelere” demek geldi.

Bir kahve kırk yıl, binlerce kahve ve sonsuzluk arzusu...

11.02.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Ses veriyoruz



Genelde orkestra şefleri bu terimi kullanır. Ancak ben daha çok İstiklal Marşı’nı okutmak üzere kürsüye gelenlerin “Ses veriyorum…” diye başlayıp ardından herkesi topyekûn bir haykırışa ortak ettikleri an içinde düşünüyorum bu ifade kalıbını. Birliktelik, bir amaca doğru yönelme ve bir nev'î ortak şuura daveti içeren bu söz kalıbı başka hangi sözleri çağrıştırmaz ki! “Sesimize ses katmak, sesine ses vermek, sesimize ses olmak” gibi sözler nihayetinde seslerin çıktığı zihinleri tek yürek olmaya dâvet etmiyor mu?

Evet, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın mısralarında, “Türkçem, benim ses bayrağım” şeklinde ifadesini bulan Türkçe’mizin selâmeti için Hakkı Hoca’nın söylediklerine “ses vermek” gerekir. Ve bütün Türkçe sevdalılarının sesi, artık gereken yankısını bulmalı. Bakın ne diyor Hakkı Devrim Bey: “Çetin Altan, ‘Türkçe’nin varlığını bu asrın sonuna kadar devam ettirebileceğinden emin değilim’ diye yazdı. Ses veren olmadı. Çetin böyle diyor, dedim durdum. Kimse oralı değil! Bireyleri diline bile sahip çıkmayan toplumun nasıl bir geleceği olur ki, deyip geçiştiremeyiz.” (Radikal / 09.02.2007)

Hakkı Bey’in bu konuda yalnız olmadığını belirtiyoruz. İnanıyoruz ki; bu tarz uyarılar dil konusunda toplumun şuurunu uyanık tutma açısından önemli. Ve Hakkı Bey’in, yazısının devamında ifade ettiği akademi tarzında bir vakfın kurulması hususu da desteklenmesi gereken bir faaliyettir. Bu açıdan, hemen her yetki sahibinin bu düşünceyi dikkate alması elzemdir. Bence bu işin organizatörlüğünü Türk Dil Kurumu üstlenip çok kapsamlı bir çalışma ile bir sonuca bağladıktan sonra rapor hâlinde ilgili yerlere sunabilir. Belki bu konuda belli bir mesafe almış oluruz.

Evet, sesimize ses verme zamanı… Kimse yok mu?

Hayırlı olsun “Kartal Yuvası”

Aslında dil bilinci konusundaki sorumsuzlukları belirtip ortaya çıkan karamsarlığı dile getirirken, bu karamsarlığı biraz olsun aydınlığa çevirecek bazı uygulamaları da paylaşmakta fayda var. Ne yapalım, toplum hayatında tahrip olduğu gibi, tamir de var. O hâlde tahripleri sıralarken, tamirleri de gözden kaçırmamak lâzım ki, tamirin mümkün olduğunu idrak edelim.

Efendim, Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nü 5 Şubat’ta verdiği şu ilândan dolayı tebrik ediyoruz: “Lisanslı ürünlerimizi taraftarlarımıza ulaştıran mağazalarımızın ismi, yönetim kurulumuzun aldığı karar ile ‘Kartal Yuvası’ olarak değiştirilmiştir.”

Gerçekten de eskiden, “BJK Store” olan ismin böylesi güzel bir Türkçe isimle değiştirilmesi takdire değer. Hatırı sayılır bir kulübün bu davranışı elbette “Ticarette de Türkçe” kampanyasına güç verecektir. Ne diyelim; darısı “Fenerium” ve “Galatasaray Store” isimleriyle ticarette boy gösteren diğer hatırı sayılır kulüplerimizin başına… Evet, sesimize ses verin…

Sevgililer günü edebiyatı(?)

Malûmunuz, hafta içi yine ekonomik bir pazarın aracı hâline gelmiş bir gün olan sevgililer gününün propagandası şimdiden yapılmakta. Elbette aşırıya kaçmadan, meselâ bir gülle sevgililer günü kutlanabilir. Yalnız şurası var ki, yılın üç yüz altmış dört günü değerini bilmediğiniz eşinize bu günde değer vermenin bir anlamı yoktur. Maharet, hemen her zaman için eşlerin birbirlerine o hep bitmeyen sevgili nazarlarıyla bakmalarıdır. Hayatta hiçbir hediye, eşimizin gönlünü genel olarak hoşnut etmekle boy ölçüşemez. İşte buna paha biçilmez vesselâm…

11.02.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İllet/sebep, terkip ve hareket delilleri



Kâinatın Sahibini, Rabbimizi bildiren sayısız deliller vardır. Bunlardan üçü, sebep, terkip ve hareket delilleridir.

İçinde bulunduğumuz âleme az bir dikkatle bile bakacak olursak, çok güzel, çok mükemmel olarak ve daha önce bir benzeri olmadan vücuda getirildiğini görürüz. Yeryüzü harika san'at eserleriyle, uzay muhteşem gezegen ve yıldızlarıyla bütün varlıklar bir gaye için yaratılmıştır. Âlemde var olan hiçbir eşya faydasız, maksatsız ve boş yere değildir.

Âlemlerin özeti ve minyatürü olan en değerli varlık olan insan, rastgele vücuda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir yaratık değildir. Bir kere mükerrem kılınmış. Yani, muhteşem bir ruh, duygu ve lâtifelerle donatılmış. Her azasıyla bedeni en güzel, en mükemmel ve faydalı şekilde ve maksatlı dizayn edilmiştir. Bunların böyle olduğunu duyularımız başta olmak üzere aklî, vicdanî, kalbî bütün varlığımızla gözlemliyor, idrak ediyor ve hayretimizi ifade ediyoruz.

Sebep, bir şeyin meydana gelmesi gerekli şartlar, unsurlardır. Atom, taş, toprak, hava, yağmur, güneş, su, ay, yıldız, dünya vesâire, hepsi birer sebeptirler. Elbette bu şuursuz sebeplerin yan yana gelip binlerce şuurlu işe imza atmaları düşünülemez.

Tabiat kanunları, atom, hücre, unsurlar, (toprak, hava, su) birer sebeptirler. Ve bunlar akıl, şuur, irade ve hayat sahibi değillerdir. Bu sebeplerin bir araya gelmesinden şuurlu, akıllı, faydalı, gayeli sonuçlar çıkıyor. Öyle ise, bir Müsebbibü’l-Esbâb vardır. O da Allah’tır.

* Kâinat, mürekkep (parçaları bir araya getirilmiş olan) bir varlıktır. Terkip olunan her varlık, kendinden önce var olan bir terkip ediciye muhtaçtır.

Terkip olunan varlık, parçalardan meydana gelir. Parçalar, bütünden önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir. O halde, terkip olunan varlık yok iken, daha sonra parçalarının birleştirilmesiyle sonradan yaratılmıştır. Her sonradan yaratılan gibi o da bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu yaratıcı, terkip edilen ve kendinden başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi halde yaratıcıların teselsülü gerekir. Teselsül ise batıldır. O hâlde bu yaratıcı, varlığında başkasına muhtaç olmayan ezelî bir varlıktır. O da, Vâcibü’l-Vücud olan Allah’tır.

* Madde, molekül yapıda hareket hâlinde olduğu ilmen ispat edilmiştir. “Madde ve maddedeki hareketin mucidi kimdir?” sorusu, felsefenin de ilgi alanındadır. Ne var ki, materyalistler, tabiatperestler; madde ve ondaki hareketin ezelî olduğunu iddiâ ederler.

Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin neticesidir. O da bir evvelkinin... Bu hareketler silsilesi sonsuzluğa doğru devam edip gidemez. Bu hareket silsilesinin bir noktada durması ve ilk hareketin, vücûdu vâcip olan bir illete, bir hareket ettiriciye dayanması zarûrîdir. O da her şeyin yaratıcısı olan Allah’tır.

Gökler ve yer, bitki ve hayvanlar yoktan var edilmiştir. Her yoktan var olunana da bir var edici gerekir. Bu âlemin de bir var edicisi vardır. O da Allah’tır. Âlemde gördüğümüz herhangi bir bitki veya hayvan sonradan var olmuştur. Her birinin varlığının bir başlangıcı vardır. Cisimlerde zamanla hayat, idrak, akıl gibi hâller icat olunuyor. İlliyet (sebepler) kanununa göre her icat olunan şeye bir icat eden gerekir. Çünkü hayat, idrak ve akıl gibi durumlar kendiliğinden var olmazlar. Mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtırlar. O da, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, sonsuz kudret, ilim ve sair isim ve sıfatlar sahibi Allah’tır.

11.02.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hasret çekilen üç şey



“İnsan dünyadan üç şeye hasret gider: Topladığına doymaz. Umduğuna kavuşmaz. Önündeki ahiret yolculuğu için iyi azık hazırlamaz.”

Ne kadar özlü, veciz hakikatler. Büyüklerden Hasan-ı Basrî’ye ait bu sözler.

Hayatını İslâma endeksleyen bu büyük insan can alıcı üç önemli noktaya dikkat çekmiş. İnsanın doymayan yapısını nazara verirken Allah Resûlü (asm) de “doymayan nefis”ten Allah’a sığınmıyor mu? Bir vadi dolusu altın verilse bir ikincisini, ikincisi verilse üçüncüsünü isteyeceğini, gözünü ancak toprak doyuracağını bildirmiyor mu?

Dünya verilse doymayan bir hırsı niçin vermiştir Rabbimiz dersiniz? Bu olumsuz duygu lüzumsuz olsaydı Allah bize hiç verir miydi? O halde onun kullanılacağı yeri iyi bilmek gerekir. Bıçak gibidir bu duygular. Bıçakla ekmek de keser, meyve de soyarsınız. Birçok işe yarar. Hatta neşterle doktor hayat kurtarır. Ama onunla adam öldürülebilir de. Kötüye kulanıldığında kötü olur.

Hırs duygusu da böyle. Onu müsbete kanalize etmek, yerinde kullanmak gerekir.

Peki, hırs nasıl kullanılmalı ki faydalı hâle gelsin?

Mektubat’ta (9. Mektub) anlatıldığına göre insanın mala ve makama karşı şiddetli bir hırs gösterdiğine, geçici olarak onun nezaretine verilmiş o fanî mal, âfetli şöhret ve tehlikeli riyaya vesile olan makamın o şiddetli hırsa değmediğine dikkat çekiliyor. Bu gerçeği anlayan ve gören insanın hakikî makam olan manevî mertebelere, Allah’a mânen yaklaşmaya, Onun hoşnut olacağı bir kul olmaya, ebedî kalacağı diyar olan ahirete azık hazırlamaya ve hakikî mal olan salih amellere yöneleceği belirtilir. Böylece o fena haslet olan mecazî hırsın yüce bir haslet olan hakikî hırsa dönüşeceği ifade edilir.

Demek Allah hiçbir duyguyu boş yere vermemiş bize. Yeter ki onu nasıl kullanacağımızı bilelim.

İşte Hasan-ı Basrî’nin dikkat çektiği nokta, fani dünyadan neye yöneltilirse yöneltilsin, mal-mülk, makam-mevki, şan şöhret adına ne elde edilirse edilsin doymayan bu duygunun fiyatı şu fani dünya değil. Samanlıkta yumurtadan çıkan ördek yavrusunun yüzmek için su aradığı, orada o atmosferi bulamadığı gibi hırs duygusu da aslında ebedî bir âlemi, orada makam ve mevki, mal ve mülk edinmeyi istiyor, samanlıkta su arayan ördek yavrusu gibi bu dünyada onu bulamıyor, dolayısıyla tatmin olamıyor.

İşte insanın hasret çektiği üç önemli noktadan birisi bu. Dünyadan neyi elde ederse etsin hasreti bitmiyor insanın. Ve bu acıyı, sıkıntıyı ömür boyu çekmeye devam ediyor. Mevlânâ’nın dediği gibi denizin tuzlu suyunu içen, içtikçe harareti artan insan misâli hasret içinde hasrette kalıyor.

11.02.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa cevaplar



İzmir’den okuyucumuz: “İktisat nedir? Dinimizde iktisat etmenin yeri ve önemi nedir?”

Sözlükte tutumlu olma, tasarruf, biriktirme, artırma, aşırılıklardan uzak durma, orta yolda olma, itidal üzere olma, uygun davranış ve hareket, ekonomik davranma mânâlarına gelen iktisat, dînimizin önemle üzerinde durduğu ve teşvik ettiği bir güzel davranış biçimidir, bir ahlâkî ve ekonomik güzelliktir.

İktisat cömertliğe, sahavete, hayra, ikrama ters olmadığı gibi, cimrilik, pintilik, hisset ve mal tutkunluğu anlamlarında da değildir.

