Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Rifat OKYAY

Civcivden fakir



Hayattan, beklediklerimizi Allah’tan bekleyebilmeliyiz. Esas olarak da Allah’ın bizden beklediklerine muntazır, hazır olarak kendimizi hazırlamalıyız.

Akıl, kalp, ruh, vicdan vs. lâtifelerimizin, duygularımızın doyurulması gerekiyor… Maddî vücudumuzun doyurulmasından belki on-yüz misli bu manevî vücudumuzun doyurulması lâzım.

Maddî doyumu herkes şöyle veya böyle en güzel şekilde gerçekleştiriyor. Esasında sünnetullah ve sünnet esasları dairesinde yeme içmenin yapılması en güzeli fakat bu konuda herkes özellikle Müslümanlar iflâs etmiş vaziyettedir. Nefsimizde tatbik edemediğimiz bir konuyu yazmak ve yaymanın bir anlamı yok!...

Allah’ın azameti her şeyi saran büyüklüğü ve rububiyeti, her şeyi terbiye eden rablığı bize verdiği hayat dairesi içinde bizlerden bir şeyler bekliyor. Yaratılmış bütün varlık âlemi, varlık alemi içinde canlılar âlemi, canlılar âlemi içinde insanlık âlemi, insanlık âlemi içinde inanan insanlık âlemi herhalde bizi içine alıyor. Biz de ne yapmalıyız ki bizlerden beklenenlere karşı evet şunları yaptık diyelim. Kul olduğumuzu bilmemiz, terbiye edildiğimizi görmemiz, ihsan ve ikramlara mazhar olduğumuzu anlamamız gerekiyor…

Elektro mikroskopla kırk bin defa büyütüldükten sonra ancak görülebilen kolera mikrobu karşısında aciz olduğumuzu, doğduğu zaman kürküyle doğan civcivden fakir olduğumuzu, bizden başka dünyaya gelen bütün mahlûkattan bilgi bakımından, terbiye bakımından, kabiliyet bakımından, kusurlu ve eksik olduğumuzu, kâinattaki bütün mahlûkat birbirine yardım edip desteklediği halde bizlerin çok mu çok yalnız ve aciz olduğumuzu ancak seneler süren terbiye ve Rabbimizin ihsan ve ikramlarıyla ayakta durabildiğimizi daima bilerek hatırlamamız ve unutmamamız gerekiyor.

Kısaca ve özetle Cenâb-ı Hak’kın rahim şefkatiyle, kerim ihsanatıyla ikramatıyla nasıl terbiye edildiğimizi bilmemiz ve hatırlamamız içinde bu bilmekle; acizliğimizi, fakirliğimizi, kusurlarımızı, noksanlarımızı bilerek O’nun rablığı karşısında itaatle, ubudiyetle, kullukla, başımızı eğerek mukabele etmemiz, ibadet etmemiz ve çalışmamız gerekmektedir. Hayatı verene karşı hayatın bütün cilveleriyle inkıyad edebilmek ve kayıtlı olmak gerekiyor…

07.03.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Siyasî çözüm” paravanası…



Operasyonun perde gerisinde görünen en vâhim “beklenti”, Ankara’nın, Irak’ın bölünmesi anlamına gelecek Kuzey Irak’taki yerel yönetimin kabulüyle birlikte Güneydoğu’ya “siyasî çözüm” dayatmasıdır.

Erdoğan ve Gül’ün son ziyaretlerinde Amerikan basını bunu açıkça yazdı. Hatta Türk tarafının “inkârı”na karşılık, bu hususun Beyaz Saray’da kapalı kapılar arkasında konuşulduğu ısrarla iddia edildi.

Ne var ki Amerikan Savunma Bakanı Gates’in “Ankara’dan talebi” ve Bush’un “Türkiye derhal çekilsin” şeklindeki “tâlimatvârî” ifâdesinin hemen peşinden sınır ötesi harekâtın bitirilmesi, bu endişeye kuvvet vermekte…

ABD’nin şimdiye kadar işgalindeki Irak’ta himâye edip istimal ettiği PKK terör örgütünün “kullanma miâdı”nın dolması üzerine hurdaya çıkarıp “tasfiye”ye göz yumsa da tamamen değil; zira her ihtimale karşı örgütü “koz” olarak da elinde tutmak istiyor. Verdiği onca söze rağmen, Irak şehir ve kasabalarında ellerini kollarını sallayarak dolaşan terörist elebaşılarının bir tekini dahi teslim etmemesi bunun göstergesi..

Buna rağmen paylaştığı “istihbarat”a karşı ülkenin kuzeyini Irak’tan koparmayı “meşrûlaştırmak” amacıyla Türkiye’nin “oluru” peşinde; bunu büyük ölçüde başardığı anlaşılıyor…

* * *

Daha bir ay önce, Türkiye’nin “terörist elebaşılarının teslimi” talebine rest çekip meydan okuyan ve “bir kediyi dahi teslim etmem” diyen Talabani, “Irak Cumhurbaşkanı” olarak dâvet edildiği Ankara’ya, Barzani’nin “Bağdat’ı dışlayarak doğrudan Kürt federe yönetimiyle işbirliği” isteğini önereceği belirtiliyor.

İşgalle kan gölüne çevirdiği, bir milyonu aşkın insanı katledip üç milyondan fazla sivili göçe zorladığı Irak’ta ve özellikle kuklası “Kuzey Irak’ta ABD’nin “istikrarı bozduğu” bahanesi ve baskısıyla operasyonun bitirildiği söylentisinin bu denli tartışılması bundan.

Hükûmetin, operasyon sürerken Talabani’ye özel temsilciler gönderip “kapsam ve sürenin sınırı” hakkında verdiği “teminat”ın mâhiyetinin meçhul kalması, bu konudaki tereddütleri daha da derinleştiriyor..

Ve herkes biliyor ki bütün bunlar, Kissinger’in daha işgalin başında belirlediği, güneyde “Şîi Arap”, Bağdat ve civârında “Sünnî Arap” ve kuzeyde “Kürt” devletleriyle “Irak’ın üçe bölünüp parçalanması”nı temel alan, Türkmenlerin olmadığı plânın gereği.

Ne var ki ABD’nin “terörle mücadele”de “ortak” diye Afganistan’ın yanı sıra Irak’ta “rol” biçtiği “stratejik müttefiki” Türkiye de bu projeden muaf değil. En bâriz belirtisi, Bush’tan Gates’e kadar birçok Amerikalı yetkilinin ağzında pelesenk ettiği “Kürt sorunu’na siyasî çözüm” söylemleri…

Terörle mücadele elbetteki sâdece askerî tedbirlerle kalmamalı. Elbette ki yalnız bir bölge için değil, bütün vatandaşlar için demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hak ve hürriyetlerinde ilerlemeler kaydedilmeli; inanç ve ifâde özgürlüğünü sınırlayan antidemokratik engeller kaldırılmalı. Ferdî ve kültürel haklar sonuna kadar sağlanmalı…

Elbette ki teröre karşı salt sınır içi ve sınır dışı operasyonlarla yetinmemeli; terörden bîzar bölge insanı, mutlaka ekonomik ve sosyal tedbirlerle desteklenmeli. Kesinlikle kucaklayıcı olunmalı, şefkatle muamele edilmeli…

Ancak, “siyasî çözüm” maskesiyle “özerklik” isteği ve “adem-i merkeziyet” ayırımıyla ülkenin birliğini bozacak projelere zemin hazırlayacak taktiklerin, hiç kimseye faydası olmayan bir ecnebî senaryosu olduğu da bilinmeli. Ve şiddetle bundan sakınmalı…

* * *

Aslında Bush’un “çok kaba” bir şekilde “stratejik ortağı” dediği Türkiye’ye “en kısa zamanda Kürdistan’dan çekilme” ültimatomu, ABD’nin “kafasının gerisindeki niyetini” bir defa daha açığa çıkarmıştır…

Oysa Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “fikr-i milliyet” telkiniyle ırkçılık ve ayrılık aymazlığının azdırılması, “en ziyâde birbirine muhtaç ve birbirinden mazlûm ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen İslâm milletlerini, birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek felâketine sürükler.” (Mektûbat, 311)

İnsanları birbirine kırdıran karşılıklı kışkırtmalarla ırkî ve mezhebî çatışmalar, hep buna zemin hazırlamak içindir.

Bölgeyi “bölücü ırkçı terör”le ateşe veren küresel zâlim güçlerin öteden beri aradıkları “kavmiyetçilik dâvâsı”yla kardeş kavgasıdır. Terörü istimal eden küresel güçler, şimdi de bu fitne ateşini alevlendirmek amacıyla “siyasî çözüm” kumpasını kuruyor.

Dünün “muhtariyet” ve “adem-i merkeziyet”, bugünün “özerklik” ve “federasyon” taleplerinin arka plânında, “meyl-i iftirakı (ayrılık hissini)” tahrikle, Türklerle bin sene birlikte yaşayan, omuz omuza cihâd edip şehid düşen Kürtleri koparma tuzağıdır. (Âsâr-ı Bediiye, 450-451)

“Siyasî çözüm” paravanındaki bu fitne ve felâket tuzağına dikkat…

07.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

‘İnsanlığa yazıklar olsun!’



“Tüm Araplara, Müslümanlara ve insanlığa yazıklar olsun. İsrail’i ne zaman durduracaklar?” diyor Filistinli acılı baba… 5 çocuk babası Filistinli Tevfik Şaban’ın bu feryadı Gazze’de insanlık dramı yaşatan İsrail’i kınamakla yetinen dünyaya acı bir mesaj olmalı.

İsrail’in, Gazze Şeridi’nde roket saldırılarını bahane ederek başlattığı ablukadan sonra elektrikler kesilmiş, yiyecek ve ilâç sıkıntısının had safhaya çıkmış, insanlar ölümü göze alıp hastasına ilâç, çocuğuna bir lokma ekmek almak için Mısır sınırına geçmek zorunda kalmıştı. Bu insanlık dramını bütün dünya sadece seyretmiş, kılını kıpırdatmamıştı. Gazzeliler bu sıkıntıları yaşarken, İsrail Gazze’ye girerek aralarında çocuk ve kadınların da yer aldığı 22’si çocuk 116 Filistinliyi öldürmüştü. İsrail 5 günde Gazze’de bu kadar insanı öldürüp, her tarafı yakıp yıktıktan sonra bölgeden çıktı ancak hava operasyonlarını bütün hızıyla devam ettiriyor… Kana doymayan İsrail önceki günde 1 aylık Emire bebeği öldürdü. İsrail bu katliâmları yaparken ne hak, ne hukuk, ne insanî, ne ahlâkî değer tanımadı, tanımıyor.

Dünya ne yapıyor? Avrupa Birliği’nin toplu cezalandırma anlamına gelen orantısız güç kullanımını kınadığını açıklamasının ardından Gazze saldırılarını görüşmek için olağanüstü toplanan BM’de konuşan BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, İsrail’in, kendini savunmaya hakkı olduğunu kabul etmekle birlikte, aralarında çocukların da olduğu bu kadar çok sayıda sivilin öldürülmesinin, ölçüsüz ve aşırı güç kullanımını kınadığını söylüyor. Türkiye’de katliâmları kınadı. Burada BM’nin bundan öncede İsrail’le ilgili yüzlerce kınama yayınladığına ve İsrail’in onlarca BM kararını uygulamadığına dikkat çekmek gerekiyor.

* * *

Ve dünya yıllardır bu katliâmları seyrediyor. Sadece kınama ile geçiştiriliyor. Hiçbir yaptırım uygulanmıyor. Hiçbir caydırıcı unsur kullanılmıyor. Hiçbir ülke, —Türkiye dahil-— çekmiyor, ambargo uygulamıyor. İsrail ile yapılan anlaşmaları hiçbir ülke iptal etmiyor. Onlar yakıyor, yıkıyor öldürüyor, dünya sadece kınıyor. Onlar da bu kınamalara alıştıkları için ciddiye dahi almıyor, hatta daha da şımarıyor.

İnsanlıktan nasibini almamış İsrail Başbakanı Ehud Olmert bu şımarıklıkla dünyaya meydan okuyor, utanmadan, sıkılmadan: “Kimse bize ahlâk dersi veremez. Saldırılar sürecek…” diyerek. Emzikli bebekleri vururken bir de tehdit savuruyor: “Resmî görüşmeler sekteye uğrarsa Batı Şeria da Gazze’ye döner…”

Bir yaptırım uygulanmadığı için pişkin pişkin de kalkıp “Amaçlarımıza göre hareket edeceğiz” diyebiliyor. Bütün dünya amaçlarının ne olduğunu biliyor, ama bölge ülkeleri dahil hiç kimse sesini çıkartamıyor. Daha ne kadar süre geçmesi lâzım dünyanın İsrail’e dur demesi için… Daha kaç bebek, kadın, yaşlı masum insan ölmesi lâzım bu insanlık dışı katliâmların durdurulması için… İnsanlık bu katliâmlardan, iki aylık emzikli bebeklerin öldürülmesinden utanmıyor mu?

Filistin’in Ankara büyükelçisinden ses çıkmazken İsrail Büyükelçisi Gabby Levy Ankara’da basının karşısına çıkıp, tıpkı Başbakanı gibi saldırıları savunabiliyor. Sivillerin öldürüldüğünü “Bunlar maalesef doğru” diyerek kabul ediyor, dünya ile alay edercesine sivillerin de “istenmeyerek” öldürüldüğünü söyleyebiliyor.

İsrail’in en büyük müttefiki, partneri, destekçisi ABD’nin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice de İsrail’in kınamak bir tarafa Hamas’ı suçluyor. 116 masum Filistinlinin öldürülmesi barış sürecini baltalamıyor da, onları savununlar baltalıyor gibi…

Emrindeki orduyu Filistinlilerin üzerine gönderen İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak 12-13 Şubat’ta Türkiye’de en üst düzeyde ağırlanırken, “operasyonları genişleteceğiz” tehditleri savurmuştu. Türkiye ile anlaşmalar imzalayıp ülkesine dönmüştü. Dediğini yaptı, operasyonları genişletti ve 116 masum Filistinliyi öldürdü.

* * *

Geçtiğimiz gün sivil toplum kuruluşları İsrail Büyükelçiliğinin önünde “demokratik eylemlerle” tepkileri gösterdiler. Memur-Sen ve bağlı sendikaların başkanları bu katliâmların cezasız kalmaması gerektiğini vurgulayarak, İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres, İsrail Başbakanı Ehud Olmert ve katliam emrini verenlerin “savaş suçlusu” olarak Uluslararası Savaş Suçluları Mahkemesinde yargılanmasını istediler. Nasıl ki, Bosna-Hersek’te katliâm yapan Sırp komutanlar yargılandı, yargılanıyorlar, yıllardır Filistin’de katliâm yapan İsrailli yetkililer de mahkemede hesap vermeliler. İnsanlık suçu cezasız kalmamalı…

“Yeter artık” demenin zamanı geldi de geçti… Dünya artık bu katliâmlara dur demeli, akan kan artık durdurulmalıdır. Zira, insanlık suçu işleyen İsrail’e dur demeyenler de bu katliâmlara ortak olacaktır. İsrail’e karşı sert yaptırımlar, ambargolar hemen devreye sokulmalı. Dünya insanî değerler adına İsrail’i tek başına bırakmalı, elini kolunu bağlamalıdır. Zaman zaman ortaya çıkan barış görüşmeleri eşit şartlarda yapılması böylelikle sağlanmalı.

Artık bu soykırıma karşı kimin elinden ne geliyorsa yapmalı. Çünkü orada insanlık ölüyor, katlediliyor.

07.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İmanın tadına ermek



İmanın yüzlerce, binlerce, hatta sayısız faydası vardır. Ahireti Cennete çeviren, dünyayı da Cennetin küçük bir nümûnesi hâline getiren bu büyük nimetin kadri, bu nimetten mahrum kalan insanların hâline baktıkça ve onların dehşetli hâlini gördükçe daha iyi anlaşılır.

Peki, bu büyük nimetin gerçek anlamda farkında mıyız ve ondan gerektiği gibi faydalanabiliyor, lezzetine tam erebiliyor muyuz? Oysa imanın hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek derecede eşsiz bir lezzeti vardır. Peygamberimiz (asm) kimde şu üç haslet bulunursa, imanın lezzetine tam ereceğine dikkat çekmişlerdir. Bu üç haslet şunlardır:

1. Allah ve Resûlünü her şeyden çok sevmek,

2. Sevdiğini Allah için sevmek,

3. Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmekten ateşe atılacakmışcasına nefret etmek.1

Gerçekten imanın lezzetini tam hissettiren üç önemli husus bunlar.

Sevilmeye en çok lâyık olanın önce Allah, sonra da Onun adına Resûlü olduğunu bilen kimse, beşerî sevgilerle kıyas edilemeyecek derecede yüksek bir sevgi taşır; tadına, hazzına, mutluluğuna doyum olmayacak derecede bir lezzet hisseder.

İnsan, kâinat ağacının meyvesidir. Bu meyvenin çekirdeği olan kalbine sonsuz bir sevgi yerleştirilmiştir. İşte bu sonsuz sevgi, sonsuz sevgiye lâyık ve bütün isim ve sıfatlarıyla sonsuz olan Allah’a sarf etmek için verilmiştir. İnsan bazen yanlışlıkla Allah yerine yaratıklara bağlanır, sevgisini onlarda odaklaştırır, onları putlaştırır, tanrı edinir. Kur’ân-ı Kerîm bir âyetinde buna dikkat çekerek, “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’tan başkalarını Ona denk tutarlar ve onları, tıpkı Allah’ı sever gibi severler” buyurur ve mü’minlerin Allah’a olan sevgilerinin ise çok daha kuvvetli olduğunu bildirir.2

İşte bütün kâinatı kuşatacak kadar geniş olan bu sonsuz sevgisini mü’min ancak Allah’a yöneltir, başkalarını Onun kadar severek putlaştırmaz.

Demek mü’minlerin Allah’a olan sevgileri her şeyden çok daha fazladır.

Allah’a sevgi ise Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla olur. Bir âyette bunun yolunun Resûl-i Ekrem’e (asm) tâbi olmaktan geçtiğine dikkat çekilmiştir.3

Sonra da kişi sevdiklerini Allah için, Onun nâmına ve Onun isimlerinin bir aynası olduğu için sevecektir ki, bu da imanın lezzetini tam alabilmenin yollarından biridir.

İmanın lezzetine ermenin üçüncü bir yolu da imanın sonsuz fayda ve nurlarını gördükçe, lezzetini tattıkça daha başka birşey arama yoluna gitmemesidir. Artık küfre, inkâra dönmeyi ateşe atılmak gibi tehlikeli görecek, ondan öylesine nefret edecektir.

İşte imanın tam lezzetini almanın üç yolu!

Dipnotlar:

1- Buharî, İman: 16; Neseî İman: 2; Müslim,

İman: 68.

2- Bakara Sûresi: 185.

3- Âl-i İmran Sûresi: 31.

07.03.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Çeşitli sorular



Özgür Bey: “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” hadisi ışığında, insanlığa büyük faydaları bulunan Einstein, Newton gibi kişilerin ahiretteki durumunu değerlendirir misiniz?”

1- İnsanların âhiretteki durumları Allah’ın takdir ve tensibindedir. Bizim bu konuda hüküm vermemiz ne görünüşe göre, ne de görmediğimiz içe ve öze göre mümkün değildir; bizi ancak yanlışa götürür. En başta, Allah’ın adaletine, hâkimiyetine, hikmetine, celâline, ilmine, iradesine, rahmetine, şefkatine, muhabbetine, affına ve mağfiretine karşı saygısızlık etmiş oluruz. Dolayısıyla, insanların âhiretteki durumları hakkında olumlu veya olumsuz zan yürütmekten uzak durmamız daha doğru olur. Eğer fazla rikkatimize ve merhametimize dokunan bir mesele varsa, o kişi veya kişiler lehine Allah’tan mağfiret isteyebiliriz. Bunda bir sakınca yoktur.

