Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

İmtihanın dönemeçleri



Yaşadığımız her olay imtihan vesilesi

Her an kayıtta olduğumuzu düşünsek, yapacaklarımızın çoğunu yapmayız. Yapmamamız gerekenlerden bazılarını yapmamızın sebebi, gaflet anlarıdır. Allah'ın bizi izliyor olduğunun farkında olmak hali, gafletten sıyrılma halidir. Ya da her bir davranışımızda Allah'ın o davranışımıza ne diyeceği yaklaşımı bizi sürekli tetikte tutar.

Böyle bir hayat hali, her bir davranışımızı yerleşik bir şuur içerisinde geçirmeyi netice verecektir. Ve karşılaşılan her bir olayı bizim için özel gönderilmiş bir olay olarak değerlendirilebilecektir.

Her bir davranışın bizim için, imtihan vesilesi olduğunun farkında olmak gerekiyor. Ve yine her bir davranışın bir imtihan dönemeci olduğunu unutmamak gerekiyor. Hayatın 'an'larına böyle bir yaklaşım içerisinde olmak, her bir davranış için tetikte beklemek anlamına geliyor.

Olaylarla karşılaşmadan önce, kendimizi uyarmak, nefsimizi o olayı doğru yaşamaya hazır hale getirmek önemlidir. Çünkü belki de yaşayacağımız o olay, ebedî saadetimizi beraberinde getirebilecek bir olay olacaktır. Dikkatli ve duyarlı olmadığımız takdirde, ebedî şekavete sebep olacak bir olay olabilecektir.

"Dikkat, imtihandasınız! Dikkat, size özel bir olay geliyor! Dikkat, yeni bir imtihan sorusu geliyor!" gibi uyarıcılar bizi uyanık tutacaktır. Kendimizi bu şekildeki telkinlere tabi tutmak uyanıklık hali içerisinde olmamızı netice verecektir.

Uyarıyı önce damarımıza dokundurmadıkça, istifademiz olmaz. Kendimizi harekete geçirme, öncelikli atılması gereken adımdır.

Dikkat özel şahsiyetler teşrif ediyor!

Bizi kendi halimize bırakmayan Rabbimiz vesilesiyle, zaman zaman dünyamıza özel şahsiyetler teşrif eder. Bu teşrifler bizim ihtiyaç duyduğumuz içindir. İnsanlar zaman zaman özel ikaz ediciler tarafından Hakka, hakikate ve doğruya davet edilirler. Bu insanın alıcılarının açık olmasına göre değişir. Bazen rüya âlemleri bu amaca hizmet eder. Bazen vicdanımız, bazen çevremizdeki dostlarımız, bazen tefekkür ettiğimiz bir varlık bizi hakikatin yoluna çeker. Yeter ki kul ile Hâlık arasındaki yüksek irtibat sürsün ve insan duâ halini, acz halini devam ettirebilsin. Çünkü insanın ihtiyaçlardan uzaklaşma hali, azgınlaşma hali ve insanlıktan çıkma halidir.

Vefatlarından sonra da tasarrufları süren zatlar, dünyanın olup biten hadiselerine ilgisiz ve alâkasız değillerdir. Hatta insanların yaşadıkları hadiselerde zaman zaman onların izleri (Allah'ın izni ve müsaadesiyle) vardır. Bu tür hatıraları zaman zaman çevremizdeki insanlardan dinleriz. Ama tabi biz olup biten hadiselerin arka planını bilmediğimiz için neyin, neden kaynaklandığını idrak edemeyiz. Ama kalp gözü açık olanlar, karşılaşmış olduğu özel hadiseler ve özel durumlar karşısında, yine Birileri tarafından düşünülüyor olduğunu hissederler ve için için derin haz duyarlar. Hatta böyle yaşanan vakıalara, 'Hızır (gibi) yetişti' tabirini kullanırlar. Yine Kürtçedeki bir duâ buna işaret eder; 'Hoce Hızır havvale tebi', yani 'Hızır (as) yoldaşın olsun!' şeklindedir. Aslında bu dua da, yalnız olmadığımızı, bizi izleyen birilerinin mutlaka var olduğunu bize hatırlatır.

Kendimizi pek de iyi hissetmediğimiz, olumsuzluğun, kötümserliğin, karamsarlığın üzerimizde hüküm süreceği bir vasatta bir de bakmışsınız, o harap kalbi, o kötümser bedeni ve o olumsuzlaşmış ruhu, rüyalarımızda Hazret-i Peygamber ziyaret etmiş. Onun teşrifiyle adeta kapkaranlık dünyamız muhteşem bir aydınlığa dönüşmüştür. O gecenin sabahı, yeni bir sayfa açılmıştır hayatımıza. Kendimizce bir şeyleri terk, kendimizce bir şeyleri celp kararları alınmıştır. Ve artık neredeyse sönmüş olan ocakta yeni bir kıvılcım kendini göstermiştir.

Bu muhteşem hatıra günlerce gözlerden yaş akıtmıştır. Sonrasında eşle, çocuklarla ve dostlarla bu özel an konuşulmuş ve 'özel' birisi olduğumuz bizi daha bir davranış hassasiyetine dâvet etmiştir. Ve muhtemeldir ki, bu yeni sayfa, yeni yeni heyecanların yaşanmasına ve yeni başlangıçların oluşmasına zemin teşkil edecektir.

Dikkat size özel davranışlar geliyor!

Herkesin dünyasında özel olarak yaşanmış davranışları vardır. Hatta bu davranışlardan bir kısmı öyle bir özellik içerir ki, kerâmetvâri nitelik taşır.

Şu an kime sorsanız, 'Çok özel olarak karşılaştığınız bir davranış oldu mu?' diye hemen herkesin anlatabileceği bir takım hatıraları vardır. Bu şunu gösteriyor; her insan özeldir ve özel muameleler yaşar.

Bu tür hatıralarda kendimizin 'özel' olduğunu daha bir yakından hissederiz; "Yaratıcımız bizimle bizzat ilgileniyor. Bizi gözetiyor. İhtiyaçlarımıza cevap veriyor. Neye ihtiyacımızın olduğunu da en iyi O biliyor. Yani en ince hatırat-ı kalbimizi biliyor ve cevap veriyor" deriz.

Kabul etmemiz gerekir ki, bizim muhatap olduğumuz hiçbir davranış öylesine, kendiliğinden değildir. Kendimizle ilgili olan veya bize gösterilen davranışlar içinde bir takım hikmetler taşımaktadır.

Onun için karşılaştığımız davranışlara özel birer anlam yüklemek görevimiz olmalıdır. Mademki hiçbir şey anlamsız değildir. Öyleyse karşılaştığımız davranışların içerisinde pek çok 'özel durumlar' gizli olabilir. O zaman her bir hadiseyi, özel bir hediye paketi olarak düşünmek çok mantıklıdır.

İmtihan vesilemiz, ebedî

saadetimize vesile olabilir!

Gerçekten çok zorlandığımız, bize çok ağır gelen davranışlar içinde bir takım güzellikler taşıyordur. Onun için diyebiliriz ki, hiçbir musibet, içinde çiçekler taşımaksızın gelmez. Dolayısıyla karşılaşılan imtihan hallerini, saadet vesileleri olarak değerlendirmek gerekir.

Bu vesileyle, bedenimiz, sıkıntılarımız, annemiz, babamız, kız kardeşimiz, ağabeyimiz, çocuklarımız, kaynanamız, kayınpederimiz, komşumuz komşumuzun çocukları, öğrencilerimiz imtihan vesilemiz olabilir. Bir şeylerle karşılaşıyorsak bu karşılaştığımız şeyler, bize özel imtihan sorularıdır.

Yola düşmüş bir taşı kaldırmak, yaralanmış bir kuşa gerekeni yapmak, yardıma muhtaç bir yaşlıya yardım etmek, arabayla seyir halindeyken yolda birden yürüyemez hale gelmiş bir kadını hastaneye götürmek. gibi, gün içinde karşılaştığımız yüzlerce hadiseleri birer fırsat hali olarak görmeli insan.

Allah'ın rızasını gözeterek yapacağımız bir küçük davranış bize, O'nun rızasını kazanmayı netice verebilecektir. Zaten O'nun rızası kazanılmışsa, daha başka bir şeyi tahsile lüzum yoktur.

Sınav kazanmak heyecanı içerisinde soru çözen öğrenci gibi karşılamalı hadiseleri. Her sorunun puanı farklı.

Karşılaştığınız her hadisede başarılı olabilmek için birbirimize duâlar etmeliyiz: 'Hoce Hızır havvale tebi' yani 'her hadisede, Hızır (as.) yoldaşınız olsun.'

12.01.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

İnayet çemberi, hıfzıyet şemsiyesi



İnayet fiili, hıfz-ı İlâhî, yani Allah'ın her an her yerde yardım ve ihsan etme fiili, onun insanlara büyük bir ikramı ve ihsanıdır. Hele de ihlâsla İslâma ve Kur'ân'a hizmet edenlere bu tür ihsan ve ikram daha fazla olmaktadır.

Helâket ve felâket asrında İslâm, İman ve Kur'ân hizmetinde halisen çalışanların mazhar olduğu bu inayet ve hıfz-ı Îlâhî, Risâle-i Nur Külliyatında oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bu konuda bir çok örnek, bizzat Üstad tarafından beyan edilmiştir. Hizmetin içersinde bulunanlar, kendi irade, istek ve şuurlarının dışında gelişen bu tür halleri, hizmette bulundukça sıkça yaşamaktadırlar.

Nur camiasının çok önemli bir sırrı olan "şahs-ı mânevîdeki" bu ihsan-ı İlâhî ve ikramın kadir ve kıymetini idrak edip, onun şuuruyla hareket edebilmek ayrı bir sır ve saadet konusudur.

Bu konuda, aziz ve muazzez Üstadın çok hayret verici ve dikkat çekici tespitleri vardır. Ona talebelik etme bahtiyarlığına erişmiş pir-i faniler için yapılan şu tespitler, çok mânâlı ve de ibretli tesbitlerdir:

En zor zaman ve şartlarda, cesetleri muhtelif, ruhları bir hükmünde olan, Hulûsi ve Sabri'nin hakikî ve mânevî vereseliği...

İşte bunların doğruluğunu sağlayacak mekân ve şahıslardan bazı örnekler:

Barla, Bedre, Eğirdir üçgenindeki birbirinden hiç haberi olmayan üç ruhun, yani Üstad, Hulûsi ve Sabri'nin, Sözler yazılırken, Hulûsi'nin aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı mânevî şeklinde muhatap olunması... Sözler'deki misâllerin çoğunun onun vazifesine ve mesleğine göre olması... Cenâb-ı Hak tarafından hizmet-i Kur'ân ve imanda bir talebe, bir muîn tayin edilip, bilinmeden onunla onu görmeden evvel konuşulup, ders verilmesi... Sabri'nin, fıtraten Üstadda mevcut olan ve başka hiçbir talebede olmayan çok has bir nişâneyi taşıması... Bütün talebeler içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabeti kendinde hissetmesi... Ve o havâlide en az ümid edildiği ve o da geç uyandığı halde, hizmetlerde en ileri gittiği, bir Hulûsi-i Sânî olarak müntehaplığı... Cenâb-ı Hak tarafından talebe ve hizmet-i Kur'ân'da arkadaş tayin edilmesi...

Isparta, İslâmköy, Kuleönü üçgeninde, Hüsrev, Hafız Ali, Mustafaların akıllara durgunluk veren ihlâs, gayret, istikamet, sistem ve sadakatlarının ortaya çıkması...

Denizli'de, Hasan Feyzi ve Hâfız Ali gibi iki mübarek şehidin sisteminde ve onların vârislerinden inayet-i İlâhiye tarafından ona yardımcı verildiklerinin beyanı...

Kastamonu'da, hemşeriliğin ötesinde bir vefa duygusuyla şadırvanda başlayan karşılaşmayı hayatı boyunca devam ettiren Çaycı Emin ile "tarikat" tahtını, "hakikat" saltanatına tebdil eden Mehmet Feyzi'nin Kur'ân'a ve asrın imamına tabi olması ve bu alanda istihdamı...

Emirdağ'ın kahramanları "Çalışkanlar hanedanının" aidiyet ve sahiplik sâikasıyla bu nurani çembere dehâletleri. vb. çok haller bu inayet ve hıfzıyetin çok çarpıcı ve ibretli örnekleridir. Zor şartlarda akıl almaz bir şekilde gelen "inayet ve hıfz-ı İlâhî" gerçekleri!..

Civanmert ve susturulamayan o sesin orijinal tespitlerine bir göz atalım:

"Şüphe kalmadı ki, Nur Risâleleri ve talebeleri, hıfz ve inayet-i İlâhiyeye mazhardırlar. İnayet-i İlâhiye, Kur'ân'ın bir mucize-i mâneviyesi olan Risâle-i Nur'u muârızlarından muhafaza ediyor. Muârızların hücumu ise, Nurların parlamasına ve intişarına vesile oluyor."

"Risâle-i Nur'un mânen galebe-i tâmmesi ile beraber, mason kısmının dinsizleri ve komünistlerin zındıklar kısmı Nurların serbestiyetine mâni olmaya çalışıyorlar ki Hattâ Kur'ân'ımızı vermemek için, avukatımızla da gürültü etmişler. Fakat inayet-i İlâhiye onların bütün plânlarını akîm bırakıyor."

"İnayet-i İlâhiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde' olmak için, Kur'ân'dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risâlelerini ihsan etmiş."

Demek adalet ve inayet-i İlâhiyenin himayeti bize kâfidir.

"İki minare yüksekliğindeki Van kalesinden ayağının kayması karşısında, tehlike yüzde yüz iken büyük bir istinada basmış gibi üç metrelik bir kavisle o mağaranın kapısına atılması... Ecel gelmediği için sırf bir hıfz-ı İlâhî, harika bir imdad-ı gaybî telâkki ettik."

Vasiyetinde ise: "Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlâhî devam ediyor" tespiti...

Bu ve buna benzer örneklerin bir çoğu Külliyatta mevcuttur ve bugün de aynen devam etmektedir. Ehline ve bu dâvâya muhatap olanlara düşen, "Nur Dâvâsında" ve dairesinde olmanın aynı zamanda çok büyük bir inayet, ihsan, ikram, hıfzıyet ve yüksek bir mazhariyet olduğunun idrakiyle bu mesuliyet ve sorumlulukla hareket etmeyi sürdürmektir. Rabbim hepimize nasip ve müyesser etsin inşallah. (Âmin)

12.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Anayasadaki "başlangıç"



12 Eylül anayasasının, başlı başına hukuk fecaati oluşturan bir başlangıç" kısmı var.

Bu ucube metnin 12 yıl yürürlükte kalan giriş pasajında, 12 Eylül darbesi şöyle övülüyordu:

"Ebedî Türk Vatan ve milletinin bütünlüğüne ve kutsal Türk Devletinin varlığına karşı, Cumhuriyet devrinde benzeri görülmemiş bölücü ve yıkıcı kanlı bir iç savaşın gerçekleşme noktasına yaklaştığı sırada;

"Türk Milletinin ayrılmaz parçası olan Türk Silâhlı Kuvvetlerinin, milletin çağrısıyla gerçekleştirdiği 12 Eylül 1980 harekâtı sonucunda, Türk Milletinin meşrû temsilcileri olan Danışma Meclisince hazırlanıp, Millî Güvenlik Konseyince son şekli verilerek Türk Milleti tarafından kabul ve tasvip ve doğrudan doğruya Onun eliyle vaz olunan bu anayasa..."

