Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Zenginin malı, züğürdün çenesi...



Bugün, bir zamanlar Bizim Radyo’da program yapmış aynı zamanda yazı çalışmaları olan bir kişinin yazısını aktaracağım.

Geleceğe dair, hoş ve esprili bir yaklaşımla kaleme alınmış:

“Bir zaman gelecek, televizyon ekranlarında henüz zengin olmamış insanların halleri sergilenecekmiş. Evinde oturanlar da, bu sergiye ağzı açık bakacaklarmış. Sonra gördüğü kişiler hakkında yaptıkları konuşmalar, günlük sohbet konuları olacakmış. Ekrandakinin konuşulacak kadar parası yok iken daha, onu izleyenler hep onu konuşmaktan yorulacakmış…

“Bir zaman sonra bu mesele haftalarca uzayıp giderken, bunu konuşarak çenesini yormak isteyen anneler, çocuklarını erken yatırıp, eşleriyle de ilgilenmez olmuşlar. Henüz zengin olmamış insanların önündeki şans numaralarına gözünü kenetleyen televizyon insanlarından bir adam bir gece, karısının sorduğu “senin maaşınla en fazla kaç çocuğumuz olsa bakabiliriz?” sorusuna 16 cevabını vermiş. O sırada yan dairedeki hanım da eşine “çayına kaç şeker atayım” sorusuna 21 cevabını almış.

“Zaman ilerlemiş... Henüz zengin olmamış insanların paraları, eve asgarî ücret getirenlerin ağzında sakız olmuş. Kendi anneannesini aylardır ziyarete gitmeyen gençler, ekrandaki ‘herkesin ananesi’yle gidip tanışmak istemişler. Masanın ardındaki henüz zengin olmamış en eski adamın hayat hikâyesine ibretle bakıp kendi mücadelelerini unutmuşlar. Sevinince, herkesin yerinden kalkıp tebrik ettiği, öptüğü ekranların abisini, onlar da öpmek istemiş bu arada yan odadaki öz abisini unutmuşlar.

“Akşam program bitmese, zenginler evine gitmese uyumak, aklına gelmeyecekmiş insanların. Zaten yatsa da o geceki zengin olanın sevinciyle, uyuyamazmış insan. Bu sevinçle uyuyamayan insanın canı sabah erkenden kalkıp, asgarî ücretli işine gitmek ister mi? İstemez tabiî ve geç kalır işe.

“Sonra patronla şöyle bir konuşma geçer aralarında: ‘Gece 1 rahat uyuyamadım. Gelirken yolda 2 adımda bir başım döndü. 3 vesait değiştirerek geldim. 4 lira yol parası verdim. Akşama 5 çayını erken yapalım mı? Zaten 6 elemanın yaptığı işi tek başıma yapıyorum. Haftanın 7’nci gününü tatil yapsak da, çalışmasak? 8 milyarım olsa borçlarımı kapatırdım. Tansiyonum da birden 9’a indi bak. Hava ısısı bugün 10 dereceye kadar düşecekmiş. Oo saat 11 olmuş ben artık işbaşı yapayım…’

“Sözü patron almıştır: ‘Saat 12 oldu öğle paydosu. Bu saatte 13 koli mal hazır olmalıydı. 14 saat mesai yapanlar bile senin gibi davranmıyor. İstersen bir de 15 günlük yarıyıl karne tatili verelim. 16 yıllık işverenim, senin gibisini görmedim. Saat 17'deki çayını iç, gözüme görünme. 18 yaşındaki delikanlılardan örnek al. 19 koli mal çıkarttılar şu saate kadar. 20 dakika sonra muhasebeye git. 21 günlük paranı al. 22 gün seni burada görmek istemiyorum!’… ‘Ama patron!’… ‘Aması filan yok. Sen kendi kutunu açtın!’…

“Başkalarının paralarıyla hayal kuranlar sadece çenelerini yormamış olurlar böylece. Hem onların karşısında iken zamanlarını israf ederler. Hem de ellerindekinden olurlar da, farkına bile varmazlar. Üzüldüklerinde iş işten geçmiş, işini kaybeden kendinden geçmiş olur. Son bir hamleyle: ‘Bari alıştırarak söyleseydin patron, yirmiden geriye saysaydık arkadaşlarla hep beraber’ der.

“Bir zaman gelecek biz de soracağız: Sen de Var mısın? Zenginin parasını seyrederken, çeneni yormaya, kendini unutmaya, yoksa yok musun?”

Ayşegül Akakuş’a teşekkür ediyorum.

12.02.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İlk adım ‘tamam,’ sonra?



Başörtüsünü üniversitelerde serbest bırakma düşüncesiyle hazırlanan iki maddelik anayasa değişikliği paketi, beklendiği gibi rekor sayıda kabul oyuyla Meclis Genel Kurulundan geçti.

Bu iki değişiklikten biri 10. maddede yapıldı.

Maddedeki “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar” cümlesine, “her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında” ibaresi ilâve edildi.

İkinci değişikliğin yapıldığı 42. maddeye ise yedinci fıkra olarak şu iki cümle eklenmiş oldu:

“Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir...”

Kanun önünde eşitlikle ilgili 10. madde değişikliğinin, çözüme hiçbir katkısı olmayacağı yönündeki kanaatimizi daha önce ifade etmiştik.

Kaldı ki, Anayasa Mahkemesinin yasağa dayanak olarak gösterilen gerekçesinde bizzat başörtüsü bir “eşitsizlik sebebi” olarak niteleniyor!

Bu durumda, MHP icadı bu formülün, mesele mahkemeye intikal ettirildiği takdirde nasıl bir muamele göreceği şimdiden belli oluyor.

Gerçi, bu teklif başörtüsü tartışmaları bağlamında gündeme getirilmiş olmasa, konuyla ilişkisini kurmak da mümkün değil. Bu irtibat kurulduğu takdirde ise, yasağın kalkmasını kamu hizmeti alanlarla sınırlayan ve bir temel hakkın kullanımında kamu hizmeti verenleri dışlayarak eşitliği yine ihlâl eden bir durum ortaya çıkacak.

42. maddeye gelince:

Yapılan ilâvenin ilk cümlesi, kılık kıyafetle ilgili bir ibareye yer vermese de, üniversitede başörtüsü yasağını kaldırmaya yönelik bir düzenleme olarak anlaşılmaya müsait. Ancak anayasa maddelerinin uygulamaya yansıması için kanuna; kanunlar için de—düzenlenen konunun özelliğine göre—tüzük, yönetmelik, genelge gibi dokümanların tanzimine ihtiyaç var.

Bunlar olmadan, uygulayıcılar doğrudan anayasa maddesini tatbik sahasına koyamazlar.

Nitekim başörtüsü için düşünülen paketi hazırlayanlar da bunu bildikleri için, YÖK kanununun ek 17. maddesine bir ilâve yapılmasını öngördüler ve kamuoyuna da böyle açıkladılar.

Dolayısıyla, söz konusu kanun değişikliği yapılmadığı sürece iş neticeye bağlanmış olmaz.

Ki, anayasanın 42. maddesine konulan ekin ikinci cümlesinde “Bu hakkın kullanımının sıınırları kanunla belirlenir” denilerek, aynı zamanda bir taahhütte de bulunulmuş olunuyor.

Bu bakımdan, paketin tamamlanması için YÖK kanunundaki değişikliğin de yapılması gerekiyor. Ve Başbakan o konuda da sürecin devam ettiğini söylüyor. Ancak orada işler çatallaşıyor. Paketin anayasaya ilişkin kısmı için dahi iptal endişesi söz konusu iken, bu ihtimalin yasa değişikliği için çok daha geçerli olması, bizzat AKP yöneticilerini dahi kaygılandırıyor.

Onun için, paketin yasa ayağını askıya alıp bekletme niyeti, hükümetten gelen “Katkı bekliyoruz” çağrılarıyla kamufle edilmek isteniyor.

Umarız, sorunu anayasa ve yasa değişikliğiyle çözme tercihinde ısrar edilmesi, fırsat kollayan yasakçıların eline yeni kozlar vermez ve “uygulamada çözüm” sürecini sabote edip, mağduriyetlerin artarak devamına yol açmaz.

12.02.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Zalim idareciler



Bir önceki yazımda üç grup insanı dinin felâket kaynakları olarak belirten Hadis-i Şeriften bahsetmiş ve bu felâket kaynaklarının birincisi olan “günah işleyen âlim” konusunu işlemeye çalışmıştım. Bugün de dinin ikinci felâket kaynağı olarak belirtilen “zalim idareci”yi yazıma konu yapmak istiyorum.

Dünya yaratıldığından bu yana yaratılan bütün mahlûkata en büyük kötülüğü yapanlar şüphesiz zalim idareciler olmuştur. Tevhid inancı dışında kalan ve kendilerinde büyüklük vehmeden idarecilerin zamanındaki insanlara nasıl korkunç zulümler yaptıklarını insanlık tarihinden öğrenebilmemiz mümkündür. Çünkü bu insanlar Allah’a inanmadıkları ve bir gün hesaba çekileceklerini düşünmedikleri için akıllarına gelen her türlü zulmü irtikap etmekten çekinmemekteydiler.

Ancak bizim konumuz inançsız zalimler değildir. Zaten bunlar bütün insanlık için felâket kaynağı olmuşlardır. Onların hesabı Mahkeme-i Kübrâ’da en âdil bir şekilde görülecektir. Allah’ın Habibi Resûl-i Ekremin (asm) dinin felâket kaynağı olarak belirttiği zalim idareciler, İslâm toplumunu idare eden zalim idarecilerdir.

Hadis-i Şeriflerde âdil olan idarecilerin Allah’ın yanındaki faziletlerinden bahsedildiği gibi, zâlim idarecilerin korkunç akıbetlerinden de bahsedilmektedir. Çünkü idareciler bütün toplumla ilgilidir. Yaptığı her icraat yediden yetmişe idaresindeki bütün insanları ilgilendirmektedir.

İdareci, güzel işler yapıp topluma güzel hizmetlere imza atarsa ve âdil davranma konusunda titizlik gösterirse, hem insanların duâsını alacak hem de ülkede meydana gelen bütün güzel amellerden hissedâr olma imkânını yakalamış olacaktır. Aksi takdirde ise akıbeti çok vahim olacaktır. Bu sebepledir ki, idarecilikteki sorumluluğu bilen birçok inanan insan, idareyi eline geçirmek için can atan günümüz siyasetçilerinin aksine, İslâm toplumuna idareci olmaktan kaçınmışlardır.

Hz. Peygamberin (asm) vefatından sonra sırasıyla halife olan Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin halife olmaya pek istekli olmadıklarını ancak Müslümanların teveccühüyle görevi üstlendiklerini biliyoruz. Hz. Ebûbekir’in halifelik görevini üstlendiğini duyan Âişe (ra) validemizin ağladığını, sebebini soranlara da, babasının üzerine aldığı mesuliyetin altından zor kalkabileceğini düşündüğünü ve bunun için üzüldüğünü belirttiğini biliyoruz.

İslâm’da idareciliğin mes’uliyetini bilen insanlar bu görevi ateşten gömlek olarak değerlendirmişler. Bu sebeple bilhassa “Hulefa-i Râşidin” olarak bilinen dört halife başta olmak üzere Peygamber Efendimizin (asm) yolundan gitme azmi içinde olan idarecilerin adaletsizlik yapmamak için ne kadar büyük bir çaba içinde olduklarını İslâm tarihini anlatan kaynaklardan öğrenebiliriz.

Zalim idarecinin İslâm toplumunda bir felâket kaynağı olması, insanların zulüm görmesi ve adaletin o toplumda yara alması cihetiyle olmaktadır ki, bu durum da nizam ve intizam içinde yaratılan varlıkların görevlerini yapmalarına engel olacaktır. Bu düzen bozucu fiili işleyen idareciler hem Allah’a isyan etmiş olmakta, hem de cârî olan düzenin tahrip edilmesine sebep olmaktadırlar.

Zalim idareciler, böylece yüz binlerce, belki de milyonlarca insanların hukukunu gasp etmekle, neredeyse telâfisi mümkün olmayan bir sorumluluğun altına girmiş olmaktadırlar. Çünkü bu durumda, başta zayıf insanlar olmak üzere bütün mahlûkatın da zulme maruz kalması söz konusu olacaktır. Şüphesiz bu durumlar bir insan için korkunç akıbetlerin oluşmasına sebep olmaktadır. İdare ettiği toplumda terör estiren insanların, karşılaşacakları korkunç akıbetten kendilerini kurtarmaları kolay olmayacaktır şüphesiz.

Kâinatta adaletle işleyen işleyişe aykırı hareket eden insanların sebep oldukları felâket bütün mahlûkatınkinden çok fazla olmaktadır. Bundan dolayıdır ki, Allah, Kur’ân-ı Azîmüşşan’da insanlara adaleti emretmekte, Allah’ın yüce Resûlü (asm) de muhtelif hadislerinde idarecilerin adil olmalarının önemini dile getirmekte, zalim olan idarecilerin korkunç akıbetlerini nazara vermektedir.

12.02.2008

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Saadetin sebepleri



Zihinlerimizi selâmet, sıhhat, gayret, ümit düşünceleri ile dolduralım. Çünkü hayatımızı yönlendiren düşüncelerimizdir. Düşmanlarımıza odaklanmayalım. Zira bunun en çok zararı bize dokunur. “Esinhower” gibi, “Sevmediğim insanları düşünerek bir dakikamı bile zâyi etmemeliyim” demeli. Yardımı Allah için yapalım, çocuklarımızı kıymet bilen birileri olarak yetiştirelim. Nail olduğumuz nimetleri sayalım, dertleri değil! Başkalarını taklit etmeyelim. Biz, biz olalım. Çünkü “Haset cehalettir, taklit intihardır.” Talih bize bir limon verse, limonata yapmasını bilelim. Başkalarına iyilik edelim. Bu iyilik aslında kendimize yapılmıştır.

***

Ruhiyatçı Alferd Adler, insanı tarif ederken: “Nakısı zâide çevirebilen, olumsuz şartları olumluya çevirmek istidadına sahip olabilen varlıktır” der. Olumsuz şartları, insan, düşünceleri ve Allah’a olan sağlam ve doğru imanı ile kendi hakkında hayra ve olumluya çevirebilir. Hz. İsa (as) “En iyi olan şeyler, güç olan şeylerdir” demiştir. Güç olan ise düşüncelerimizi ve inançlarımızı düzeltmektir.

William Bolitho “Hayatta en mühim şey, kârını sermayeye ilâve etmek değildir. Bunu herhangi bir aptal yapabilir. Gerçekten mühim olan şey, zarardan istifade etmektir. Bunun için zekâ lâzımdır. Akıllı ve aptal arasındaki fark budur” diyerek insanın bu yönüne dikkatimizi çekmiştir. William James “Kusurlarımızın, bize umulmadık yardımı oluyor” demiştir.

Alferd Adler, melankoli hastalarına şunu derdi: “Melankoli, başkalarına devamlı bir öfke, kendine acındırma ve başkalarına acındırma halidir.” Öyle ise insan her gün bir kişiyi memnun etmeye çalışmalıdır. Başkalarına yardım eden, kendisine yardım etmiş olur. Peygamberimiz (sav) “Hayır işlemek, başkalarının yüzünü güldüren bir iş yapmaktır” buyurur.

***

Gerçekten de saadet dediğimiz mutluluk, sârîdir, yani bulaşıcıdır; verilirken alınır. Sinir hastalıklarının çoğu, tıpça muayyen bir hastalık olmayıp, hayatı mânâsız ve boş görmekten ileri gelir. Hayatın anlamını bilmeyen ve hayatını iman ile hayatlandıramayan insanların gerçekte mutlu olmaları söz konusu değildir.

İmanlı hayatın tekâmülü ise başkalarına iyilik yapmakladır. Benjamin Franklin “Siz başkalarına iyilik ettiğiniz zaman, başkalarından ziyade kendinize iyilik etmiş olursunuz” demiştir. Çinlilerin “Size güller sunan elde daima biraz koku kalır” sözü bu konuda ne kadar anlamlıdır.

Öyle ise Bediüzzaman’ın dediği gibi “Hayatın zevkini ve lezzetini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız, ferâizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.” Ayrıca başkalarının faydası için meşgul olmak sûretiyle, kendinizi unutun. Her gün bir kişini yüzünü güldürecek bir iyilik yapın. Böylece hayatınızı anlamlandırmış ve kendinizi geliştirmiş olursunuz.

12.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Taceddin Hilâli’den Rowan Williams’a



Çok ilginç ‘sivri dilli’ olarak nitelendirilen Avustralya Müftüsü Taceddin Hilâli hem İsrail hem de kadınların açıklığıyla alâkalı söylediklerinden dolayı muahaze ile aforoz edildi. 2006 yılında İsrail’in Lübnan’a ve Hizbullah’a saldırısından sonra buraya gelmiş ve buradaki konuşmasıyla dönemin Avustralya Başbakanı ve Bush’un Güney Asya Şerifi ve yardakçısı John Howard’ın eleğine ve süzgecine takılmıştı. Ondan sonra sesi kesildi ve kısıldı. Lübnan’da Hizbullah’ı öven ve İsrail’i yeren konuşmalar yapmıştı. Bununla birlikte yine ‘Açıkta bırakılan et murdar olur ve kedi alır, kapar’ dediği için de feminist çevrelerin boy hedefi haline gelmişti. Söylediğine pişman ettiler. Rowan Williams da öyle oldu. Rowan Williams aslında Taceddin Hilâli gibi muhafazakâr birisi değil, aksine liberal. O da çok liberal olduğu için bu yönüyle şimşekleri üzerine çekiyor. Kadın ve hatta aykırı tipler için fazlasıyla hoşgörülü olmasına rağmen bu hoşgörüsünü Müslümanlardan da esirgemediği için başı büyük derde girdi. Rowan Williams ayrıca hakkaniyet sahibi bir din adamı. Bu açıdan da Taceddin Hilâli gibi İsrail’in ve İsrail dostlarının unutmadığı ve unutamadığı bir şey yapmış ve kardeş kilise Episcopal Churc ile birlikte İsrail mallarını ve ürünlerini boykot etme kampanyası açmıştı ve İsrail’le işbirliği yapan Caterpillar Inc. gibi şirketleri de kara listeye aldırmıştı.

Hem ‘Şeriat hukuku, kaçınılmaz’ dediğinden hem de İsrail’e karşı kampanya açmasından dolayı geri adım attı. Kimi kaynaklara göre aslında geri adım atmadı yanlış anlamaları düzeltti. Ama kimi çevrelere göre de baskılardan bunalmış bir şekilde geri adım attı. İngiltere Başhahamı Jonathan Sacks’a özel bir mektup yazarak boykot kararından dolayı özür dilemiş.

Aslında, iki yüz yıldır İngiltere’de Kilise içinde ve dışında Müslümanlara yönelik iki akım ve çizgi var. Bu çizgilerden birisi insaf çizgisi. Diğeri de insafsızlık çizgisi. İnsaf çizgisini temsil edenlerden birisi Seyyid Ahmet Han gibilerin de bu ülkeyi ziyaretlerinde görüştükleri Kahramanlar kitabının yazarı Carlyle’dır. Bu çizgiyi günümüzde bir şekilde Rowan Williams temsil ediyor. Diğer çizgiyi ise Mütareke günlerinde Meşihat-ı İslâmiye’yi daha doğrusu İslâmiyeti ve hakaikini suâlname adı altında sorgulayan Anglikan Kilisesi’nin o dönemki din ricalidir. Ve Anglikan Kilisesi’nin o menhus ruhu yer yer hâlen devam etmektedir. Günümüzde o ruhu Williams’ın selefi olan Lord Carey temsil etmektedir. İsrail’i boykot kararından sonra şunu söylemiştir: “Bu durumu gördükten sonra kendimden ve Anglikan olmamdan dolayı hicap duydum, utandım...”

Rowan Williams Irak işgaline karşı ahlâkî duruş sergilerken Carey mütareke yıllarında Müslümanları sorgulayan selefleri gibi İslâm’ı sorgulamıştır. Aslında Papa 16’ncı Benediktus’tan önce, ‘İslâm yeni olarak ne getirdi?’ diye sormuş ve sorgulamıştır. Şeriat mahkemeleri açıklamasından sonra halefini eleştirenlerden birisi de o oldu. Ve Carey’in temsil ettiği İngiltre’deki o menhus ruh şimdi Williams karşıtlığıyla yoluna devam ediyor. Bunlardan birisi de İslâm’la ilgili sık sık olumsuz ifadeler kullanan Pakistan asıllı piskopos Michael Nazır Ali’dir.

***

Şimdi o menhus ruh Rowan Williams gibi insaflı bir din adamının peşinde. Suçu, İslâm’a karşı insaflı olmak. Bunun kilisenin duvarları arasında değil de ancak akademik kurumların soğuk duvarları arasında hoş görülebileceği söyleniyor. Bunu ancak fildişi kulesine çekildikten sonra yapabileceğini ihtar ediyorlar. Bundan dolayı Williams’ın masum konuşmasına tepkiler çığ gibi büyüyor. Rowan Williams’ın “Şeriatın kanunlarımıza girmesi kaçınılmaz” sözleri İngiliz basınının tek konusu haline gelmiş bulunuyor. Ülkenin önde gelen din adamları Williams’ı sert dille eleştirirken hem rahiplerden hem de basından istifa çağrıları yükseldi. Anglikan Kilisesi meclisi (Sinod) üyesi Rahip Alison Ruff “Williams, Anglikan Kilisesi için bir felâkettir. Liderimiz olmayı hak etmeyecek kadar zayıf bir adam ve kilisedeki görevini hak etmiyor” ifadelerini kullandı ve başkanına yargısız infazda bulundu. Albay Rahip Edward Amitstead de profesör ünvanı olan Williams için “Üniversiteye dönsün ve bu saçmalıkları orada savunsun” yorumunu yaptı. İsmini açıklamayan bir rahip ise The Sun gazetesine “Onun kadar zeki bir adamın bu kadar aptalca konuşması inanılacak gibi değil” yorumunda bulunuyor. Daha ileri gidenler de var. Ayak takımından Brian Fuller isimli bir İngiliz vatandaşı “Ülkemizin dininden bu adam mı sorumlu? Yakında Kıble’ye dönüp namaz kılmamızı isterse hiç şaşırmayalım” tepkisini veriyor. İngiliz tabloid basını ise Williams’a adeta savaş açtı. Daily Mail, El Kaide’yle bağlantısı olduğu iddiasıyla tutuklanan “eli kancalı” imam Ebu Hamza ile Williams’ı karşılaştırarak “Hangisi daha şeytanî” diye sordu. The Sun da kapağında “Bu adam şeytana benziyor” yorumunu yaptı. Williams’ın başpiskoposluk konutunda bedava oturmasını ve yılda 67 bin euro maaş almasını eleştiren gazete, din adamının kovulması için imza kampanyası başlattı. İmza kampanyasına bir gün içinde 15 bin kişi katıldı. Tepkiler çığı gibi büyüyor.

***

Olayların seyrinin beklenmedik bir şekilde büyümesinin ardından Başpiskoposluk bir açıklama yaparak tepkileri dindirmeyi denedi. Williams’ın sözcüsü Başpiskopusun tutumunu şöyle savundu: “Başpiskoposun istifa etmek gibi niyeti yok. Çifte bir hukuk sistemi tavsiye etmedi. Sadece çok kültürlü hâle gelen bir toplumda hukukun buna nasıl uyum sağlayabileceğinin sınırlarını incelemek istedi. Konuyu sağlıklı bir şekilde gündeme getirmenin önemli olduğunu düşündüğü için günler öncesinden araştırma yapıp hukukçulara danıştı...” Anglikan Kilisesi meclisi 5 günlük mutad bir toplantıya başlıyor. Burada Williams’ın görevden alınması için girişim başlatılabilir. Ayrıca Kraliçe’nin de inisiyatif kullanarak Williams’ı görevinden alma yetkisi bulunuyor. Sonuç ne olursa olsun Williams insafıyla ve altın harflerle tarihe geçmiştir. Carlyle gibi ebedileşenler arasına girmiştir.

12.02.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Ahirzamanda ihtiyar kadınların dinlerine tabi olunuz



Günümüzde aile müessesemiz her zamankinden daha fazla hücumlara maruz kalıyor. Yuvamızı yıkmak için her gün daha fazla sayıda silâh ve malzemeyi son tahassüngâhımız (sığınağımız) olan ailemize karşı kullanmaya devam ediyorlar.

Başta medya araçları olmak üzere, eğitim kurumları ahlâkî değerlerimizi tahrip etmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Peki, bu kadar kuvvetli bir şekilde üstümüze gelen güruha ne ile karşı koyacağız?

Bediüzzaman, Kastamonu Risâlesinde ihtiyar hanımların diğer insan kesimlerine göre kolay kolay fitnelere alet olmadıklarını ifade ederek, şu hadisi nazarlara sunuyor;

“Ahirzamanda, ihtiyar kadınların dinlerine iktida ediniz[1].” Evet, özellikle ihtiyar hanımlar, herkesten ziyada dindeki teselli ve nura muhtaçtırlar. Bu yüzden yaradılışlarındaki fedakârâne şefkat onları dinimize yöneltmektedir. Burada buldukları Rabbimizin merhamet ve teselli nurları, onları ahirzaman fitnelerine karşı korumakta ve sebat etmelerini sağlamaktadır.

Çevremdeki insanlar arasında en sağlam ve sarsılmaz kişilerin yaşlı anne ve teyzelerimiz olduğunu gördüm. Hatta öğrenci iken yaşadığım bir hatıramı nakletmek isterim.

Askerî okulda okuyordum ve o yıllarda askerî okul öğrencileri, özellikle de dindar öğrenciler gözaltında tutuluyordu. 12 Eylül İhtilâlinin lideri ve aynı zamanda cumhurbaşkanı olan zât, televizyonlarda irtica nutukları atıyor, hatta daha da ileri giderek askerî okul öğrencilerini diline doluyordu.

Maalesef, işgüzar okul idarecileri de hemen devreye girip, özellikle namaz kılan öğrencileri irtica suçlaması ile rahatsız ediyorlardı. Sonunda, yüzlerce, hatta bine yakın askerî okul öğrencisi okullardan atılmıştı. Tabiî ben de bu terör havasından etkilenmiştim. Ailem, özellikle babam dindar bir insan olmasına rağmen, bana baskı yapıyor, okuduğum dinî kitaplara, özellikle de Risâle-i Nurlara karşı çıkıyordu.

Rahmetli annem, bütün anneler gibi, oğlunu, yani beni çok seviyordu. Bana dikkatli olmamı öğütlemekteydi. Bir gün hem okuldan, hem de babamdan dolayı bunalmış olmalıyım ki, anneme dedim: “Anne, bari sen bana bunları söyleme. Eğer ben okuldan atılırsam, sen de biliyorsun ki disiplin ve derslerim yüzünden olmayacak. Beni dindar olduğum için okuldan atacaklar. Varsın atsınlar, ne olacak ki? Sana sordukları zaman ‘Oğlum namazını kıldığı için okuldan atıldı’ dersin. Bunda ayıp bir şey yok. Hem rızkı veren Allah’tır. Bizim maddî durumumuz iyi, ben de ticaretle uğraşır, geçinip gideriz” dedim.

Bu sözümden sonra o çok şefkatli kadın, bir kez olsun: "Bu kitapları okuma veya namazını okulda kılma, gel evinde kıl” demedi. Daima duâ etti. Belki de o duânın bereketi ile o zor yıllara rağmen, Bahriye Mektebinden mezun oldum ve yıllarca Bahriye’de görev yaptım.

Demek ki, eğer işlerimizde muvaffakiyet istiyor isek, ebeveynlerimizin, özellikle de annemizin duâsını almaya gayret etmeliyiz. Onların duâları Rabbimizin katında o kadar makbul ki, Cenâbı Hak, bu dünyada bile olumsuz şartlara rağmen kabul ediyor ve duâlarını ahirete bırakmadan yerine getiriyor.

1. Keşfü'l Hafa, 2:70; Hanımlar Rehberi, s. 32, Y.A.N.

12.02.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Belirsizlik...



Ankara’da ciddî bir gündem karmaşası var. Başörtüsü için yapılan “anayasal düzenlemeler” Köşk’te. Ancak bu değişikliklerin hiçbir “yenilik” getirmediği, bu haliyle keyfî yasağı kaldırıp dinî bir vecîbe olan başörtüsüne özgürlük getirmeye yetip yetmeyeceği hâlâ belirsiz…

Tıpkı Anayasa Mahkemesinin değişiklikleri “iptal” edip etmeyeceği gibi. Zira mevcut metni “bir-iki cümle” ile te’yid edilen 10. ve 42. maddelerin bu vaziyetiyle bir netice vermeyeceği, yasakçıların yasağı devam ettireceği endişesi sözkonusu…

Mahkemenin “değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen” Anayasanın ikinci maddesindeki “laiklik ilkesinin ihlâli” gerekçesiyle “şekil”den “iptal” etmesi durumunda ise, durup dururken tepeden dayatılan hayalî yasağın bu kez yasal olarak dayatılacağı sıkıntısı baş gösterecek.

Yasakçıların, “başörtüsünü serbest bıraktırmak amacıyla çıkarılan yasayı mahkeme iptal etti, bu durumda yasak yasallaştı” deyip başörtüsü yasağını daha pervâsızca dayatacakları belirtiliyor.

YÖK ve rektörlerin yasakçı “tâlimatları”na mesnet ettikleri Anayasa Mahkemesi’nin “gerekçesi”ne göre Danıştay ve şaşırtılan AİHM kararlarıyla yasadışı yasağı daha da azdıracakları tedirginliği devam ediyor…

* * *

Ayrıca “başörtüsü târifi”ni getiren Yüksek Öğretim Kanunu Ek-17. maddesindeki değişikliğin akıbeti de meçhul. İktidar partisinde maddenin Anayasa Mahkemesi’nden döneceği kaygısıyla, vazgeçme eğilimi başladı. Ancak MHP ile varılan “mutâbakat” gereği, “çarşaf, peçe ve burka” benzeri kıyafetlerin engellenmesi için bu maddenin mutlaka çıkarılmasını şart koşuyor.

Ne var ki, bu hususta da tereddütler artmakta. Hatta “yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla üniversitelerde kılık ve kıyafet serbesttir” ibâreli maddenin mevcut halinin yasağı bertaraf etmede daha etkili olacağı belirtilmekte.

Lâkin Başbakan’ın Almanya’dan, “sürece devam” deyip, “uzlaşılan metin”in de çıkarılacağını söylemesi, bu konuda da zihinleri karıştırdı. Kulislerde, kapalı kapılar ardında farklı yorumlar yapılmakta. İşin daha da çözümsüzlüğe itildiği, tıkanmanın aşılmasının daha da zorlaştığı itiraf edilmekte.

Erdoğan’a yakın bazı milletvekili ve bakanların bile, bu “formül”ün çözüm getiremeyeceği, yasağı daha da katmerleştirip üstelik her tarafta yasallaştıracağı endişelerini belirtmekteler. Bu yüzden birçok iktidar ve muhalefet partisi milletvekilinin, istemeye istemeye parti yönetimlerinin “direktifi”yle inanmadıkları değişikliklere oy verdikleri görülmekte.

Diğer yandan, her hafta başı “kara pazartesi”lerle titreyen ekonomi bıçak sırtında. Bütün dünya Amerika’dan tetiklenen global dalgaya karşı ciddî tedbirler alırken, Ankara hâlâ hafife alıyor. Oysa, başta TOBB ve sanayi odaları olmak üzere, ilgili kuruluşlar ve uzmanlar, üretim ve istihdam adına âcil kararların alınmasının gerektiğini bildiriyorlar. Ekonomide de ciddî bir kargaşanın sürdüğünü, irâde konulması gerektiğini vurguluyorlar.

Başbakan Köln Arenasında, “AB yolunda 45 yıldır bekledik, bundan böyle tam üyelik adaylığından vazgeçmeyiz” diyor. Başta Sarkozy ve Merkel olmak üzere, kimi “AB içindeki ABD”cilerden gelen “imtiyazlı ortaklık” önerilerinin Türkiye’yi AB’den cayma oyunu olduğunu ifâde ediyor…

Ne var ki, hükümetin hâlâ nasıl düzenleneceğine karar veremediği, başta 301. madde olmak üzere, AB çerçevesinde demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesine dair düzenlemeler askıda bekliyor.

AB İlerleme Raporunda istenen yargı reformundan, eğitimin ve siyasetin demokratikleşmesine kadar birçok kriterde hâlâ esaslı adımlar atılmış değil. Siyasî partiler ve seçim kanununun AB müktesebatına göre yeniden tanziminde hiçbir çalışma yok.

12.02.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Türkiye neresi olsun?



Millet iradesinin ‘hiç’e sayıldığı ülkeleri sayısı herhalde fazla değildir. Milletin iradesini dikkate alınmadığı ülkelerin sayısı, geçmişde fazla olmuş olsa bile, en azından son yıllardaki gelişmeler; bu sayıyı azaltmış olmalı. Çünkü ‘çağdaş’ ülkelerde ‘karar’lar alırken milletin ne düşündüğü sorulur.

Millete sorulmadan alınan kararların neticeye ulaşması hayli zordur. Her işte birebir ‘referandum’ yoluyla millet sormak, onların kanaatlerini öğrenmek teknik anlamda ‘zor’ olduğu için de bu işler ‘meclis’ler eliyle yürütülür. Ki, bu da demokrasinin temel kurallarından biri olsa gerek.

Bir kısım medya, TBMM’nin başörtüsü yasağını kaldırmak için devreye girmesi ‘bölücülük’ olarak yorumlamış. Kabul edilen anayasa değişikliğinin nasıl uygulanacağı, bu işin kanunla değil, fiilî uygulama ile düzeltilmesi gerektiği şeklindeki ‘akl-ı selim’ çağırıları bir yana, netice olarak yapılan anayasa değişikliğini “411 el kaosa kalktı” (Hürriyet, 10 Şubat 2008) şeklinde yorumlamak her halde Türkiye ve dünya gerçekleriyle uyuşmaz.

İlgili manşet haberinin ‘özet’inde de şöyle denilmiş: “Türkiye’yi bölen türban, 518 milletvekilinin 411’inden ‘kabul’ gördü. Anayasa paketi Meclis’ten geçti. Kutuplaşma endişe yaratıyor.” (agg.)

Bir defa, ısrarla ‘türban’ denilen ve millet nezdinde ‘başörtüsü’ olan bir tercihin, ‘bölen’ olarak görülmesine kökten itiraz ediyoruz. İnsaflı olalım: Kim kimi bölüyor? Anket ise anket, araştırma ise araştırma; Türkiye’de yaşayan çok büyük bir ekseriyet başörtüsü yasağına karşı değil mi? Bu manşetleri atanların gazeteleri tarafından yapılan anketlerde bile ortalama olarak milletin yüzde 80’i ‘yasak kalksın’ demiyor mu? Böyle olduğu halde, ‘başörtüsüne hürriyet’ talepleri niçin ‘bölmek’ şeklinde anlaşılsın? ‘Bölünme’ için hiç değilse ‘fifti-fifti/yarı yarıya’ olmak gerekmez mi? Ki, hak ve hürriyetlerin küçüğüne, büyüğüne bakılmaz; özgürlükler yüzdelik hesaplara vurulmaz!

Çok önemli bir ‘yanıltma’ da şu noktada yapılmak isteniyor: Yasağın devam etmesini isteyenler, düzenledikleri ‘yürüyüş’lerde “Türkiye İran olamaz” ya da benzer şekillerde sloganlar atıyorlar. Duyanlar da, ‘başörtüsü yasağı kalksın’ diyenlerin “Türkiye İran olsun” dediğini zannedecek! “Türkiye İran olmasın” kabul, peki neresi olsun? Tabiî ki Türkiye başka bir ülke olmasın, ama meselâ; Almanya, Amerika, İtalya ya da benzeri “muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşan herhangi bir ülke olsun mu? Bakınız, özellikle “halkı Müslüman olmayan ülke”lerin isimlerini zikrettik. “Türkiye, İran olmasın” diyenler, Türkiye’nin adını saydığımız ülkeler gibi olmasını ister mi? Muhtemelen istemezler, çünkü dünya âlem de biliyor ki; ‘ora’larda da başörtüsü yasağı yok ve kimse de olmasını istemiyor. Ayrıca, ‘ora’larda umumiyetle ‘milletin tercihleri’ne kıymet verilir, jakobenler “ben yaptım oldu” diyerek kimseyi korkutamazlar. İlâve olarak, hayalî korkular üretip, bu korkular sayesinde halksız ve haksız iktidarlarını da sürdüremezler...

“Türkiye şurası olmasın, burası olmasın” demekle iş bitmiyor. Bir zahmet, ‘neresi’ olmak istediklerini ya da hangi ülkeye benzemeyi kabul edeceklerini de söylesinler. Gerçi millet bunu da merak etmiyor ya, yine de söylemelerinde fayda var.

İnanın, ‘yasakçı’ların yeryüzünde ‘benzemeyi kabul edecekleri’ her hangi bir ülke yok. Çünkü hür dünyada ‘başörtüsü yasağı’ diye ‘çağ dışı’ bir yasak yok... İnşallah Türkiye de ‘yasak olmayan ülke’ler arasına girecek. Ümitvarız...

12.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dinin süsü



Abdest alıp namaza doğru yöneldiğinde rengi kaçar, bir titreme, silkelenme alır; sebebi sorulduğunda da, “Vay halinize! Kimin huzuruna çıktığımı, kiminle konuştuğumu ah bir bilseniz!” derdi.

Bu ifadelerin sahibi Hz Ali’nin Hz. Hüseyin’den olma, dinin süsü lakabıyla şöhret bulan, ibadet ve takvasıyla tanınan Zeyne’l-Âbidin Hazretleri.

Tabiînin büyüklerinden Said bin Müseyyeb’e bir adam gelmiş, “Falandan daha dindar birisini görmedim” demişti. O da, “Sen Ali bin Hüseyin’i gördün mü?” diye sorduğunda “Hayır” demiş, Said bin Müseyyeb de “Ben de ondan daha dindar birisini görmedim” diye karşılık vermişti.

Büyük âlim İbni Şihab Zührî yanında onun adı anıldığında derdi ki: “O ibadete düşkün olanların hoş bir tezahürüydü.” O kadar ibadet sevdalısı idi ki, esas ismi Ali olduğu halde “ibadet edenlerin süsü” anlamında Zeyne’l-Abidîn denilmişti. Yine Zührî, “Ondan daha faziletli bir Haşimî görmedim” diyecekti.

Bu tezahür o kadar ağırlıklı idi ki, ileri derecede bir saygı kazandırıyordu ona. Daha halife olmadan önce Hişam bin Abdülmelik hacca gelmiş, ne kadar istemişse de Hacerü’l-Esved’e el sürememişti. Fakat birisi geldi, halk hemen ona yol açtı, o da Hacerü’l-Esved’e gidip el sürdü. Şamlılar merakla Hişam’a sordular: “Kimdir bu adam?” Hişam, “Bilmiyorum” dedi. Bu sözleri duyan meşhur şâir Ferazdak, “Ama ben biliyorum” diye söz aldı ve ağzından çok nefis ve çarpıcı mısralar döküldü. Bir kısmı şu meâldeydi: “Bu, Allah’ın bütün kullarının en hayırlısının oğludur. / Bu, çok dindar, çok temiz, meşhur birisidir. / Bu, çölün ayak sesini bildiği kişidir. / Ehl-i Beyt, uzak, yakın herkes onu bilir… Kureyş onu gördüğünde, sözcüsü şöyle derdi: / Şeref güzel hasletlerinde doruğa ulaşır. / Takva sahipleri anıldığında, onların imamları sayılır… / Senin, ‘Kim bu?’ sözün ona zarar vermez. / Senin inkâr ettiğini Arap da, Acem de bilir. / Hayadan gözler yere eğilir / Heybetinden gözler ona bakamaz. / Tebessüm etmedikçe onunla konuşulmaz.”

12 imamdan biri olan, Allah aşıkı Zeynelabidin Hazretleri insanların üç türlü ibadet ettiklerini söylerdi. Bir kısmı Allah korkusuyla ibadet ederdi. Bu kulların ibadetiydi. Bir kısmı Allah’tan birşeyler isteyerek ibadet ederdi. Bu tüccarların ibadetiydi. Bir kısmı daha vardı ki Allah’a şükür maksadıyla ibadet ederdi. Bu da özgür kimselerin ibadetiydi.

“Biz ehl-i Beytiz. Hoşlandığımız şeylerde Allah’a itaat ederiz. Hoşlanmadığımız şeylerde de hamdederiz” diyen Zeynelabidin Hazretleri hayra da düşkündü. Geceleri sırtında çuvalla ekmek taşır, fakir fukaraya dağıtır, “Şüphesiz gizli verilen sadaka, yüce Allah’ın gazabını sakinleştirir” derdi. Yiyeceklerinin kimden geldiğini bilmeyen nice fakir Medine ehli, bir gece yiyecekleri gelmeyince o büyük zattan geldiğini anlamışlardı. Öldüğünde omuzlarında çuval izleri vardı. Medine ehlinden tam yüz ev halkının ihtiyacını karşıladığı ortaya çıkmıştı. Ömrü boyunca malını iki defa sıfırlamıştı.

Cevşenü’l-Kebîr’i bize nakleden bu büyük imam gerçekten ismi gibi yüce ve lakabı gibi de dinin süsü idi.

12.02.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hak ve hürriyetlerin kaynağı



İktidar, AB (Avrupa Birliği) meselesinde eski heyecanını kaybedip rölantiye almış gibi. Oysa, başörtüsü, katsayı vs. gibi hakları kemaliyle işletebilmek için; Anayasayı AB normlarına göre uyarlaması lâzım. O zaman işler daha rahat ve kolay olur.

AB’den, demokrasi ve insan hakları talep ederken, komplekse kapılmamıza gerek yok! Bir sefer AB, hür teşebbüs, hak ve hürriyetler çerçevesinde bir medeniyet projesidir. Hak ve hürriyetlerin kaynağı, Kur’ân ve Sünnettir, yâni İslâmiyettir. Tıpkı, ilmin pederi İslâmiyet ve pekçok kâşifin, mucidin Müslüman olması gibi.

İnsan Hakları 1948’de değil, 610 yılında ilân edilmeye başlanmış, 632 yılında fiiliyâta/pratiğe geçirilerek kemâle erdirilmiş.

Hürriyetin asıl kaynağı; İlâhîdir, semâvîdir. Cenâb-ı Hakk’ın esmâsı, kâinatta mücessem olarak tecellî etmiştir. Kur’ân’da yazılı olarak yer almıştır. İnsan kâinatın özeti, minyatürüdür. Dolayısıyla bütün isimler onda tecellî etmiştir.

İnsanın dünyaya gönderilmesinin sebebi, imandır, mârifetullahtır. Mârifetullah, O’nu bütün isim ve sıfatlarıyla tanımaktır.

Allah, Kendisinin Basîr (gören) olduğunu anlamamız için görme özelliği vermiştir. Semi’ olduğunu anlamamız için de işitme…

Fen veya sosyal bütün ilimler, Esmâ-i Hüsna’ya dayanır. Meselâ, tıbbın Şâfi’; matematiğin Mukaddir; sanatın Sani’ ismine dayanması gibi.

Yaratıcı Fa’al’dir… Kâinatın Sahibi, “Fa’alün limâ yürid”dir.1

Ve Mürid’dir. İrade eden, dilediği gibi yaratan, hükmeden. “Allah dilediğini yaratır.”2

O, Mukaddir’dir. Takdir eden, ölçen, planlayan, programlayan…

Yüce Yaratan, bu dünyayı hürriyet üzerine kurmuştur.

İnsan kimliğinin, şahsiyetinin en önemli vasıflarından birisi olan hürriyet, “Rabbinin lütuf ve ihsanı hiç kimseden men olunamaz”3 âyetiyle, “Atiyye-i Rahman”, yani Cenâb-ı Hakk’ın bir bağışıdır...

Diğer esmâ da dolaylı olarak hak ve hürriyetlere bakar. Bu isimlerin tecellîleri de insanda geçerlidir. Dolayısıyla istediği gibi hareket etme, irade etme (dileme) ve takdir etme serbestisi tanımıştır.

Hürriyet yoksa, insan da yoktur. O zaman nefsin ve hevesâtın esiri bir biçâredir. Şu halde, inanç, fikir, düşünce, ilim, eğitim, ticaret, seyahat gibi bütün hürriyetlerin kaynağı imandır. Kur’ân, düşünme ve ilim hürriyetini, 780’i aşkın âyetle teşvik etmiştir.

İnsan hakkı, inanç hakkı, vicdân hakkı, ibâdet hakkı, karı-koca hakkı, anne-baba hakkı, çocuk hakkı, komşu hakkı; hattâ hayvan hakkı, eşya ve çevre hakı; İslâm’ın getirdiği, yerleştirmeye çalıştığı haklardır.

Kur’ân, baştan sona haklar manzûmesidir. Resûl-i Ekrem’in (asm) Vedâ Hutbesi, temel hak ve hürriyetleri sıralar. Ve binlerce hadîs-i şerîf, hak ve hürriyetleri, en ince teferruâtına kadar nakış nakış işler.

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Hud, 106-107., Buruc, 14-16.; 2- Age, Bakara, 17.; 3- Age, İsrâ, 20.

12.02.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyaset ve şahsiyet farkı



Makbul bir insan, akıllı düşmanından çok, ahmak dostlarından zarar görür.

Ulvî, kudsî dâvâlar için de aynı durum geçerli.

Bugünlerde vefatının 90. yıldönümü vesilesiyle rahmetle andığımız Sultan II. Abdülhamid, hakikaten hem makbul bir şahsiyet idi, hem de bütün gayesi ulvî, kudsî olan İslâm dâvâsına hizmet etmekti.

İşte, 33 sene müddetle padişahlık yapan bu zirve şahsiyet, süper güçleri arkasına alan zalim düşmanları tarafından değil, belki düşmanın oyununa gelen, tuzağına düşen dengesiz, muhakemesiz dostlarının hatası sebebiyle yıkıldı.

Evet, Sultan Abdülhamid, Osmanlı ve Rusya arasında 1877–78'de yaşanan ve tarihte "Küçük kıyâmet" diye isimlendirilen dehşetli "93 Harbi" yıkmadı, yıkamadı.

Aynı şekilde, Osmanlı tarihinin en önemli iç hadisesi sayılan Hürriyet, Meşrûtiyet ve Kànun–i Esâsî çalkantıları da yıkmadı, yıkamadı.

Ne zaman ki, 31 Mart Hadisesinde (13 Nisan 1909), güyâ padişahın dostu ve hayırhahı ayağıyla bir kısım muhakemesizler meydanlara çıkıp sokaklara taştılar ve adeta "tuti kuşları" misâli "Şeriat isteriz!" diye ortalığı velveleye verdiler, işte o zaman sinsî düşmanların kamufleli tuzağına düştüler ve o dâhî padişahı da fecî bir âkıbete düçâr ettiler. (Bkz: Münâzarât, s. 83)

Demek ki, birileri her türlü planı hazırlamış, iş sadece bir sebebin, bir bahanenin zuhûruna kalmıştı. Beklenen sebep, 31 Mart Vak'asında pek büyük bir gürültü ile ortaya çıktı.

Evet, hem velî, hem de dehâ derecesinde bir kabiliyete sahip olan Sultan Abdülhamid, ne yazık ki bu ibretlik vak'adan çok kısa bir süre sonra (27 Nisan) Selânik'ten İstanbul'a hurûç eden gayr–ı nizamî Hareket Ordusu'nun dayatması neticesi tahttan indirildi.

Ne acıdır ki, iş bununla da sınırlı kalmadı, ayrıca şu fecâatler yaşandı:

1) Padişah hakkındaki "hal kararı"nı Meclis'ten çıkarttıran kişi, Yahudi ve masonların en çok perestiş ettiği komitacı tabiatlı Talat Beydir.

2) Meclis'in "hal kararı"nı Sultan Abdülhamid'e götüren heyetin sözcüsü, Selânik mebusu azılı Yahudi Emanuel Karasso'dur. (İleride, Hahambaşı Haim Naum'la birlikte Lozan Konferansına da nüfûz kabiliyetini gösterecek kişidir.)

3) Devletin en mahrem mevkii olan Yıldız Sarayı, Hareket Ordusu çapulcuları tarafından yağma edildi.

4) Çapulcular, padişahın hususî hayatına da tecavüz ettiler, hanımının özel ziynetine varıncaya kadar, ne buldularsa gasp ve garet ettiler.

5) Kurdukları sıkıyönetim mahkemesinde yüzlerce mâsumun hakkına ve kanına girdiler.

6) Devleti ele geçiren komitacılar, eski istibdada rahmet okutacak dehşetli bir dikta rejimini ihdas ettiler.

Dünden bugüne

Cinnî şeytanlar gibi, insî şeytanlar da hep var olmuşlar ve saldırıya geçmek için daima fırsat kollamışlardır.

Onlara kızmanın bir faydası yok. Muhim olan tedbirli olmak, aklını kullanmak, dikkatli, müteyakkız davranmak, hata yapmamaya ve onların sinsî oyunlarına gelmemeye gayret sarfetmektir.

İşte, Sultan Abdülhamid'le dost geçinen muhakemesiz meddah gürûhü, maalesef o zamanlar akl–ı selimin gereği olan böylesi bir olgunluğu gösterememiş, dolayısıyla padişahla birlikte kendilerinin ve daha pekçok mâsumun hayatının kararmasına sebebiyet vermişlerdir.

* * *

Medâr–ı ibrettir ki, dost cenahta görünen muhakemesizler gürûhunun sözcüleri, dün olduğu gibi günümüzde de ufukları karartmaya, zihinleri bulandırmaya devam ediyorlar.

Bugün bu "sâdık ahmaklar"dan bazıları çıkıp meselâ şu tarz iddialarda bulunabiliyor: "Birçok Osmanlı münevveri gibi, Mehmet Âkif ve Bediüzzaman Said Nursî gibi şahsiyetler de Sultan Abdülhamid'i vaktiyle anlayamadı. Ona saldıran, ona hakaret edenlerle beraber oldu; sonra da pişmanlık duyarak ondan özür ve helâllik diledi."

Merhûm Âkif hakkında birşey diyemeyiz. Yazdıklarının tamamına vâkıf değiliz.

Ancak, Üstad Bediüzzaman'ın bütün yazdıkları meydanda duruyor. Hiçbir eserinin hiçbir yerinde Sultan Abdülhamid hakkında nedamet ettiği, yahut ondan özür dilediğine dair bir kayıt yok. Vardır diyen, göstermek durumunda.

Hem, Üstad Bediüzzaman'ın Sultan Abdülhamid'in şahsına yönelik hakaretâmiz bir sözü yoktur ki, bundan pişmanlık duysun, yahut dönüp özür dilesin.

Ayrıca, özür dilemek ile helâllik dilemenin farklı şeyler olduğunu her mü'minin idrak etmesi gerekir. Birbiriyle bir şekilde hukukları olan herkes, din kardeşiyle helâlleşir, helâlleşmeli.

Evet, Sultan Abdülhamid'in şahsına yönelik herhangi bir hakaret veya saldırısı bulunmayan Üstad Bediüzzaman, onun Mutlakıyet rejimi ve "mecbur olduğu istibdat" idaresini açık bir dille "menfî siyaset" şeklinde görmüş ve hayatının sonuna kadar da bunu böyle tarif etmekten çekinmemiştir.

Üstelik, bu tarz–ı siyasetin dahilde en büyük zararı dine ve dindarlara verdiğini de gayet açık bir sûrette beyan ediyor, Üstad Bediüzzaman. (Bkz: Sünûhat, s. 67)

Bugün haddini aşarak Sultan Abdülhamid üzerinden Üstad Bediüzzaman'ı (belki bilmeden) karalamaya çalışanlara, bir sonraki yazıda o "devr–i istibdad"ın iç işleyişi hakkında bazı misâller vermenin yanı sıra, Üstad Bediüzzaman'ın dâhi olsa bile "şahs–ı vahid"in netâmeli durumu ile çok daha metin olan "şahs–ı mânevî" hakkında bütün ömründe hiç değişmeyen bakış açısını inşaallah yansıtmaya çalışalım.

12.02.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sırat Köprüsünü geçerken



İzmir’den okuyucumuz:

* “Sırat Köprüsü nedir? Mecazî midir? Yoksa gerçekten var mıdır? Kesilen kurbanların sahibine sırat köprüsünü geçerken binek olmasının hikmeti nedir?”

Âhiretin deresini, tepesini, düzlüğünü, yokuşunu, köprüsünü, yolunu, yordamını, terazisini, mizanını, ateşini ancak dünyadaki benzerleriyle kavrayabiliriz. Başka türlü kavrama imkânımız yok. Görüş ufkumuz dünyadaki benzerleriyle ve sembollerle çevrili. Âhiretle ilgili haberlerde yer alan uhrevî maddelerin sûretini ve şeklini mânâ itibariyle kavrayabilmemiz için dünyadaki benzerleriyle ifade etmek zorunluluğu var. Âyetlerde ve hadislerde âhireti ve içindekileri anlayabilmemiz için böyle ifade edilmiştir.

Meselâ mahşerdeki terazi elbette bakkal terazisi şeklinde olmayacak. Kaldı ki dünyada bile şekil itibariyle biri diğerine benzemeyen çok farklı biçimlerde teraziler söz konusu. Hatta aynı bakkal dükkânında, o eski bildiğimiz klâsik teraziden tutun, farklı boy ve ebatlarda ve farklı ölçeklerle çok sayıda elektronik terazi örnekleri görmek mümkün. Öyleyse mahşerde sevap ve günahımızı tartan bir teraziden söz edildiğinde, çok hassas ölçüleriyle sonsuz duyarlıklı bir tartı âletinin bulunduğunu anlarız, gerçek şeklini görmeyi âhirete bırakırız.

Sırat köprüsü için de aynı bakış açısı söz konusudur. Sırat Köprüsü, Cehennemin karanlık ve dev alevleri üzerinde kurulmuş, dehşetli, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprüdür. (“Kıldan ince, kılıçtan keskin” ibaresi sırat köprüsünün çok hassas bir ayar içinde olduğuna ve dehşetine işaret eder.) Buradan herkes geçecektir. Çünkü Cennetin yolu Sırat köprüsünden geçer. Cennete giden de, Cehenneme düşen de bu köprüye uğrar. Bu köprüden geçerken günahkârlar ve kâfirler ayakları sürçerek dev ateşe düşerler. Mü’minler ise amellerine göre belirli sür’atlerde bu tehlikeli köprüyü geçerler. Peygamber Efendimiz’in (asm) bildirdiğine göre bu köprüden ilk geçecek olanlar Peygamber Efendimiz (asm) ve ümmeti olacaktır. Sonra diğer ümmetlerin sâlih amelleri sayesinde sırat köprüsünü sür'atle geçeceği bildirilmiştir.1

İnsanın bir yolcu olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri “Sırat”ı yolculuğun zorunlu geçitlerinden birisi olarak zikrederek, insanın, âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihanda hiç durmadan yürüyen bir yolcu olduğunu kaydeder.2

Sırat ile ilgili Peygamber Efendimizi (asm) dinleyelim:

“Kıyamet Gününde insanlar bir araya toplanacaklar. Rabbimiz:

‘Her kim her neye tapıyor idiyse onun ardına düşsün!’ buyuracak. Artık kimi güneşin, kimi ayın, kimi taptıkları tâğûtların peşine düşecekler. Yalnız bu ümmet, içlerinde münafıkları da olduğu halde yerinde kalacak. Allah onlara: ‘Ben sizin Rabbinizim!’ buyuracak. Onlar da: ‘El-Hak, Sen bizim Rabbimizsin!’ diyecekler. Allah Teâlâ’nın onları davet buyurması üzerine dâvete uyacaklar. Cehennemin tam ortasına Sırat (köprü) kurulacak. Ümmetimi onun üstünden en evvel geçirecek ben olacağım. O gün dehşeti ve korkusu sebebiyle peygamberlerden başka hiç kimse konuşamayacak. Peygamberlerin o günkü kelâmları da: ‘Allahümme sellim, sellim’ (Allahım kurtar, Allahım kurtar!) olacaktır. Cehennemde sa’dân dikenlerine benzer çengeller vardır. Bu dikenlerin ne kadar büyük olduklarını ancak Allah bilir. (Değişik rivâyetlerde: Onlara, ‘Nûrunuzun miktarına göre kurtuluşa koşun!’ denilir. Mü’minlerin kimi göz kırpacak kadar zaman içinde, kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi, kimi kuş gibi, kimi ala-yörük cinsi bir at gibi, kimi deve gibi sür'atle geçerler. Nihayet nuru yalnız ayaklarının başparmağında olarak verilen kimse yüzü koyun yürüyerek elleri ve ayaklarıyla emekler ve bir kolunu çekse öteki kolu, bir ayağını çekse öteki ayağı takılır ve kurtuluncaya kadar ateş yanlarına çarpar durur. Kimi yürüyerek, kimi karnı üstünde sürünerek geçer de: ‘Ya Rab! Beni neden bu kadar geç bıraktın?’ der. Cenâb-ı Rabbü’l-âlemin: ‘Seni geç bırakan kendi amelindir!’ buyurur. O gün münafıklar iman edenlere, ‘Lütfen bizi bekleyin de, nurunuzdan biz de istifade edelim’ derler. Fakat kendilerine: ‘Geriye dönün. Nuru orada arayın’ denilir.”3

Allah için kesilen kurbanların Sırat üstünde sahiplerine burak gibi binek olacakları müjdesi, yapılan ibadete Allah’ın vermeyi vaad buyurduğu bir mükâfattır.4 Takdir Yüce Allah’ındır.

Cenâb-ı Hak ibadetlerimizi ihlâsla ve sırf Kendi rızası için yapmamızı müyesser kılsın. Âmin.

Dipnotlar:

1- İbn-i Mâce, Zühd, 33. 2- Sözler, s. 35

3- Buhârî, 2/450. 4- Sözler, s. 186.

12.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri