Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Bir gecede 6 milyar düşman bulduk her ırktan



Afrika’da, tam tam çalarak dans eden kara derili, kıvırcık saçlı, sert görünüşünün altında altın gibi bir kalp taşıyan zenci…

Amerika’da, Başkanı Bush’un Irak’ı nükleer silâhları için işgal ettiğini—hâlâ—zannedebilen şaşkın ve obez beyaz…

Kutuplarda, kardan evinde hiçbir şeyden habersiz yemeğini yiyen ve aldığı her bir nefes için şükreden Eskimo…

Japonya’da, insanlığa yeni bir teknolojik cihaz daha kazandırmak için mesaiye kalan ve bu yüzden yeni doğan çocuğunu bir haftadır göremeyen çekik gözlü…

Çin’de, dünya ekonomisini zor durumda bırakacak ve ülkemizde “Ne alırsan 1 YTL” diye satılacak yeni bir ürün üretmek için fabrikada ter döken Çinli…

Fransa banliyölerinde, Fransız cumhurbaşkanlığını içinde rejim problemi olmadan tartışan göçmen…

İspanya’da, eşine, boğa güreşinde kullanacağı kırmızı bezi ütületen İspanyol…

Hindistan’da, yolun ortasında güneşlenen ineklere çarpmamak için direksiyonu son anda kıran Hindu…

Küba’da puro saran—sanki kendi içer gibi, sararken de hayal kuran bütün insanlar gibi—işçi…

Brezilya’da, kahve çekirdeği toplayan, toplarken de incir çekirdeğini doldurmayan lâflar konuşan adam…

Haiti’de, bir yandan muzunu yiyip, bir yandan da “Allah Allah, bize niye muz cumhuriyeti diyorlar ki?” diye söylenen adam…

Amazonlar’da, “Hmmm… Demek Türkler buranın isminin ‘Amma da uzun’dan geldiğini düşünüyor. İlginç” diyerek ‘baltalar elinde, uzun ip belinde’ ormana giden ‘orman köylüsü’…

Rusya’da, “Kremlin Sarayı ne tarafta?” diye soran bir yabancıya adres tarif eden Rus…

Afganistan’da “BM Barış Gücü” ile savaşan Afgan direnişçi…

Filistin’de, İsrail kurşunu yemeden evine dönebilmiş baba…

İsrail’de, hükümetinin politikasına aykırı düştüğü halde, korkudan bunu bir türlü dile getiremeyen Yahudi…

Erivan’da, “Acaba bu Ermeni soykırımı meselesinde yanılıyor olabilir miyiz?” diye aklından geçirip, sanki düşüncesini okuyacaklarmış gibi korku dolu gözlerle etrafı kolaçan eden Ermeni…

Türkiye’de, “Valla ben hiç mutlu değilim, ama…” diyerek, bol “ama”lı siyasî söylemimize bir “ama” daha ekleyen Türk…

Hepiniz Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıymışsınız, haberiniz olsun…

02.05.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

“Sivil 28 Şubat”



28 Şubat’ın tek başına da kalsa yılmaz savunuculuğunu sürdüreceğini daha önce yazmış olan Ertuğrul Özkök, son gelişmeler için “Türkiye’nin ‘sivil 28 Şubat süreci’ başlamıştır” değerlendirmesini yapıyor (Hürriyet, 30.4.07).

Bilindiği gibi, Özkök ve gazetesi 28 Şubat’ı da “silâhsız kuvvetler harekâtı” ve alınan sonucu bu kuvvetlerin zaferi olarak yorumlamışlardı.

Özkök’ün son ifadesi, bu değerlendirmelerinin gerçeği yansıtmadığının bizzat kendisi tarafından da ikrar ve itirafı olarak yorumlanmalı.

Demek ki, 28 Şubat sivil değilmiş.

Peki, son gelişmeler gerçekten sivil mi?

YÖK’ün, rektörlerin, Çankaya’nın, Yargıtay Başsavcısının, Genelkurmay’ın, bir planın, yapılan rol dağıtımına uygun şekilde paslaşarak uygulandığı intibaı veren çıkışları ve bunlara paralel olarak gerçekleştirilen mitingler gerçekten sivil bir organizasyon olarak nitelenebilir mi?

Doğrusunu isterseniz, işin özüne baktığımızda bu olup bitenlerin 28 Şubat’ta yaşananlardan özde çok farklı olduğunu düşünmüyoruz.

Aradaki tek fark, bu defa askerin rolünün nisbeten biraz daha kamufle edilmeye çalışılması.

Gerçi Genelkurmay’ın son internet muhtırası bu görüntüyü de ciddî şekilde zedeledi ve bu durum “Top Anayasa Mahkemesine geçmişken askerin bu kadar açıktan devreye girmesine ne gerek vardı?” gibisinden eleştirilere konu oldu.

Gelinen noktada, planla öngörülen hedeflerin doğrudan askerle irtibat kurulması istenmeyen adresler üzerinden vurulması gibi bir düşünce öne çıkıyor.

Nitekim Gül’ün cumhurbaşkanlığı, açıktan asker inisiyatifiyle değil, Anayasa Mahkemesi kararı ve mitinglerle önlenmek isteniyor.

Tandoğan ve Çağlayan mitinglerinde de dikkat çeken nokta, daha birkaç yıl önceki benzer yürüyüşlerde taşınan ve büyük tepki alan “Ordu göreve” gibi pankartların taşınmaması ve “Ordu millet el ele” sloganlarının atılmaması.

Dahası, yapılan konuşmalarda darbenin çözüm olmadığına ilişkin ifadelerin kullanılması.

Mitinglerde katılımcı ve konuşmacıların çoğunluğunu kadınların oluşturması da sivil görüntü iddiasına destek için kullanılan bir unsur.

Ancak yine aynı mitinglerde taşınan “M. Kemal’in askerleriyiz” ve “Biz Türk silâhsız kuvvetler ordusuyuz” gibi pankartlar, verilmek istenen sivil görüntüye yine gölge düşürüyor ve içlere sinen militarist ruhu bir kez daha açığa vuruyor.

Öte yandan, söz konusu mitingleri organize eden derneklerin yönetiminde, yakın zamanda kuvvet komutanlığı yapmış ve adı darbe iddialarıyla anılan emekli orgenerallerin de dahil olduğu çok sayıda emekli paşanın mevcudiyeti, “sivil 28 Şubat” yorumlarını yine zora sokuyor.

Danıştay suikastında adı geçenlerden, başarısız intihar girişimiyle de çok konuşulan emekli bir binbaşının, Çağlayan’da general ADD Başkanının elini öpmesi, “sivil barikatçı” Tuncay Özkan’la kucaklaşması ve bu görüntülerin Doğu Perinçek’in katılımıyla tamamlanması da...

Ancak bütün bunlara rağmen, mücadelenin şeklen dahi olsa sivil zemine kayması olumlu.

Ama sadece sivil olmanın demokratlık için yetmediği de ayrı bir vâkıa. Nice siviller var ki, jakoben, dayatmacı ve antidemokratik tavırda askerleri solluyorlar. Şekillerde görüldüğü gibi...

02.05.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

CHP ve cumhurbaşkanlığı siyaseti



1920’de başlayan cumhurbaşkanlığı seçimleri, Meclise katılan bütün üyelerin aynı adaya oy vermesi ile sonuçlanmış. Birinci cumhurbaşkanı 278 üyeli ilk Mecliste 158 oyla seçilmiş. Bu sonuç göz önüne alınırsa, katılımcı çoğunluktan bahsedilemez.

Atatürk ve İnönü dönemleri hep böyle cereyan etmiş. Az oranda Meclise katılmayan üye olmuş. Ancak dikkat çeken, gelen üyelerin tamamı tek adaya oy kullanmış. Alternatif bir aday hiç söz konusu olmamış.

Bunun anlamı şu; çoğulcu ve rekabete dayalı bir cumhuriyet anlayışı ortada yok. Savaşlar ve sonuçları, sınırlı bir zümre üzerinden hakimiyete dönüştürülmüş.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında “Hakimiyet, kayıtsız şartsız milletindir” dense de, rekabetçi seçim sistemi, çok partili demokratik deneme ve gelişmeler, ancak 1950 sonrasında mümkün olmuş.

O günün Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bugünün Rusya’sının tehditleri ve sıcak denizlere inme emelleri karşısında NATO’ya girme zorunluluğu beraberinde çok partili dönemi başlatmıştır.

Dikkat edilirse, demokratik adımlar, bir tercihten ziyade bir zorunluluk ve dış dinamiklerin etkisiyle sağlanmıştır. Eğer iyi niyetle tersi görüş söz konusu olsaydı, 1946’daki çok partili ilk seçime hile karıştırılmazdı. Mevcut CHP oligarşisi, iktidarı elinde tutmak için ömrünü uzatacak seçim operasyonlarına girmezdi.

1946’da “açık oy gizli tasnif” garabeti yaşanmış. Egemenliğindeki 36 yıllık yapılanmada CHP, tamamen kendi elitini ve bürokratını hakim kılan bir devlet işleyişi içinde vatandaş, ilk defa 1946’da sandık görevlilerinin gözü önünde açıkça ihsası rey yapacak, oyunun rengini belirtecekti.

Bu şartlarda sandığa giden halkın, oy tasnifi ise ne gariptir ki, gizli yapılmış. Görevliler, halkın iradesini açıktan gözlem altına alıp caydırıcı bir rol almaları yetmiyormuş gibi, sandıklar kapandıktan sonra halkın müşahede ve denetim altında seçimlerin tasnifini ve sayımını görme hakkını da elinden almışlar. Seçim sandıklarında “gizli tasnif” yaklaşımı, bir düşüncenin maluliyet halidir, korkudur. Tuzaklı çırpınıştır. Vatandaşının iradesine güven duymamanın, gerekirse “hikmet-i hükümet” kabilinden siyasî ahlâkı devre dışı bırakacak ve demokrasinin ruhunu kirletecek bir oyun ve tezgâhın arka plan senaryolarını yazma, icra etme cüretinin gizlilik halidir.

Eğer bu yorumumuza da iyi niyetle karşı görüş getirirseniz, o zaman diyeceğim o ki; Neden 1960 darbesini yaptılar? Neden çok partili sistemi ve çoğulcu anlayışın farklılıklarını kabullenme ve hürriyetleri arttırma gayretlerinin önünde hep blokaj oldular?

Demokrat Parti’nin önlenemez yükselişi ve ilk hileli seçimdeki kaybını saymazsak, 1950, 54 ve 57 seçimlerini arka arkaya milletin yüksek teveccühü ile kazanmasını ve bunun sonucunda Türkiye’de yakaladığı kalkınma ve demokratikleşme hamlelerini, hazmetmemenin süregelen şizofrenik muhalefetini ve yıpratıcı tutumlarını ne ile izah edeceğiz?

CHP, oldum olası tek tip dayatmanın ve hazımsızlığın adıdır. Bulduğu her formül, meşrûiyet alanını milletten gizlemenin ve seçimlerden kaçırmanın tabiatlarına sinmiş halet-i ruhiyesinden başka bir şey değildir.

Türkiye, 27 Mayıs’ın kan izlerini silemeden girdiği seçimlerde, önce 1961’deki dağınıklık ve koalisyonlardan sonra 1965’te yine Demokrat Parti misyonunun devamı olan Adalet Partisine iktidarı teslim etti. Zinde güçler, sizce iktidarı kolay mı teslim ettiler? Hayır. Bir hafta süreyle Ankara’da bunun tartışmasının yapıldığı söylenir.

Cemal Gürsel, o günlerde 27 Mayıs darbesinin generali olarak Cumhurbaşkanıdır. İnönü etkindir. İktidar yine aslî sahiplerinin temsilcilerine döndü diye 27 Mayısçılar burnundan solumaktadır.

1971 yılına kadar devam eden planlı kalkınma, sanayileşme ve devletin altyapı hizmetlerine verdiği önem ve yapımına başlanan barajlar serisi, 1971 Mart’ında Türkiye’yi yeni bir askerî muhtıraya maruz bırakmaktan alıkoyamamıştır.

Tek başına iktidar olan Adalet Partisi, 65 ve 69 seçimlerini büyük bir zaferle kazanmış, milletle devlet arasında yaşanan ve darbelerle tahriş olan yaraları sarmaya başlamış, 60’lı yılları geride bırakıp 70’li yıllara büyük bir heyecanla girmişti. O günkü gözlemcilerin tabiriyle, Türkiye “take off” noktasındaydı. Kalkışa hazır bir uçak dinamizmindeydi.

Muhtıranın kuvvet komutanlarından Muhsin Batur, 1973 seçimlerine hazırlık niteliğinde dayatmalara ve siyaseti preslemeye başlamıştı. Ne ilginçtir, muhtıra sonrası CHP’den istifa eden Nihat Erim, bir günde bağımsız(!) olmuş ve hükümeti kurmakla görevlendirilmişti. Ara dönem hükümetini kurmuştu.

Meclis devre dışı bırakılmış, bir CHP’li başbakan yapılmış, Batur da var gücüyle Meclisi kuşatıp cumhurbaşkanı olmaya çalışmıştı. Batur’un da sonradan CHP saflarında yer aldığını söylemeye gerek var mı?

Bugünkü CHP, dünkü alışkanlıklarını ve sivil iradeye tahammülsüzlüğünü, bunalımını ve hırçınlığını değişik tonlarda kamuoyunun önüne koymaktadır.

02.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Belirsizlik



Dün bütün gözler Anayasa Mahkemesindeydi.

Cumhurbaşkanlığı seçim süreci 16 Nisan’da başladı, süreç birinci tur oylaması ile devam etti. Bugün ikinci tur oylamanın yapılması gerekiyor. Ancak dün gelişen olaylar sebebiyle tam bir belirsiz hâkimdi Ankara’da… Dün bu yazıyı kaleme aldığımız saatlerde hâlâ Anayasa Mahkemesinden bir karar çıkmış değildi ve ikinci oylamanın yapılıp yapılmayacağı belli değildi.

Geçtiğimiz hafta Salı günü Meclis’te büyük bir hareketlilik yaşanıyordu. Kulisler insanlarla doluydu. Herkeste bir heyecan, AKP’nin cumhurbaşkanı adayını açıklamasını bekliyordu. Erdoğan partilerinin adayını büyük tezahüratlar eşliğinde açıkladı. Tartışma bundan sonra çıktı. Baykal’ın ortamı geren açıklamaları, ANAP ve DYP’nın oturuma katılmama kararı ve Cuma günü yapılan ilk tur oylama…

Tabiî bu oylamadan sonra da Genelkurmay’ın gece 23.30 civarındaki e-muhtırası bu belirsizliği daha çok arttırdı. Peşinden Baykal’ın Pazartesi günü, parti genel merkezinde yaptığı toplantıda, “Anayasa Mahkemesi eğer ‘367’ye gerek yoktur’ kararı verirse, Türkiye çok tehlikeli bir çatışmaya sürüklenebilir” sözü gerginliğin artmasının tuzu-biberi oldu.

Dün de partilerin grup toplantılarını takip etmek için Meclis’e gitmiştik. Ama öyle bir sessizlik hâkimdi, kulislerde çıt çıkmıyordu. İktidar kulisinde bir tek benim sesim çıkıyordu. Bunun sebebi de Bizim Radyo’da gazetemiz yazarlarından Davut Şahin’in sunduğu Gündemin Nabzı’nda programına canlı bağlantımızdı. Şahin’le programda günün gelişmelerini ve bu “sessizliği” değerlendirdik.

Her hafta Salı günü Meclis’te parlamentoda grubu bulunan partilerin grup toplantıları vardır. Ancak bu hafta Anayasa Mahkemesinin kararı beklendiği için CHP ve ANAP grup toplantılarını bugüne almıştı. AKP grubunun toplanacağı belirtiliyordu. Ancak toplantının başlayacağı saate az bir zaman kala bu toplantı da iptal edilip, gözler Mahkemeden gelecek cevaba çevrilmişti.

Burada şunu söylemekte yarar var. Hem Genelkurmay’ın “muhtırası,” hem de Baykal’ın sözleri yargıya müdahale olarak, değerlendiriliyordu.

TBMM’nin kararını Anayasa Mahkemesine taşımak millet iradesinin mahkemeye taşınması olarak değerlendirildiğinde de son günlerdeki açıklama, beyanların demokrasiye ne kadar büyük zarar verdiği ortaya çıkıyor.

Meclis’te Genelkurmay’ın muhtırası hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Genelkurmay’ın bildirisindeki üslup bozukluğuna dikkat çekiliyor. Bildiriyi, Genelkurmay’ı ve Baykal’ı ziyaret eden aynı zamanda akademisyen bir gazetecinin kaleme aldığı iddiası dillendiriliyor. Ve bu bildirici gazeteci-akademisyenin kim olduğu yönünde değişik isimler ortaya atılıyor.

İşte böyle bir ortamda gözler Anayasa Mahkemesi’ndeydi. Ankara’da CHP’nin, 367 dâvâsında raportör Anayasa Hukuku Doçenti Hikmet Tülen’in raporunda, 367 tartışmasına ilişkin çok yönlü analiz yaptığı ve başvurunun reddi görüşü ağır bastığı konuşuluyordu. Bu yazı çıktığında Anayasa Mahkemesi ne kadar verir bilmiyorum, ama eğer üyeler de raportörün dediği yönde karar verirse, Cumhurbaşkanlığı için oylama bugün öğleden sonra Meclis’te yapılacak ve tekrar 367 aranacak. Eğer bu rakam bulunamaz da 9 Mayıs’ta yapılacak üçüncü turda Abdullah Gül’ün 11. cumhurbaşkanı olacağı kesinleşecek.

Eğer Anayasa Mahkemesi CHP’nin iddialarına olumlu cevap verirse, başka bir belirsizlik önümüze çıkacak…

02.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Sivil muhtıra



Anayasa Mahkemesi hangi yönde karar verirse versin kararı krize çözüm olmayacaktır. Bir defa ok yaydan çıkmıştır. Krizin mahiyeti ne hukukî, ne de siyasîdir. Rejim meselesidir. Yani lâiklikle ve onun da açılımı olan hayat tarzıyla alâkalı bir meseledir. En azından ‘lâik’ denilen kesimler meseleyi böyle algılıyorlar. Bundan dolayı da meseleyi hukuk çözemez. Hatta CHP Başkanı Baykal’a göre erken veya zamanında seçimler bile çözemez. Seçimler sadece çözüm için şans olabilir. Bunun tercümesi ve okunuşu şudur: Bizim dediğimiz noktaya gelinmedikçe, yani AKP geri adım atmadıkça ve kazandığı mevkileri geri bırakmadıkça ve devletin sembolü olan Çankaya’ya yürüyüşünü durdurmadıkça bu kriz bakidir. Bu durumda, olayın çözümü AKP’nin geri adım atmasıdır. Bundan dolayı çözüm siyasî veya hukukî değildir.

CHP ve paslaşanlarının zihniyetine göre: Rejim sandıkla korunamıyorsa güçle korunacaktır. Bundan dolayı ilk önce cepheye, AKP tarafından bakanlara göre, bindirilmiş kıtalar veya kitleler olan kadınlar veya siviller sürülmüştür. İlk saf veya yakıt onlardır. Ve bu suretle Türkiye’nin ne kadar kırılgan olduğunu gördük. 5 yıldan beri devam eden istikrar bir e-muhtırayla darmadağın hâle geldi. Demek ki sandık veya diğer unsurlar rejim krizini çözmeye yetmiyor. Buna göre, sandık rejim dışı değil, rejim içi bir yarışın aracıdır. Elbette hükûmetin güç alacağı merci bellidir, o da sandık veya halktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Bununla birlikte tek başına bu yöntem kronikleşmiş meselenin çözümü için çare değildir.

Esasında şu yaşadıklarımız, 28 Şubat sürecinin tecil edilmiş, ertelenmiş bir devamıdır. O zaman kavga Başbakanlık düzeyinde idi. Şimdi ise Cumhurbaşkanlığı düzeyine çıkmıştır. 28 Şubat süreci, yenilikçileri üslûplarını değiştirmeye ve uzlaşmaya zorlamıştı. Ve mesele bıçak sırtında devam ediyordu. Bununla birlikte mesele Çankaya’ya gelince zımnî uzlaşmanın ikinci kanadı mızıkçılık yapmaya başladı. Meclis Başkanı Bülent Arınç da bu kesimlerin rahatsızlığını kaşıdı.

***

Mesele hukukî veya siyasî olmadığından dolayı Baykal, Anayasa Mahkemesi’ne muhtıra vermiştir. Baykal Anayasa Mahkemesi’nin, itirazlarını kaale almaması veya hükûmetin lehinde karar vermesi halinde sorumluluğunu hatırlatmış ve ülkenin çatışmaya sürüklenebileceğini haber vermiştir! Türkiye’nin çok tehlikeli sularda yüzdüğü ve bir çatışmaya sürüklenebileceği uyarısında bulunmuştur. Yani Anayasa Mahkemesini baskı altına almıştır. Bunun başka bir izahı var mı? Krizden çıkmak için “Bizim dediğimiz olacak” demektedir. Sanki onlar sistemin, AKP’liler ise makamların sahipleri. Baykal Anayasa Mahkemesine anayasal sorumluluğunu da değil de sanki içtimaî ve ideolojik sorumluluğunu hatırlatmaktadır. Kemal Anadol’un Meclis’e tarihî sorumluluğunu hatırlatması gibi. Bu, 28 Şubat sürecinde dile getirilen ‘kesintisiz darbe’ sürecinin bir başka muhtırasıdır. Artık süreç merkezkaç hâle gelmiştir. Yine isimsiz ve tanımsız bir süreçle karşı karşıyayız. Aynen 28 Şubat sürecindeki gibi. Bundan dolayı da kriz giderek kontrolden çıkma emaresi göstermektedir. Neticeyi güç ve de fiilî durum belirleyeceğinden dolayı AKP sandıkta ne kadar güç tazelerse tazelesin pradigma ve ona bağlı güçler aleyhinde olduğu sürece, süreç içinde nahif tarafı temsil edecektir. Yöntemi yanlış olduğu gibi yöntemi gereği seçtiği kadrolar da öyledir. Karşı taraf gücünü paradigmadan alırken AKP gücünü rantiye siyasetinden almaktadır.

AKP’nin zayıf taraflarından birisi rantçı sermayedarlar gibi özsermayesini değil de toplama sermayeyi kullanıyor olmasıdır. Siyasette bunun getirdiği tortulara veya dolgulara da güven olmaz. Bundan dolayı AKP’nin omurgası zayıftır. Karşı tarafın cesareti de bundandır. İlk krizde saflarını değiştireceklerdir. 27 Nisan veya 28 Nisan sürecinde karşılıklı devşirmeler orta bir noktada buluştular. Ahmet Hakan veya Nuray Mert bunun için örnek verilebilir. AKP siyasî omurgasını veya asabiyetini rant üzerine kurmuştur. Bu yöntemin seri getirisine mukabil seri çözülmesi de vardır. İnkisarı da seri olur. Bu anlamda kritik süreçte istifa eden milletvekillerinden birisi olan Amasya Milletvekili Hamza Albayrak: “Kamusal alan tartışması başlattılar, ama kamusal talana göz yumdular” demiştir.

***

Emin Çölaşan’dan tüyo almış gibi hareket eden kitleler taşıdıkları pankartlarda ABDullah diye Abdullah Gül’ü çekiştirmişler. Neden bunlar Yasemin Çongar’ın ‘Omurga’ yazısını okuma zahmetinde bulunmazlar sahi? Ona göre ABD yönetimi omurgasız çıkmıştır ve zımnen muhtıra sürecini desteklemektedir. Öyleyse ya Çongar yanlış görüyor ya da bindirilmiş kıtalar veya kitleler yine başka bir kayığa bindiler? Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık filminde de bu sahneleri görmüştük! Ama AKP’nin hali pürmelâline baktığımızda sistem karşısında Abdullah Gül’ün durumunun Mandrake’nin Abdullah’ına veya Robinson’un Cuma’sına benzediğini görüyoruz. Bu kutuplaşmada milleti üzen de kızdıran da bu noktadır: Seçilmişlere rağmen paradigma tarafından atanmışların üstünlüğü...

02.05.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Hırs duygusu



Bu dünyayı bir imtihan meydanı yaparak zıtları birbiri içine katan ve güzellik-çirkinlik, iyilik-kötülük, iman-inkâr, fayda-zarar gibi şeyleri hamur gibi yoğuran Cenâb-ı Hak; insanın mâhiyetine güzel duygularla birlikte hoş olmayan duyguları da yerleştirmiştir. Bunun böyle olması, imtihana vesile olması içindir.

Bahsi geçen olumsuz duyguların başta gelenlerinden biri de hırstır. İnsan neye sahip olursa olsun daha fazlasını mutlaka ister. Halbu ki, Allah’ın ihsan ettiği mevcut nimetler şükür gerektirir. Hırs duygusuna kapılan insanlar ise, hayatlarından daima şikâyet ederler. Şükür etmek akıllarına bile gelmez. “İnsanoğluna bir vâdi dolusu altın verilse, bir ikincisini, o da verilse üçüncüsünü ister” hadis-i şerifi insanın bu zaaf noktasını nazara verir. Onun için atalarımız “İnsanın gözü doymaz. Onun gözünü ancak toprak doyurur” diyerek, insanın doymak bilmeyen hırsını veciz bir şekilde dile getirmişlerdir.

Allah (c.c), yeryüzünde yarattığı her canlının rızkına kefil olmuş ve onu taahhüdü altına almıştır. Hiçbir canlıyı rızıksızlıktan ölüme mahkûm etmez. Rezzak ismiyle mutlaka bir şekilde rızkını ona gönderir. Eğer insanlar için bir meşguliyet ve tembellikten kurtarma vesilesi olmasaydı, ağaçlar gibi insanın rızkını da ayağına gönderirdi. İnsan, rızkını Allah’ın rahmet hazinesinden aramakla mükelleftir. Ama bu hırs ile değil, tevekkülvârî bir tarzda olmalıdır. Sebeplere meşrû bir dairede teşebbüs etmeli, neticeye ise kanaat ve tevekkülle karşılık vermelidir. Bitki ve ağaçların rızıkları ayaklarına gelmesi, canavar hayvanların hırsla rızık peşinde koşup zahmet ile elde ettikleri nâhoş rızıkları yemesi ilginç bir tablodur. Bu mânâyı nazara veren Bediüzzaman: “Hırs, sebeb-i mahrumiyettir; tevekkül ve kanaat ise, vesile-i rahmettir” der. Bundan dolayıdır ki, halk arasında “Hırs gösteren, mutlaka zarar ve hüsrana düşer” cümlesi darb-ı mesel olmuş. Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede “Eğer şükrederseniz nimetimi arttırırım. Nankörlük ederseniz verdiğim nimeti de geri alırım” meâlinde ferman eder. Hırs, nimetlere karşı bir şükürsüzlük, memnun olmama ve kanaat etmeme mânâsını taşımaktadır.

En cüz’î işlerde bile hırsın kötü tesiri olduğunu söyleyen Bediüzzaman, şu misâlleri verir: “İki dilenciden biri hırs ile, diğeri tevekkülle istediğini gören kişi, ikinciye verip, hırs ile isteyenden sıkılıp vermemek, herkes kalbinde hisseder. Hem meselâ: Gecede uykun kaçmış, sen yatmak istesen, illâ uyayım desen, büsbütün uykunu kaçırırsın. Ya da: Mühim bir iş için beklediğin kişi, bir türlü gelmedi, diyerek hırs gösterip bırakıp gitsen, bir dakika sonra o adam gelir, fakat o mühim işin de bozulur.” Hayatımızda bu misâllerin çoğunu yaşadığımızı görürüz. Hırs, bir çok işimizin ters gitmesine sebep olur.

Hırs, İslâmın beş şartından biri ve hem belâların def’ine, hem de berekete vesile olan zekâtın verilmesine de çoğu zaman engeldir. Halbu ki, insan sahip olduğunu zannettiği servetin sahibi değildir. Çünkü, veren Allah’tır. İnsan ise, bir tevzîât ve dağıtım memurudur. Zekât, zenginin malı içinde Allah’ın tayin ettiği fakirin hakkıdır. Verilmeyen zekât, fakirin hakkını gasptır. Zekât vermeyenin, en az o zekât kadar bir mal muhakkak elinden çıkar ve faydasız yerlere gider. Hem sevaptan, hem de fakirin duâsından mahrum olur. Ahirette ise, verilmeyen zekâtlar, sahibinin başına belâ ve azap vesilesidir. Bediüzzaman “Eğer zenginler, velev zekâtının zekâtını verseler, fakirlik ortadan kalkar” der. Fakat, hırs duygusu, ‘Malım azalacak’ endişesiyle onu verdirtmez.

Hırs, hâkimiyet duygusunun da tahrikçisidir. Yavuz Sultan Selim “Bu dünya bir padişaha çok, ama iki padişaha azdır” demiş. Çoğu şeylere hükmeden insanlar, her şeye hükmedeyim derken elindekini de ekseriyâ kaçırırlar. Hırsın tahrik ettiği hâkimiyet, aynı zamanda fitne ve ihtilâfların da temelini oluşturur. Halbuki, dünyanın üstü olduğu gibi altı da vardır. Yarın toprak olunacağına göre, hırsla dünyaya saldırmanın da anlamı yoktur. En iyisi ihlâs, tevekkül ve kanaattir.

02.05.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“İşçinin emekçinin bayramı”



Dün 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenler sokaklardaydı. Geçmişte ‘kanlı’ hadiselere sahne olan 1 Mayıs ‘kutlamaları,’ dün de başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde milleti canından bezdirdi.

Çocukluğumuzdan beri kulaklarımıza çalan bir ‘şarkı/slogan’ vardır: “1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı!”

Bu sloganı bilhassa ortaokul yıllarımızda (1980 öncesi) çok duyardık. Aradan yıllar geçti, 1 Mayıs bazen ‘coşkulu’, bazen ‘resmî’ olarak kutlandı. Tabiî bu ‘bayram’lardaki ‘coşku’, ‘kavga’ ile eş anlamlıydı. 1 Mayıs yürüyüşlerinde atılan sloganlarda genellikle kızgınlık ve kavga mesajı verilirdi.

İstanbul, bir 1 Mayıs’ı daha geride bıraktı. Ancak alınan tedbirler 1 Mayıs’la uzaktan yakından ilgi ve alâkası olmayanları daha fazla vurdu. Sabah işlerine gitmek üzere yola çıkan insanlar, saatlerce, sanki bir âfet ya da deprem olmuşcasına trafikte sıkışıp kaldı. İstanbul’un iki yakası arasında yolculuk edenlerin bir kısmı 3, bir kısmı da 5 saat yollarda kaldı.

‘Bayram’ sebebiyle başka tedbirler de alınmıştı. İki yaka arasında deniz ulaşımına da ‘tedbiren’ ara verilmiş, Taksim-Mecidiyeköy arasında çalışan metro da tatil edilmişti.

Geçmiş yıllarda kanlı 1 Mayıs’ların yaşandığı Taksim meydanı da kordon altına alınmıştı. Ancak bazı grupların, alanın kıyısına/köşesine girdiği ve açıklama yaptığı görüldü.

Yollarda heba olan ve işine gücüne gitmekte sıkıntı çeken İstanbullu, bu uygulamalara da, bu ‘bayram’a da çok kızgındı. Elbette ‘tedbir’ almak gerekiyor, ancak bu tedbirleri bu seviyeye kadar çoğaltmak gerekli miydi? Elbette ki emniyet kuvvetlerinin bir ‘bildiği’ vardır. Fakat vatandaş da kendi cephesinde haklı: “Madem bu derece sıkı tedbirler alınıp araçlar aranacak, köprülerdeki trafik tek şeride düşürülecekti, bu durum bir gün önceden ilân edilmeliydi. Biz de başımızın çaresine bakar, yollarda telef olmazdık” diyenler oldu.

İşin ‘bayram’ olma yönü de ayrı bir mesele. Hani, spor için ‘spor barıştır’ denir ve sonra da maç sonlarında döner bıçakları ortaya çıkar; aynen öyle hemen her defasında 1 Mayıs sonrası isimden başka bir ‘bayram’ görüntüsü görülmez. Bu nasıl bir bayramdır ki 10 milyonu aşkın nüfusa sahip İstanbul tümden felç olur?

İnsanları canından bezdiren böyle bayramlarla milletin kaynaşması mümkün müdür?

*

Yanlıştaki ısrar şaşırtıyor

Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) dünyayı şereflendirmesinin yıldönümü olarak kutlanan “Kutlu Doğum,” bazılarınca ‘alternatif etkinlik’ olarak algılanıyor. Bir gazete ‘Kutlu Doğum’ programlarıyla ilgili haberi şöyle sunmuş: “İlköğretim çocukları başörtüyle ilahi okudu/ Alternatif etkinlik bu kez Hakkari’de” (Milliyet, 1 Mayıs 2007)

Başörtülü kız çocuklarının görüldüğü resmin altında da şöyle yazıyor: “Hakkari’deki etkinliğe katılan minik kız öğrenciler ilahi okudu.” (agg.)

Şunun yazılmasını mı istiyorlar: “Minik kız öğrenciler, içki içip, kollarına uyuşturucu zerk ederken yakalandılar!”

02.05.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

İki sandık



Meclis’in üzerinde jetler uçuyordu. Parlamento binasının etrafı sarılmış, kulisleri, locaları generaller doldurmuştu.

13 Mart 1973 günüydü.

Mecliste Cumhurbaşkanlığı seçimi vardı.

Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler, cumhurbaşkanı seçilmek üzere görevinden ayrılmıştı.

Emekli bir general Ecevit’i ölümle tehdit etmiş, CHP lideri Genelkurmay’a dâvet edilmişti.

“Kulisi dolduran generaller bazen omuz atıyor, yanlarından geçerken sözlü ya da davranışlarıyla tehdit ediyorlardı” diye anlatmıştı.

Seçimlerden bir gün önce Genelkurmay Başkanı Semih Sancar partilerin temsilcilerini Çankaya Köşkünün içinde Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan’ın konutunda toplayıp, “Gürler seçilecek” demişti. İtiraz edenlere ise Genelkurmay 2.Başkanı Turgut Sunalp, “O zaman sizi toplarız” uyarısında bulunmuştu.

İşte o şartlarda Meclis Faruk Gürler’i seçmedi. Seçim bittiği anda Genel Kurul Salonu boşalmış Gürler koskoca salonda tek başına kalmıştı. Gürler için Meclis’in üzerinden jetleri uçuranlar, omuz atanlar, “Toplarız” diyenler tası tarağı toplayıp parlamentoyu terk etmişti.

Aslan gibi kükreyenlerin Parlamento’nun kararı karşısında bir güçlerinin olmadığı ortaya çıkmıştı.

Çok sürmedi Gürler kahrından öldü.

İspanya’da parlamentoyu basan askerlere karşı El Pais gazetesi gece yarısı özel bir baskı yapıp, halkı parlamentoya sahip çıkmaya çağırmış, Meclis’in etrafında toplanan halk demokrasiyi kurtarmıştı.

Rusya’da ise daha bir hafta önce ölen Boris Yeltsin, tankın üzerine çıkmak suretiyle rejimi ipten almamış mıydı?

“Anayasa Mahkemesi 367 konusundaki başvuruyu kabul etmediği takdirde çatışma çıkacağını” belirten Deniz Baykal, “Sivil cumhurbaşkanı adayı 36 saat içerisinde çekilmediği takdirde, 36 yıla bedel gelişmeler olacağını” söyleyen bir Erkan Mumcu olduğu sürece hangi demokrasi mücadelesi verilecek diyebilir siniz?

Evet bunlar demokrasi adına yüzkarası açıklamalar. Utanç verici sözler.

Gün darbe heveslilerini cesaretlendirip, demokrasi yanlılarını tehditlerle, baskılarla sindirme günü mü, yoksa yürekli bir şekilde millet iradesinin yanında yer alma günü mü?

Milletten iktidar vizesini almayan Baykal, bir ara rejim başbakanlığına mı heves ediyor?

Eğer öyle bir role soyunursa, artık muhalefet lideri olarak bile ayakta kalamayacağını bilmiyor mu?

28 Şubat’ın payandası olan liderlerden hangisi ortada.

DSP-ANAP-DTP koalisyonu vardı. Ne haldeler şimdi?

Artık Genelkurmay bildirilerini piyasalar bile alıp, satmaya değer bulmuyor. Gece yarısı bildirisinden sonra haftanın ilk iki günü korkulan olmadı. Piyasalar dahi siyasi istikrarın, açık rejimin yanında yer aldı.

Gece yarısı bildirisi bir turnusol kâğıdı görevini gördü. Demokrat olanlar, olmayanlar ayrıldı. Aynı zamanda rejimi pekiştirdi.

Bunalımdan çıkışın çaresinin millete gitmek olduğunu gördük. Çareyi teknokrat hükümetlerinde, ara rejim formüllerinde arama devri bitti.

Ankara’da sözün bittiği anda milletin iradesine başvurulacak.

AKP’nin genişletilmiş Merkez Yürütme Kurulu toplantısında da bu konuda karar alındı. Haziran’ın sonu ya da Temmuz’un başında erken seçim var.

Bu erken değil, aslında tam zamanında seçim.

İlginç ki, bu seçimde 5 yıllık bir iktidarın icraatları, başarıları ya da başarısızlıkları konuşulmayacak, cumhurbaşkanlığı seçimi ve Meclis iradesi tartışılacak.

Aslında iş bu noktaya geldikten sonra çok hayatî bir karar alınabilir.

Buna hatta 2. Cumhuriyet ya da çok partili sisteme geçtikten sonra ki ikinci beyaz devrim denilebilir.

O da erken seçim kararı alınırken, aynı zamanda cumhurbaşkanını halkın seçmesi imkânını getirebiliriz. Yoksa Türkiye bu gerilimlerden kurtulamaz. Eğer 352 milletvekili AKP Cumhurbaşkanı seçmekte zorlanıyor, AB’den tam üyelik tarihi almış Türkiye muhtıralarla dünyaya rezil oluyorsa, fırsat bu fırsat demeliyiz.

“Yiğit düştüğü yerden kalkar” derler.

Bu memleket de cumhurbaşkanını halka seçtirmediğimiz sürece jakoben zihniyetin tasallutundan kurtaramayız Çankaya’yı.

Cumhurbaşkanının görev süresini 5 yıla indirip, seçimi millete yaptırmalıyız.

Ankara’da söz bitti artık.

Anayasa Mahkemesi’nin kararı ne olursa olsun millete gitmek gerekiyor.

Hem de milletin önüne tek değil, iki sandık koymak lüzumlu.

Birinde iktidarı, diğerinde cumhurbaşkanını seçtirmeliyiz millete.

Cumhur, kendi cumhurbaşkanını seçtiği anda Türkiye çok büyük bir gerilimden kurtulmuş olur.

Başbakan Erdoğan özel bir kanun çıkarmak suretiyle getirdiği Genelkurmay Başkanından bunu gördüyse, artık Çankaya’yı millete sigortalamak lâzım. Bunun içinde iki sandık gelmeli milletin önüne.

Madem öyle, işte böyle...

02.05.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Niçin yaşıyoruz?



Siz aç, açık, yolunu şaşırmış bir tarzda bir yere misafir olsanız, konak sahibi sizi enfes bir tarzda yedirse içirse, ikramlarda bulunsa o konak sahibine karşı nasıl bir sevgi ve saygı duyarsınız. İkramlarını günlerce sürdürse sevgi ve saygınız daha da artar.

Onca gün ağırlansanız hiçbir gün, “Efendim, bize hep ikramlarda bulunup duruyorsunuz. Acaba sizin de bizden istekleriniz yok mu? Neler yapalım ki sizin hoşnutluğunuzu, sevginizi kazanalım? N’olur birşeyler söyleyin de yapalım” demez, öğrenme iştiyakında bulunmaz mısınız?

Dünya denilen şu misafirhaneye en güzel organ, duygu ve kabiliyetlerle donatılarak gönderilen ve yıllarca bu misafirhane sahibinin emsalsiz ikramlarına mazhar olan insanoğlunun da, kendini bu özelliklerle techiz edip buraya gönderen Rabbine karşı sevgi ve saygısını isteklerini öğrenerek göstermesi gerekmez mi?

Peki, ne istiyor bizi şu dünya misafirhanesine gönderen Rabbimiz?

Birgün Efendimiz (a.s.m.) Hz. Muaz’a, “Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerinde, kulların da Allah üzerindeki hakları nelerdir biliyor musun?” diye sorar.

“Allah ve Resûlü iyi bilir” der Hz. Muaz da.

O zaman Kâinatın Efendisi (a.s.m.) buyururlar ki: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı Allah’a ibadet etmeleri ve Ona hiçbir şeyi ortak koşmamaları, kulların da Allah üzerindeki hakkı Kendisine ortak koşmayan kimselere azap etmemesidir.”1

Evet, bizim görevimiz ibadet. Zaten Zariyat Sûresininin 56. âyetinde “Ben cinleri de, insanları da ancak Bana îmân ve ibâdet etsinler diye yarattım” buyur muyor mu?

İbadetin ise Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmak, kısacası farzları yapıp haramlardan uzak kalmak olduğunu biliyoruz.

İbadetlerin neler olduğu ise âyet ve hadislerde bir bir anlatılmış. İnsana düşen de bunları öğrenip uygulamaya çalışmak.

O takdirde Allah kullarına azap vermeyeceğini bildiriyor.

Kendisine itaat eden, emirlerini tutan kullarına Allah niye azap versin ki? Nitekim İbrahim Sûresinin 7. âyetinde, “Şunu da hatırlayın ki, Rabbiniz size ‘Şükrederseniz daha çok veririm; nankörlük ederseniz bilin ki azâbım çok şiddetlidir’ diye bildirmişti” buyurularak ibadetin bir anlamda tâ kendisi olan şükretmenin bolluk sebebi, aksine nankörlüğe girmenin de şiddetli azaplara vesile olacağına dikkat çekilmektedir.

Kula ancak kulluk yaraşır.

Dipnotlar:

1- Riyâzü’s-Sâlihîn, 1: 467 (Buharî ve Müslim’den).

02.05.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İnsan hak ve hürriyetleri iman gücüyle yerleşir



İnsan hak ve hürriyetlerine, hatta hayvan ve eşya hukukuna riâyet, iman gücü nisbetindedir. Çünkü, hürriyet, imanın özelliklerindendir. İnsan ne kadar imanlı ise, hürriyet de o kadar parlar, hak ve hürriyetlere saygı gösterir.

Kendi hakkını arama ve başkalarının hakkını müdafaa etme de, yine iman derecesine bağlıdır. İnsan hürdür, ama, abdullahtır, yani Allah’ın kuludur. Hakk’ın hukuku kulluğu, halkın hukuku onların haklarına hürmet etmekle mümkün.

Gerçek hürriyet, ne kendine, ne de başkasına zarar vermektir. Dolayısıyla, kötü alışkanlıkların esaretinden kurtulmak ancak imanlı ahlâk sayesinde olabilir. Tarihten günümüze iman gücünün tezahürü olan insan hak ve hürriyetleri direnişlerine rastlarız. Bu meşrû ve pasif direnişler, ancak güçlü bir iman sayesinde mümkün olabilmiştir.

***

Mohandas Karamchand Gandhi de, Hindistan’ın bağımsızlığını imân gücüyle gerçekleştirmişti. Ona göre “Ahimsa (şiddet dışı güç, inanç) hayattaki tek gerçek güçtür.”1 En büyük güç, Allah’a imândır ve Onsuz hiçbir şey başarılamaz.2 Şiddet dışı bir direnişçi, aşamadığı güçlüklere göğüs germede Allah’ın yardımına güvenir. Şiddet dışılığı, imân gücünü esas alır. Bu, korkaklığı örten bir kılıf değil; cesurların en yüce erdemidir. Korkaklık, şiddet dışılıkla kesinlikle bağdaşmaz. Şiddet dışı direnişte öldürmek değil, ölmek cesâret işidir.3 Ferdî açıdan da tarih; imânın galiben üstün olduğunu Gandi ile de yazdı. O yalnızdı ve maddî bir gücü yoktu. Teknolojisi ve debdebesiyle mağrur İngilizlere iman gücüyle direnmiş ve Hindistan’a bağımsızlığını kazandırmıştı.

***

Kezâ, 20. asır, bize bir imân ve cesâret âbidesini daha tanıtır: Bediüzzaman Said Nursî. Rejim; asker, polis, mahkeme, savcı, hapis, jandarma, karakol, idâreci, kanun, basın, hülâsa rejim/sistem her şeyi ile onu durdurmaya, sindirmeye, hattâ yok etmeye çalıştı. 35 yıl boyunca, sürgünden sürgüne, mahkemeden mahkemeye, nezaretten nezarete, hapisten hapse gönderilmiş; on dokuz sefer zehirlenmiş. (Altı gün kendisine gelemediği zaman olmuştu.) Onun ise imânından başka bir şeyi yoktu! 35 seneyi aşkın amansız baskılara karşı direnç gösterdi; asla boyun eğmedi. Dünya çapındaki Risâle-i Nur Külliyatı’nı vücûda getirdi (İşârâtü’l-İ’câz adlı eserini, I. Dünya Savaşı’nda, avcı hattında yazmıştı) ve dünyaya okuttu. Servet, malzeme, imkân nâmına hiçbir şeyi yoktu. 23 Mart 1960’ta, Hakka yürüdüğünde serveti; “seccadesi, yatağı ve çay takımını taşıdığı sepet”ten ibâretti. Bunun sırrı; imânın “yüksek bir moral ve güç kaynağı” olmasından başka ne olabilir?

İnsanlık tarihi incelendiğinde; olumlu veya olumsuz büyük işler başaranlar; güçlerini mutlaka imânlarından ve dâvâlarına olan inançlarından almışlardır. Çünkü, “inanç”, hangi iş ve mesele olursa olsun; muvaffakıyeti, üstünlüğü getirir.

Dipnotlar: 1- Savaşta ve Barışta, c. 1, s. 114, Navajivan Yay., Ahmedabad 2- Merton, 2001, s. 65.; 3. Age, s. 265

02.05.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Zamanlama stratejisi



Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, Genelkurmay'ın "sanal muhtıra"sını değerlendirdiği hükümet açıklamasının birkaç yerinde özellikle "zamanlama"ya dikkat çekerek şu hususları nazara verdi:

"Bildirinin zamanlaması manidardır. Meclis'te Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapıldığı güne denk getirilmesi, vaktin gece yarısı olması, seçim usûlünün Anayasa Mahkemesine intikal etmesi zamanına denk getirilmesi, son derece dikkat çekicidir."

Demek ki, bu tür gelişmelerin zamanlama itibariyle pek mühim bir önemi var.

Şimdi, bu nokta–i nazardan bakarak, Cumhurbaşkanlığı seçiminin zamanlama hususunu değerlendirmeye çalışalım.

Zira, bu hususun da önemi büyüktür; aksini ise, herhalde hiç kimsenin iddia etmemesi gerekir.

Meselâ, cumhurbaşkanlığı seçimi, şayet ömrünü tamamlamak üzere olan bir Meclis tarafından değil de, yenilenmiş bir Meclis tarafından yapılsaydı, karşımıza bugünkü gergin ve hurdahaş olmuş tablodan çok daha farklı bir tablonun çıkacağını hemen herkes tahmin edebilir.

Bir kere, hiçbir milletvekili henüz yenilenmiş bir Meclis'i sırf cumhurbaşkanlığı seçimi yüzünden feshettirmeyi ve tekrar genel (erken) seçimlere gitmeye mecbur bırakmayı kolay kolay göze alamaz.

Böyle bir durumda, milletvekilleri ve partiler, ne yapar eder, bir uzlaşma yolunu bulur ve bir cumhurbaşkanını seçebilme iradesini ortaya koyardı.

Böyle bir durumda, kimsenin Meclis'ten kaçma, yahut oylamaya katılmama gibi bir lüksü olmazdı.

Kànun koyucuları (anayasa), Meclis'i cumhurbaşkanını seçmeye zorlamak, hatta mecbur etmek için, "bir ay"lık süre ile "dört tur"luk bir imkân tanımış. Milletvekillerine, adeta "Ya cumhurbaşkanını seçersiniz, ya da üyelik süreniz biter; ona göre..." demiştir.

Bu durum karşısında, Meclis üyeliği süresi yeni başlayanlar ile üyelik süresi zaten bitmek üzere olanların tavrı arasında, illa ki büyük bir fark olacaktır.

Yani, milletvekilliği süresinin yakın zamanda bittiğini, biteceğini görenler, kendini fazla zorlama ihtiyacını duymaz.

Ayrıca, hemen bütün milletvekilleri yeni konumlarını yaklaşan genel seçimlere göre şekillendireceği için, cumhurbaşkanını seçmekten ziyade, kendisinin bir daha nasıl seçileceğini düşünmeye başlar; tavrını da ona göre belirler.

Bu realite, fertler açısından böyle olduğu gibi, ekseriyet itibariyle partiler açısından da böyledir.

Bütün partilerin aklı fikri yaklaşan genel seçimlere takılır, kalır. Cumhurbaşkanlığı meselesini sağlıklı şekilde düşünemez olur.

İşte, şu an itibariyle ülkenin en önemli sıkıntılarından biri de, bu "zamanlama" unsuruna bağlı ve dayalı olarak yaşanıyor.

Bu zamanlamayı tesbit eden irade ise, mevcut iktidarın elinde, hatta tekelindeydi. Evet, iktidar partisi, cumhurbaşkanlığı seçimini yenilenmiş bir Meclis'in eliyle yaptırma gücüne, iradesine de sahip idi. Ancak o, kendi iradesini genel seçimlerin gelip kapıya dayandığı bir stratejiye göre ortaya koydu.

Bu da, muhtemel sıkıntıları hafifletme yönünde değil, ne yazık ki daha da ağırlaştırma yönünde bir etki meydana getirdi.

Haliyle, her partinin kendine göre bir tavrı, bir duruşu, bir stratejisi var. Birinin diğerine uymak, onun payandası olmak gibi bir mecburiyeti, mükellefiyeti yoktur.

Bütün partilerin tam bir duyarlılık içinde mecbur olduğu şey, demokrasiye ve kànun hakimiyetine sahip çıkmak ve bunları sonuna kadar savunmaktır. Aksi halde, partiler olmaz ve ortada parlamento diye bir şey kalmaz.

GÜNÜN TARİHİ 2 Mayıs 1876

Kırk gün süren Bulgar isyanı...

Balkanlar'da uzun süredir yaşanan gerginlik, nihayet patlak verdi. Bulgaristan'da Osmanlı idaresine karşı isyan hareketi başladı.

Müslümanlara yönelik olarak zaman zaman katliâma dönüşen kanlı isyanlar, tam 40 gün devam etti.

Sonunda isyan yine kanlı şekilde bastırıldı ve hareketin elebaşıları yakalanarak ağır cezalara çarptırıldı.

* * *

Fransa gibi diğer Avrupa ülkelerini de etkisi altına alan milliyetçilik dalgası, 1800'lü yıllardan itibaren Balkanlar'a sıçradı.

Sırbistan'da, Bosna–Hersek'te bariz şekilde kendini hissettiren milliyetçi fikirler, bir süre sonra fiilî hareketlere ve kanlı eylemlere dönüştü.

Ardından, sıra Bulgaristan'a geldi. Burası da aynı rüzgârın etkisiyle isyana kalkıştı. İsyan hareketini çeteciler yönetip yönlendiriyordu.

Kırk gün devam eden Bulgar isyanında sayısız Müslümanın kanı akıtıldı. Aynı şekilde, Bulgar halkından da binlerce insan öldürüldü.

Bir müddet sonra Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilip katledileceği seneye de rastlayan Bulgar isyanı, Osmanlı'ya da, bu coğrafyada yaşayan ahaliye de çok pahalıya mal oldu.

02.05.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Risâle-i Nur'a göre namaz



İzmir’den okuyucumuz:

*“Risâle-i Nur’a göre namazı tanımlar mısınız? Namaz nedir ve niçin kılınır?”

Risâle-i Nur’a göre namaz; kul ile Rabbi arasında gizli bir bağ, esrarlı bir iletişim vasıtası, sırlı bir köprüdür.

Namaz; kulun Rabbine en içten, en samimî, en nazdâr, en niyazdâr, en feyizdâr, en bereketli, en sevaplı, en nitelikli, en değerli, en kâmil yönelişidir, müteveccih oluşudur, sığınışıdır, iltica edişidir.

Namaz; kulun kendi acziyetini, fakrını, kusurlarını, noksanlıklarını, çaresizliğini, mahviyetini, bir hiç oluşunu idrak ederek, mutlak kudret Sahibi, mutlak zenginlik Mâliki, mutlak kemâl Sahibi, mutlak rahmet ve merhamet Sahibi, mutlak varlık Sahibi olan Kadîr-i Zülcelâl’in, Ganiyy-i Kerîm’in, Rahmân-ı Rahîm’in, Vâcibü’l-Vücûd’un, yani Cenâb-ı Allah’ın rahmet kucağına kendisini atmasıdır, yani mal etmesidir.

Namaz; sonsuz nimetlere muhtaç olduğu halde, sermayesi “hiç” hükmünde; nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde; emelleri, arzuları, elemleri ve belâları hayal dairesi kadar geniş ve sonsuz olduğu halde, sermaye ve iktidarının, güç ve kudretinin dairesi eli nereye yetişirse o kadarcık “dar” olan insanoğlu için bütün emellerine kifayet eden, bütün arzularına cevap veren, bütün elemlerini dindiren, bütün acılarını söndüren, bütün belâlarını yok eden büyük bir kâr, muazzam bir saadet, bulunmaz bir nimet ve yüksek bir uhrevî ticarettir.1

Namaz; hiç sağa ve sola sapmadan ve bir saniye bile oyalanmadan sür’atle kabre, haşre ve ebede doğru baş döndürücü bir hızla koşan insanoğlu için, şimşek gibi ve hayâl sür’atinde en hızlı bir ulaşım aracı; Cennet gibi en güzel ve eşsiz bir saadet kaynağı; rûha, kalbe ve akla büyük huzur veren ve diğer mubah dünyevî işleri de ibâdet rengine boyayan, fânî ömrü ibkâ eden, yani bekâya mal eden, yani bâkîleştiren, âlem-i bekâ tarafından açtığı pencerelerle ebediyet nesîmi ve kokusu alıp getirerek rûhu ve kalbi doyulmaz sevince ve huzûra gark eden benzersiz bir mutluluk, esenlik ve emniyet kaynağıdır.2

Namaz; nefis ve hevâ, cin ve ins şeytanlarına karşı tesirli bir mücâhede ile insanoğlunun kalp ve aklını, ruh ve cismini günahlardan, ahlâk-ı rezîleden ve ebedî helâk olmaktan kurtaran muazzam bir talim ve talimattır.3

Namaz; ruhlar âleminden kalkıp, ana rahminden yola devam eden insanoğlunun, çocukluktan, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden ve Sırattan geçen uzun imtihan seferinde; yokluğa ve ayrılığa, Sâni-i Zülcelâl’in taze taze, renk renk, çeşit çeşit, nakış nakış mu’cizelerini, kudret harikalarını ve rahmet tecellilerini tam bir lezzetle seyir ve temaşaya birer vasıta hüviyeti kazandıran; ölümü, dünya zindanından Cennetler bahçesine ve Rahman’ın huzuruna götüren emre amade bir at ve burak sûretinde gösteren; dünyada aciz ve fakir kalbinin kuvvet, huzur ve zenginlik kaynağı; o uzun ve karanlıklı ebediyet yollarının gıdası, zahiresi, ışığı, nuru, beratı, bileti, senedi ve burağı hüviyetinde bir rahmet tılsımıdır.4

Namaz; Cenâb-ı Hakk’ı, celâline karşı sözümüzle ve fiilimizle “Sübhânallah” deyip takdis etmek; kemaline karşı dilimizle ve amelimizle “Allahü Ekber” deyip tazim göstermek; cemaline karşı kalbimizle, dilimizle ve davranışımızla “Elhamdülillâh” deyip şükretmektir.5

Namaz; Allah’ın dergâhında kendi kusurunu, aczini ve fakrını gören kulun; istiğfar ederek, Rabbinin bütün kusurlardan, noksanlıklardan ve ehl-i dalâletin batıl fikirlerinden pak, müberrâ, münezzeh, muallâ, mukaddes ve muarrâ olduğunu tesbih ile ilân etmesi, O’na iltica ve tevekkül etmesi, O’na şükür ve sena etmesidir. Keza Risâle-i Nur’a göre namaz; bütün ibadet çeşitlerini içinde toplayan umumî bir fihriste, bütün mahlûkat sınıflarının renk renk ibadetlerine, tesbihlerine ve zikirlerine işaret eden kudsî bir harita hükmündedir.6

Bu yüksek vasıflarla namaz, yalnız ve yalnız Allah’ın rızası için kılınır. Kul ile Rabbi arasına hiçbir kimsenin rızası, hoşnutluğu, gözü, gönlü, arzusu, dileği, isteği, teşviki, tebriki, takdiri, hürmeti, saygısı, sevgisi girmez. Eğer girerse, namazın makbûliyetine zarar verir.

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 25 2- Sözler, s. 27, 246 3- Sözler, s. 29 4- Sözler, s. 35, 36, 245 5- Sözler, s. 44 6- Sözler, s. 45

02.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004