Bu utanç verici ihtilâl övgüsü, 1995 yazında, DYP-SHP koalisyon hükümetinin inisiyatifiyle yapılan kapsamlı anayasa değişikliği çerçevesinde metinden çıkartılarak bir ayıp temizlendi.

Ancak başlangıç kısmının geride kalan bölümleri de demokrasi ve hukukla bağdaşması kesinlikle imkânsız bir muhteva taşıyordu.

Söz gelişi, şu pasajdaki tekelci ve dayatmacı yaklaşım bunun tipik örneklerinden biriydi:

"Hiçbir düşünce ve mülâhazanın, Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Türk Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği..."

Bu çarpık pasaj da, AB'nin ısrarlı takibiyle, 2001 Ekim'inde değiştirildi. Baştaki "Hiçbir düşünce ve mülâhaza" kelimelerinin yerine "Hiçbir faaliyet" ifadesi konulmak suretiyle.

O zaman iktidarda, Ecevit başkanlığındaki Anasol-M koalisyonu vardı. Bu değişikliği yaptırmamak için bilhassa MHP çok direndi. Teklifin ilk halinde "Hiçbir düşünce ve mülâhaza"nın "Hiçbir eylem" olarak değiştirilmesi öngörülüyordu; amansız meydan muharebelerinin ardından "Hiçbir faaliyet"te mutabık kalındı.

Ama sorun yine çözülmüş olmadı. Başlangıç metni böyle makyajdan öteye gitmeyen rötuşlarla muhafaza edildiği sürece de çözülemezdi.

Şimdi geldiğimiz noktada yeni bir anayasa değişikliği, daha doğrusu anayasanın tamamen yenilenmesi gündemde. Peki, bu yenilenme çerçevesinde başlangıç için ne düşünülüyor?

Sızan bilgilere göre, taslağı hazırlayan komisyon, başlangıcın anayasa metninden çıkarılması yönünde. Ki, isabetli olan yaklaşım bu.

Komisyon üyelerinden Prof. Dr. Zühtü Arslan, "Başlangıçtaki retorik ifadeler hukuk normu niteliği taşımıyor" diyor (Hürriyet, 4.1.08).

Umarız, bu yaklaşım siyasî irade tarafından da benimsenir ve 12 Eylül ihtilâlinin ürünü olan bu hukuk fecaati yeni anayasaya taşınmaz.

Tabiî, burada, anayasanın "değiştirilemeyecek ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek" maddelerinden 2. maddede devletin nitelikleri sıralanırken başlangıç kısmına da atıf yapılıyor olması ciddî bir sıkıntı kaynağı oluşturabilir.

İnşaallah siyasî irade, bu noktada yığınak yapması kesin gibi görünen mâlûm cenaha karşı gerekli donanım ve kararlılığa sahiptir...

12.01.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Hangi trajedi?



Yavru kutup ayılarının ölümü dünya basınında flaş haber olarak geçti.

Peki ya diğer trajediler?

Kenya'da katledilen yüzlerce insanın hiç mi kıymeti yok? Kenya'dan ilk gün verilen manşetlerin yerini, şimdi sadece siyasî bir iktidar sorunu varmış gibi verilen haberlerin alması ne acı.

İnsanların hayvan haberlerine daha fazla önem vermesi, insanları sınıflandırması kadar korkunç ne olabilir?

FEDAİNİN SONU

Fedai dizisinin (Star) senaryosu zaten "intihal"di. Malum, Kevin Costner'li "Bodyguard" filminden ilham alınarak yazılmıştı.

Dizinin 7 bölümü rating hızarından kendini kurtaramadı ve kanal yönetimi diziyi bitirme kararı aldı.

İsabet.

Diziyi bitiren diğer faktörlere bakalım: Tamer Karadağlı'nın izleyicisi entelektüel ve çocuklardan oluşuyordu. Entelektüeldi, çünkü yıllardır TRT'de gösterilen "Bizim Evin Halleri" dizinin favori oyuncusuydu. Çocuklardı çünkü, "Çocuklar Duymasın" dizisinde minikler onu sevmişti.

Ne zaman "sansasyon"la gündeme geldi popülaritesi düştü. Fedai dizisinde "kasıntılı" görüntüleri bu düşüşü önleyemedi.

Dizide Seda Sayan'la uyumsuz görüntüsü de dizinin bitiminde önemli faktörlerden sanıyorum. Zaten haftanın üç programında Seda Sayan'ı izlemek seyirciyi bıktırmış olmalı.

REKLÂMIN GÜCÜ

Böyle diyor Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin:

"Reklâmın gücünü gördük!"

Sözlerinin devamında, "Oluşturduğumuz etkiye bakınca, müesseselerin kamuoyuyla reklâm kampanyaları üzerinden de bir iletişim kurmalarının, mesajlarını böyle bir ortamdan da vermelerinin ne kadar yararlı ve yerinde olduğu üzerine kuvvetli bir kanaat oluştu bende" diyor.

Reklamın "zamanlaması" sorulduğunda şöyle diyor:

"Özellikle 2007'yi kaparken, yaptığımız çok önemli haberlerle kamuoyunda ne kadar ciddi olduğumuzu gösterdik. Bunu da tam 2008'e geçerken böyle bir tanıtım kampanyasıyla verdiğimiz mesajla daha da kuvvetlendiriyoruz."

"En son 'türban araştırmasını' yayınladık ve dedik ki; toplumda muhafazakârlık artıyor, türban sayısında artış var ve bu dikkatle izlenmesi gereken bir yöneliş. Bu, hükümette büyük rahatsızlığa yol açtı. Hemen ardından da bu reklâm geldi. Dolayısıyla biz zaten böyle bir dalga boyuna çıkmıştık. Kampanya da onun üstüne geldi."

Demek "zamanlama" yerinde. Önce "anket" şimdi de "reklâm." Bunların her yaptığında neden bin cinlik var?

Bir de utanmadan "dindara baskı yapılmadı" diye köşesinde yazarlar.

12.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

CHP'nin ödediği, 'dine baskı'nın bedeli değil mi?



Belki tartışmayı sürdürmek anlamsız, ama 'dine, dindara baskı yapıldı' şeklindeki tesbitlere bir kısım çevrelerden itiraz sesleri yükseldiği için bazı hatırlatmalar da yapmak gerekiyor.

Kendisini 'Türkiye Cumhuriyetini kuran parti' olarak tanıtan CHP'nin bugünkü hâli; geçmişte sebep olduğu uygulamalar değil mi? Bilhassa seçim dönemlerinde gündeme gelen ve bazı insaflı CHP yöneticilerinin de itiraf ettiği gibi CHP'nin milletle olan ilişkisinde tarih boyunca problemler yaşanmıştır. Tabiî ki bu problemler 'milletin inancıyla uyuşmama' çerçeveli olmuştur. CHP'nin bu konudaki tavrı ve milletten aldığı 'cevap' tek başına incelenmeye ve araştırılmaya değer.

CHP'nin 'Millî Şef' ilân ettiği İsmet İnönü'nün 'din' konusundaki tavrı zaman zaman fıkralara bile konu olmuştur. Anlatılır: CHP yöneticileri, seçim çalışmaları yapan İnönü'ye 'Paşam, biraz da dinden bahset' derler. O da, 'Tamam, bahsedelim' der. İnönü, bir mitingde konuşmasını yapar ve halkla vedalaşarak meydandan ayrılmak üzereyken CHP yöneticileri biraz da sitem ile; "Paşam, hani dinden, Allah'tan bahsedecektiniz?" diye sorarlar. İnönü de "Allah'a ısmarladık dedik ya!" şeklinde cevap verir...

İşte CHP'nin, milletin değerlerine yaklaşımı bu. Böyle olduğu için ve bu durumu da en iyi millet tesbit ettiği için, helâl reyleriyle hiçbir zaman CHP'yi iktidara taşımamıştır.

Hep söylüyoruz, bir daha tekrar edelim: Kuruluş tarihi itibarıyla 'en eski' parti olan CHP'nin, demokrasiye geçiş yılı olan 1950'den sonra yapılan seçimlerde hiç bir defa tek başına iktidar yüzü görmemiş olması tesadüf olabilir mi? Ondan sonra kurulan partiler büyümüş, iktidar olabilmiş iken; seçimlerde 'cumhuriyeti kuran parti' olarak propaganda yapan CHP, bazen 'ana muhalefet' partisi bile olamamış!

CHP'nin iktidar yüzü görmeyişi, 'tek parti' olarak Türkiye'yi idare ettiği yıllardaki davranışlarıdır. Bunların içinde ekonomik ve siyasî onlarca sebep olabilir, ama aynı partinin 'din' konusundaki tavrı da çok belirleyici olmuştur. Aradan yıllar geçmesine rağmen, 1950 öncesi yaşananları millet unutmamış ve CHP adayları şahıs olarak ağızlarıyla 'kuş' dahi tutabilse genelde başarılı olamamış, partilerini tek başına iktidara taşıyamamıştır.

'Tek parti' devrinde milleti inleten CHP'nin, çok partili siyasî hayata geçtikten sonra da bu konudaki tavrı pek değişmemiştir. Geçmiş yıllar unutulsa bile, '28 Şubat süreci'ndeki (1997) tavrı ve son genel seçimler öncesi duruşu da millet nezdinde itibar kaybetmesine sebep olmuştur.

CHP bugün dahi bu konulardaki gelişmeleri hep 'ters'ten okumakta, açılan cami sayısının çokluğundan, başörtülü öğrenci sayısının artışından şikâyet etmektedir. Millet nezdinde itibar görmeyen bu davranışlar ve geçmişteki kötü miras CHP'nin bedel ödemesine sebep oluyor.

Netice olarak CHP'nin bugünkü hâli, bilhassa 'tek parti' olarak Türkiye'yi idare ettiği yıllardaki 'dine karşı sergilediği tavrı'n bir bedeli olsa gerek...

12.01.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hangi birisini düzeltelim? (1)



Adam yorgun-argın evine döner; koltuğuna çöker; gazetesini okumaya başlar. Hamur yoğuran hanımı, fıkra anlatarak beyini dinlendirmek ister:

"Bey, Hz. İsa'nın keçisi bir gün."

Adam daha da yorgun bir ses tonuyla:

"Hangi birisini düzelteyim hanım! Bir sefer Hz. İsa (as) değil, Hz. Musanın (as); keçisi değil, koyunu."

Prof. Nur Vergin, Vatan gazetesindeki (Doğan Grubu'nun) mülâkatta, "(Dindarlar üzerinde) O kadar baskı vardı ki..." diyerek kendinden örnek veriyor ve Kur'ân okutamadığını söyler.

Aynı grubun gazetesi Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, "Allah aşkına elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin. Siz hayatınızda böyle bir şeye şahit oldunuz mu? Hiç böyle bir sıkıntıya düştünüz mü?.." diye sormaz mı? Keza Milliyet'ten Taha Akyol, Özkök'ü eleştiriyor, ama, "Elbette Türkiye'de ibadetlere kimse karışmıyor; tam bir özgürlük vardır" diyor.

Hangi birisini düzeltelim? İşte profesörümüz, laik ve sosyetik çevreden geldiği halde Kur'ân okutamadığını, sıkıntıya düştüğünü söylüyor! Varın dindar çevrelerin düşürüldükleri ve düştükleri sıkıntıları siz hesaplayın!

Sayın Özkök ve Akyol nerede yaşıyor? Ayda, Merih'te mi? Sırça köşklerde mi? Geriyi bırakınız. Bugün, laik çevrelerin şirketlerinde çalışanlar, memurlar, bırakınız vakit namazlarını, Cuma namazına rahatça gidebiliyorlar mı?

"Başörtülerini yakalarının üzerine örtsünler."1 "Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına dış örtülerini üstlerine almalarını söyle."2

İki âyette de, açıkça başörtüsü (cilbab olan dış giysi, başı da örtüyor) geçiyor. Başörtüsü takmak farzdır ve örtünmek ibadettir. Türkiye'de, 1924'ten bu yana kaç yüz milyon insan başörtüsünden dolayı mağdur edildi? Kaç yüz bini üniversiteden atıldı. Kaç yüz binine engel olundu, olunuyor? Bugün örtünmek isteyen kaç yüz bin memure hanım sıkıntı içinde?

Bırakınız ibadet etmeyi, Kur'ân okumayı despotça yasaklama uygulamalarını, işkenceleri; hâlen çocukların 12 yaşından önce Kur'ân kursuna gitmesi kanunen yasaktır! Geçmişte dindar insanların düşürüldüğü sıkıntıları ciltlere sığdırmak mümkün mü?

İpleri ele geçiren CHP (İttihad ve Terakki Partisi'nin jakoben, müstebit, diktacı kolu) liderinin, ilke ve inkılâpları yerleştirmek için hangi yollara başvurduğunu kendi ifâdelerinden takip edelim:

"Yaptığımız, yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün mânâ ve eşkaliyle, medenî bir topluluk haline getirmektir. Bunu kabul edemeyen zihniyetleri târ ü mâr etmek zarûrîdir."3

Yapılmak istenen şey, eskiyi kaldırıp, yeni bir insan modeli ortaya çıkarmaktı. Uygulanan laiklik de tamamen, "dinsizlik" mânâsında, "militan laiklik"4 idi.

İngiltere Sömürgeler Bakanı Gladstone, Ocak 1938 yılında, hükûmet başkanına sunduğu raporda şöyle diyor: "Savaş bize gösterdi ki, İslâm Birliği, imparatorluğun sakınması ve mücadele etmesi gereken en büyük tehlikedir. Ne mutlu bize ki, Kemal Atatürk, Türkiye'yi kavmiyetçi ve laik bir çizgiye yerleştirmekle kalmadı, aksine tesirleri çok derin olan reformlar yaptı. Bu reformlar, Türkiye'nin İslâmî tesirini kırdı."5

TAZİYE: Aziz kardeşim Şendoğan'ın salihât-ı nisvandan annesi Şerife Erdoğdu'ya Cenâb-ı Hak'tan rahmet ve mağfiret, akraba ve dostlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.

NOT: Bediüzzaman'ın yakın talebe ve hizmetkârlarından Hüsnü Bayram Ağabeye geçmiş olsun der, acil şifalar dilerim.

Dipnotlar: 1- Kur'an, Nûr, 31.;

2- Kur'ân, Ahzab, 59.; 3- Cumhuriyet'in 10. Yıl Nutku, 30 Ağustos 1925.; 4- C. Eroğlu, Demokrat Parti Tarihi, s. 91.;

5- Prof. Zekzuk, s. 94.

12.01.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hicretle gelenler



Tarihte bir dönüm noktası sayılan ve hicrî takvimin başlangıcı kabul edilen 622 yılı, Resûl-ü Ekrem (asm) ve Müslümanların Mekke'den Medine'ye göç ettikleri bir tarihtir. Mânâlı bir hicrettir.

Bu tarih yeni bir doğuşun, zaferler zincirinin; âleme ışık saçacak, renk ve âhenk katacak bir inkılâbın başlangıcıdır.

İlk bakışta Müslümanların yurtlarından çıkarılışı, göçe zorlanışı olan bu hareket, aslında İlâhî bir talimat, bir takdir-i İlâhî ve İslâma dâvetin değişik bir halkasıdır.

Mekke'de başlangıçta gizlice İslâmı yayan ve yaşayan Müslümanların sayısı arttıkça dâvet açıktan yapılmaya başlanmış, küfrün karanlığıyla ruh ve kalbleri kararmış insanlar, gönülleri ve kâinatı aydınlatan o nuru söndürmeye yeltenmişlerdi. İşkenceleri, zulümleri, türlü türlü baskıları hep bunun içindi. Bu dayanılmaz işkenceler altında hayatından olanlar bile vardı.

Allah Resûlü (asm), Allah'tan getirdiği bu ebedî nura karşı akıl ve gönül pencerelerini kapamış o kimselere ne kadar gerçekleri duyurma gayreti içerisinde olduysa da gözleri perdeli, kulakları mühürlü, kalbleri taşlaşmış kişiler için bunlar bir mânâ ifade etmedi. Aksine kin ve düşmanlıklarını kabarttı. Kendilerini boğulmakta oldukları bataklıktan kurtarmak isteyen o şefkatli eli kırmak istediler. Artık ne yapılsa faydasızdı. Başka bir yol denemek, gönül zindanlarını aydınlatacak pencereleri açmak lâzımdı.

İlâhî tebligat, Müslümanlara Medine'nin yolunu açtı. Medine ufuklarında yeniden doğan bu güneşe belki de Mekkeli müşrikler gözleri kamaşmadan bakabileceklerdi.

İmtihan içinde imtihanlardan ibaret olan hayat zincirinin büyük bir halkasıydı hicret. Malını, mülkünü, çoluğunu, çocuğunu, sevdiği neyi varsa hepsini Allah için terk edip yollara düşmenin tam zamanı gelmişti. Ve bu imtihanı Peygamberlerden sonra insanlık dünyasının en üstünleri olan Sahabîler başarıyla vermişlerdi. Allah, rızası için yollara düşen bu insanlardan ve onlara kucak açan Ensar denilen Medineli Müslümanlardan razı olduğunu bildiriyordu. Allah için, din için her şeylerini fedâ eden Mühacirînin fedakârlıkları karşısında Ensar da geri kalmak istemiyor, onlar da servetlerini ortaya koyuyor, yarısını onlara bağışlıyorlardı.

Medine, İslâmın neşrinde münbit bir zemin olmuştu. Orada İslâm dalga dalga yayıldı, kavrulan gönüller îman rahmetiyle kandı. Hür bir atmosferde, zora başvurmadan ve fazla zorlukla karşılaşmadan yayılan İslâm, birçok muhtaç gönlü huzura erdirdi. Resûl-ü Ekrem (asm) güç ve kuvvet kazandı. Buna tahammül edemeyen Mekkeli müşriklerle savaşlar yaptı. Sonunda onları dize getirdi. Antlaşmaya oturttu. Bu antlaşma, düşmanların kin ve düşmanlıklarını yatıştırmış, rahat bir atmosferde düşünme fırsatı vermişti. Gerçek medeniyet ve insanlık dini olan İslâmın bu insanî esasları çok geçmeden Mekkelileri de yola getirmeye başladı. Mekke'de başarılamayan, Medine'de gerçekleştirilmişti.

Allah Resûlü (asm) yurdundan çıkarılışının sekizinci yılında öylesine bir güce erişmişti ki Mekke'yi hiçbir zorlama olmaksızın ve kan dökülmeksizin fethetmişti. Hak ve hakikatin yenilmez gücünü ve zaferini tarih unutulmayacak derecede sayfaları arasına almıştı. Resûlullah'ın fetihten sonra, güç ve kuvvet elindeyken, intikam alabilecekken düşmanlarını affedişi ise Peygamberlik mesajını anlamamak istemeyenlere de anlatmaya yetmişti. İnadından vazgeçen nice müşrik, pişmanlık duyguları içerisinde hakka teslim olma yoluna girmişti.

İşte hicretin getirdiklerinden bir kısmı! Hicretteki bu ulvî mânâları bu asrın Müslümanları da yaşamak ve yaşatmakla görevliler. Belki maddî mânâda böyle bir hicrete mecbur olmayabiliriz. Ama Allah Resûlü (asm), "Muhacir günahları terk edendir"1 buyurmak sûretiyle bu hicreti her zaman gerçekleştirebileceğimizi hatırlatmıştır. Ne mutlu böyle muhacirlere!

Dipnotlar:

1- Buharî, İman:4.

12.01.2008

E-Posta: [email protected]




Nurettin HUYUT

ABD ile ilişkiler düzeldi mi?



1 Mart 2003'te Irak'a girilmesinin engellenmesi hesapları bir anda alt üst etmişti. Tezkerenin meclisten geçeceğini düşünen ABD, buna o kadar inanmıştı ki, Kuzey Irak'a girecek asker ile mühimmatın bir kısmını Mardin'e kadar getirmişti. Orada şahıslara ait araziler kiralanmış hatta askeri tesislerin kurulmasına bile başlanmıştı. Ama olmadı Tezkere çıkmadı ve İskenderun üzerinden Mardin'e kadar ulaşmış ABD birlikleri geri gitmek zorunda kalmıştı.

ABD bu olay karşısında hayli zora girmişti. Şüphesiz bunun gerçek suçlusu kendisi idi.

Dünyanın jandarmalığını yapmaya çalışan bir devlet için bu durumu kabullenmek gerçekten zordu. Haliyle geçen zaman içinde bunun acısını çıkarmaya çalıştı. Fazlasıyla çıkardı da denebilir. Uluslar arası platformlarda, Kıbrıs meselesinin bitmemesinde, PKK'nın güçlenmesinde bu olayın payı büyüktür.

Türkiye, bu meseleden sonra bazı kayıplar yaşamıştır. Ama kazandıklarına da bakmakta fayda var. Türkiye'nin kolay bir lokma olmadığı fikrini vermiş olması en büyük kazancımızdır. Ortadoğu'da geliştirilecek her proje içerisinde Türkiye de olmalıdır. Türkiye'siz bir Ortadoğu projesinin işlemeyeceği gerçeği bir kez daha görülmüştür.

Ayrıca, o gün Tezkerenin reddedilmesinden sonra "ABD ile ilişkiler bir daha düzelmeyecektir" diyenler yanıldıklarını anlamışlardır. Görülmüştür ki, uluslararası politikalarda duygusallığa yer yoktur. Tamamen güç dengelerine dayalı bir politika güdülmektedir.

Bu noktada liderlerin durumu önem kazanıyor. Elindeki gücü yerinde kullanamaz veya güçlü olduğunun farkında olmazsa ülke için hayli sıkıntı var demektir. Meselâ 1999'da Öcalan'ın yakalanmasından sonra PKK'nın bitirilmesi için güzel bir ortam doğmuştu. Ancak, o günkü liderin olayı görememesinden kaynaklanan bir sonuçla bu fırsat heder edilmiştir.

Uluslar arası güçle birlikte Irak'a girmemek, kısa vadede Türkiye'nin aleyhine olmuş gibi görünse de netice hayırlı olmuştur. Öncelikle, zorlu bir süreçten geçmesi ona büyük tecrübeler kazandırmıştır. Ayrıca, İslâm dünyası ile arası bozulmamış, Ortadoğu'da rahat hareket etme imkânı bulmuştur.

Bugün olay tekrar tersine dönmüş görünüyor. Eskiden olmadığı kadar ABD ile yakınlaşma sağlanmış, "Stratejik ortaklık" açıklanmıştır. PKK'ya, ABD'nin verdiği istihbarat desteği ile darbe indirilmiştir. Hatta bugün PKK için "sonun başlangıcı" ifadeleri kullanılmaktadır. Alınan bu netice önemlidir.

Ancak, rehavete kapılmamak, bundan sonra daha sıkı tutmak ve elimizdeki bu imkânları heder etmemek en doğrusu.

Bilmeliyiz ki, ABD, durumu iyi değerlendirecek ve konumumuzu zora sokacak politikaları (bize özel olmasa da) üretecektir. İran'la ilişkileri dondurmamızı kendi menfaatleri doğrultusunda açıktan istemese de bir şekilde isteyecektir. Nitekim bir yetkilinin, İran doğalgazı için "güvenilmez" ifadelerini kullanması boşuna değildir. Türkiye'nin her işte ABD'nin yanında olmasını isteyecek ve bekleyecektir. ABD, tabiî olarak kendi çıkarlarını gözetiyor. O sebeple dikkatli olmak ve çatışma gerektirecek noktaları önceden doğru tesbit etmek önem kazanıyor. Önceden tedbir almak için bu şart.

12.01.2008

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Yılbaşından yılbaşına



Yakın zamanda önce dünyada ve ülkemizde bir yılbaşı kutlandı. Bu kutlamalarda akıllarda kalan en belirgin izler, taksimde taciz edilen turistlerin çığlıkları, yeni yılı kutlayan kalabalıkların çılgınlıkları, sokaklarda sarhoş kusmukları, hava-i fişeklerin yalancı ışıklarıydı. Yılbaşı gecesi insanlar oyundan ve eğlenceden uykusuz kalıp yorgun düştükleri için de yılın birinci gününü dinlenerek geçirmeyi "hak ettiklerinden", yılbaşı tatili, akılda kalan bir başka özellikti.

Batılılar, laikliği çağdaş bir hayat tarzı olarak görürler, bütün toplumlara da bu hayat tarzını telkin ederler ama, kendileri dünya düzenlerini dinî esaslara göre tanzim ederler. Takvim başlangıcından haftalık dinlenme gününe kadar sosyal hayatın ve devlet düzeninin bir çok esasları, Hıristiyanlık dinine göre tanzim edilmiştir. Hz. İsa'nın (as) doğumunu yılbaşı olarak kabul edip kutlarlar. Pazar günü Hıristiyanların, Cumartesi günü de Yahudilerin ibadet günü olduğu için hafta tatilleri de buna göre ayarlanmıştır. Müslümanlar da bunların peşinden giderek aynı hayat tarzını taklit etmektedirler. Müslümanların laikliği de, Hıristiyanları taklitten ibarettir. Ama çok defa bunu bile başaramıyoruz. Çünkü Hıristiyanların dinleri bozulmuş olsa da, "kemâlâta medar bazı seciyeleri" vardır. İnsan hakları ve demokrasi noktasında İslâm'ın gösterdiği noktaya yaklaşmışlardır. Ama bizdeki bazı mukallitler, onların iyi ve güzel olan taraflarını değil de, kötü ve çirkin olan âdetlerini taklit ettiği için onların seviyesine henüz ulaşamadı.

Bu yazımda güya "Hicrî Yılbaşından" bahsedecektim ama, milâdî yılbaşı ile başlayınca, söz buralara kadar uzadı. Müslümanlar da kendi sistemlerini kurarken, elbette dinî motiflerden yararlanmışlardır. Zamanın muhasebesini tutmak için gerekli olan takvim yılı olarak, Müslümanlar açısından çok önemli bir başlangıç olan "Hicret" esas alınmıştır. Bu tarih, hem Müslümanlar için, hem insanlık için çok büyük bir değişimin başlangıcıdır.

Milâdî yılbaşı deyince, yılbaşı kutlamalarına katılan ne Müslümanların, ne de Hıristiyanların aklına Hz. İsa'nın (as) doğumu gelmez. Akla gelen en önemli şeyler, içki, kumar ve eğlencedir. En koyu Hıristiyanlar bile, Hz. İsa'nın (as) hizmetlerini, çektiği çileleri, gösterdiği mucizeleri, havarilerinin gördükleri işkenceleri ve yaşadıkları acıları hatıra getirmezler. Hatta Hz. İsa'nın (as) çarmıha gerilip kollarından bir tahtaya çivilenmesi bile onların umurunda değildir. Müslümanlar için ise, Hicret demek Hz. Muhammed'in (asm) Mekke müşriklerinin zulmünden kurtulup Medine'ye göç etmesi, orada dünyanın çehresini değiştirecek olan yeni ve muazzam bir medeniyetin tohumlarını atması demektir.

Hicret, kelime anlamı olarak "bir yerden bir yere göç etmek" olsa da, derin anlamı, karanlıktan nura, zulümden huzura, cehaletten hidayete göçmek, bedeviyetten medeniyete geçmek demektir. Hicret, vahşeti, dehşeti, haksızlığı, ahlâksızlığı, sapıklığı geride bırakıp, hakka, adalete, letâfete ve fazilete doğru yol almak demektir. Bu yolculuk öyle mübarek ve mukaddestir ki, insanlar mallarını mülklerini, evlerini barklarını, servetlerini ve şöhretlerini geride bırakarak yollara düşmüşlerdir. Hicret, sadece insanların fizikî olarak yer değiştirmesi değil, fikrî ve zihnî olarak da muazzam bir değişim ve dönüşüm geçirmesidir. Onun için Hicret, 622 yılında gerçekleşmiş ve bitmiş bir olay değil, kıyamete kadar devam edecek olan mukaddes bir süreçtir.

Yılbaşı deyince, bir Müslüman bunları düşünür. Peygamber Efendimizin (asm) ve mübarek sahabelerinin çektikleri sıkıntıları, yaşadıkları acıları, gösterdikleri fedakârlıkları hatırlar. İslâm'ın insanlığı cehaletten ve dalâletten kurtarıp, hidayete kavuşturduğunu idrak ettirip, sahip olduğu iman nimeti için Rabbine olan minnettarlığını ve şükranlarını takdim ederler.

Bu düşüncelerle herkesin Hicrî yılını tebrik ediyor, her zaman için Hak'ka ve hakikate doğru hicret halinde olmayı diliyorum.

12.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet C. GÖKÇE

Beli bükülmüş yaşlılarımız



Yüce Allah'ın evrensel yasası gereği insanoğlu çocukluk ve gençlik dönemlerini atlattıktan sonra "yaşlılık" gerçeği ile karşı karşıya kalır.

Yaşı elverişli olup bu döneme yetişen kimselerin sosyal statüleri "farklı" olup hayat standartları "değişik" de olsa ve bu farklılıklardan dolayı söz konusu dönem, değişik şartlarda da geçse sonuçta belli bir yaşa ulaşan herkes, bu gerçekle karşılaşır. Önceleri güç ve kuvveti yerinde olan insan, zamanla güç ve kuvvetten düşer ve desteğe muhtaç olur.

Toplumun önemli bir kısmını teşkil bu grubun iyi değerlendirilmesi ve dikkatli tahlil edilmesi gerekir.

Cemiyetin emektarları sayılan yaşlıların kıymetini bilmeyen topluluklar geleceklerini karanlığa mahkûm ederler. Hatta denilebilir ki, "etme/bulma" dünyasında ihtiyarlarının değerini bilmeyen bireylerin ihtiyarlık dönemlerinde "saygı" görmeleri neredeyse imkânsız olur. Zaten, saygı göstermeyenin saygı beklemesi kadar abes bir şey düşünülemez.

Devletler bile, birkaç yıl hizmetten sonra emekliye ayrılan emektarlarına belli bir tazminat ödeyip maaş bağlamakta ve böylece emeklerini zayi etmemektedir. Üstelik bu emektarlar emeklilikten önce de maaş sahibi idiler; yani "karşılıksız" çalışmaları söz konusu değildir. Hizmetlerinin karşılığını her zaman almışlardır.

Kaldı ki, "karşılıksız" olmayan bu "emek", maddî ölçütlerle değerlendirilen bir özelliğe sahiptir.

Yaşlılarımızın bizlere sarf ettikleri emek ise sadece maddî olmayıp temelinde büyük fedakârlıklar yatan mânevî bir özellik de arz etmektedir. Fedakârca sergilenen ve sarf edilen bu maddî-mânevî emeğin heder edilmesi son derece üzücüdür.

Peygamber Efendimiz (asm), şefkat ve merhamete muhtaç kesimlerin ihtiramı ile ilgili olarak, "Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Yaratılanlara merhamet ediniz ki, Allah da size merhamet etsin" (Tirmizî, Birr, 66) buyurmuş ve merhamet etmenin merhameti celp ettiğini vurgulamıştır. Nitekim başka bir hadis-i şerifte de: "Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üzerinize dökülecekti" (el-Acluni, Keşfü'l-Hafâ, II, 163) buyurmuş ve ihtiyarların, İlâhî rahmete vesile olduklarına dikkat çekmiştir.

Yaşlılık dönemi; insanın en fazla ilgi beklediği, ruhen hassaslaştığı, çok duyarlı hâle geldiği ve yardıma ihtiyaç duyduğu bir devredir. Bu yüzden yaşlıların yalnızlığa terk edilmemeleri gerektiği gibi; gönüllerinin hoşnut edilmesi ve yardımlarına koşulması lüzumludur. Resûlullah'ın "Küçüklerine merhamet etmeyen, büyüklerine saygı göstermeyen bizden değildir" (Ebu Dâvûd, Edeb, 66) ifadesi ise çok anlamlıdır.

Saygı gösterilmesi gerek yaşlıların başında ise anne ve baba gelmektedir. Nitekim Yüce Allah, "Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine 'öf!' bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle" (İsra, 23) buyurmaktadır.

Saygı görmek isteyen, yaşlılara saygılı olur. Geleceğini-İlâhî rahmete tevdi etmek suretiyle-güvence altına alır.

Merhamet görmek isteyen, yaşlılara merhamet eder; onlara acır ve Allah'ın rahmetinden nasipdar olur.

İhtiyarlandığında sevgi ve şefkat görmek isteyen; yaşlıları sever, onlara şefkat kanatlarını açar ve Rabb'inin engin şefkatini hisseder. İhtiyarlığı döneminde de şefkat kanatları arasında huzur bulur.

İhtiyarların gönlünü alıp yalnızlıklarını gideren,-inşaalah-yalnız kalmaktan kurtulur ve-Allah'ın inayetiyle-kendisini üzecek olaylarla karşılaşmaz.

Öte yandan, yaşlılarımızın birer "tecrübe hazinesi" olduklarını da unutmayalım; bu yüzden, ilgi ve ihtisasları doğrultusunda onlarla istişare edip fikir ve görüşlerine değer verelim. Unutmayalım ki, yaşımız ne olursa olsun, yaşayan yaşlı anne ve babamızın gözünde birer "çocuk" hükmündeyiz.

12.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Özgürlüğe karşı olmak



Özgürlük, "Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî" olarak tanımlanır. "Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu, hürriyet" şeklinde diğer bir tanımı da var.

Yani özgürlük eşittir, serbesti ve hürriyet. Özgürlükleri, düşünce, fikir, ifade, basın, din ve vicdan, seyahat, örgütlenme özgürlükleri olarak sıralayabiliriz.

Kendi gibi düşünmeyene karşı hoşgörüsüz olmak, onu aşağılamak, küçük görmek, onun düşüncesine hayat hakkı tanımamak özgürlük tanımlarına ve anlayışlarına tamamen zıttır. Özgürlükler artık evrensel hale gelmiştir. Bütün dünyanın kabul ettiği evrensel değerlere karşı artık kayıtsız kalınamaz. Bu yüzden özgürlükleri alabildiğine geniş tutmak devletin görevleri arasındadır.

Zira, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 10 Aralık 1948 tarihinde ilân edilen ve Türkiye'nin de imzaladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 3. maddesinde, "Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır" denilmiştir.

* * *

Adalet Bakanlığı "özgürlüklerin önünde engel" olarak görülen ve 2006 yılında 328, 2007 yılının ilk 9 ayında ise 182 kişi hakkında dâvâ açılan TCK'nın 301. maddesi ile ilgili çalışmasını tamamladı ve yakında Meclis'e gelecek. Bakan Mehmet Ali Şahin, kanunun Bakanlar Kurulu'nda görüşüleceğini söyledi. Ancak bu açıklamadan sonra toplanan Bakanlar Kurulu'nda kanun "gündem yoğunluğu" sebebiyle görüşülemedi. Daha sonra milletvekillerinin teklifi olarak Meclis'e geleceği söylendi. Bu da olmadı. Şimdi AKP'nin yetkili organlarında görüşülmeyi bekliyor.

Türk Ceza Kanununun 301. maddesi sözkonusu olduğunda bazı çevreler özgürlükleri bir kenara atıp, kendi düşüncelerinin "en doğru düşünce" olduğunu savunur oldular.

Adalet Bakanlığı döneminde konuyu sürüncemede bırakan Cemil Çiçek, maddeyle ilgili itirazlarda bulunuyor. Şimdi de Adalet Bakanı'nın izin verme şartına itiraz ediyor. Şahin, Bakanlar Kurulu'nda görüşüleceğini söylediği için toplantıdan sonra açıklama yapan Çiçek'e bu sorunun sorulması gayet normal iken, bu yöndeki soruya adeta sinirlenerek, "Ben zaten ele aldığımız kanun tasarılarıyla ilgili, imzaya açılanlarla ilgili bilgi verdim. Bunlar içinde o olmadığına göre bu saat itibarıyla size bir açıklama yapamam" demesi Çiçek'in bu kanuna karşı tavrını ortaya koyuyor.

Geçtiğimiz Salı günü partiler 2008 yılının ilk grup toplantılarını yaptılar. Önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli konuştu. Her zamanki gibi yazılı metinden okuyan Bahçeli, konu TCK 301. maddeye gelince kestirip attı: "MHP 301'le ilgili değişikliğe tamamen karşıdır, her türlü teklife kapalıdır! (...) Bizim için bu maddenin değişmesini istemek, Türkiye'nin şerefli tarihini karalamak, Türk milletini hor ve hakir görmek ve Türkiye'nin millî ve manevî değerlerine hakaret etmek için fırsat kollayan çevreleri ödüllendirmek anlamına gelecektir!"

Ardından Başbakan Tayyip Erdoğan düşünce özgürlüğü ile ilgili olarak konuştu. "Sınırsız bir özgürlük hiç bir yerde olamaz. Bu Türkiye'de de böyledir, dünyanın neresinde olursanız olun böyledir. Basın özgürlüğü diyerek kimseye sağa sola hakaret etme hakkı verilmez."

* * *

Baştan beri söylediğimiz gibi 301'de yapılacak değişiklikler özgürlüklerin önündeki engelleri tamamen kaldırmaya yetmeyecektir. Bunu Anayasa Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya da itiraf ediyor, yorum farkına dikkat çekiyor. Bu yüzden toptan kaldırılmalıdır.

"Bu madde kaldırılırsa başka madde ikame edilir" tezi de doğrudur. Bu yüzden düşüncenin önünde engel olan maddeler ele alınıp, -eğer düşünce suç olmasın deniyorsa- toptan bir iyileştirmeye gidilme mecburiyeti vardır. Maddenin üzerinde birkaç kelime oynamakla bu işin halledilmeyeceği TCK'nın benzer maddelerinde yapılan değişikliklerden sonra görüldü.

Hükümetin hazırladığı metin aşağı-yukarı belli oldu, bakalım Meclis'te nasıl bir metin çıkacak?

Artık dünya, "başkalarına zarar vermediği sürece insanların özgürlüğü engellenemez" fikrini kabul etmiştir. Devletin görevleri arasında kişilerin özgürlüğünü korumakta vardır. AB yolundaki Türkiye'de dünyanın kabul ettiği değerlerin gerisinde kalmamalıdır.

Özetle, düşünce şiddete dönüşmedikçe veya suçu teşvik etmedikçe suç olmamalı, alabildiğince geniş tutulmalı.

12.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ziyaret soruları



Başbakan Erdoğan'ın Bush'la baş başa "kayıtsız" görüşmesinin peşinden, Cumhurbaşkanı Gül'ün son Amerika ziyareti, peşinden bir dizi soru işâreti bıraktı. ABD'den "Türkiye'ye siyasî çözüm baskısı" yapıldığı ve "PKK'ya siyasî çözümün ele alındığı" iddiası, Gül-Bush görüşmesini daha baştan muallel duruma düşürdü.

Washington yolunda "bugün tartışmasız dünyanın en güçlü ülkesi ve dev bir makine" diye övgüler dizdiği ABD'de "özellikle enerji politikalarında etkin bir isim" dediği Bush'un yardımcısı Irak ve Ortadoğu'daki petrol şirketleri sahibi

Cheny'le makamında on dakika görüşen Gül'ün, "ABD ile terörle mücadele ve Irak gibi ortak konuları" ele aldıklarını söylemesi, ziyaretin asıl amacını ele veriyor.

* * *

Bu arada ABD'nin Ankara Büyükleçisi Ross Wilson'un, telâşla "pazarlığı yalanlamak" için "Türkiye ile bu tür konuşmalar yapmayız" demesi, dikkat çekici.

Lâkin Dışişleri Bakanı Babacan'ın, ortaya atılıp Erdoğan'ın 5 Kasım'daki Erdoğan-Bush görüşmesinde "terörle mücadelenin siyasî yönlerinin ele alındığını" belirtmesi, merd-i kıptînin sirkatini söylemesine benzedi. Babacan'ın sözleri, çeşitli mahfillerde "siyasî çözümü Erdoğan görüştü" şeklinde yorumlandı.

Herkes biliyor ki uluslararası ilişkilerde kimse kimsenin kaşı ve gözü hatırına bir şey vermez. İlişkilerde ve işbirliklerinde mutlaka bir "al gülüm ver gülüm" vardır. Peki, sınırötesi operasyonda Türkiye'ye istihbarat veren ABD yönetiminin, 304 milletvekilinin "ABD Dostluk Grubu"na üye olduğu AKP hükûmetinden istediği nedir? Ne oldu da ABD birden döndü; ve yıllardır himâye ettiği terör örgütünü "düşman" ilân edip "Türkiye'nin hassasiyetleri"ni anladı?

Çeyrek asırdır Türkiye yönelik terör örgütüne her türlü desteği verip otuz bin insanımızın katline ve yüzmilyarlarca doların harcanmasına seyirci kalan Bush ve neoconlar, neden çarkedip "PKK'yi terör örgütüdür; ABD'nin, Irak'ın ve Türkiye'nin düşmanıdır" dediler ve PKK'yi El Kaide ile tutular?

Bundaki "bit yeniği" son birkaç aydır mide bulandırmaktaydı. Ancak son Bush-Gül görüşmesi, öyle görünüyor ki bunun üzerindeki perdeyi de kaldırıyor.

Her ne kadar Gül, "ABD'nin Türkiye'den beklentileri olmamıştır" dese de, özellikle "terörizme karşı işbirliği"nin karşılığı olarak Ankara'nın Irak'ın kuzeyindeki "ikinci İsrail" işlevini görecek bir kukla devleti kabulü, "kapsamlı çözüm" paravanında Güneydoğu'nun gündeme getirilmesi ve İran saldırısına ortak edilmesinde düğümlenmesi, ziyaretin öne çıkan, en kırılgan tarafları oldu.

Bush'un Gül'den istediği "katkı"nın, İran'a yapılacak operasyona Türkiye'yi de katarak dünyanın ve İslâm âleminin nezdinde "meşrulaştırma" taktiğinin yanı sıra, "Suriye'nin İran'ın etkisinden kurtulması" gibi "görevler" olduğu, gün geçtikçe daha da su yüzüne çıkıyor.

Kimi kalemşörlerin, daha şimdiden, Ortadoğu'da "Şîi hâkimiyeti"nden dem vurarak "Sünnî-Şîi ikilemi"ni nazara vermeleri ve "nükleer silâha sahip bir İran, Türkiye için de tehlikeli" demeleri bunun altyapısını hazırlamaya yönelik..

Tam da Gül'un ABD'de olduğu sırada İran'ın Türkiye'ye verdiği doğalgaz akışını kesmesi, ziyaret bitiminde İranlı yetkililerden sonra Başbakan Erdoğan'ın da gazın en geç hafta başında yeniden vereceğini açıklaması, Gül ABD ziyaretinin İran'la ilişkisinin bir diğer göstergesi.

* * *

Bush'un ulusal güvenlik danışması Stephen Hadley'in, İran'ın Hürmüz Boğazı'ndaki teknelerini bahane ederek "sonuçlara katlan!" diye tehditler savurması, ABD'nin yeni hedefini açıkça ortaya koyuyor. Ve Bush Ortadoğu'ya uçarken, Gül'ün bir haftalık ABD programı, tıpkı Özal'ın olduğu gibi sergileri gezme, Yahudi lobilerine uğrama ve Amerikan medyasına ziyaretlerle sona erdi.

Ankara, tavrını belirlemeli. Irak'ın işgalinden mi yana, yoksa işgale karşı direnen Irak halkından mı yana? İsrail'in yüzlerce nükleer bombası ve silâhı varken, İran'ın nükleer enerji üretimi hakkından mı yana, yoksa "İsrail'e hizmeti" vazife bilen Evanjelist Bush yönetiminin İsrail'in güvenliği hesabına İran'a operasyona mı taraf?

Öncelikle bunun cevabının verilmesi gerekiyor. Gerçekten, başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinin bütün kırmızı çizgilerini, hak ve hukukunu küresel egemenlik ve çıkarları hesabına çiğneyen ABD'nin "stratejik vizyonu" Türkiye'nin menfaatleri nasıl uyuşuyor? AKP hükûmeti, hangi politik iç ve dış hesaplar uğruna bu vebâli işliyor?

Asıl merak konusu bu.

12.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri