Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nimetullah AKAY

Ey nefs-i pürheves!



Başımın püsküllü belâsı, aklımın saptırıcı arkadaşı, kalbimin günahlara sürükleyen yoldaşı, ebedî hayat ve saadetimin baş düşmanı nefis... Şimdiye kadar benim için hiç de iyi bir şey düşünmeyen, beni hayırlı istikametlerden ayırmaya çalışan, dünyada olmadık belâ ve musibetlere maruz kalmama sebep olan sen can düşmanım.

Ömrümün son dakikasına kadar yakamı bırakmayacak olan sen ey nefis, ölümü ortadan kaldırabilir misin? İnsaniyetin yüce duygularını, vicdaniyetin hakkaniyetli yaklaşımlarını yok edebilir misin? Dünyayı ebedî kılabilme, dünya zevklerini daimî hale getirebilme güç ve kudretin var mıdır ki, hep beni dünyaya çağırıyorsun?

Dünyanın en büyük imkânlarına sahip olan insanlar ölmedi mi? Para içinde yüzenler huzura kavuşabildiler mi? O ihtişamlı saraylarda kurulanlar hastalıklardan dolayı ıztıraplar çekip, ölümle buluşmadılar mı? O tekniğin harikası olan bineklerine kurulanların saltanatı nereye kadar devam etti?

Dünyaya dört elle sarılanlar da, paraya para demeyenler de, sarayların şımarık sakinleri de ölüp gittiler. O güzelim binekler sahipsiz kaldı. Bazılarının dünya cennetleri onlar için mezar oldu. Lezzetler yarım kaldı. Kahkahalar ağlamaklarla son buldu. Dünyaya bakan güzelliklerin aslında çirkinlik olduğu anlaşıldı.

Herkes ölüme gidiyor. İsteyen de istemeyen de inkâr edilemez sona yaklaşıyor. Adeta elimiz kaygan. Ele geçirdiğimiz her şey elimizden kayıp gidiyor. Lezzetleri biten dünya meyveleri bizlere acıları, ıztırapları, azapları miras bırakıyor.

Bütün gerçekler ortadayken daha bana dünyayı güzel gösteriyor, beni ona şiddetle dâvet ediyorsun. Gidenlerin paraları sahipsiz, sarayları sakinsiz, binekleri süvarisiz kaldı. Kimse elindekini beraberinde götüremiyor. Kimisi hazin, kimisi rezil, bahtiyar olanları da aziz bir şekilde bu dünyadan hızla ayrılıyor.

Ey nefis bu gidenler nereye gidiyor? Gittikleri yerlerde de makamlar, mevkiler, kayırmalar, sen nefsin hoşuna giden günahlar, meşrû olmayan zevkler var mıdır dersin? Kabrin öbür tarafındaki âlemlerde yine bize geçici zevkler tattırabilecek misin? Veya yaptıklarımızdan dolayı hesaba çekenlerin dayanılmaz sorularına karşı bize bir yardımı olabilecek mi?

Şeytanların muavini olan sen nefsim, ölümden sonraki hayatta da bu ağababalarından akıl alabilecek misin? Onlar ortalıkta görünebilecek mi? Lâfı evirip çevirme ey nefis efendi, biliyorum ki sen bir saptırıcısın. Biliyorum ki sen benim en büyük düşmanımsın. Dünyadaki sair düşmanlarım ancak geçici dünyamı mahvedebilirler. Sen ise ebedî hayatımı mahv etmek için uğraşıyorsun.

Boşuna beni kandırmaya çalışma ey dessas nefis. En büyük arzum hep seninle mücadele etmektir. Rabbimden sana karşı muvaffak olmamı talep ediyorum. En büyük emelim senin arzu ve isteklerine karşı gelmek, senin ve şeytanların oyunlarına âlet olmamaktır.

Sen kahrolsan da senin arzularından uzak kalmak için Rabbime yönelecek, Onun Habibinin (asm) yolundan gitmeye çalışacağım. Sana güvenmeyeceğim, senin telkinlerine boyun eğmeyeceğim inşallah...

Ey nefis, senin bana tatlı gösterdiğin dünyanın şan ve şerefine ehemmiyet vermemeye, senin beni sürüklemek istediğin gurura kapılmamaya, senin “kendini beğenme” gibi tuzaklarına düşmemeye çalışacağım.

İnşallah rahmeti ve afvı nihayetsiz olan Rabbim, beni sana karşı muvaffak ve muzaffer kılacaktır... Onun rahmetinden hiçbir zaman ümit kesmeyeceğim...

11.09.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Dünyevîleşmeye direnmek



Dünya dünyevîleşmeye dönüyor… Değerler devriliyor, dinamikler düşüyor, dirençler gevşiyor… Boşvermişliğin boşluğunda içsiz savrulmalar yaşanıyor, sorgulamasız ve sorumsuz nefesler gelip geçiyor, esir edilmiş sadırlardan…

Şaha kalkmış dünya duygular, yere çakılmış ulvî hisler… İçler içilmiş, özler yutulmuş, uyutulmuşluğun derin deminde… Gafletin derin uykusunda gördüğü rüyayı intibah diye yoran Naimlerin görüntüsü ve gürültüsüyle doluyor zırhsız zihinler, savunmasız duygular…

Sığ suların kokuşmuşluğu misk diye sunuluyor kristal kavanozlarda… Camla elmas karışık satılıyor silik pazarın tezgâhlarında… Hikmet öksüz, sevgi yetim kalmış sahte sahiplenmelerin terk edilmişliğinde… Fertçilikte fanilik fazilet, benlikte boğulma dirilme addedildi “Ad”laşan, “Semud” çehreli, Firavun kafalı, Nemrut suratlı asırda…

İnsan hüsranda; kopan ihtiyaç rüzgârlarında çaresiz, gemini koparan nefis peşinde sürüklenmekten muzdarip… Sanki sarsar esen, sanki sular sokakları şehirleri doldurmuş önüne kattığını sürüklüyor… Koşuşturma ve kaçış var, nereye gideceğini kime sığınacağını bilmeden, aranan Nuh’un gemisi…

Her köşe kuşatılmış, bütün yollar tutulmuş; zihinler zembereğini yitirmiş, kalpler kurak, bedenler yanıyor, ruhlar üşüyor…

Aşina yüzler yabancı, yalancı yarlar yürekleri yaralıyor… “An”da akan zevklerin peşinde koşmaktan tükeniyor sonsuzluk sermayesi ömür… Tükeniş yücelme, bitiş büyüklenme gösteriliyor cüceliğin uzun gölgesinde…

Yavan dünya doyurmuyor, açlığı arttırıyor… Dönüşü hep yalana, yanlışa değil; esmâya ve sonsuzluğa bakan iki yönü daha var… O yönüyle ukbaya uçuran bir Burak dünya… Yönü ve yüreğini bu yöne çevirenler esaretten kurtulanlar… Yokluk ve sonsuzluğu, geçmiş ve geleceği, çekirdek ile meyveyi “An”da buluşturup yaşayanlar; anlık zevklere aldanmayan, denî dünyaya dalmayanlar…

Aldanış dirilişi öldürüyor, rahat zevki, huzuru rahatsız ediyor… Ekşi ayran, zehirli bal aşikâre satılırken susmak değil, “Asra yemin olsun ki insan hüsrandadır”ı haykırabilmek…

Havâî fişeklerin yıldızları gizlemesi gibi, hevâî hislerin ulvî duyguları örtmesini görebilmek ve gösterebilmek… Her yer ve yönden fani dünya çağırırken “Ben sende fena buldum” diyebilmek ve kalben kaçabilmek… Zırva zevkleri terk ederek, kalbin zümrüt tepelerine çıkabilmek… Faniliğin altında gizli beka mührünü okuyabilmek… Sûrî güzelliklerle gülünmeyeceğini bilebilmek… Geçicilikte oyalanmaktan vazgeçebilmek; dünyayı ahirete tercih etmemek, camı elmasa değişmemek.

Değişime dönen dünyada değişmeyen, asırlar akan zaman ırmağında ilk ve son damla:

“Yemin olsun asra, muhakkak ki insan hüsrandadır. Ancak iman eden, güzel işler yapan ve birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden müstesnâ” (Asr Sûresi)

Dünyevîleşmeye direncimizi arttırmak için bu sûreyi ne kadar okumalı okutmalı, yaşamalı yaşatmalıyız?

11.09.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Pavarotti'nin sözleri



Ünlü tenor Pavarotti sustu. Önceki gün ölümünün ardından çok şeyler yazıldı.

Cnbc-e’de Pavarotti ve arkadaşlarının birlikte sundukları düet ekrana geldi.

Özellikle medyada: Pavarotti’nin Ankara’da bir dönem çalıştığı ve “kovulduğu” yönündeki haber dikkat çekti.

Peki Pavarotti niye Türkiye’den kovulmuştu?

Aktaralım:

Pavarotti’nin gençliğinde Ankara operası’nda çalıştığı dönem Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’di.

Evet, 27 Mayıs Darbesi’nin baş aktörlerinden Cemal Gürsel!

Malûm; bu darbeden sonra Gürsel, üç güzide devlet adamını darağacına göndermiş ve astırmıştı. Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun dramı milletin gönlünde hâlâ bir yürek sızısıdır.

***

Devrin Cumhurbaşkanı Gürsel’in bir gün “temsil izleyeceği” tutmuş. Operaya gitmiş ve sahnelenen “temsil”i çok beğenmiş. (Pavarotti’nin oynadığı temsil: La Boheme’deki Rodolfo karakteriydi.)

Çevresine dönmüş; “San’atçıları tebrik edeceğim, çağırın gelsinler” demiş.

Dönemin Ankara Operası’ndan sorumlu ve Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olan Cüneyt Gökçer, bu isteği genç Pavarotti’ye iletir.

Genç Pavarotti hemen tepki göstermiş ve Gökçer’e şunları söylemiş:

“Ben san’atçıyım, o bir diktatör… Ben politikacıların ayağına gitmem, o gelsin.”

Cevap müthiştir.

Zaten Pavarotti’nin bazı özel sebepler yüzünden pek içine sindiremediği Cüneyt Gökçer aradığı fırsatı bulmuştur. Böylelikle Pavarotti, Ankara Operası’ndan kovularak, İtalya’ya gönderilir.

Aslında Pavarotti yine de ucuz atlatmış. Ya Gürsel onu da astırsaydı? Dolayısıyla Pavarotti’nin kovulmasına sebep olan olay; sesiyle değil, sözleriyle alâkalıymış.

Pavarotti’nin çok genç yaşta sarf ettiği bu sözler takdire değer. O dönemde milletin bile ağzını bıçak açmıyordu. Ama genç tenor, ülkesine geri gönderilme pahasına “onurlu duruşu”nu sergilemiştir.

Bu olayın şahitlerine gelince:

Gazeteci Mehmet Ali Yılmaz (Hürriyet), Cüneyt Gökçer’le yıllar önce yaptığı bir söyleşiden aktarıyor bu olayı. Hadisenin şahitlerinden biri de, Prof. Dr. Kurthan Fişek…

Peki, halen hayatta olan Gökçer niçin bu haberi doğrulamıyor, bilinmez. Belki de hâlâ ona “gıcık” gidiyordur.

Bir “yabancı”nın “demokrasi” bilinci ile “darbe”ye karşı çıkması ilginç… Türk halkı olarak bu “reaksiyon”a sahip olduğumuz söylenebilir mi? Tartışılır.

Aksi halde asker gölgesinin siyaset üzerinde yansımasını ne ile izah ederiz?

11.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Doğudaki Batılı adamın portresi



Abdullah Gül’ün hikâyesi...Gulfnews’de yazan George Hishmeh “Arap dünyası Türkiye’yi yeniden keşfedebilir” başlıklı yazısında Abdullah Gül’ün bir dönem Cidde’de yaşamasının Arap dünyasıyla onun döneminde Çankaya arasında yakın münasebetler tesisi için bir şans, köprü ve sembol olabileceğini öngörüyor. Öncelikli olarak sormak gerekiyor: Nasıl bir yakınlaşma ve bu yakınlaşmanın mahiyeti ne?

Bu sorunun muhtemel cevabı AKP triumvirası ile Cidde şehri arasındaki münasebette gizlidir. Bu ilişkinin mahiyeti ipucunu da içinde barındırıyor. Bazı Arap yazarlar İslâm dünyasıyla ilişkilerin daha da ivme kazanması için Çankaya’da Ekmeleddin İhsanoğlu’nu görmeyi arzuladıklarını dile getirmişlerdi. Gerçekten de bu isimler teknik olarak böyle bir yakınlaşmayı sağlayabilme istidadına haizlerse de acaba hissi olarak da buna sahipler mi? Hiç sanmıyorum. Sebebine gelince: Triumvira’nın sac ayaklarından veya üyelerinden birini teşkil eden Recep Tayyip Erdoğan Cidde’de katıldığı bir etkinlikte günümüzde İslâm dünyası diye bir dünyanın var olmadığını savunmuştur. Bunun fiiliyata dökülüşü olarak ifade edebileceğimiz Abdullah Gül pratiği de bunu ispat etmektedir. O Cidde’de Londra’dan farksız bir hayat yaşamıştır. Hayat tarzı bunu ispat etmektedir. Araplarla İngilizce üzerinden anlaşmıştır. Arapça öğrenmek için bir gayret sarf ettiğinden haberdar değiliz. Yine o dönemdeki ahbablarının ifadesiyle Batı tarzı hep elleri ceplerinde gezmiştir. Sembolizm aranıyorsa işte budur. Dolayısıyla Cidde dönemi hayat tarzı olarak kuşku bırakmayacak bir şekilde Doğu’daki Batılı adamın portresidir.

Gül ve arkadaşları Batı ile tanıştıktan sonra büyük bir değişim geçirmiştir. Refahyol öneminde de böyle olmuştur. Devletle tanıştıktan sonra büyük bir değişim geçirmişlerdir. Temel özellikleri dönüşüm geçirmedeki kabiliyet ve istidatlarıdır. Bu da kimyalarıyla alâkalı bir durumdur. Cidde ve sonrasında Ankara parametrelerine bakmadan önce dönüşümleriyle alâkalı Londra durak ve menzillerine bakmakta fayda var. Fransız Devriminin siyasî etkileriyle iktidarlarında tanışmadan önce sosyolojik etkileriyle oradan tanışıyorlar. Can Dündar’ın Gül belgeseline göre Necip Fazıl Kısakürek Gül ve arkadaşlarını ‘İspanyol paçalı züppeler’ olarak tanımlıyor. Bir gün Sultanahmet Camiindeki bir namazdan sonra Necip Fazıl onlara bakıp “Bu kubbelerin altı, böyle züppelerle dolmadıkça Türkiye’nin kurtuluşu yoktur” demiş. Umalım ki, öngörüsü yerinde çıksın. Ama merhum Necip Fazıl da kurtuluşu hep Batı’dan beklemişti. Doğu’nun yedinci çocuğunu Batı’dan bekliyordu. Hatta İslâmî ilimler sahasında yed-i tula sahibi olan Muhammed Said Ramazan el Buti de kurtuluşu Batı sahasında bekleyenlerden. Bu bir kompleks ürünü değilse ilişilmez. Ama korkarım ki, Necip Fazıl neslinin kompleksi Gül’ün ve arkadaşlarının neslinde başka bir kompleksli nesli ihtaç etmiş olmasın.

Bunun maalesef böyle olduğuna dair kuvvetli emareleri var.

***

Bunlardan birisi Londra günleriyle alâkalı olarak Gül’ün dostlarından Fehmi Koru’nun anlattıkları veya tanıklığıdır. ‘Bodrum Palas’tan Çankaya Köşkü’ne başlıklı dizisinde Can Dündar bu tanıklıkla ilgili şu ifadeleri kullanır: “Londra’da Batı karşıtı önyargıları törpülenmeye başlamıştı. O kadar ki, Fehmi Koru, dönüşüne yakın ‘Jöntürkleri daha iyi anlıyorum şimdi’’demişti. onlar da ‘Büyük Doğu’nun, Osmanlı’nın köhnemişliğini Batı’ya gittiklerinde derk etmişlerdi...” Bu değişim zamanla gül gibi açıldı. Ve bulunduğumuz kıvama geldi. Fehmi Koru en az on yıl önce Bessam Tıbi gibilerin kullandığı bir kavramı kullandı: Batı’ya düşman olduktan sonra Batı’ya giderek nasıl Batı’ya hak verdilerse Bilderberg’le uzun bir mücadeleden sonra onunla tanıştıktan sonra da PR ayağı gibi çalışmaya başladılar. Siyasî olarak “Ne iş olursa yaparım abi” yaklaşımından sonra ideolojik olarak “Ne iş olursa yaparım abi” devrine evrildiler. İdeolojik eğilimlerin anlamsız olduğunu söylemeye başladı ve bu evrimleşme sonucunda sakalından sonra (sakalı Suriye döneminin bir ürünü olmalıdır) sembollerin anlamsızlığını ortaya koymak için bıyıklarını da kesti. Niyetler değiştikçe süreç içinde gayeleri de değişti. Bu kadar mesafeden sonra geriye dönüş ve ricat hali bu kadar mesafe alma imkânı olmayan kitleleri yol yakınken dönüşe sevk etti. Onların yaşadığı zengin tecrübeyi her babayiğidin bile yaşama şansı yok. Öyleyse Fehmi Koru ve benzerlerinin yaptıklarına yan mı bakacaklardı? Böylece kitle psikolojiisiyle cemaatta imama uydu. Bu ‘jöntürkleri anlama’ keyfiyeti aslında konformizminden başka bir şey değildir. Egemen pradigma karşısında ideallerini ve inançlarını yitirmek veya bozmaktır. Onları fiiliyatta da daha iyi anlamaya başladılar. Triumviraları kaderin bu yöndeki bir başka cilvesi olsa gerek. Talihleri veya talihsizlikleri bunu en son anlayan nesil olmalarıdır. Mazeretlerine gelince Ebu’l Hasan en Nedevi’nin İkbal için söylediği kısmen onlara da uyarlanabilir.

Batı’ya gidip de fikrî zıpkın yemeyen azdır. Batı denizine dalan Doğulu dalgıçlar elbette ki bazı tortularla birlikte geri dönerler. Bu normal. Fakat İslâmcı cenahtan iken Ali Fuat Başgil gibilerin de gerisine düşmek ve ideallerini Batı denizine gömmek galiba Jöntürkler gibi bu neslin de talihsizliği olmalı. Bunlar bu durumda olsa olsa şarkın altıncı çocuğu olabilirler. Veya Hazreti Musa’nın Tih’teki kayıp nesli.

Babanzade Ahmet Naim garbı tahsil ettiği halde farklı kalabildiğinden dolayı Akif’in medhu senasına mazhar olmuştur. Bu güzel hasletinden dolayı onu ‘bakiyyetü’s selef’ olarak addetmiş ve selâmlamıştır. Batı denizinde batanlar bir dönemin geçici bir eğiliminden ve parantezinden ibaret kalmaya mahkûmdurlar. Altıncı çocuk veya geçiş dönemi ricali...

11.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yıpratmak ve yıpranmak



Doğan grubu medyasının 22 Temmuz ve cumhurbaşkanı seçimleri sonrasında sergilediği hazımsızlığın arkaplanında, Sabah ve atv için yapılacak ihalenin bu gruba kapatılmasının yattığı görüşü giderek ağırlık kazanıyor.

Bu grubun yayın organlarında çıkan yıpratma amaçlı haberler, buna göre yorumlanıyor.

Bir gün bakıyorsunuz; bir bürokratın yurt dışı bir toplantıda ayakkabılarını çıkarıp koltuk üzerinde bağdaş kurmak ve üstelik beyaz çorap giymek gibi “bağışlanamaz” bir skandala imza attığı, Türkiye’nin en önemli ve hayatî meselesi buymuş havasında köpürtülerek duyuruluyor.

Ertesi gün bir okul müdürünün, yine ayakkabıların çıkarıldığı bir ortamda, koltukta oturmakta olan AKP milletvekili önünde diz çökmüş görüntüsü yayınlanarak, “Bakın, devletin bürokratları AKP iktidarında ne hallere düşürülüyorlar” gibisinden tahrikkâr mesajlar veriliyor.

Uzak ve yakın geçmişte de benzer örnekler yaşandığını hatırlıyoruz. İstanbul’da görevli bir belediye bürokratının meşhur Dim çayı macerası, bir THY yöneticisinin “apronda deve kurban etme” hikâyesi ya da küçük bir kızın açık bırakılan rögar kapağından kanalizasyona düşüp hayatını kaybetmesi olayında faturanın dönemin İSKİ Genel Müdürüne çıkarılması gibi..

Ankara’daki su kesintileri ve patlayan su boruları olaylarında da kabak ASKİ Genel Müdürüyle ekibinin başında patlamadı mı?

Görünen o ki, hayli zamandır devam eden, ama 22 Temmuz’da mâlûm sebeplerle geri tepen “AKP’yi yıpratma” mücadelesi şu aşamada, bir şekilde açığı tesbit edilen bürokratlar üzerinden sürdürülmek isteniyor.

Onun için, gerek merkez, gerekse taşra bürokratlarının ve bu meyanda özellikle yerel yönetim kademelerinin olağanüstü bir dikkat ve teyakkuzla, yanlış yapmadan, herhangi bir suiistimale karışmadan, adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde görevlerini sürdürme sınavları ağırlaşarak devam ediyor. Gözler, üzerlerinde.

Ve bu, üstlendikleri işin tabiatından kaynaklanan bir durum. Şikâyete hakları yok. Bu arada maruz kaldıkları veya kalacakları haksızlıkları püskürtmeleri de, hata yapmamalarına bağlı.

Öte yandan, medyanın “AKP’yi yıpratma” düşüncesiyle yaptığı kimi yayınlarda baltayı taşa vurduğunun da birçok örneği var. Özellikle dinî hassasiyet alanlarına giren konularda bilgisizce ve sorumsuzca yapılan suçlama, eleştiri, aşağılama ve tahrikler dindar kitleleri incitiyor.

Yeni bir medya skandalına dönüşen “namaz molası” tartışması bunun tipik örneklerinden biri. Oysa çok seyrek yaşanan istisnaî tatsızlıklar dışında, bu konuda yıllardır süregelen uygulama ile büyük ölçüde oturmuş bir gelenek var.

Şehirlerarası yollardaki hemen hemen bütün konaklama tesislerinde mescitlerin ihdas edilmesi, sefer esnasında vakti giren namazların çoğunun buralarda kılınması artık iyice yerleşip benimsenmiş; hayatın bir parçası haline gelmiş.

Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah romanında anlatılan, “şoförün, namaz kılmak isteyen yolcuyu indirip yola devam etmesi,” günümüz Türkiye’sinde rastlanabilecek bir olay değil.

Namaz kılmak isteyenlerin şoföre baskı yapıp otobüsü durdurmaları gibi bir hadise de yok.

Çünkü ibadete saygı, buna meydan vermez.

11.09.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Sivil anayasa



AKP’nin akademisyenlere hazırlattığı yeni anayasa taslağı, partinin kendi içinde kurduğu komisyonca değerlendiriliyor. Medyaya kısmen yansıyan başlıklardan anlıyoruz ki, olgunlaşmış bir metin değil.

Komisyon kendi içinde henüz sonuca ulaşamadığı için, AKP’nin görücüye çıkacak anayasa metni öncesi, sanırım kamuoyundan gelecek tepkileri ölçmeye çalışıyor.

Bu noktada, anayasanın yeniden yazılması, ana metnin kaleme alınması ve düzenleniş şekliyle ilgili farklı görüşler var.

Birisi, iktidarın kendi metnini hazırlayıp, tartışmaya açması. Siyasî partileri, sivil toplum kuruluşlarını ve farklılık ifade eden sosyal dinamikleri dikkate alan çok taraflı kesimlerle istişareler yaparak tekrar metni yazmak. Eleştirileri dikkate alarak ve uzlaşma zemini kabul ettiği yeni şekliyle TBMM Anayasa Komisyonuna göndermek.

Bu metotla, siyasî iktidarın belirgin karakteri anayasaya girmiş olur. Meclis çoğunluğu ile onay alması mümkün. Referanduma götürülmesi halinde ise, büyük ekseriyetle kabul göreceği muhakkak.

Bir defa eski anayasadan daha düzgün olacağı için ve sivil adımların fazlalığından dolayı geniş kitlelere sıcak gelecektir. En azından askerî dokuları ve tepki psikolojisi ile siyasî erki sınırlayan unsurlarından dolayı 1982 anayasasından kat be kat iyi olacaktır.

Anayasa hazırlanırken, öne çıkan ikinci bir yaklaşım ise, ana metnin ilk oluşumunda, nasıl hazırlanacağına dair bir yaklaşımın ve çalışma metodunun ortaya konması. İktidar, muhalefet, ideoloji ayırımı yapılmadan, herkesin kendini ifade edebileceği bir platformda, ortak metnin oluşturulması.

İdeal olan bu ikincisi. Madem ki, anayasal metinler, toplumsal sözleşmelerdir. Milletle devletin mutabakat metnidir. O halde toplumun uzlaşma, birlik, bütünlük parametrelerini ve birleştirici karakterini öne çıkaran bir yol izlenmelidir.

Meclis, milleti temsil ettiği için onun adına düzenleyici ve yasa koyucu vasfına haizdir. Ancak konu anayasanın yeniden yazılması ve demokratik, sivil bir çerçevenin öne çıkarılması için tabandan gelmelidir. Uzun uzadıya ve ortak buluşmaları arttıracak bir kucaklaşmayı temin etmelidir.

Burada pratiği zor olan, tarafların müzakere kültürü içinde ve birbirini kabullenerek ve resmî kalıpların içine çekmeden hür ve demokratik tartışabilmesidir. Bu başarılabilirse, ikinci yaklaşım daha kapsayıcı olur.

O yüzden, geniş mutabakatlı bir uzlaşma komisyonu ve müzakere sürecinden sonra ortak metnin yazılıp kamuoyunda tartışılması ve ikinci kez düzenlenerek yine en büyük payda ortaklığında birleştirici olmalıdır.

Anayasayı yeniden düzenleyecek grubun; ihtisasları ve demokratik perspektifleri açısından bağımsız düşünen insanlardan oluşması çok önemlidir. Ayrıca, siyasî ikbal ve içinde bulunduğu psikolojinin etkilediği çevre faktörlerinden arınmış olması gerekir.

Kısa vadeli, siyasî gücü pratik hedeflere tahvil eden ve ilerde tekrar yeni kaoslara ve istenmeyen yanlışlara kapı açacak tavizkâr, belirsizlik içeren “ne şiş yansın, ne kebap” türü alışkanlıkları taşımamalıdır.

Amerikalıların 200 yılı geçen anayasalarının en büyük özelliği, birleştiricilik yönüdür. Kurucuların kendilerine göre düşünmemiş olmalarıdır. Az, öz ve teferruattan uzak olmasıdır.

Resmî ideolojinin serbest düşünmeyi zora sokan dayatmalarından etkilenmeyecek bir ruh hali, demokratik iklim oluşturma niyetini açıkça ortaya koymalıdır.

Uzlaşmayı, dediğini yaptırmak olarak anlayan hakim gücün tuzaklı müdahalelerinden arınmış bir anayasa metni ve hür düşünce zemini, en hayatî noktadır.

Öyle görünüyor ki, tartışmanın kalitesiyle paralel olarak AB sürecinin izlerini taşıyacak sivil bir anayasa kabul görecektir.

Temennimiz; katılımcılık, çoğulculuk ve özgürlük ile sacın üç ayağının dengelenmesidir.

11.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Oruç barıştır



Abdullah Bey:

* “Ramazan orucunun toplum barışına katkısı üzerinde durur musunuz?”

İslâm’ın emri, bir yudum suyu, bir kaşık çorbayı, bir lokma yemeği, bir dilim ekmeği insanlarla birlikte paylaşmaktır. “Hep bana” yoktur yüce dinimizde; “hepimize...” vardır. Acıda, kıvançta, cefada, sevinçte, sıkıntıda, mutlulukta, düğünde, açlıkta, bayramda, sefâlette, iyi günde, kötü günde hep berâber olmak, aynı duyguları paylaşmak ve barışık yaşamak insan olmanın iktizâsı değil midir?

İnsanlarla dargın olmasak, kırgınlıklarımızı sürdürmesek olmaz mı? Sıradan şeyler için kalp kırarak, hayatı çekilmez kılarcasına iddialaşmak ve inatlaşmak yerine, bağışlayıp geçsek... “Ceza veriyorum” hesabıyla haksız bir biçimde zarar vermek yerine, affetsek... Hesap sormak yerine, görmeyiversek... Yargılamak yerine, aldırmasak... Kendimizi her şeyden sorumlu addetmek yerine, kendimizi sadece kendi nefsimizden ve davranışlarımızdan sorumlu saysak insanlarla daha sağlıklı iletişim ağları kurmaz mıyız?

“Gururumla oynadı!”, “Onuruma yediremiyorum!”, “Sen korkak mısın?”, “Onu affetmeyeceğim!”, “Dünyanın kaç köşe olduğunu ona göstereceğim!”, “Onun hesabını soracağım!”, “Onun burnundan getireceğim” gibi tahrik dolu beylik tabirleri hayatımızdan büsbütün atsak ne olur? Ne kaybederiz? Onur ve gurur peşinde koşmakla ne elde ediyoruz? Adavetten, husûmetten ve Allah’ın gazabını celb etmekten başka?

Bırakalım onur ve gurur dâvâsını. Dostlarımızın, komşularımızın, arkadaşlarımızın, akrabalarımızın, kardeşlerimizin bize karşı kusurlarını “çok sık”, ama “çok sık” affedelim. Onlardan bize kötülük gelmez; bundan emin olalım. Hataları, sürç-ü lisanları, sürç-ü hareketleri varsa adından bile bahsetmeyelim, görmeyelim, sinemize çekelim, “varsın olsun” diyelim, bağışlayalım. Bilelim ki, Kur’ân’a göre izzet ve şiddet kâfire karşı olur; mü’mine karşı olmaz.

Müslümanlık barıştan ibarettir. Kur’ân nazarında “takva” bu asil davranışta gizlidir. “Takva sahipleri bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah güzel davranışta bulunanları sever” (Âl-i İmran Sûresi, 3/134) nazm-ı celîli “öfkeyi yutmayı” ve “insanları affetmeyi” bize “takva” olarak takdim eder.

Çünkü insan insana her zaman muhtaçtır; bir gün değil, her gün beraber oluruz insanlarla, hasım saydığımız dostlarımızla. Keza, onlar da bizim gibi oruç tutuyorlar. Onlar da yarın Allah’ın huzuruna gideceklerine ve hesap vereceklerine iman ediyorlar. Bir baş belâsı “gurur” yüzünden kimi zaman kardeşimiz, kimi zaman komşumuz olan ahbabımızla baş düşmanımız gibi aylardır, günlerdir konuşmamak ise ancak şeytanı güldürür. Aramızda çok önemli şeyler yoksa niye affetmeyelim? Onların ağır saydığımız sözlerini niye sinemize çekmeyelim? Gerçekten görülecek bir hesabımız varsa ve affedemiyorsak, onunla düşman olmak yerine, niye Allah’a havale etmiyoruz? Oysa biz, Allah’ın Ahkemü’l-Hâkimin (Hâkimler Hâkimi) olduğuna iman ediyoruz!

Hayır, hayır; biz hiçbir şeyi olmamış gibi sayacağız, duymamış gibi sayacağız ve ağzımızın orucuyla bir araya gelip barışacağız, birbirimize ikram edeceğiz, iyilik edeceğiz, hayır duâ edeceğiz.

Oruç emriyle Rezzak oluşunun bilinmesini isteyen Cenâb-ı Hak, rızk verdiği kullarının da birbiriyle kardeş olmasını istemektedir. “Mü’minler ancak kardeştirler” (Hucurât Sûresi, 49/10) hükmü bize bunu hatırlatır.

Bu Ramazan’da sevgiyi, kardeşliği ve barışı başaralım; bize yeter.

11.09.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yüksek faize iki farklı açıdan bakış



Bir İslâm ülkesi olan Türkiye'de şu an itibariyle "yüksek faiz" politikası uygulanıyor.

Üstelik, dünyada ikinci bir emsâli gösterilemeyen bir yüksek faiz politikası.

Bu yüksek faizin kaymak tabakası da "ecnebi sermaye" tarafından alınıp götürülüyor. Burada değil, kendi ülkelerinde yatırıma dönüştürülüyor.

Esasında faizin hiçbir çeşidi, hiçbir şekilde savunulamaz.

Zira, İslâmın mukaddes kitabı Kur'ân'a göre, (Bakara, 275) "faiz haram" kılınmıştır.

Bize göre temel ölçü budur.

* * *

Faiz sistemi geliştikçe, faiz oranları yükseldikçe, "İslâmın köprüsü" olan zekât müessesesi zayıflamaya başlıyor. Bundan da kargaşa çıkıyor, niza çıkıyor; zulüm ve haksızlık meydan alıyor.

Uzak ve yakın tarihten bu hakikatin birçok misâlini zikretmek mümkün.

Bu hikmete binâendir ki, Üstad Bediüzzaman şu yorum ve tefsirde bulunur: "Âyet–i Kur’âniye âlem kapısında durup ribaya (faize) 'Yasaktır!' der. 'Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız' diyerek insanlara ferman eder. Şakirdlerine 'Girmeyiniz! emreder... Beşer, salâh isterse, hayatını severse; zekâtı vaz’ etmeli, ribayı kaldırmalı. (...)

"Kur'ânın adâleti bâb–ı âlemde durup ribâya der: 'Yasaktır! Hakkın yoktur!' Dönmeli!

Dinlemedi bu emri beşer, yedi bir sille. (II. Dünya Harbi) Müdhişini yemeden bu emri dinlemeli. (Sözler; Lemâat, s. 709)

* * *

Ne hikmettir bilinmez, faize temelden karşı olması ve indire indire sıfırlaması beklenen mevcut hükûmet erkânı, hiç ama hiç oralı görünmüyor.

Kimi dindar gazeteler ise, uyarı vazifesini yapmak yerine, hükümettekileri âdeta teşvik edercesine ve "Bravo! İyi gidiyorsunuz. Devam edin" dercesine, onlara arka çıkıyor.

Yeni Asya'nın tavrı ise, tâ başından beri aynıdır: Hükümettekilerin doğrularına doğru, yanlışlarına ise yanlıştır demek.

Ortada kupürünü gördüğünüz haber başlıklarından üstteki Yeni Asya'ya, alttaki ise refikimiz Yeni Şafak'a ait.

Her iki haber de aynı konuda, aynı gün (8 Eylül 2007) çıktı.

Yeni Asya "Yabancıların faiz rantı" başlığı altında "Bir yıl önce yurt dışından döviz getirerek borsaya yatıranlar, dolar bazında yüzde 51'le başka piyasalarda 10–15 yılda elde edilebilecek bir kazancı sağladı" ifadesini kullandı.

Yeni Şafak ise, "Yüksek faiz, Türk ekonomisini koruyor" başlığı altında şu ifadelere yer verdi: "Unicredit Türkiye Uzmanı Evans, Merkez Bankası'nın enflasyonla mücadele için faizi yüksek tutmasının, Türkiye'yi uluslararası krizlerin etkilerinden koruduğunu söyledi"

Birbirinden farklı bu iki bakış açısını sizlerin dikkatine sunarken, yüksek faiz politikalarının Türkiye için nasıl bir netice doğurabileceğini de, yine sizlerin mülâhazanıza havale ediyoruz.

GÜNÜN TARİHİ 11 Eylül 2001

İkiz Kule'ye karşılık, iki ülkeyi işgal

İnsanlık camiası yeni bir terör hadisesine şahit oldu.

Amerika Birleşik Devletleri'nde şimdiye kadar hiç görülmedik, duyulmadık terör eylemleri yaşandı.

* * *

Bu dehşetli hadisenin özeti şudur: İçinde yolcu bulunduğu iddia edilen (çok zayıf bir iddia) dört sivil uçağı kaçıran hava korsanları, askerî üs Pentagon ile ekonomik üs İkiz Kulelere (110 katlı Dünya Ticaret Merkezi) uçaklı intihar saldırısı düzenledi.

Etrafı kaplayan toz, duman, ateş ve gürültülerle ortalık adeta cehenneme çevrildi.

ABD başta olmak üzere bütün dünya yeni bir terör dalgasının dehşeti ile irkildi.

Çöken binaların altında binlerce (3000 civarında) insanın ezilerek can verdiği anlaşıldı.

İlk günlerde, olayın failleri tesbit edilemedi. Ancak, ABD savaş durumu ilân etti. NATO’nun 5. maddesinin (müşterek savaş) işletileceği kararı alındı.

Hemen ardından, bu hadisede Suudî petrol zengini Üsame bin Ladin’in baş rolü olduğu ileri sürüldü.

Bin Ladin'in Afganistan’da bulunduğu iddiasıyla, Taliban idaresindeki bu İslâm ülkesine savaş açıldı.

Savaşın seyri içinde, ABD'nin eski müttefiki Taliban yönetimi devrildi. Onun yerine ikame edilen "Kuzey İttifakı" Afganistan’daki idareyi ele aldı.

* * *

Öfkesi dinmeyen Amerika, Yahudi lobilerin de yönlendirmesiyle Afganistan'dan sonra Irak'ı hedefe koydu.

Yine eski müttefiki Saddam'ın zulümlerini de gerekçelerine katan Bush'un Amerika'sı, Irak'ı da baştan sona işgal etti.

Böylelikle, iki kuleye karşılık olarak, iki Müslüman ülkenin toprakları işgal edilmiş oldu.

Ne var ki, kanlı çarpışmalar her iki diyârda da aralıksız şekilde devam ediyor.

Bu arada, Amerika'nın "baş düşman" diye ilân etmiş olduğu Bin Ladin'e ise, hâlâ ulaşılabilmiş değil. Ya da, bu büyük "velinimet"e zaten bir türlü ulaşılmak istenmiyor.

11.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri