Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Sıkıntılar arttıkça, sığınmalar artar



Sıkıntı hali sığınmaya vesile

Sıkıntılar arttıkça, sığınması artar insanın. Ne zaman kişinin durumu iyiye gitmiyorsa, bu bir ‘gel’ sinyalinden başka bir şey değildir.

Günlük meşguliyetlerden sıyrılıp O’na gitmek, bir fıtrat gidişidir aslında. İnsanın gerçekte yönü O’na dönük olarak yaratılmış. Başkaca gidecek bir kapısı da yok zaten.

Onun için bizi O’na dönmekten alıkoyan ne varsa hayatta, hepsi kişinin zararınadır. Bu bazen mal, bazen evlât, bazen iş olabilir. Ya da başka bir meşguliyet. Meşguliyetimizin bizi O’ndan uzaklaştırdığını nasıl anlarız? İbadet saatlerimize, müdahale eden her şey bizi O’ndan uzaklaştırı-yor demektir. Yani kıldığımız namaz hayatımıza yön mü veriyor, yoksa, hayatla-ahiret arasında ‘arasatta’ mı kalmışlar? Bunu az çok fark ederiz. Böyle durumlarda hemen bir ‘dergâh’a sermek gerekiyor postu.

Nerede Allah’tan, peygamberden, imandan, Kur’ân’dan bahisler, sohbet konusu yapılıyorsa, orada Allah’ın ve peygamberinin bir himmeti var demektir.

İşte oralar asır insanının sığınaklarıdır. Günah sağanakları arttıkça, sıkıntılar arttıkça, sığınaklar daha bir anlamlı hale geliyor. Depremler sığınakları zorunlu kıldı hayatımızda. Dünyevî hayatımızı garantiler gözüküyor sığınaklar.

Ya uhrevî hayatımız? Var mı sığınağınız?

Böyle hamallık, ahmaklık

Sıkıntı yaşayınca, sığınmayı yaşıyor insan. Huzuruna gidecek bir Kudretin varlığı, tam bir kulluğu hatırlatıyor.

Bazen bir hastalık yakınlaştırır bizi O’na, bazen bir kaza, bazen de bir başka musibet, bazen de ölüm.

Ama O’nun huzuruna çekilmek için ille de bir musibet gerekmemeli. Sevincimiz de, nasibimiz olan bir nimet de, bir kazanımımız da O’na sığınmaya vesile olmalı.

Zaman zaman, ben de kendimi akıp giden hayatın içinden çekip, tanıdık, tanımadık simalardan uzak bir şekilde, kendimi bulduğum mekânlara sığınırım. Sürekli olmasa da zaman zaman yaşanası bir hal bu. Dergâhım, mekânım, tahassüngâhım bazen bir kıyıda kalmış cami köşesi, bazen kimsesiz bir saatte evimin öte odası, bazen de ihlâslı insanlar topluluğunun sohbet arenası.

Ararsa o mekânı buluyor insan. Buralarda her şey daha bir anlamlı, daha bir yakın seccade insana. Rahlenin içine sığıştırıp ayaklarımı, dünyaya kilitleyip adeta Kur’ân-ı Hakim’in mest eden ahengine bırakırım kendimi. Okurum ağlarım. Ağlarım okurum. Bu benim için en güzel kulluk hali.

Her şeyini bırakıp bir kenara, her şeyi Verene dönüp, halini arz etmek, oldukça anlamlı bir duygu insan için. İnsan olup da bu tatlı halden uzak olmak, düşünülesi bir şey değil.

İnsan böyle haller yaşıyorsa insandır. Ve böyle haller de her insanda ayrı tezahür ediyor. Anlatılması kolay bir duygular değil bunlar.

Ben, öyle mekânlarda ve öyle zamanlarda anlıyorum, kendimizi ne çok neticesiz konularda ne kadar yorduğumuzu. Hayatın ederinin ne olduğunu buralarda daha iyi anlıyor insan.

“Çekilmek kenara akıntılardan” tabirini kullanıyorum buralar için.

Günübirlik hayatın bitmeyen meşgalesi, derinlere inmeye öyle büyük bir engel ki.

Omuzumuza yüklediğimiz yük, taşıma haddimizin çok üzerinde.

Hamallığı seviyoruz. Ama bu hamallık da değil aslında, apaçık bir ahmaklık.

Gemiye binip, yükünü belinden indirmeyen ahmak.

Meşguliyetlerimizin kime, ne faydası var?

Hayatınızdan vererek taşıdığınız şeylerin, sonraki hayatta bize faydasının olmaması ne kadar düşündürücüdür. Hatta elde ettiklerimizin aleyhimizde şahitlik etmesi, düşünülesi bir konudur. Kazandıklarımızdan, malımızdan hesaba çekilmek ve yakayı kurtaramamak akıl karı değil.

Topladıklarımızın, biriktirdiklerimizin lehimize şahitliğine çalışmalıyız.

Büyükler nasıl yaşamışsa hayatı, öylece yaşamalı

Çok büyük maddî ve manevî lezzetler verilmiş insana. Huzur’un yolları muhtelif.

Rabbimiz; “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.” diyor. Dünyamızda nasıl bir yaratıcı tasavvuru taşıyoruz önemli. Ne kadar yakınlığımız var O’na, ne kadar seviyoruz O’nu, ne kadar tanıyoruz, biliyoruz, hesabı çıkarılmalı.

O’nun halimizden, fiilimizden razı olması, her şeyin üstünde. İnziva halinin olgunlaştıran hususiyeti, büyüklerin büyüklüğüne katkılı. Çam dağı, Erek dağı, Yuşa tepesi, Barla dağları ve hapishaneler onun için oldukça anlamlı.

Hayattan kopalım demiyoruz ama, taa orta yerinde de durmayalım. Akıcı olan selin, süpürüp götürdüğü nice devler mevcut.

Hayatın akıcılığından kenara çekilmek, hayatı daha doğru okumayı netice veriyor.

Sürüklenirken, sürüklenme halini göremez insan.

Görmek için, kenara çekilmek gerekiyor.

Büyüklerin hayatları onun için büyük.

03.03.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

İki Anadolu



İki Anadolu görüyoruz ekranda.

Birincisi, “töre” kalıplarından çıkmayan, barbar ve vahşi insanlar.

Tıpkı, “Yaralı Yürek” ve “Ezo Gelin” dizisinde “resmedilen” karakterler gibi.

Biliyorsunuz, “Yaralı Yürek” dizisinin ekibi (Show TV) kendilerine yapılan saldırıdan sonra, Şanlıurfa’da çekimlere ara verip, Kapadokya’ya taşındı.

Yani “hatalarında” ısrar edecekler.

“Yaralı Yürek”ten önce “Ezo Gelin” tartışmaları yaşanmıştı.

Şimdi diyorlar ki, Gaziantep yerel basını Ezo Gelin için karşı kampanya başlattı.

Ve diyorlar ki:

“Dizi film linci bu kez Gaziantep’e sıçradı”

Yani böyle bir olay yok. Ama “olabilir” endişesiyle şimdiden ortalığı velveleye veriyorlar.

Yahut tahrike çanak tutuyorlar.

Yerel gazete ne yazıyor?

“Ezo Gelin bölgenin örf ve âdetlerini hiçe sayıyor.”

Ne var bunda?

İnsanlar geleneklerinde hassas davranamaz mı?

Dahası diyorlar ki:

“Aylardır Gaziantep’te ‘Ezo Gelin’ dizisinin sanal bir ortamda gerçekle ilgisi olmayan bir senaryo ile oynatılması bizleri küçük düşürüyor. Bu sebeple bu dizinin bir an önce durdurulmasını ve Gaziantep’ten çekilmemesini istiyoruz.”

Her ne kadar Gaziantep Valisi Süleyman Kamçı bu ifadeler için, “kafayı üşütmüş insanlar bulunabilir” diyorsa da ciddi tahriklere de kapılmamalı...

Tepki, normal bir zeminde gösterilirse “meşruiyet” kazanır.

*

Gelelim ikinci Anadolu’ya.

İkinci Anadolu, gerçek insanımızın “resmedildiği” programlarla ekrana geliyor.

Tıpkı, “Gezelim Görelim (TRT1),” “Şoray Uzun Yolda (Kanal 7),” “Maceracı(STV),” “Seyr-ü Alem (Hilal TV),” ve diğerleri gibi.

Anadolu’yu karış karış gezen televizyon programcıları çok iyi bilir ki, insanımız sevecen ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı...

Öyle misafirperver ki, televizyon programcılarına bile aileden biri gibi davranıyor...

Hangi programcı Anadolu’ya çıksa, kendine malzeme bulur. Her bölgenin kendine has kültürü, yemeği, oyunları ve hatta düğünleri programcılar için bulunmaz bir hazine.

Anadolu insanının bu şirin, güzel yüzünü göstermek varken, dizi film yapımcıları niçin “yanlış” bir Anadolu insanı portresi yansıtır, anlamakta zorlanıyorum.

03.03.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan YÜKSELTEN

Aya tutulmak



Gökyüzü hadiseleri her zaman insanların ilgisini çekmiştir. Gökyüzündeki olaylara karşı hep bir merak içinde olmuştur insanoğlu. Özellikle Güneş tutulması, Ay tutulması gibi belli aralıklarla olan hadiselerde insanın nazarı gökyüzüne daha bir dikkatle çevriliyor. Gezegenleri, yıldızları daha farklı bir nazarla görüyor insan.

Ortaöğrenimdeyken şimdi ismini hatırlamadığım bir derste Güneş sistemindeki gezegenleri öğreniyorduk ve o zamanki aklımızla bir çırpıda bütün gezegenlerin isimlerini hafızamıza almıştık. Hatta okul arkadaşlarımız arasında tekerleme gibi söylerdik: Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün, Plüton diye. Benim dikkatimi en çok ilk ve sonuncu sıralardaki Merkür ve Plüton gezegenleri çekerdi. Merkür’ün çok sıcak, Plüton’unsa çok soğuk olduğunu düşünürdüm. Bu gezegenleri sadece ismen bilirdik gerçi. Ama Ay gözümüzün önünde olduğu ve her gece bize misafir olduğu için, onun yeri her zaman çok ayrıydı.

Geçen yıl Dünya Astronomlar Birliği bir araya gelip Plüton’u gezegenlikten çıkardı hatırlarsanız. Yıllardır gezegen olarak bilinen Plüton bir anda gezegenliğinden olmuştu. Farkında olmadığımız, hiç görmediğimiz nice cisimler insanoğluna hizmet ediyorlar aslında. Öğrendiğimiz kadarıyla güneş sisteminin en uzaktaki gezegeniydi Plüton. Kendisi gezegen olup olmadığının farkında değildi elbette. Dünyalılar onun varlığının farkında değilken de o vazifesini yapıyordu, farkına varıp gezegen kabul ettiklerinde de vazifesini yaptı, şimdi gezegen kabul edilmese de vazifesini yapmaya devam ediyor.

Benzer şekilde bize en yakın gök cismi olan Ay da vazifesini kusursuz yerine getiriyor. Güneş sistemindeki gezegenlerle kıyaslandığında Ay bize en yakın olan gökcismidir, dünyanın uydusudur. Güneşle birlikte gözümüze en yakın gözüken iki gök cisminden biridir. Dünyadaki hayatın devam edebilmesi için yıllardır vazifesini hiç şikâyet etmeden yerine getiren, aynı zamanda bize takvimcilik yapan bir hizmetkârdır. Gözümüzün önündedir. Geceleri bir lamba gibi gökyüzünde dururken sevimli ve sıcak gülümsemelerini bize gönderen, her gece sakin ve sessiz bir şekilde bizleri izleyen nur yüzlü bir yol arkadaşımızdır. Yıldızlar vardır ondan çokça sayıda, ama Ay bir tanedir ve yıldızların hiçbiri dünyamıza onun kadar yakın değildir.

Yunus Sûre’sinde Allah şöyle buyuruyor: “O, Güneşi bir aydınlık, Ayı da bir nur kıldı.”1 Mülk Sûresi’ndeyse şöyle bir âyet geçer: “Rahman’ın yaratmasında hiç bir uygunsuzluk ve düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir de (semaya) bak! Hiçbir çatlak ve kusur görebilir misin?”2 Ay tutulurken, insan Güneş, Dünya ve Ay’ın Allah’ın kudreti önünde nasıl secde ettiklerini görüyor. Koca cisimleri birer tesbih tanesi gibi çeviren Allah’ın azametini tekrar hatırlıyor. Ay tutulurken insan da Ay’a tutuluyor. Çünkü Allah’ın geceye de, kâinata da hükmettiğinin işaretleri vardır Ay’da. Çünkü bir elifiyle Ay’ı iki parça eden Resûlullah’ın (asm) hatırası, bize gece lambalığı yapan sevimli bir dostumuzun sıcaklığı vardır orda.

Bediüzzaman Sözler adlı eserinde şöyle der:

“Güyâ şu güneş bizlerle konuşuyor. Der:

“‘Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla sıkılmayınız. Ehlen sehlen, merhaba, hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdâr-ı şehnaz.

“‘Ben de sizin gibiyim; fakat sâfî, isyansız, mutî bir hizmetkârım. O Zât-ı Ehad-i Samed ki, mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni musahhar-ı pürnur etmiş. Benden hararet, ziyâ; sizden namaz ve niyaz.

“‘Yahu, bakın kamere. Yıldızlarla denizler, her biri de kendine mahsus birer lisânla, ‘Ehlen sehlen, merhaba’ derler. ‘Hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız?’”3

Güneş hararet ve ziya kaynağı olma vazifesini, kamer gece lambası ve takvimci olma görevini hakkıyla yerine getiriyor. Peki ya biz insanoğulları bu şirin mavi gezegenimizde, her şey bize musahhar edilmişken, namaz, niyaz ve şükür vazifelerimizi ne oranda yapabiliyoruz acaba? Ay tutulurken, Ay’a tutulmuşken kendi nefsimizi hesaba çekmeye ne dersiniz?

Dipnotlar:

1- Yunus Sûresi, 5

2- Mülk Sûresi, 3

3- Sözler, s. 683

03.03.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Risâle-i Nur ve termal sıcaklığı



Termal enerjinin belki de en fazla mazhar olduğu ve kullanıldığı topraklar bu güzel ülke. Hemen hemen yurdumuzun her tarafında şifa veren çok kıymetli kaplıcalarımız var. Sıcaklığıyla ünlü. Her türlü derde devâ olabilecek bu hazine kaynaklarını lütfeden Allah’a binlerce şükürler olsun.

Risâle-i Nurlar da tıpkı bunun gibi Türkiye’yi kucaklayan, sarmalayan bir sıcak hareketin adı ve tatbikatıdır. Bunca haksızlığa ve kanunsuzluğa rağmen, bunu yapanlara kin, düşmanlık ve hınç beslemeden birlikte yaşamayı ve düşünmeyi başarabilmek az bir hadise değil elbette.

Bundan sonra Risâle-i Nur talebelerine düşen en büyük görev, bu hakikatleri toplumda ve bireysel olarak yaşayıp tatbik etmek; yetkili ve etkili kişilere düşen görev ise bunlara saygı duyup haklarını kabul ve tasdik etmek olmalıdır. İnanmayabilir, sevmeyebilir, kıza da bilir. Ama saygı duyup saldırmaması gerekir.

Ülkenin var olan ve emniyet ve asayişi için lâzım olan bu en kıymetli enerji ve manevî varlığına lakayt kalmak, bunu görmezden gelmek, hele de bu noktadan sonra onu zararlı görüp düşman kesilmek izahı olmayan mantık dışı bir şeydir.

Bu sıcaklık âlem-i İslâmiyeti de, âlem-i insaniyeti de kaplamış durumdadır. Dünyanın gündeminde olan bir yüksek hakikate bazıları arkasını dönse ne yazar ki! “Gözünü kapayan ancak kendisine gece yapar.” Güneş gibi hakikatlere göz kapamak akıllı bir insanın yapacağı iş değildir.

İnsanlığın mutluluğu ve refahı için inzâl edilmiş, vahyedilmiş ve gönderilmiş İlâhî ferman Kur’ân-ı Kerim ve onun tebliğcisi merhamet peygamberi Hz. Muhammed’in (asm) getirdiği kanun, emir ve yasakların sıcaklığı asırları kucaklamıştır.

Risâle-i Nurlar bu ulvî hakikatlerin, bu zamanda, bugünün insanına orijinal hakikatlere uygun bir şekilde takdimi ve sunumudur. Mesajları bir termal kaplıca suyu sıcaklığındadır. Anne şefkati konumundadır. Sevginin, aşkın, merhametin, şefkatin o sıcak atmosferinde ve kıvamındadır.

Dışlayıcı değil kucaklayıcıdır.

İtici değil, cezbedicidir.

Kuşatıcı, çekici, usandırmayan, yabanî düşmeyen bir hal arz eder.

İnsanı cezbeden ifadelerin kaynağı olan bu eser külliyatından istifade etmek, her şeyden önce bireylerin kendilerine yardım etmeleridir.

Bu sıcaklığı başkalarıyla paylaşmak başlı başına bir mutluluk formulü ve lezzet kaynağıdır.

Bu sıcaklık havuzunda yüzmek maddî ve manevî kirlilikten azade olmaktır.

Bu değerleri bulup ihtiyacı olanlarla paylaşmak da, şu an bu değerli eserlere muhatap olanların vebal borcudur.

Bu sıcaklığı yıllara, yollara, dağlara, ovalara, kıt'alara ve muhtaç gönül topraklarına ekmek ve yeşertmek ümit ve temennisiyle.

03.03.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Amasya'nın bardağı



28 Şubat 10. yıldönümünde hatırlandı, tartışıldı. Yapanlar, yapılanlar ve kendisine yaptırılanlar orta yerde duruyor. Tıpkı 27 Mayıs ihtilâli gibi. Bir taraf vatanı kurtarmak ve memleketin kötüye giden mukadderatını değiştirmek için millete, milletin iradesine ve milletin kalbi mesabesindeki meclise müdahele etmenin derin huzurunu yaşıyor. Öbür taraf, bunun demokrasiyle, hukukla, insan hak ve özgürlükleriyle vatanı kurtarmayla hiçbir alâkasının, ilişkisinin ve ilintisinin olmadığını ifade ediyor.

Hangi tarafın haklı olduğu da 2007’lere kadarki sürede ülkenin geçtiği ekonomik, siyasî, vb, alanlarda geçirdiği badirelerden anlaşılabilir. 27 Mayıs’taki hukuk faciasının benzeri, ihtilâl bahanelerinin sudan sebepler oluşu, ihtilâl sonrası demokrasinin gerilemesi gibi, siyasal hesaplaşmalara alet edilmesi gibi tahammülü zor yöntemler ve sonuçlar 28 Şubat sürecinde günümüzün versiyonuna uyarlanmış bir şablon gibidir aslında.

Her askerî ihtilâl, güya vatanı kurtarmak, milleti huzur ve barış ortamına kavuşturmak için yapılır. Ama millet bir türlü rahat olmamış, huzura kavuşmamıştır. Üstüne üstlük bir on yıl sonra aynı problemler orta yerde durmakta ve yine bir ihtilâl, bir cunta hareketine malzeme sayılmaktadır. Amasya’nın bardağı bir olmazsa bir daha. Milletin ve devletin demokrasi, hukuk ve fikir özgürlüğü alanlarında kaybettiği itibar da cabası. Buna bir de ihtilâl yapanların sorgulanmaması, hesaba çekilmemesi, cezalandırılmaması de eklenirse durumun vehameti daha belirgin hale gelir.

Milletin dış güçlere karşı mücadele için sağladığı yetki ve silâhı, araç ve âleti; sivil, silâhsız, seçilmiş ve savunmasız kitlelere karşı kullanıp bu işten zaferle çıkıldığını söyleyip gururlanmak aslında traji komik ve maskaraca bir şey. Çünkü karşılarında eş değerde bir güç yok. Dahası bu hedefe giderken bir takım plan ve projelerle bilgi kirlenmesi yaparak, bir takım kişi ve zümreleri de toplum mühendisliği taktikleriyle karalayarak hedefe ulaşmak hiç de kahramanlık sayılamaz. Yoğurda kartondan bir hançer saplamak gibi bir şey bu.

Her on yılda bir, bir on yıl önceki bahaneleri söylemek kendi beceriksizliğini itiraftan ve başarısızlığını ilândan başka bir şey değil. Sözgelimi eğer bir bölücülük PKK gibi bir problem onca müdahaleye rağmen halledilememişse uygulanan yöntemlerin iflâs ettiğini gösterdiği gibi bu problemin sürdürülmesinde katkıları olduğu intibaının uyanmasını da beraberinde getirmektedir. Eğer mesele bir dindarlık ve inanç karşıtlığı ise her müdahaleden sonra inanç trendinin artarak tırmanışa geçmesi de yine bu konudaki yanlışlığı ve çaresizliği sergilemektedir. Zira inanç ve fikirle mücadele etmek kimsenin harcı olmamıştır. Hele de inanca, fikre karşı silâhla müdahaleye yeltenmek mücadeleyi daha baştan kaybetmek demektir.

Bir insanın elindeki ekmeği almak isteyenler eline vurup, ya da elinden kaparak o ekmeği alabilirler. Ekmek o insanın ağzındaysa ensesine vurup veya boğazına sarılıp o ekmeği alabilirler. Eğer ekmek yutulmuşsa, o insanın karnını yarıp midesinden ekmeği çıkarabilirler. Ancak ekmek midede sindirilmiş ve gıda olarak damarlardaki kana karışmış ve hücrelere dağıtılmaya başlamışsa artık o ekmeği almak, kapmak mümkün değildir. İnanç, fikir ve demokrasi olguları bu milletin dem ve damarlarına işlemişse artık müdahalelerle, hareketlerle, ihtilâllerle bu olguları yok etmek imkânsızdır. Çabalar boşa gidecektir.

03.03.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Darbelerden kalanlar



27 Mayıs hariç, diğer darbe, muhtıra ve süreçleri bizzat yaşayan ve acı hatıralarını hafızasında taşımakta olan birisi olarak, darbelerin çokça konuşulduğu şu günlerde ben de duygularımı dile getirmek istedim. Bizler on yılları darbeleri anarak geçirdik, inşallah bizden sonrakiler böyle bir takvimle yaşamak zorunda kalmazlar. Demokrasinin, özgürlüklerin, millet iradesine saygının huzurlu havasını teneffüs ederek hayatlarını sürdürürler.

27 Mayıs’ın acısı babalarımızın yüzünü soldurmuştu. 17 Eylül’ü hiç unutamıyorlardı. Ezanlar okunurken ellerini açarak “Bize bugünleri gösteren Rabbimize şükürler olsun” derken, buna vesile olan demokrasi şehitleri için de duâlar ediyorlardı. 27 Mayıs’ın bayram olarak kutlandığı günlerde millet ekseriyeti mâtem tutuyordu. Meydanlarda birkaç resmî görevli nutuk okurken orada bulunan halkın içi kan ağlıyordu. Onların iç çekip hüzünlenmesine çocukken fazla anlam veremiyordum. Ama 71 Muhtırasında bir lise öğrencisi olarak millet iradesine karşı cunta iradesinin hâkimiyetini içime sindiremedim. 12 Eylül’de ise, silâh altında bir asker olarak, hayatımın en zor görevini yapmak zorunda kaldım.

Sabah saat 04’te silâh kuşanıp bir manga askerle sokağa çıkma yasağını uygularken, sabah namazı için camiye gelen yaşlı amcaları “Sokağa çıkmak yasak, evlerinize dönün” diye geri çevirirken, ihtilâlin acımasızlığı yüreğimi acıtıyordu.

Memleketi uçurumun kenarından kurtardığı iddia edilen ihtilâllerin, aslında memleketi uçurumdan aşağı attığı ortaya çıkmıştı. İlk zamanlarda akan kan durdu diye sevinip darbeyi destekleyenler de zamanla darbe yemeye başlayınca, felâketin farkına vardılar ama iş işten geçmişti. “Madem akan kanın bir günde durdurulması mümkündü, şimdiye kadar niye durdurmadınız” diye sorulan suâllerin ise bir türlü cevabı verilemiyordu. Siyaseti ihtilâl anayasası ile istedikleri gibi şekillendirdikten sonra kendileri de en yüksek makamlara çıkmışlardır netekim!

28 Şubat’ın ise, benim için ayrı bir önemi ve daha derin izler bırakan hatıraları var. Hafta sonu tatilleri ile birleştirilmiş uzun bir Kurban Bayramı ertesinde işe başlamış, mesaî bitiminde evin yolunu tutmuştum. Eve geldiğimde masanın üzerinde bir pusula buldum. “Mahalle bekçisi geldi, imza karşılığında bu kâğıdı teslim etti” dediler. Ben pusulayı okurken, eşim ve çocuklarım endişeli bakışlarla beni süzüyorlardı.

Bu bir celp evrakıydı. Baş kısmında “mahkûmlar için” yazıyordu. Altında ise, “İstanbul 3 no’lu DGM tarafından verilen ve kesinleşen cezanızın infazı için 5 gün içinde infaz savcılığına teslim olmanız…” şeklinde devam eden maddeler vardı.

Pusulayı katlayıp cebime koyarken, herkes bana bakıyordu. “Şimdi ne olacak?” der gibiydiler. Ben de sadece “Hasbünallah ve ni’me’l-vekîl, ni’me’l-Mevlâ ve ni’me’n-nasir” diyerek tevekkül ve teslimiyet içinde “Haydi bakalım yemeğimizi yiyelim” deyip mutfağa geçtim.

Mevlâ’yı vekil olarak kabul ettikten sonra hiçbir dâvâyı kaybetmek mümkün değildir. Nitekim verilen hükümler, kesinleşen kararlar, son mercî olan Hâkim-i Âdil tarafından tasdik edilmedikçe, infaz edilemiyordu.

Bir yandan 28 Şubat süreci devam ederken, bir yandan da AB süreci devam ediyordu. Durmadan “uyum yasaları” çıkartılıyor, “demokratikleşme paketleri” hazırlanıyordu ama, genellikle paketlerin içi boş çıkıyor, uyum yasaları ise çağdaş hukuka bir türlü uymuyordu. Bazı yasalar, o günkü Adalet Bakanının da dediği gibi “zorlanarak” uygulanıyordu.

Aradan on yıl gibi bir süre geçmiş olmasına rağmen, 28 Şubat’ın rengine ve şekline karar verilmiş değil. Postmodern darbe mi, demokrasiye balans ayarı mı, büyük darbeyi önleyen bir amortisör mü, yoksa gerçekten bir darbe mi olduğu konusunda görüş birliğine varılamadı henüz. Ama kesin olan bir şey var ki, rengi ve şekli ne olursa olsun, hiçbir darbe bu millete mutluluk getirmemiştir.

03.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Diplomasi molası



İran’ın ideolojik yönünü görenler onun pragmatik yönünü pek fark edemiyorlar. Pas geçiyorlar. Aslında denildiği gibi İran iyi bir pazarlıkçıdır. Diplomasi kurdudur. Bu itibarla, pragmatik bir ülke olarak da nitelendirilir. Zorlu bir pazarlıkçı olarak da tanınır. Son ana kadar kartlarını açmaz. Ama netice itibarıyla pazarlıkçıdır. Mangalda kül bırakmayan Nejad, şimdi Suudi Arabistan’a giderek bu yönünü de tescillemiş oldu. Diplomatik pazarlıkla birlikte bölgesel ve uluslararası uzletini kırmaya çalışıyor. Etrafındaki uluslararası mengene ve çember giderek daralıyor. Çin ve Rusya’ya ne kadar güvenebilir? Zor zamanda satmayacakları ne malum? Hep böyle olmadı mı? Söylenenlere göre ABD, 2003 yılında hışımla Afganistan ve Irak’ın üzerine gidince bundan ürken İran kayıtsız şartsız ABD ile masaya oturma kararı almış, ama güçlü pozisyondan ABD buna razı olmamıştı. İran’ın pazarlık arayışına metelik vermemişti. Rafsancani ABD ile iyi ilişkiler kurma taraftarı idi. ABD bunu reddedince İran’da Nejad’la birlikte B takımı öne çıkmaya başladı. İran’ın B planını yürüten B takımı ileriye kaçış siyaseti izliyordu. Irak’ta hem askerî olarak, hem de siyaseten yenilen Bush yönetimi ise o da ileriye doğru kaçıyordu. İleriye kaçan Bush ve Nejad yönetimlerinin bir kaza çarpışmasına yol açma ihtimalleri pekâlâ mümkündü. Aslında iki taraf da son sıralarda, bundan dolayı birbiriyle pazarlık arıyorlar ama birbirinin ciddiyetine de pek güvenemiyorlardı. Bush yönetimi ciddiyetini ve kararlılığını kanıtlamak için Körfez’e yığınak yaptı. Gemiler gönderdi. Nejad ise gerçekleri gördü ve 2003 yılında kotarılamayan pazarlığı bu defa daha müsait şartlarda Suud üzerinden kotarmaya çalışıyor. Bu diplomasi trafiğini ilk başlatan Suud’un pragmatik kişiliği Bender Bin Sultan ile İranlı meslektaşı ve yine pragmatik bir kişilik sergileyen Larijani oldu. Hem Bender, hem de Larijani ülkelerinin güvenlik konseyi başkanlığını da yürütüyorlar. Nejad’ın Suudi Arabistan ziyareti ise bu pragmatik eğilimin zirve ile taçlandırılması demek. Irak direnişi olmasaydı sözkonusu taraflar asla bir araya gelemezdi. Bir başka gerçek de şu: Pazarlık kotarılacaksa şayet, buna Nejad’ın Hatemi ve Rafsancani’den daha ehil olması.

***

Kenan Evren Paşa asker kökenli olduğundan dolayı konsey döneminde pekâlâ Türkiye’nin idarî olarak 8 bölge valiliğine bölünmesini savunabilmiş. Şimdi de savunuyor. Ve gelen tepkiler üzerine kendisini şöyle savunuyor: “Benim Kürtlerle veya PKK ile bir ilişkim olabilir mi? Ben ülkemin menfaatini seslendiriyorum...” En radikal ve aynı zamanda en pragmatik olan Nejad da aynı potansiyeli barındırıyor. Yarın İran halkının karşısına çıkar, aynı üslupta kendisini izah edebilir. Zira Araplarla bütün barış girişimlerini İsrail’in en şahinleri gerçekleştirmiştir. Menahem Begin Sedat’la Camp David’i imzaladı. Kemikkıran Rabin Arafat’la barış yaptı. Şaron tek taraflı olarak Gazze’den geri çekildi. Bu da şunu gösteriyor: Barış için güvercin değil, şahin olmak gerekiyor. Barışı barışçılar yapamaz. Şahin ve pragmatik Nejad da tam böyle bir adam. Zaten kendi ifadesiyle tabanını değil, Hamaney’e bağlı nizamı yani düzeni temsil ediyor. Tabanın değil, tavanın iradesini temsil ediyor. Onun politikalarının uygulayıcısı. Zaten son sıralarda o kesimler pazarlık marjını zorladığını söyleyerek kendisini azarlamaya başlamışlardı. Bu süreç tamamlanırsa bu İrangate sürecinin resmileşmesi anlamına gelecektir. Yine de son söz için erken ve bütün seçenekler hâlâ masada.

***

Bölgede yoğun bir kafa karışıklığı ve bir de pazarlık zemini var. Şarku’l-Avsat gazetesi yazarlarından ve ISIS Ortadoğu Masası Şefi Memun Fendi de böyle bir pazarlık paketi ortaya attı. Londra merkezli düşünce kuruluşu Uluslararası Stratejik Etüdler Enstitüsünün Orta Doğu direktörü Memun Fendi, Financial Times için bu yönde bir yazı kaleme aldı. Yazının başlığı “Toprak karşılığı Irak, bölge istikrarı için en iyi umuttur.” Memun Fendi, Ortadoğu’da yıllardır bir barış anlaşmasının barış karşılığı toprak ilkesine dayanacağının düşünüldüğünü hatırlattı. Yani İsrail’in, barış ve Arap dünyasınca tanınması karşılığı, 1967’de işgal ettiği toprakların tamamından ya da bir bölümünden çekilmesi.

Fendi Amerika’nın Irak macerasından arta kalan enkaz sonrası, yeni bir yaklaşımın ortaya çıktığını da belirterek, “Toprak karşılığı Irak” olarak adlandırdığı yaklaşımı ana hatlarıyla açıkladı: “İsrail’in işgal ettiği Golan Tepeleri, Batı Şeria ve Gazze Şeridi yeniden Arapların kontrolüne verilecek. ABD, İsrail işgalinin son bulması amacıyla inanılır bir barış sürecini garanti edecek. Arap ülkeleri, özellikle de Irak’ın komşuları olanlar, bunun karşılığında Irak’ın istikrara kavuşmasına yardımcı olacak. Böylesi bir yaklaşım Suriye’nin, İran’la ittifakının son bulmasına yardımcı olabilir. Ayrıca Irak’taki gelişmelere ilgisiz Körfez ülkelerinin, bu sürecin parçası olmaları teşvik edilecektir. Yeni strateji İran’ı Arap dünyasından tecrit edecek, Körfez bölgesine istikrar getirecek ve Körfez’in petrol zengini ülkelerinin İsrail’le barışmalarına yol açacaktır.” Velhasıl, şimdi, pazarlıkların masada olduğu bir diplomasi molasındayız.

03.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ortak payda



2002 YAŞ’ında Jandarma Genel Komutanlığından Kara Kuvvetlerinin başına kaydırılmasıyla, bu görevdeyken Kıbrıs meselesindeki “atak”larıyla, dönemin YÖK Başkanı Gürüz’le beraberindeki rektörleri makamında kabul edip “Üniversite açılışlarını laiklik mesajları vermek için değerlendirin” tavsiyesinde bulunmasıyla ve klasik Batı müziği merakıyla hatırlanan emekli Orgeneral Aytaç Yalman’ın, Beyaz Enerji operasyonundaki tutumu da hâlâ tartışılıyor.

Bu tartışmalar çerçevesinde, Turkish News gazetesinde çıkan bir haberin Yeni Asya’da da kısaca yer almasına tepkisini, tazminat dâvâsı açarak göstermişti Yalman. Son günlerde o tartışmalara yeni boyutlar katan farklı iddialar ve ithamlar yayınlandı. Yalman’ın bunlara da aynı tepkiyi verip vermediğini ise bilmiyoruz.

Zaten konumuz o değil. Üzerinde durmak istediğimiz husus, Yalman’ın emekli olduktan sonra yoğunlaştığı ve kitap olarak çıkarmadan önce Cumhuriyet gazetesinde yayınladığı çalışmaların sonuncusunda dile getirdiği bir fikir.

“Vatanseverlik” konulu bu çalışmasında Yalman, hayli dikkat çekici önerilerde bulunuyor.

Söz gelişi, “Vatanseverlik, içinde farklı görüş ve fikirleri barındırabildiği ve onları vatanın ve ulusun kültürel zenginliği olarak görebildiği ölçüde güçlenir” dedikten sonra şunu yazıyor:

“Birbirimizin farklılıklarına—incitmemek ve incinmemek üzere—katlanabilirsek vatanperver oluruz, çünkü üzerinde yaşadığı toprakları seven insanların ortak paydaları vatanseverlik olmalıdır.”

Bu ifadelerin Yalman gibi bir imzadan sâdır olması, ilk bakışta, öteden beri her alanda “tektip”çi yaklaşımın savunucusu olarak kendisini gösteren askerî cenahta nihayet demokratik tavrın gelişmeye başladığının işareti olarak görülebilir belki.

(Aynı şeyi, 28.2.07 tarihli Sabah’ta “Kürtlere kardeş muamelesi yapmalıyız. Hakları tanınırsa niye ayrılmaya kalksınlar?” diyen Kenan Evren’in sözleri için de söylemek mümkün.)

Ancak Yalman’ın yazısının ilerleyen satırlarına baktığımızda, yukarıda dile getirdiği yaklaşımla çelişen tanıdık görüşlerle karşılaşıyoruz.

“Bizi birleştirecek ve sorunlarımıza çözüm getirecek milliyetçilik Atatürk milliyetçiliğidir. Bu anlayışta ortak kültür, ortak tarih, ortak gelecek vardır” diyor Yalman ve “Türk milleti” kavramının Anadolu’daki tüm etnik ve dinsel grupları içine alan bir anlayışla şekillendirilmesi gerektiğini savunuyor (Cumhuriyet, 26.2.07).

Yazısının ertesi günkü bölümünde ise, “Gelecek nesilleri Türk milletinin varlığının temeli olan Atatürkçülükte bütünleştirmek, vatanseverlerin üstlendiği büyük bir görevdir” diyor.

Böyle olunca da, Yalman’ın evvelce ifade ettiği “farklı görüş ve fikirleri kültürel zenginlik olarak görme ve farklılıklara katlanabilme” yaklaşımı havada kalıyor. Çünkü “herkesi Atatürkçülükte birleştirme” fikr-i sabitinde ısrarlı olunduğu sürece diğer tavrın tatbiki imkânsız.

Ya “tek fikirde birleşme” düşüncesinden vazgeçilecek, ya da “farklı görüş ve fikirlere tahammül gerekliliği”nden bahis açılmayacak.

Ortak payda vatanseverlik olarak tanımlanacaksa, bu kavram üzerindeki tekelci tavırların da, Atatürkçü olmayı vatanseverliğin şartı sayan dayatmaların da terk edilmesi gerekiyor.

03.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İhmallerin ağır faturası



Basit ihmaller sebebiyle ödediğimiz faturaların büyüklüğü hepimizi ürkütüyor. Zamanında alınması gereken tedbirleri almıyor ve sonra da dizlerimizi dövüyoruz.

İstanbul Şirinevler’de bir kız çocuğunun açık bırakılan kanalizasyon çukuruna düşmesi, ardından benzer bir hadisenin Gebze’de yaşanması (Vatan, 2 Mart 2007) haklı tepkilere sebep oldu.

“Cennet kuşu” olan yavrulara Allah’tan rahmet dilerken, yakınlarına da sabırlar temennî ediyoruz. Elbette sebepleri değişse de ölüm değişmeyen bir gerçektir. İnancımıza göre bize düşen, ‘tedbir’leri almaktır. Bütün tedbirlerin alınmasına rağmen ölüm yine de vakti zamanında/takdir edildiği anda bizi yakalar, ancak bu gerçek bizim ‘tedbir’ almamız gerektiği gerçeğine engel değildir.

Üzücü olan, zamanında tedbir almayanların, canlar yandıktan sonra tedbir alma yarışına girmesidir. Meselâ, İstanbul Bahçelievler’deki hadise sonrası sözkonusu ‘çukur’un kapağı hemen örtülmüş. İyi de, bu iş ölümle neticelenen ‘kaza’dan önce yapılamaz mıydı?

Maalesef yaşanan ihmal ‘ilk’ değil ve ‘son’ olacağına dair bir gelişme de görülmüyor. Bugün itibarıyla bile kim bilir kaç yerde ‘ölüm tuzağı’ kurulu vaziyette bekliyor? Feci kaza sonrası tedbir alındığı açıklanan İstanbul’da bile muhtemeldir ki pek çok yerde ‘tuzak’lar hâlâ vardır. Hatta, fecî kazanın yaşandığı Bahçelievler ilçesi sınırları içerisinde bile açık rögar, kuyu ve benzeri ‘tuzak’lar bulunabilir.

Burada önemli olan suçu kişilerde aramak değil, kalıcı olarak sistemin düzelmesini temin etmektir. Yoksa bir kaza sonrası üç beş kişiyi suçlamak, cezalandırmak problemleri çözmeye yetmez. Kalıcı çözüm için mutlak sûrette anlayış ve yaklaşım değişmelidir.

Ölümlü kazanın yaşandığı İstanbul Bahçelievler’de yakın zaman önce ‘modern hale getirilen’ bazı caddelerde bile ‘kuyu’lar vardır. Bu kuyuların illa da ‘foseptik çukuru’ ya da ‘kanalizasyon çukuru’ olması gerekmiyor. Yayaların yolda yürümesini engelleyen, bilhassa çocuklar için tehlikeli olan güzergâhlar vardır. Meselâ, yolda yürürken dikkatli olmazsanız, başınız bir apartmanın ‘balkon’ çıkıntısına, ya da ‘merdiven çıkıntısı’na çarpabilir. Pek çok sokakta, yaya yolunun yarısı, bazan da tamamı bodrum kata iniş merdiveni olarak tehlike arz ediyor. Buralarda yürüyen çocuklarımız benzer kazalara yakalanamaz mı? Bu işlerin bir hâl yolu yok mudur? Yaya kaldırımlarını işgal eden apartman merdivenleri ve bahçe duvarlarına kim engel olacak? Ya da engel olunması gerekmez mi?

Yine adı geçen ilçede yenilenen iki cadde (Dereyolu ve Mahmutbey caddeleri), daha hizmete açılmadan delik deşik olmaya başladı. Bazı yerler kablo döşemek için yeniden kırılırken, bazı yerlerde de vatandaş yol üzerindeki ‘duba’ları kaldırıyor. Tabiî burada sadece belediye ve firmaları suçlamak çare değil. Yine de bu duruma engel olması gereken her halde ‘yetkili’ler olmalıdır.

Benzer kazaların tekrarlanmaması ve sırf bu işleri kontrol için bir ekibin kurulması, var ise ciddî görev yapmaları temin edilmelidir. Aksi halde, ağır faturalar ödemeye mecbur kalırız. Allah’ım! Her türlü kaza ve belâdan bizi muhafaza eyle. Âmin.

03.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gençliği sevmek



Gençlik, Cenâb-ı Hakkın kullarına ihsan ettiği en büyük nimetlerden biridir. Onun kıymeti yaşlanınca ve yaşlılara bakınca daha iyi anlaşılır.

Bütün duyguların heyecan ve galeyanda olduğu, zirveye ulaştığı bir dönemdir gençlik. Bu hâliyle gençlik, serkeş ata benzer. Eğer o atın dizginleri ele alınmazsa önündekileri kırıp döker, ezip geçer. Dizginler elde tutulduğunda da çok işe yarar.

Eğer genç, duygularının esiri olmaz, akıl ve mantıkla hareket ederse, yeteneklerini iyiye yöneltmiş ve dolayısıyla da kendine, ailesine, vatanına, milletine yararlı bir genç olmuş olur. Akıl ve mantık yerine his ve hevesâtına esir hâle geldiğinde ise insanlık dışı nice davranışlar sergilediğini görmekte gecikmezsiniz. Hayatını mahveder, toplumun başına belâ kesilir. Bir kısmı hastane, bir kısmı hapishane, bir kısmı da kabristanı boylayan nice genç, düşünen vicdan sahibi olan herkesi hüzne boğuyor. Onları o duruma düşmekten kurtarmak için kolları sıvama, düşenlerin de ellerinden tutmak için birşeyler yapma gerektiğini derinden hisseder ve gayrete gelirler.

Hislerinin meftunu olmuş gençleri bu durumdan kurtarmak için gerçekten gayrete geçmek gerekmiyor mu?

Gençlik demek bugün demektir. Gençlik demek istikbal demektir. Günümüzü ve istikbalimizi niçin karartalım! Milletçe el ele verip ahlâksızlık ahtapotunun eline düşmekten onları kurtarmakla başbaşayız. Onları hayata hazırlayıcı, hayatın bin bir türlü güçlüklerine göğüs gerici, sabırlı, tahammüllü, fedâkâr, gayyur insanlar olarak yetiştirmek için ellerinden tutmalıyız.

Gençlik gerçekten Cenâb-ı Hakkın lâtif, şirin, hoş, güzel bir nimetidir. Bu nokta-i nazardan onu hoş görmek, sevmek, onu iyiye yönlendirmek bu büyük nimete şükrün bir ifadesidir.

Özellikle gençler için yazdığı Gençlik Rehberi isimli eseriyle onlara ışık tutan büyük İslâm âlimi Bediüzzaman, nice genci düştükleri bataklıktan kurtarmış; gönüllerini, yönlerini, hayatlarını aydınlatmış, maddeten ve mânen mahv ü perişan olmaktan kurtarmış, topluma yararlı birer genç hâline getirmiştir. Hapishanede bulunan nice azılı genci kuzu gibi uslu hâle getiren hakikatleri onlara takdim ederken, “Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız, o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem ahirette kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek” diye gözlerini açıyor, onları hayatın gerçekleriyle yüzyüze getiriyordu.

Gençlerimizin, gözlerini açacak bu hakikatlere ne kadar ihtiyaçları var.

03.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Yaratıcıyı Esmâ ile tanımak ne demektir?



Müslüman olarak acaba Allah’ı nasıl tanıyoruz, ne kadar tanıyoruz? Bizi ve kâinatı hiç yoktan yaratan kâinatın Halıkını, Kur’ân’ın, Resûlullah’ın tanıttığı şekilde mi tanıyoruz; yoksa gelenek yoluyla, duyduğumuz yarım-yamalak bilgilerle mi?

Onun varlığı mutlaktır; diğer yaratıkları hakkında düşünülebilir, ama Onun yokluğu asla düşünülemez. Ezelde var olan, yani varlığının bir başlangıcı olmayandır. Varlık ve büyüklüğünü aklımıza sığıştıramıyoruz. Elbette sığdıramayız. Çünkü, bir deniz nasıl bardağa, şişeye sığdırılamıyor. Tıpkı onun gibi, bu sınırlı akıl, göz ile, Onun sonsuz varlığının mahiyetini kavrayamayız. Yani, gözün görmesi sınırlı, kulağın işitmesi sınırlı, aklın da görüş ufku sınırlıdır. Şu halde, sadece anlamak gerekir. Allah’ın zâtı, mahiyeti elbette sınırlı bir ölçüyle ölçülemez!

Ancak, denizin varlığını, bir bardak su kullanarak anladığımız; fakat onu bardağa sığdırmaya çalışmamamız gibi; Allah’ın varlığını da bir bardak kadar olan aklımıza sığıştırmaya yeltenmemeliyiz. Sadece, isim, sıfat ve tecellîlerinden Onun azamet ve sonsuzluğunu anlamaya çalışmalıyız.

Hiç şüphesiz sonlu, sınırlı, basit, fâni olan insan; sonsuz isim ve sıfatlar sahibi Cenâb-ı Hakkı ihata edemez. Lâkin, Onu, isim ve sıfatlarının tecellisiyle tanıyabilir. Allah’ı bu dünya ölçüleriyle gerçekten tanımak ve Ona hakiki imân, ancak “Esmâ-i Hüsnâ” pespektifiyle mümkün.

Elbette tanımakta ve bilmekte derece ve farklılıklar vardır. Meselâ, bir ilim adamını, bir mobilya ustasını, bir idâreciyi isim, sıfat, sanat, fiil ve icraatları ile tanırız. Onları öğrendiğimiz nispette, saygı, bağlılık veya takdirimiz artar. Bir müzeyi veya kitap fuarını gezen okuma yazma bilmeyen birisi ile, bir ilköğretim öğrencisi, lise-üniversite talebesi ve ilim fikir adamının aldığı lezzet, duyduğu sevinç, hissettiği duygular farklı farklıdır.

Allah’ı da, şu kâinat müzesinde ve insan kitabında tecellî eden/yansıyan, görünen binbir isim ve sıfatları ile; bilgimiz, araştırmamız, incelememiz nispetinde tanırız. Allah’ın sonsuz isim ve sıfatları var. Bir âlemde 4 bin ismi, bir başka âlemde 100 bin ismi, trilyonlarca yıldız âlemleri ve kümelerinde sayısız isim ve sıfatları yansımaktadır! Çünkü O, Ezelî ve Ebedî olan Rabbü’l-Âlemîn’dir. Esmâsı da öyle olması gerekir.

Esmâ-i Hüsnâ’yı ve sâir isimleri, kâinattaki tecellîlerinden, görüntü ve gölgelerinden anlamaktayız. Tıpkı, sanatkârları eserlerinden, mimarları yapılarından tanımamız gibi. İsim, sıfat, fiil ve icraatlarıyla tanımamız nispetinde de, azâmeti zihnimize yerleşir ve ona göre sever, sayar, ibâdet eder, emirlerini dinler, nehiylerinden sakınırız.

Kâinatta geniş, devamlı, muntazam, enteresan, dehşetli değişme, yenilenme, doğma, büyüme, olgunlaşma faaliyetleri görüyoruz. Bunlar, bir Rabbin terbiyesi ve dolayısıyla bir Uluhiyetin varlığını göstermektedir. Her filin arkasında bir fail, her ilmin arkasında bir âlim, her terbiyenin arkasında bir mürebbî, her kitabın arkasında bir kâtip, her sanatın arkasında bir sanatçının bulunması aklın zarûriyatındandır. Failsiz bir fiil, müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi, mevsufsuz bir sıfat ve sanatkârsız bir sanat mümkün değildir.1

İşte kâinattaki bütün bu fiiller, faaliyetler, güzellikler, nakışlar, sanatlar, sıfatlar, Esmâ-i Hüsnâ sahibi birisini göstermektedir. Kur’ân bu hususta şöyle ferman eder:

“En güzel isimler, el-esmâü’l-hüsnâ, Allah’ındır. O halde Ona o güzel isimlerle duâ edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.”2

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 133. 2- A’raf, 180.

03.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nur ve ateş arasında yüz yıl (11)



Neler yapmalı ve nasıl davranmalı?

Nur ve ateş arasında gidip gelen, iki tercihten birine yönelme durumuyla karşı karşıya bulunan günümüz nesline, yani evlâtlarımıza, bilhassa ebeveynler olarak nasıl yaklaşmalı, nelerden kaçınmalı ve onların yetiştirilmesinde ne gibi hususlara dikkat etmeliyiz?

Bu yazı serisini, hayat ve hizmetimizin bu en ciddî suâlinin cevabıyla ve en mühim meselesinin izahıyla noktalamaya çalışalım.

* * *

Anneler ve babalar, çocuklarına ne fazla baskı uygulayarak eğitmeye çalışmalı, ne de sınırsız bir itimatla onları aşırı derecede serbest bırakmalı.

Her iki durum da sakıncalı; iki tarafa da zarar verir.

Şimdi, bu iki durumun ne menem bir şey olduğunu ve bu hallerin ne gibi neticelere yol açacağını sırasıyla anlamaya çalışalım.

Aşırı baskıdan kaçınılmalı

Büyüklerinden sürekli azar işiten veya baskı gören çocuklar, baskıdan kurtulmak için çoğu zaman kaçarak uzak durmaya çalışır, kaçma fırsatı bulamadığında da yalana sarılmayı tercih eder.

Aynı durumun devam etmesi halinde, o çocuk zamanla adeta bir "yalan makinası"na dönüşür. Zamanla, artık doğru söylemeyi ve doğru hareket etmeyi unutur bir hale gelir.

Doğrudan uzaklaşan ve yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren çocuklar ise, sakıncalı yollara yönelmeye ve her an için kendini bir tehlikenin içine atmaya namzettir.

Ancak, tehlikeli tuzakların içine düşse bile, bunu büyüklerine söylemez; onları saplandığı durumun vehâmetinden haberdar etmek istemez.

Çünkü, gördüğü baskılar onu zaten ürkütmüş, korkutmuştur. Bir türlü derdini açma cesaretini gösteremez.

Muhtemeldir ki, katı ve kaba tutumlar sebebiyle, aile bireyleriyle dertleşme, halleşme yolu önceden kapatılmış; yani, karşılıklı sohbet etme şansı bertaraf edilmiştir.

Dolayısıyla, çocuk, saplandığı batağın içinde boğulma noktasına gelinceye kadar, o fecî vaziyetten ebeveynini haberdar etme cihetine gitmez, gidemez.

Boğulma sınırında yapılan kurtarma çalışmalarında ise, ne yazık ki çoğu kez başarılı olunamıyor.

Zira, ya geri dönüşü mümkün olmayan çıkmazlara girilmiş, ya da "şuyûu vukûundan beter" hallere düşülmüştür... Demek ki, baskıcı yaklaşımlar ve katı davranışlarla kendimize, aile bireylerine ve bilhassa çocuklara yazık etmiş oluruz.

Bu işin mutlaka bir orta, bir vasat yolu olmalı. Ki, en mühim mesele de o vasat ayarını tutturup onu bir alışkanlık, bir hayat tarzı haline getirmektir.

Ölçüsüz serbestlik de zararlı

Aşırı baskı gibi, aşırı serbestliğin de kendine göre mahzurları, sakıncaları var. Sınırsız bir itimatla tamamen serbest kalan ve kendi başına hareket eden çocukların şansı, çoğu zaman yaver gitmiyor.

Zira, hem toy, hem de hayat tecrübeleri olmadığından, tehlike sınırını göremiyor, uçurumları fark edemiyorlar. Hem, bilmiyorlar ki, onların önünde nice tehlikeli tuzaklar kurulmuş.

Bilhassa şu zamanda, öyle vicdansız, öyle merhametsiz türediler (kişi, ya da komite) vardır ki, bunların işleri güçleri gençlere, çocuklara tuzak kurup onları avlamaktır.

Bunlara kısaca "insan avcıları" demek mümkün.

Allah, hiçbir insan evlâdını bunların ağına, tuzağına düşürmesin. Kurtuluş, hiç de kolay değil.

Fakat ne yazık ki, aile baskısından kaçanlar gibi, aşırı serbestlikle hodserâne giden çocuklar da, bu merhametsiz şebekelerin tuzağına acemice veya sarhoşçasına düşebiliyor.

Demek ki, serbestlikten yana olanlar da, kontrolü büsbütün elden bırakmamalı.

İrade terbiyesi sağlanmalı

Baskı altında tutulan çocukların kabiliyeti doğru yönde inkişaf etmez.

Serbest bırakılanların ise, şansı yaver giderse şayet, bazı kabiliyetleri gelişebilir. Buna göre, aşırı baskı veya serbestlik yerine, ölçülü, kontrollü bir serbestlik tarzını ihtiyar etmek daha isabetli olur.

Bu vasat ölçüye göre, hem tehlikeli tuzaklardan nispeten emin olunur, hem de çocuğun kabiliyetleri müsbet yönde inkişaf eder.

Kabiliyetleri gelişen çocuğun iradesi de kuvvetlenir; dolayısıyla kendine olan güveni artar.

Ki, zaten asıl mesele "irade terbiyesi"dir. İradesi kuvvetlenen bir çocuk, kolay kolay zaafa düşmez ve zaafın eseri olan hataları işlemez.

Dahası, tehlikeli durumlarla karşılaştığında da, o güçlü dirayeti sayesinde kendini korumaya ve savunmaya çalışır.

Böylelikle, hayata hazırlanan bir çocuk, kendi ayakları üzerinde durma ve kendi hakkından gelebilme becerisini kazanmış olur.

Anne veya baba, her an için çocuğunun yanında olmadığına ve olamayacağına göre, onu işte böyle dengeli bir yaklaşımla hayata hazırlaması gerekiyor.

–SON–

Bediüzzaman diyor ki:

Gerçi, Risale-i Nur sırf âhirete bakar; gayesi Rıza-yı İlâhi ve imanı kurtarmak ve şakirtlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden ve ebedi haps-i münferitten kurtarmaya çalışmaktır.

Fakat, dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i atinin biçareler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır.

Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.

Emirdağ Lâhikası, s. 20.

GÜNÜN TARİHİ (03 Mart 1924)

3 Mart'ta 300 yıllık inkılâp

T ürkiye tarihinde hiç görülmedik bir dizi inkılâp yapıldı.

İşte, normalde ancak 300 senede yapılabilecek olan dehşet verici icraatin bir günlük dökümü:

1) Hilâfet kaldırılarak (lağvedilerek), 1350 yıllık bu dinî/İslâmî müesseseye nihayet verildi.

2) Şer'iye, Evkaf ve Erkân-ı Harbiye Vekâletleri kaldırıldı.

3) Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.

4) Osmanlı Hanedanına mensup nüfûsun memleket hâricine çıkarılması kararı alındı. (600 kadar nüfus, ertesi gün sınır dışı edildi.)

5) Medreseler kapatıldı; "Tevhid-i Tedrisat" kànunu çıkarıldı. (Esasen, din eğitim-öğretimine son verilmiş oldu. Tedrisat tek taraflı yapıldı.)

6) Fevzi Çakmak, Genelkurmay Başkanlığına tayin edildi. (1922'den beri askeriyenin başında olan Fevzi Paşa, yeniden tanzim edilen askerî sistemin tepe noktasına resmen getirilmiş oldu. Esasen, bu gün itibariyle yapılan müthiş icraatler de onun askerî kuvveti ve desteği sayesinde gerçekleştirilmiş oldu.)

NOTLAR

NOT–1: 341 nolu bu kànun maddesinin metninde "Hilâfet, hükümet ve cumhuriyet mânâ ve mefhumunda yer almakta olduğundan, hilâfet makamı kaldırıldı" denmektedir.)

NOT–2: M. Kemal'in 3 Mart kararları ile ilgili ertesi günkü gazetelerde çıkan beyanatı: "...Bu kararlar, millet ve memleket için herhalde çok hayırlıdır ve pek az bir zamanda bütün bu iyilikler kendisini gösterecektir." (Bkz: Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri–III, s. 74.)

NOT–3: 1829'un aynı gününde (3 Mart'ta) Sultan II. Mahmud'un faaliyetlerinden biri olan kılık kıyafet nizamnamesi ilân edildi ve buna göre, kavuk kaldırıldı, sarık ve cübbe yasaklandı; buna mukabil, devlet memurlarına fes, setre, pantolon ve İstanbulin giyme mecburiyeti getirildi.

03.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İnsanın bekâsı



Merve Hanım: “Mesnevî-i Nuriye’deki şu cümleyi izah eder misiniz: ‘Sen bazı vecihlerden fenaya gittiğin zaman Halık-ı Rahman-ı Rahim’in ilminde, meşhudunda, malumunda bâkî kalmaklığın senin bekan için kâfidir.’1”

İnsan fanidir. Dünya hemen her bakımından insanı yiyip söndürmeye hazır bir potansiyele sahiptir. Dünya üzerindeki fena damgası insanı durmadan hırpalamaktadır. İnsan acizdir, yalnızdır, kimsesizdir.

Oysa “Allah’a İman” gibi bir güç kaynağı, kuvvet ağı ve kudret bağı insanın yanı başında hazır durmaktadır. İnsan el verdiğinde elinden tutacak, gönül verdiğinde gönlünü sonsuz şekilde kavrayacak bu iman aydınlığı, insana şah damarından daha yakındır. İnsan bir tek yönelişle, tek bir niyetle, halis bir teveccühle, katıksız bir samimiyetle bu devasa aydınlığa kavuşabilir ve artık fena rüzgârlarının can yakıcı darbesine maruz kalmaktan kurtulabilir.

Aksi takdirde, geleceğin yokluk, ölüm ve ayrılık taşlarıyla örülü yolları, insanı her gün yıkmakta, her gün soldurmakta, her gün bitirmekte, her gün ölmeden öldürmektedir. Varlıktan kopma düşüncesi dayanılmaz bir keder halinde insanoğlunun her gün gözünü karartmakta, yüreğini yakmakta, varlığını hırpalamaktadır.

Oysa insan imanda ne yüksek varlık olduğunu, Allah’a yönelişte ne sonsuz hayat müjdesi gizlendiğini, Allah’ın rızasında ne erişilmez saadet bulunduğunu bir bilse... Hiç imana karşı öyle kayıtsız kalabilir mi? Hiç Allah’a karşı böyle duyarsız davranabilir mi? Hiç Allah’ın emirlerine karşı böyle umursamaz olabilir mi? Hiç Allah’ın rahmetine karşı böyle ilgisiz bulunabilir mi?

Öyle ki ölümle insan fenaya, yok olmaya, mahv olmaya, çürümeye, erimeye, bozulmaya, dağılmaya gitmiyor. Ölüm hiçbir şekilde dağılmak ve bozulmak değildir. Dünyadan ayrılmak hiçbir biçimde yok olmak ve mahv olmak değildir.

Unutmamalıdır ki insan cisim itibariyle her sene değişmekte, her sene başkalaşmakta, her sene vücudunun yapı taşı olan hücrelerini bir yandan atarken, diğer yandan tazelemektedir. Bu bir yok oluş süreci değil, bir yenilenmek ve tazelenmek sürecidir. Yaratılış faaliyetinin devam edişidir. Kudretin insanı ilmek ilmek işlemesi ve yeni hayatlara mazhar kılmasıdır. Bir gün gelip vücud elbisesi birden bire ruhumuzdan boşanırsa veya ruhumuz bir et ve kemik kafesten ibaret olan cisim yuvasından çıkar giderse, yani ölüm dediğimiz şey başımıza gelirse biz yok mu olacağız? Fena mı bulacağız? Cismimizin çürüyüp dağılması bizim de dağılmamız, çürümemiz ve hayatı terk etmemiz demek mi olacak? Yoksa hayat yeni bir tarz ve biçimde devam mı edecek?

İşte Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bu sorulara cevap veriyor. Diyor ki: Sen bazı yönlerden fenaya gittiğin zaman, Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm’in ilminde, görüşünde, bilgisinde yok oluyor değilsin, fena buluyor değilsin. Allah’ın ilminde ve görüşünde var olman ve bunu iman cihetiyle hissetmen, sana varlık ve beka olarak yeter.

Nitekim Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm ezelî ilim sahibidir, ezelî görüş ve bilgi Sahibidir. Bundandır ki, insana ebediyeti ve bekayı vaad etmiştir.

***

Şanlıurfa’dan okuyucumuz; “Felek nedir, neden eski şairler feleği tenkit etmişler, kaderle münasebeti var mı? Risâle-i Nur’un bakışı nasıldır?”

Felek; gökler, sema, göklerle ilgilenen ilim dalı, her gök cisminin gezdiği alan, yörünge, gök katı, dünya, âlem, talih, baht ve kader mânâlarında dilimize geçmiştir. Şairler feleği, alın yazısı olarak duygusal dillerine dökmüşler. Oysa tenkit etmekte şüphesiz haklı değildirler. Risâle-i Nur’da felek için kader veya alın yazısı mânâsı yüklenmez. Ve bu mânâda felek eleştirilmez. Risâle-i Nur’da felek, âlem ve kâinat demektir.

Dipnotlar:

1- Mesnevi-i Nûriye, s. 206

03.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Kaybolup gidenler



Şimdi onlar neredeler?

Ne iş yapıyorlar?

Böyle sorularla yazıya başlayınca, “kimlerden bahsediyorsunuz” denilebilir. 28 Şubat postmodern darbesinin aktörlerinden bahsediyoruz.

Şimdi bu aktörlerin kimileri halkın tokadını yedikten sonra köşesine çekilmiş, bir kısmı kendilerine yakın gazetelerde yazıyor. Kimileri yurtdışında -kazandıkları paralarla- sefa sürüyor. Ama bu aktörlerin ortak bir yönü var. Onları şimdi kimse hatırlamıyor. Hatırlayanlar da-bütün darbecileri olduğu gibi-hayırla yâd etmiyor.

Geçen Çarşamba günü, Türkiye’nin hatırlamak istemediği bir yıldönümü vardı. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül’den sonra Refahyol hükümetini yıkmak için olmadık entrikalara içine girişilmiş, yalan yanlış bilgi, belge ve çirkinliklerle hükümet yıkılmıştı. Yargı ve medya Genelkurmay’da brifinglere alınmıştı. Çalışma grupları oluşturularak mütedeyyin insanlar fişlenmişti. Şimdi bile devletin hiçbir kurumunun cevaplayamadığı “irtica” konusunda koparılan fırtınadan sonra bu iddia “fos” çıkmış, irtica diye, inanan insanlara sıkıntılar verilmişti. Yeni Asya, o süreçte en büyük takibata uğrayan gazeteydi. Başta gazetemizin İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular olmak üzere 10 yazarımız yargılanmış ve cezalara maruz kalmıştı.

Bu yıl 28 Şubat süreci bir hayli yoğun hatırlandı. Bunun sebebi, “cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşması mı, yoksa genel seçimler öncesi bir ‘hatırlatma’ mı” bunu kestirmek şimdilik zor…

Bu süreçle ilgili geçtiğimiz hafta içinde onlarca görüş söylendi, yazılar yazıldı, protesto eylemleri yapıldı. Üzerinden 10 sene geçmesine rağmen, bu döneme ait perde arkasında kalanlar ancak azar azar da olsa ortaya çıkmaya başladı. Görülen o ki, aydınlanmayı bekleyen çok soru var.

O dönemde aktör pozisyonunda olanlar, dönemin kudretli kişileri, “Beşli çete” lâkaplı sivil örgüt liderleri, hepsi pişmanlıklarını dile getiriyorlar. Ama ne fayda, ülkeye o kadar büyük vakit kaybettirdiler ve zarar verdiler ki, bu kuru özür hiçbir şeyi çözmüyor. Bu dönemde en büyük zararı da, inananlar gördü. Başörtülü öğrencilere, memurlara, inançlı kişilere reva görülen eziyetler, sürgünler, işten çıkarmalar sürecin üzerinden 10 sene geçmesine rağmen hâlâ unutulmuş değil.

* * *

Eminim dikkatinizden kaçmamıştır, bu sürecin iyi neticeler verdiğini, ülkenin ekonomisine faydası olduğunu, milletin faydasına olduğunu söyleyen kimse kalmadı.

Geçen hafta içinde Başkent Araştırma Şirketi tarafından yapılan bir ankette 28 Şubat’la ilgili sonuçlarda dikkate değer neticeler çıktı. “Geçtiğimiz 10 yılı düşündüğünüzde 28 Şubat’ın ülkemiz için faydalı mı zararlı mı olduğunu belirtir misiniz?” şeklinde yöneltilen bir soruya “zararlı olmuştur” diyenlerin oranı yüzde 70.7, “fikir belirtmeyenler”in oranı yüzde 11 olurken, “faydalı olmuştur” diyenlerin oranı yüzde 18.3 çıkmış. Ama en çarpıcı olan sonuç ise, “Sizce 28 Şubat sürecine zemin hazırlayanlar ve 28 Şubat sürecinde iktidara müdahale edenler yargılanmalı mıdır?” sorusuna verilen cevaplarda çıktı. “Yargılanmalıdır” diyenlerin oranı yüzde 73.4, fikir belirtmeyenler”in oranı yüzde 7,4, “yargılanmamalıdır” diyenlerin oranı yüzde 19.2’de kaldı.

Demokrasilerde asıl olan halkın dediği ise, halkın dediğine bakılıp, müdahaleciler yargılanmalı…

* * *

Türkiye böyle bir ara dönemi daha yaşamaması için siyasetçilerimize, basınımıza, sivil toplum kuruluşlarına velhasıl bütün herkese büyük görevler düşüyor. Son günlerdeki açıklamalar ve milletin bu zihniyete verdiği cevaba bakılırsa, bazılarının deyimiyle halk “Bin yıl sürecek olan 28 Şubat zihniyeti” değil, demokrasi istiyor.

Millete rağmen millet adına karar verenlere, demokrasi dışı girişimlere, milletin seçtiklerine itibar etmeyenlere, parlamentoya saygı göstermeyenlere prim verilmemeli, gereken demokratik tepki anında, yerinde ve zamanında yapılmalıdır. Demokratik ortamdan faydalanıp demokrasiye karşı olanlara gereken cevap hep bir ağızdan söylenmeli. Antidemokratik yapılanmalara prim verilmemeli. Darbelerden gereken dersler çıkarılmalı.

Çünkü son pişmanlık fayda etmiyor. Darbeler yapıldıktan sonra “ahlar vahlar”la dövülen dizlerle kalınıyor.

Anayasa değiştirilerek tam demokrasiye geçişe başlanabilir. Bunun ardından da halkın da isteği olan darbeciler yargılanmalı. Yoksa zaman zaman darbelerle, ara dönemlerle rafa kaldırılan demokrasiye dünyanın hiçbir yerinde “demokrasi” denilmiyor.

Türkiye’de artık darbelerin değil, tam demokrasinin yıldönümleri kutlamalı.

“Hepimiz demokratız” diyeceğimiz günlere kavuşmak ümidiyle…

03.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004