Kur’ân iktisatlı ve tutumlu olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı ve orta yoldan gitmeyi teşvik eder: “Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden onlara indirileni (Kur’ân’ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından yerlerdi (yeraltı ve yerüstü servetlerinden istifade ederek refah içinde yaşarlardı). —Onlardan aşırılığa kaçmayan (iktisatlı, mutedil) bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!”1 Bir diğer âyette ise; “Onları sağ salim karaya çıkardığımız zaman bir kısmı orta yolu tutarlar”2 buyrulmuştur. Peygamber Efendimiz de (asm), “İktisat eden (tutumlu olan), aile belâsı çekmez” buyurmuştur.3

“Yiyiniz, içiniz; fakat israf etmeyiniz”4 âyetinin tefsirinde yedi nüktede iktisadı işleyen ve iktisadı ders veren Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın iktisadı kesin bir dil ile emrettiğini, israftan kaçınmayı da açık biçimde yasakladığını bildiriyor. Bediüzzaman’a göre, israf ve savurganlık şükre zıttır. Çünkü Allah’ın nimetlerini saçıp savurmak, onları hafife almak demektir. Oysa iktisat, yani tutumlu olmak, manevî bir şükürdür ki, Allah’ın nimetlerine karşı ticaretli bir hürmet ve saygı mânâsı taşımaktadır.5

***

Bekir Bey: “Otuz gün oruç adanır mı? Bir iş için otuz gün oruç adayan birisi şartı yerine geldiğinde otuz gün orucu peş peşe mi tutması lâzım?”

Cinsinden farz emir olan ibadetler adak konusu yapılabilir. Oruç farz bir emir olduğundan adak konusu yapılabileceği gibi, namaz, hac, zekât, kurban da adak konusu yapılabilir.

Şarta bağlı olarak otuz gün oruç adayan birisinin, şartı meydana geldiğinde otuz gün oruç tutması vacip olur. Bu oruçları peş peşe tutması lâzım gelmez. Yani aralıklı olarak tutabilir. Fakat vacip bir ibadet olduğundan fazla geciktirmemesi gerekir.

***

Yunus Bey: “Adadığımız adağın ne olduğunu unuttuysak ne yapmalıyız? Başka bir adak adasak olur mu?”

Adağımızı unutmuş isek, hatırlamaya çalışırız ve hatırladığımız kadar amel ederiz. Zaten hangi ibadeti adadığımızı biliyor isek eğer, ayrıntıyı unutsak bile, adadığımız ibadeti yapmamız yeterlidir. Meselâ kurban kesmeyi adamışsak eğer, bunu hatırladıktan sonra, koyun mu, keçi mi, dana mı olduğu veya hangi günde kesmeyi plânladığımız, ya da etini kimlere vereceğimiz gibi konularda unutma önemli değildir. Bu durumda kurban edilmesi caiz olan bir hayvan alır ve adak niyetiyle kurban ederiz. Etini fakir fukaraya dağıtırız. Allah kabul etsin. Âmin.

***

Kocaeli’den okuyucumuz: “Namazda bazen okuduğumuz âyetlerde eski savaşlardan bahsediliyor. Bunların namazda okunmasının hikmeti nedir?”

Kur’ân Allah kelâmıdır. Allah kelâmının her bir âyeti hangi konudan bahsetmiş olursa olsun, namazda kıraat olunur, yani okunur. Bahsettiği konuya bakılmaz. Okuduğumuz âyet bizimle kişisel olarak doğrudan ilgili olsun olmasın, Allah kelâmı olarak bizim Allah’a teveccühümüzde önemli bir vesîle teşkil eder. Allah’a, Allah kelâmı ile yönelmekten daha orijinal ne olabilir?

Dipnotlar:

1- Mâide Sûresi: 66 2- Lokman Sûresi: 32 3- Müsned, 1/447 4- A’râf Sûresi: 31 5- Lem’alar, s. 143

11.02.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Kadın beyni…



İnsan beyni üzerine yapılan araştırmalar neticesinde artık beynin sırları büyük ölçüde çözülmüş durumda.

Kadın beyni ve erkek beyninin birbirinden farklı özelliklere sahip olduğu tesbiti de bu araştırmaların neticelerinden…

Feministlerin büyük öfkesini çeken bu konudaki son çalışmalardan bir tanesi Nöroloji uzmanı Louann Brizendine’ye ait.

Brizendine, çalışmalarını Kadın Beyni adlı bir kitapta toplamış.

Kitaptan bazı tesbitler:

* Kadınların çok konuşmasının sebebi, hücre çokluğundan kaynaklanıyor. Kadınların beyninde, özellikle duygu ve hafızadan sorumlu sinir hücreleri erkeklerden % 11 daha fazla.

* Erkeklerin beyinlerindeki cinsellikle ilgili alanlar kadınlarda olan benzer yapılara kıyasla iki kat daha büyük.

* Erkekler çoğunlukla birbirleriyle zıtlaşmaktan ve rekabetten hoşlanıyor, hatta bundan müsbet sonuçlar çıkartıyorlar. Kadınlardaysa zıtlaşma ve rekabet hissi gerginlik, üzüntü, korku, çatışma anlamına geliyor. Herhangi bir olayda arada kalma düşüncesi bile kadın beyni tarafından ilişkiye yönelik bir tehdit olarak algılanıyor.

Nörolog Brizendine, beyin farklılığını “Kadınların beyni, duygularını geliştirmesi için sekiz şeritli bir otobana sahip, erkeklerinki ise bir karayolu” sözleriyle açıklıyor…

İnsanlarla ahenk içinde yaşayabilmek, bu farklı yaratılışın bilincinde olup, ona göre davranmakla mümkün. Ne dersiniz?

Sinan ve mirasyedi torunlar

Muhteşem sultan Kanuni’nin Ser mimarı Mimar Sinan’ın İstanbul’un umulmadık birçok yerinde eserlerini (mescitlerini, camilerini, köprülerini…) görmeniz mümkün… Miras yedi torunlar bu eserlerin çoğunu harap etmiş durumdalar. Pek çoğu kapalı ve kullanılamaz durumda, ama kullanılabilir mekânlara bakınca şunu anlıyorsunuz: Sinan yaşadığı dönemde belli ki eserleriyle İstanbul’u bir dantel gibi süslemiş. Ve eserlerini günü kurtarmak için değil, asırlarca kullanılmak üzere tasarlamış. Malzemedeki kaliteyi, işçiliği, taşa nakşedilen zevki anlayabilmek için de mimar olmaya gerek yok…

Bir devşirme olan Usta Sinan’a o eserleri yaptıran güç şüphesiz imandı…

Bu satırları neden mi yazdım?

Geçtiğimiz günlerde yolum bir vesile o tarafa düştüğünde öğle namazımı cemaatle kılma keyfini yaşadım da ondan.

Caminin içerisini doyasıya tefekkür ettim.

Namaz akabinde, ziyaret ettiğim cami kabristanında medfun olanlara Fatiha hediyeleri gönderdim.

Bahçe parmaklıklarından Boğazı seyrettiğimde, İstanbul silüetindeki gökdelenlere inat, Süleymaniye Camiinin ebede kadar İstanbul’un mücevherlerinden biri olarak kalması için duâ ettim…

İstanbul’da yaşıyorsanız ya da yolunuz İstanbul’dan geçerse, bu keyfi kendinize çok görmeyin!

Türban modası…

Türban başka bir tarzda moda dünyasının gündeminde.

2007 İlkbahar-yaz sezonunda Avrupalı modacılar şapka yerine aksesuar olarak türbanı seçmişler… Prada’nın başlattığı bu hareketi başka modacılar da takip etmiş… Avrupa ve ABD’de bir çok kadın san'atçı şimdiden sahne aksesuarı olarak türbanı tercih etmiş… (3 Şubat 2007, Hürriyet)

Bu yeni modanın iki ortaya çıkış sebebi varmış. Birincisi tasarımcılar çok kültürlülüğe gönderme yapıyorlarmış. İkincisi ise moda tarihiyle ilgiliymiş. Çünkü İngilizler Hindistan’da gördükleri türbanı 19. yüzyılda moda haline getirmişler. 20. yüzyıldaysa birçok Hollywood san'atçısı filmlerinde türban kullanmış.

Ülkemizin kronik problemlerinden birini çağrıştırdığı için haberi dikkatle okudum… Biliyorsunuz ülkemizde kimi çevreler tesettür konusundaki kısıtlamalara türban problemi adını takıyor. Oysa ki, türban ve tesettür kavramı birbirini tam karşılamıyor. Türban, Fransız moda dünyasından ülkemize aşılanmış ve örtünmeden ziyade aksesuar amaçlı kullanılan bir başlık…

Yine de çok kültürlülüğü çağrıştırması yönüyle, müstehcenliğin alabildiğine coştuğu günümüzde hoşgörüyü hatırlatması açısından güzel bir adım…

İster misiniz, türban modası Batıda yaygınlaşsın da, bizimkiler de “İnandığım için değil, moda olduğu için takıyorum” açıklamalarıyla kullanmaya başlasın?

Yakışır…

Bir sema gösterisinin düşündürdükleri…

Geçtiğimiz günlerde oğlumla birlikte takip ettiğimiz hoş gösterilerden bir tanesi de Mevlevî sema ayiniydi… Yer yer Dede Efendiden eserlerle süslenen konser gözlerimizden, kulaklarımızdan ruh ve kalbimize damlayan bir ziyafet mahiyetindeydi… Gerçi zaman zaman oğlum cep telefonunun oyun programına yönelip, “Bunlar dönmeyi ne zaman bırakacaklar anne ya?” diye sorsa da, sabrından ve bana eşlik ettiğinden dolayı ona teşekkür ediyorum…

Hız asrında Mevlevî âyini izlemek ahenkli hareketleri, neyi, semazenleriyle inanın biraz olsun yavaşlamamız ve tefekküre zaman ayırmamız gerektiğini anlatıyor bizlere…

11.02.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Mevlânâ’yı anlamaya çalışmak



UNESCO’nun kararıyla 800. yaşı bütün dünyada kutlanacak olan Mevlânâ Celâleddin-i Rumî için ortaya somut bir şeyler henüz koyabilmiş değilsek de gayretimiz fena değil gibi… Kimi kurum ve kuruluşlar bir şeyler yapmaya çalışıyor.

Asla unutulmamalı ki; yapılacaklar ve yapılabilenlerin tek amacı o ulu insanı daha geniş kitlelere lâyık olduğu biçimde anlatma gayreti olmalı…

Şunu sevinerek söylemeliyim ki; umduğumdan da fazla bir ilgi var Mevlânâ’ya… Durum böyle olunca Mevlânâ’yı daha yakından ve doğru tanımamıza yardımcı olacak her yol göstericiye olan ihtiyacımız daha bir ortaya çıkıyor. İşte bu ihtiyacı gidermemize yardımcı olacak metinlerden birisi, Rümeysa Tanrıseven’in söyleşisiyle sanatalemi.net sitesinde gerçekleşti.

Son Mesnevihan rahmetli Şefik Can’ın manevî kızı, asistanı ve destarını da teslim ettiği H. Nur Artıran’la yapılan söyleşi işte tam da bu açığın kapanmasına ciddî katkı yapan sohbetlerden bir sohbet olmuş.

Daha söyleşinin başında, ülkemizde Mevlânâ’nın yeterince anlaşılamayışı sorulduğunda muhterem Nur Hanımın söylediklerinden bir bölümü şöyle: “Efendim, Hazreti Mevlânâ’yı anlamak, Hz. Peygamberimizi ve Kur’ân-ı Kerimi anlamak demektir. Hz. Peygamberi ve Kur’ân-ı anlamak ise Cenâb-ı Allah’a karşı olan kulluk vazifelerimizin idraki içinde olmaktır. Bu bilincin dışında kalmak, idrâk etmekten âciz olmak ise; ne Hz. Mevlânâ’yı, ne de onun inandığı manevî değerlerin yok edilmesi olarak düşünülemez. Çünkü buna kimsenin gücü yetmeyecektir.

Hz. Mevlânâ kendisini ve inandığı bütün mânevî değerleri eserlerinde en açık bir şekilde ortaya koyarken Mesnevî’de; ‘Mesnevi âlemlerin Râbbinden gönül’e inmiş hakikatleri ihtiva eder Gerçekten de, Mesnevî Rabbü-l âlemin tarafından ilhâm olunmuş bir kitaptır. Bâtıl ne onun önünden geçebilir, ne ardından. Allah onu korur’ diye buyurmuştur.

Mesnevî’nin Cenâb-ı Hakk tarafından korunması demek içindeki manevî değerlerin korunması demektir. Gönül ister ki bu manevî hazineden tüm insanlık âlemi faydalansın. Fakat bununla birlikte herkesin bu manevî değerleri idrak etmesini o değerlere sahip çıkmasını da bekleyemeyiz. Hz. Mevlânâ daha sekiz yüz yıl önceden insanların kendisini anlayamadıklarını, anlamakta zorlanacaklarını da bütün eserlerinde en açık bir şekilde dile getirmiştir.

/…………………………./ ….Hz. Mevlânâ tüm eserlerinde kendisini anlamanın çok zor olduğunu ifade etmekle birlikte, anlaşılabilmenin yollarını da en açık bir şekilde göstermiştir. Önemli olan; ‘Ben Kur’ân’ın kulu kölesi. Hz. Muhammed’in bastığı yerin toprağıyım’ dediğini unutmadan, o eserleri temiz bir gönülle dikkatlice okumaktır.”

Kimi insanlara Mevlânâ’yı anlayabilmek çok zor gibi görünürse neler yapılması sorulduğunda da Mevlânâ’yı anlayabilmenin metodu olarak; “… Hz. Mevlânâ gibi büyük bir âşıklar sultanını ve Mesnevî gibi engin bir ledün deryasını da anlayabilmek için önce insanın kendisini tanıması ve kendinde bulunan İlâhî emanetteki sırrı hikmeti anlayıp bilmesi ve o idrâk içinde yaşaması gerekmektedir. Bizler en azından bildiğimiz kadarıyla insan olarak yaratılış gayemizin ve bu âlemdeki sorumluluklarımızın bilincinde olarak yaşayabilirsek inşâllah Cenâb-ı Hakk da bizlere gönül ve idrâk genişliğini lütfeder” diyen muhterem Nur Hanımefendi, 23 Ocak 2005 gecesi aramızdan ayrılan ve “Doksan altı yıllık ömrünü Hz. Mevlânâ ve Mesnevî’ye adayan yaşadığımız yüzyılın en son Mesnevihanı Şefik Can” dedenin günümüz gençlerine yaptığı şu tavsiyeleri de paylaşmış Rümeysa kardeş aracılığıyla sanatalemi okurlarıyla:

“Hz. Mevlânâ ve Mesneviyi anlamak için öncelikle güvenilir kaynaklardan Hz. Mevlânâ ve öğretileri hakkında bazı eserler okuyup bu konuda biraz kendinizi yetiştiriniz. Okuduklarınız satırlarda kalmasın onları gönül süzgecinizden geçirerek içinizde hissetmeye çalışınız. Ondan sonra Mesnevî okumaya başlayınız. Fakat Mesnevî’yi roman okur gibi de okumayınız. İbadet ruhuyla az, fakat okuduklarınızı çok tefekkür etmeye çalışınız. Anlayamadığınız bir yer karşınıza çıkarsa üzerinde fazla durmayınız geçip gidiniz başka satırlara, merak etmeyiniz mutlaka o satırlarda anlayamadığınız o konu başka bir zamanda başka satırlarda size açıklanacaktır. Gönlünüz hissedecektir bunu. Eğer anladığınız zevkine vardığınız bir yerde olursa, o zevki tek başınıza yaşamayınız, sizi anlayacağına inandığınız bir dostunuzla mutlaka paylaşınız. O beyitleri başkalarıyla da paylaşarak birlikte zevkine varınız. Göreceksiniz başka türlü zevk alacaksınız o zaman.

Ayrıca yanınızda devamlı bir defter bulundurunuz, çok hoşunuza giden beyitleri hemen kaydediniz. O an çok etkilendiğiniz bir beyti kısa bir zaman sonra unutabilirsiniz. Bunları mutlaka bir deftere yazınız. Hz. Mevlânâ’yı sağdan soldan değil, Mevlânâ’nın kendisinden öğreniniz. O sebeple de eserlerini büyük bir dikkat ve temiz bir gönülle okumaya çalışınız. En önemlisi de okuyup öğrendiklerinizi mutlaka hayata geçirip onları yaşamaya gayret ediniz. Başka türlü Hz. Mevlânâ’yı bilmek ve anlamak olmaz.”

Bu önemli ve zaman zaman anılarla da süslü söyleşinin tamamını sanatalemi.net sitesinden okuyabilirsiniz…

Unutmadan… Bu yıl Mevlânâ’nın doğumunun 800. yılını idrak ediyoruz… Önümüzdeki yıl ise sıra Nasreddin Hoca’mızda… Ardından 2009’da da bir başka gönül ulusu Hacı Bektaş-ı Velî’nin 800. yaşını kutlayacağız…

Hep diyorum ya… İçinde bulunduğumuz karanlık ortam tam da 800 yıl öncesinin Anadolu’su gibi… Bir yandan Moğol istilâsı sarmış dört bir yanı bir yandan Bizans zulmü kuşatmış Anadolu insanını… Ve tabiî bu çift yönlü kıskacın belirsizlik ortamından istifade edenlerin oluşturduğu Vandallık da diz boyu…

İşte bu olumsuz ortamın içine doğuyor Mevlânâ, Hacı Bektaş-ı Velî ve Hacı Bayram-ı Velî… Hilâl’in üç ucu olarak gördüğüm bu ulular arasında bir “yıldız” gibi mekik dokuyan ve Anadolu’nun manevî inşasını gerçekleştirenlerden koca Türkmen Yunus Emre’yi de unutmak olmaz…

Demek ki… Bu yıldan başlayarak Mevlânâ’yı, Hacı Bektaş-ı Velî’yi, Hacı Bayram-ı Velî’yi ve Yunus Emre’yi daha yakından tanımaya ve anlamaya başlarsak, acılarımızın çaresini bulmuş oluruz… Peşpeşe gelen 800. yıl kutlamaları fırsatını toplum olarak çok çok iyi değerlendirmeliyiz…

İnşaallah bu fırsatı da kaçırmayız…

11.02.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

KÜRESEL ANALİZ



The Guardian gazetesinin yazary Jon Lee Anderson,

"Talabani'yi tanymak imkânsyz. Hem ABD'nin dostu, hem Yran'yn... Kendisini Maocu diye tanymlyyor, büyük bir servetin sahibi. Kim bu Talabani?" diye soruyor kö?esinde...

?iî asylly politikacy Muvaffak El Rubayi ise Talabani hakkynda:

"Onu alt etmek çok zor. Siz e?er Yslâmî bir ki?ilikseniz size Kur'ân'dan âyetler okur, Marksistseniz Marksist-Leninist teoriden söz eder, pek çok dili, çok az sayydaki kelimeyle zorlanmadan konu?ur."

Bunda anlamayacak bir?ey yok.

Adam küresel politikayy takip ediyor.

Hem fizi?i, hem de politikasyyla.

AB HAYATIMIZDA NELER DE?Y?TYRECEK

AB tarty?malary süredursun, bir gün AB'ye girecek olursak, ha-yatymyzda nelerin de?i?ece?ini dü?ündünüz mü?

Hayyr, hayyr.. Dü?ünmeyin. Dü?üncesi bile korkunç!

Meselâ:

• Sigaraya AB standarty geliyor

(Ne yani, ?imdi uluorta sigara içilmeyecek mi?)

• Taksiciler özel e?itimden geçecek

(Sakyn bu e?itim, araba nasyl yava? kullanylyr olmasyn?)

• Çöpleri rastgele atma devri bitiyor.

(Bitti?imizin resmidir. Çöpleri sa?a sola atmazsak, di?er ülkelerden ne farkymyz kalyr?)

• Trafikte yeni uygulamalar yolda

(Ne uygulamasy? Biz öyle uygulama filan tanymyyoruz.)

• AB gürültüyü önemsiyor

(Eh, bunu 'Ulusalcy'lar dü?ünsün.)

DAYAK MEVZUU

Almanya'da kadynlaryn yüzde 40'y dayak yiyormu?.

Sonunda,

Almanlary da kendimize benzettik!

DERYNLYK

CHP Genel Ba?kany Baykal gürledi:

"Derin devlet yok."

CHP, önce bir aynaya baksyn!

Ne görecek dersiniz?

HAFTANIN ESPRİSİ

"Eşime yeniden âşık oluyorum."

Ahsen Unakıtan

(Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın eşi)

DERİN ESPRİ

Alaattin Çakıcı için:

"Dinliyorsa, yanaklarından öperim. Eğer devlete bir hizmeti varsa."

Eski İstanbul MİT Bölge Başkanı Nuri Gündeş

HAFTANIN POLEMİĞİ

Şarkıcı Emre Altuğ, iki yıl önce:

"Sıcak

Çok sıcak...

Daha da sıcak olacak..." Şarkısını bestelerken, acaba 'küresel ısınmaya' mı dikkat çekmişti?

11.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Tefrikayı besle’



ABD’nin Irak üzerinden bir ulus inşa etme projesi vardı. Bunun da iki ayağı bulunuyordu. Birincisi, demokrasi inşası ki, siyaseti İran yanlısı Şiilere kaptırarak bunu eline yüzüne bulaştırdı. İkinci ayak da din inşası idi. Bunun için ayarladığı takımlar kifayet etmedi. Siyaset ayağında İyad Allavi ve Ahmed Çelebi gibiler kifayetsiz çıktı. Dinî ayakta ise Abdülmecid Hoi gibiler de Mukteda ve adamları tarafından tasfiye edildiler. Bu projeler ABD’nin elinde patladı.

ABD, Irak’ta ulus inşa edebilseydi, Ortadoğu’yu yeniden inşa edecekti. Irak ayağı yatınca bütün ayaklar yattı. Bir-iki yıl önce BOP’u dayatma çabasında olan ABD şimdi son savunma hatlarında bulunuyor. Din veya dinî anlayış inşa etme projesini de Neoconların derin ekibinden olan Halilzad’ın eşi Charly Benard üstlenmişti. RAND Corporation’ın hazırladığı ve bu tarz araştırmalara yılda 100 milyon dolar ayıran muhafazakâr Smith Richardson Vakfı’nın finanse ettiği “Sivil Demokratik İslâm: Ortaklar, kaynaklar ve stratejiler” tasarısı tutsaydı BOP’un dinî ayağı olacaktı. İslâm dünyasına bu model tatbik edilecekti. Charly Benard’ın tavsiyelerine kısaca göz gezdirelim: 1- Önce modernist ve laik Müslümanları kolla ve destekle. Bunun için: Modernist liderler, modeller ve kadrolar oluştur. Eserlerini yayınla ve dağıt. Kitlelere hitap etmelerini sağla. İslâmî eğitimde düşüncelerini öne çıkar. Fundamentalistlere ve geleneksellere karşı onlara medya desteği ver. Gençlere İslâm öncesi ve İslâmî olmayan tarih bilinci aşıla. Laik kültürel kurum ve etkinlikleri güçlendir.

2- Geleneksel Müslümanları fundamentalistlere karşı destekle. Bunun için: Aralarındaki anlaşmazlıkları teşvik et. İki kesim arasında oluşacak ittifakı engelle. Modernistlerle gelenekselleri birbirine yakınlaştır. Geleneksel kurumlarda modernistlerin sayısını arttır. Gelenekseller arasında farklılıkları ortaya çıkar. Hanefî mezhebi ile diğer mezhepler arasındaki farklılıkları büyüt.

3- Fundamentalistlerle savaş. Bunun için: Onların İslâm yorumunu ve çelişkilerini sorgula. Şiddet eylemlerinin sonuçlarını abart. Bu kesim içindeki liderlerin yolsuzluk gibi olumsuz durumlarını ortaya çıkarmaları için gazetecileri cesaretlendir. Bu mesajlar için gençleri, dindar geleneksel toplulukları, Müslüman azınlıkları ve kadınları hedef al. Eylemlerine sempati beslenmesini, kahramanlaşmalarını önle. Onları korkak ve düzen bozucu olarak göster.

4- Seçici bir şekilde laikleri destekle. Bunun için: Fundamentalizmin ortak düşman olduğuna dair onları cesaretlendir. Laik Müslümanların ABD karşıtı güçlerle, milliyetçiler ve solcularla ittifak kurmalarını engelle. İslâmda din ve devletin ayrı olduğu ve bunun imanı tehlikeye atmadığı düşüncesini destekle.

5- “Batılı İslâm” tezini destekle. Burada Alman İslâmı, Amerikan İslâmı, Türk İslâmı, Malay İslâmı gibi kavramların ve “ortak bir İslâm dünyası olmadığı”na dair kanaatin yaygınlaştırılması isteniyor.

6- Sufizmi güçlendir. Sufi geleneğin tarihlerinin parçası olduğuna inandır. Sufi öğretileri müfredatlara sok.

***

Radikalleri kır ve birbirine kırdır ve ılımlıları da besle ve destekle. Bundan dolayı Hişam Kabbani ile Zeyno Baran’ın neoconlar veya şahinlerle aynı mahfilleri paylaştıklarını görebiliyoruz.

Çoktandır Charly Benard ortalıkta gözükmüyor, ama galiba onun bıraktığı yerden yola devam edenler var. Bunlardan birisi de Newsweek dergisi editörü Ferid Zekeriya. Ne ilginçtir Benard’ın kocası Halilzad gibi birisi. İkisinin kökeninin de Musevi olduğu ve binaenaleyh kripto Yahudilerden oldukları ileri sürülüyor. The Road to Reformation adlı yazısında Kaide’nin ancak reform yoluyla ehlileştirilebilineceğini ve söndürülebileceğini iddia ediyor. Fırkalar savaşının düşünceler savaşına dönüştürülmesi gerektiğini savunuyor. Elbette biz de fırkaların müsademesi yerine müsademe-i efkârı yeğleriz. Bizce hiçbir mani yok. Lâkin o, Müslümanlar arasındaki farkları derinleştirmeye çalışıyor. ABD değerleriyle uyumlu ‘iyi Müslüman’ yetiştirmek için İslâmın farklı görüşlerine alan açmamız gerektiğini vazediyor. İslâmın farklı bir öngörüde bulunduğunu kim iddia edebilir ki? İslâmda fikrî çoğulculuk müsellem bir kaidedir, bununla birlikte İslâm fikir hürriyeti adı altında tefrikaya geçit vermez. Fikir çeşitliliği makbul olup fikir çeşitliliği üzerinde fırkalaşmaya gitmek ve bunu kemikleştirmek İslâmın ruhuyla bağdaşmaz. Dinler arasında farklılık ve çeşitliliğe açık olunması gerektiğini savunuyor. Bu çeşitlilik ehl-i kitap statüsü altında ilk günden beri zaten var. Bu tavsiyesini, en son ‘Amerika Hıristiyan Yahudi ülkesidir’ diye sürç-ü lisanla itiraf eden Colin Powell’in ülkesine saklasın.

***

Gelelim meselenin püf noktasına. İslâm mezhepleri veya fırkalarına yaklaşım konusunda karar mercilerine şu tavsiyelerde bulunuyor: ABD mezhep çatışmalarında ve fırka kavgalarında (İsrail’in Fetih ile HAMAS arasında yaptığı gibi) taraf olmamalıdır, aksine bu meselenin daha geniş zeminde tartışılmasını temin etmelidir. Mümkünse yenişmemelerini sağlamalıdır. Mezhep propagandalarına arka çıkmalıdır, demek istiyor. Çeşitlilik dediği şey İslâm içindeki tefrikayı desteklemek ve beslemekten ibarettir. Burada uyumu ve birlikte yaşamayı akla getiren pluralism yerine diversty kavramını bilinçli bir şekilde kullanıyor ki bu tefrika demektir. İslâm içindeki çeşitliliğin veya tefrikanın beslenmesinin ABD’nin düşmanlarını potansiyel olarak böleceğini de varsayıyor. İslâm içinde fırkalaşma tartışmalarını alevlendirmeliyiz diyor.

Ve yazısını şöyle bağlıyor: “Sonunda ölüm değil, ancak sadece bir Martin Luther reform meselesini gerçekleştirebilir...” Tavsiye ettiği şey şu: Önce tefrikayı besle ve ardından ABD ile uyumlu İslâmî bir anlayışı geliştirmek için bir Martin Luther bul. Belki de Mukteda güçleri tarafından öldürülen Abdulmecid Hoi Şiiler arasında böyle bir projenin adamı veya adayıydı. Bunun karşısında Kur’ân-ı Kerim’in buyrukları açık: Tefrikaya düşen ve bölük bölük olanlar gibi olmayın. İşte bu sizin ümmetinizdir; tek ümmettir...

11.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

301 ve laiklik



Son günlerin moda tabiri ile Türkiye’de bir “bilgi kirliliği” yaşanıyor. Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından yaşananlar “arkası yarın” dizilerine benzedi. Her gün yeni iddialar ortaya atılıyor. “Çetenin abisi” olduğu söylenen kişiyi polis mi, asker mi kullandı tartışmaları ayyuka çıktı. Her gün farklı bağlantılar ortaya çıkarılıyor. Tabiî bu ortamda adlî makamların ve güvenlik güçlerinin de sağlıklı çalışması mümkün olmuyor. Cinayetin hemen sonrasında “Çorap söküğü gibi olay aydınlatılıyor” görüntüsü yerini aslında çözülmez düğümlere bıraktı.

Bu kirlilik sırasında ülkenin sorunlarının da üzerine sünger çekiliyor. Asıl tartışılması gereken konuların üstü örtülüyor. Türkiye’nin hemen yanıbaşındaki Irak’ta yaşanan sıkıntılar, Kerkük meselesi, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı zulüm hiç konuşulmuyor. Hatta, Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref’in Ortadoğu’daki sorunlar konusunda yaptığı temaslar dahi küçük küçük haberlerle geçiştirildi.

Bütün bunlardan sonra da sağlıklı bir tartışma yapılamıyor.

* * *

Özgürlüklerin önünde büyük engel olduğu konusunda herkesin hemfikir olduğu 301. madde ile ilgili tartışmalar geçtiğimiz haftada yoğun bir şekilde yapıldı.

Sivil toplum kuruluşları önce Ankara’da Barolar Birliği’nin dâvetlisi olarak toplandılar, buradan ortak bir karar çıkmadı. Sonra İstanbul’da yapılan STK’ların 301’le ilgili toplantısından çıkan sonuçta adeta “geriye dönüş” şeklinde oldu. Aralarında insan hakları örgütlerinin temsilcileri, 301 mağduru yazar, çizerlerin olmadığı toplantıda “aşağılama” tabirinin, yerine “tahkir ve tezyif” olarak değiştirilmesi teklif edildi. Bir değişiklik de cezalarının azaltılması... Bu da daha önceki TCK’nın 159. maddesine geri dönüş anlamına geliyor. Yani, teklif, mevcut 301’in gerisinde…

Bu arada insan hakları örgütlerinin oluşturduğu İnsan Hakları Ortak Platformu ve Barış Girişimi ise bir çalışma yaparak maddenin tamamen kaldırılması için bir teklif hazırladı. Yani, şöyle bir madde hazırlansa yeterli oluyor: “Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi yürürlükten kaldırılmıştır…” Bu kadar da basit…

Tabiî bunu yapabilmek için de gerekli iradenin kararlılıkla ortaya konulması gerekiyor.

Ancak hükümetin bu maddeyi kaldırmak gibi bir düşüncesi yok. Onun için, hiç değilse 301 üzerinde yapılacak değişiklikler Hrant Dink cinayeti ile ilişkilendirilmeden, özgürlükçü bir yapıya kavuşturulmalı. Yoksa yapılacak düzenlemeler de tartışılır hale gelir.

Görülen o ki 301, makyaj yapmakla, kelimelerle oynamakla düzelmeyecek. Düşüncenin önündeki diğer maddelerle birlikte 301 de kaldırılarak TCK’nın “özgürlükçü” bir yapıya kavuşması gerekiyor.

Bunun için de, önce sağlıklı tartışma kültürünü oluşturmalı. Çünkü, hakaretlerle, ithamlarla bir yere varılamaz.

ÖNEMLİ NOT: Yazı İşleri Müdürümüz Faruk Çakır hakkında TCK’nın 301. maddesinden açılan dâvâya önümüzdeki Salı günü Bağcılar Adliyesinde devam edilecek. İlgilenenlere duyurulur…

***

Geçtiğimiz haftanın bir diğer netameli konusu da laiklik tartışmaları oldu.

Laikliğin anayasaya girişinin 70. yılı dolayısıyla Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in ortaya attığı sözler gündemin yoğunluğu sebebiyle gözden kaçtı, ama tartışılması gereken sözlerdi. Sezer, “Laiklik din ve vicdan özgürlüğü değildir” diyerek laikliğe yine bir “açılım” getirdi.

Herkesin laiklik tanımı farklı. Meclis Başkanı ayrı, başbakan ayrı, muhalefet liderleri, hukukçular, gazeteciler farklı tanımlar getiriyor. Hatta Sezer de Anayasa Mahkemesi Başkanı iken farklı bir laiklik tanımı ortaya atmıştı. Yani laiklikle ilgili hangi makamda bulunuluyorsa, ona göre açıklama yapılıyor.

Bundan şu sonuç çıkıyor. Türkiye’de laikliğin bir tek tarifi yok. Bu konu ne zaman gündeme gelse kafalar karışıyor. Bu yüzden anayasanın ilgili maddesinde laikliğin ne olduğunun tarifinin yapılması kafa karışıklıklarını giderecektir.

Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ın laiklikle ilgi görüşleri aslında her şeyi özetliyor:

“Anayasanın 24. maddesinin amacı, ne din ve vicdan özgürlüğünü doğru-dürüst bir güvenceye kavuşturmak ne de sahici bir laiklik tanımı yapmaktır. Bu maddenin işlevi, yabancı bir gözlemcinin de belirttiği gibi, din özgürlüğünü hiç bir çağdaş demokraside örneği görülmeyecek şekilde ‘dar bir kişisel alana sıkıştırmak’tır. Onun için, laiklik tartışmalarında ikide bir bu hükme atıf yapanlar, böyle yapmakla tartışmanın biteceğini sanıyorlarsa, sadece kendilerini kandırmış olurlar.” (Star gazetesi, 7 Şubat 2007)

Yani, kendimizi kandırmadan, bu tartışmaların da son bulması için laikliğe bir tanım getirilmeli. Yorumlarla tanım zorlanmamalı…

“Tanımsız” bir konudaki tartışma çok su götürür… Bizden bu kadar…

11.02.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Bid’a tuzakları



Âhir zamanın en tehlikeli özelliklerinden biri, dine zarar verecek bid’aların her yeri istilâ etmek suretiyle yaygınlık kazanması.

Bediüzzaman’ın çok dikkatli, duyarlı ve vurgulu bir üslûpla altını çizdiği çok kritik bir husus bu.

Bu hassasiyetin en önemli kaynaklarından biri, “Bid’aların ve dalâletlerin istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyyeye ve hakikat-ı Kur’âniyeye temessük edip (sımsıkı sarılıp) hizmet eden, yüz şehit sevabı kazanabilir” (Lem’alar, s. 171) şeklinde meallendirdiği hadis.

Bir mektubunda Sünnet-i Seniyyenin esaslarını muhafaza etmeyi Risale-i Nur’un aslî vazifesi olarak niteleyip “Sevk-i zarûretle ve hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez” (Kastamonu Lâhikası, s. 48) kaydını koymasının belli başlı dayanaklarından biri de bu.

Keza, Risale-i Nur hizmetine dostluğun şartları arasında “haksızlığa, bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmamak” (Mektubat, s. 329) maddesini zikretmesi de.

Bu ölçünün yer aldığı bahiste, bir üst mertebe olan “kardeş”in özellikleri “Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber beş farz namazını eda etmek ve yedi büyük günahı işlememek” olarak ifade ediliyor.

Bu “yedi büyük günah”tan birinin “dine zarar verecek bid’alara taraftar olmak” olduğu ise Barla Lâhikası’nda belirtiliyor (s. 178).

Böylece, bid’alara taraftar olmamak dostluğun ve kardeşliğin ortak şartlarından biri olarak nitelenirken, dostlar için ölçü “kalben taraftar olmamak” diye yumuşatılıyor.

Yani, dost konumundakiler bid'a ile amel etmek zorunda kalsalar da kalben taraftar olmamaları şart.

Demek ki bu husus, bir şekilde şahs-ı manevîye dahil olup onun manevî kazançlarından istifade etme noktasında hayatî bir öneme sahip. Kişi haksızlığa, bid’alara ve dalâlete hiç değilse kalben taraftar olmayacak ki, şahsî ibadetlerinde kusur ve noksanları olsa da, dostluk mertebesine dahil olabilsin.

Tabiî, böyle bir mazhariyete erişmesinin ardından bu kusur ve noksanlarını tamamlayıp telâfi ederek önce kardeş, sonra talebe payelerine erişmesi ideal olanı ve bu yol da ardına kadar açık.

Ama her kademede “dine zarar verecek bid’alara taraftar olmama” şartı değişmez bir ölçü.

Bu noktadaki dikkatsizliklerin, derecesine göre ne gibi şefkat veya zecir tokatları getirdiği Onuncu Lem’a’da misalleriyle anlatılıyor

Bunlardan biri, “ehl-i dünyanın nazarında mevki kazanmak emeliyle mühim bir bid’anın muallimliğini deruhte etti”ği için, “hanedanının şerefini zîr ü zeber edecek bir hadiseye maruz kalan” bir hafızın başına gelenler (s. 50).

Bir diğeri, Türkçe ezan bid’atının başlatıldığı günlerde Barla’da Üstadın evinin yanındaki camide görevli olan bir başka hafızın “Camide yeni usul yapmazsam men edileceğim. Yapsam, Üstad taraftar değil” deyip, hizmetin göreceği zararı düşünmeden, Üstadın muvakkaten başka bir köye gitmesini arzu etmesi ve sonrasında “dehşetli bir tokat” olarak ağır hasta olup yatağa düşmesi (s. 48).

Bid’a tuzağı her an karşımıza çıkabilen çetin bir imtihan unsuru.

Özellikle, tahribatçı ve bid’akâr bir rejimi tamir ve Sünnet-i Seniyyeyi ihya vazifesinde (Mektubat, s. 426) istihdam edilenler için..

11.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004