2- Peygamber Efendimiz (asm), insanlara faydalı olanların, insanların en hayırlıları1 olduğunu bildirmiştir. Cenâb-ı Allah da, “Kim Allah’ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, o da ancak o kötülüğün misliyle cezalandırılır. Onlara zulmedilmez!”2 buyurmuştur. Bir başka âyette de Allah’ın adaleti ve davranışlarımıza bire bir karşılık verici oluşu şöyle zikredilir: “Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa, onun mükâfatını görür. Kim zerre kadar bir kötülük yaparsa onun cezasını görür.”3

3- Allah, her insanı yaptıklarıyla, inandıklarıyla ve yaşadıklarıyla değerlendirdiğine göre; iyilik yapan ve insanlığa umumî faydası dokunan insanların yaptıkları iyiliklerin Allah katında karşılıksız kalacağını söylememize imkân yoktur. Nitekim meselâ, Bediüzzaman da, İkinci Dünya Savaşı felâketine maruz Hıristiyanlar için, “Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esâsât-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir”4 diyerek, yaptıklarının âhirette neticesiz kalmayacağına dikkat çekmiştir. Bu karşılık hiç şüphesiz âhirette olabileceği gibi, dünyada da olabilir. Allah dilerse her iki âlemde de iyiliklerin karşılıklarını verebilir, dilerse yalnız dünyada verebilir.

4- Biz, iyiliğini gördüğümüz ve faydalandığımız insanlara duâ edelim. Onları Allah’ın rahmetine ve mağfiretine ısmarlayalım. Zaten de elimizden başka bir şey gelmez. Allah’ın, iyiliğe iyilikle mukabele edeceğinden ve kulları için gerek dünyada, gerekse âhirette en iyisini takdir edeceğinden ve adaletli davranacağından emin olalım. “Şu Cennete, şu Cehenneme” gibi insanlarla ilgili bir sınıflandırma yapmak işgüzarlığından da kaçınalım.

***

Adana’dan okuyucumuz: “Hükmünü bilmediğimiz, sonradan günah olduğunu öğrendiğimiz bir işte sorumluluğumuz ne olur.”

Hukukta bilmemek özür teşkil etmez. Suç işleyen cezasını çeker. Fakat Allah katında bilmemek affa ve mağfirete bir basamak teşkil edebilir. Çünkü Allah kalbimize ve niyetimize bakar.

Bilmeden yaptığımız ve günah olduğunu sonradan öğrendiğimiz bir işin kul hakkına dayalı yönü varsa kul hakkını ödemeliyiz, başkasına zarar vermişsek, verdiğimiz zararı tazmin etmeliyiz ve helâlleşmeliyiz. Eğer doğrudan Allah hakkını ilgilendiren bir konu ise Allah ile aramızda bir meseledir. Bu durumda derhal tövbe ve istiğfar etmeliyiz. Bundan böyle o hükmünü öğrendiğimiz günahtan uzak durmalıyız.

Dipnotlar:

1- Feyzü’l-Kadîr, 3/481

2- En’am Sûresi: 160

3- Zilzal Sûresi: 7, 8

4- Kastamonu Lâhikası, s. 80

07.03.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Demokratlar'ın gelişi



ABD'de 4 Kasım 2008'de yapılacak olan başkanlık seçimlerinin, bu kez Demokratlar'ın galibiyeti, dolayısıyla Cumhuriyetçiler'in hezimetiyle neticeleneceği yönünde kuvvetli deliller var.

Evvelâ, kànunî süresini dolduran Bush gidiyor ve yerine de bir 3. Bush gelmiyor.

İkincisi, Bush'un başında bulunduğu Cumhuriyetçi hükûmetin kan dökmeye endeksli dış politikaları, dünyada olduğu gibi Amerikalılar nezdinde de nefret uyandırarak iflâs etti.

Bir diğer husus, Bush hükümetinin yıllardır sürdürmekte olduğu "silâha yatırım" ağırlık politikaları, ülkedeki iktisadî dengeyi bozmuş ve millî ekonomiyi zaafa uğratmış durumda.

Amerikan halkı ise, ekseriyetle savaş istemediği gibi, paraya ve kendi menfaatine de bir hayli düşkündür.

Bütün bu gelişmeler dikkate alındığında, Cumhuriyetçiler'in 4 Kasım seçimlerini kaybedeceğine ve Demokratların iktidara geleceğine kesin gözüyle bakılabilir.

Zaten, şu anki çekişme Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında değil, Demokrat adaylardan Bayan Clinton ile Kenyalı Obama arasında görülüyor. Tablo bu derece açık ve kesin...

* * *

İyi bir hazırlık içinde oldukları anlaşılan Demokratların iktidara gelmesiyle, öncelikle Amerika kazanacak ve bir derece rahatlayacak.

Yaşanacak böylesi bir iktidar değişikliğinin, şüphesiz dış dünyaya yansımaları da görülecektir.

Bu değişiklikten, Türkiye'nin yanı sıra, Irak'tan Afganistan'a, Filistin'den Kosovaya birçok İslâm ülkesinin de müsbet mânâda etkileneceği açıktır.

Nitekim, daha evvelki dönemlerde böyle oldu.

Meselâ, Bill Clinton'ın başkanlığı zamanında Filistinliler İsrail'in ağır baskılarından kurtuldu ve nisbeten rahat bir nefes aldı.

Kezâ, Afganistan, Bosna, hatta Kosova için de benzer şeyleri söylemek mümkün.

Irak ve Ortadoğu'da ise, yaklaşık on yıllık bir huzur ve barış dönemine şahit olundu.

Ama, ne zaman ki iktidara Cumhuriyetçiler geldi ve baba Bush'un yerine oğlu geldi, tekrar on sene öncesine dönüldü ve aynı kanlı senaryolar yeniden sahneye konuldu.

Ümit ve temenni edelim ki, hemen her defasında dünyanın ve bilhassa İslâm âleminin huzurunu kaçıran şu sâbıkası kabarık Cumhuriyetçiler iktidardan düşsünler ve bir daha gelmemek üzere uzaklaşıp gitsinler.

Tarihin Yorumu 7 Mart 1927

İstiklâl Mahkemelerinin idam gerekçesi

1920'de İstiklâl Harbi esnasında kurulan ve sayısız idam kararı veren İstiklâl Mahkemeleri, Meclis kararıyla nihayet kapatıldı.

Bu imtiyazlı mahkeme, vermiş olduğu dehşetli idam kararları yanı sıra, ayrıca merkezde görev yapan "Aliler"i ile de meşhûrdur: Ali Çetinkaya, Kılıç Ali ve Necip Ali.

İstiklâl Mahkemelerinin merkezi Ankara'daydı. Ancak zaman içinde başka vilayetlerde de şubeleri kuruldu ve bu mahkemelerin toplam sayısı on beşi buldu.

1920'de kurulan ve özellikle 1924'ten itibaren mahiyet değiştirerek tâ 1927'ye kadar icraatını bilfiil sürdüren İstiklâl Mahkemelerinin bilineni kadar bilinmeyen yönleri de var.

Daha çok teknik mahiyetteki bazı bilinenleri yukarıda sıraladık. Bunlar o kadar da önemli değil aslında.

Bu mahkemelerle ilgili asıl mühim mesele, karar ve infazların bilânçosunu gösterecek olan sayım döküm rakamları ve bunların delili mahiyetindeki resmî belgelerdir.

Aradan 80 yıllık bir süre geçmiş olmasına rağmen, bunlara bir türlü ulaşılamıyor. Bilhassa 1924'ten sonrakilere...

Tamam da, yakın tarihimizin bu önemli safhası neden aydınlatılamıyor, neden karanlıkta bırakılmaya ısrar ve inatla devam ediliyor acaba?

Bu mahkemelerin İstiklâl Harbi esnasındaki tutumunu vermiş olduğu kararların mantığını az–çok anlamak mümkün: Asker kaçaklarını tedip etmek, elverişli olanları düzenli orduya katmak, vatana–millete ihanet edenleri cezalandırmak, vesaire...

1923'e kadar süren bu safhayı anlamak kolay. Peki, ya ondan sonrası için ne demeli?

İşgal bitmiş, düşman gitmiş, tehlike bertaraf edilmişken, kendi öz vatandaşımız neden hâlâ hain muamelesi görüyor ki, idam gibi en ağır cezalara çarptırılıyor.

Bu mahkemelerin idam gerekçesine bakıldığında ise, "devrimlere karşı gelmek" suçunun (!) ön plana çıktığı görülüyor.

Meselâ, şapka/sarık gibi kılık–kıyafetle ilgili bir meselede, insanlarımızın bu mahkemelere sevk edildiğine ve en ağır cezalara çarptırıldığına dair inkâr edilmez bilgiler, belgeler var. İskilipli Atıf Hoca ile arkadaşları 1925'te, 1926'da bu gerekçeyle idam edildiler.

Bunlar gibi hemen herkesin mâlumu olan idamların yanında, bir de hiç bilinmeyen idamlar yaşanmış, yakın tarihimizde.

Hatta, idamların ötesinde, ayrıca toplu halde kurşuna dizilme ve katliâm yapma hadiseleri yaşanmış. Meselâ, 1925'te Muş'ta ve Erzurum'da camiye sığınanların üzerine yaylım ateşinin açılması gibi. (Daha sonraki yıllarda, benzer uygulamalar Dersim Hadisesi hengâmesinde de yaşandı.)

Ne yazık ki, bu hadiselerin cereyan şekli ve kronolojik periyodu az–çok bilindiği halde, bütün bu cinayetlerin temel de hangi gerekçe ile ve hangi akla hizmet için yapıldığı bilinemiyor; bilinenler de anlatılamıyor, izah edilemiyor.

Hâsılı, 1918–22 yıllarında yaşanmış olan İstiklâl Harbini en ince detayına varıncaya kadar bilen, hiç olmazsa bilmek için resmî engellere takılmayan insanlarımız, her nedense 1924–27 yıllarına damgasını vurmuş İstiklâl Mahkemelerinin cahili mahkûm edilmiş durumda. Bu bir handikaptır, bir tenakuzdur ve yeni nesillerin bu tuhaf vaziyetten mutlaka kurtarılması gerekir.

07.03.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Alkışlar çarşı grubuna ve Yeşilay



Eğitimle, sporla ve sağlıkla ilgili Bakanlıkların ve onların uhdesinde bulunan birimlerin, özellikle 1-7 Mart’ta Türkiye’nin umumunda kutlanan “Yeşilay Haftası” için yapması gerekeni, çarşı grubu yapıyor. Makalemin başlığı benim değil, Türkiye’de kamu oyunun ve yazılı görsel basının umumî birleşik ifadesi. Kimdir çarşı grubu? Türkiye’de binleri aşkın spor kulübünden bir tanesi olan Beşiktaş Futbol ve Jimnastik Kulübünün en büyük ve görkemli taraftar grubunun adıdır. Sosyal sorumluluk projeleriyle adından söz ettiren bu Beşiktaş taraftar grubu, Galatasaray maçı öncesinde güzel bir çalışmaya imza attı. Grubun internet sitesi “www.forzabesiktas.com”un başlangıç sayfasına alkol karşıtı bir slogan yerleştiren siyah-beyazlılar takdir topladı. Sitenin aynı sayfasına “Maç günü alkole hayır” dedi ve taraftarı maç günü alkol yerine çay içmeye çağırdı. (1 Mart 2008 - Basın)

Çok değer ve önem verdiğim için, bu makaleme onların bu çalışmasını aldım. Keşke bütün spor kulüpleriyle birlikte bütün kurum ve kuruluşlar olarak, gençliğimizi kemiren, yuvalarımızı târümâr eden, maddî ve mânevî hayatımızı rencide eden sigara, alkol ve emsâli zararlı alışkanlıklarla mücadele edebilsek. Zira elimizdeki rakamlar, tesbitler vahim ve korkunç. Yani ateş okullarımızı, sahalarımızı, çatılarımızı ve sokağımızı sarmıştır.

Geçtiğimiz yıl, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, 1400 kayıtlı spor ‘holigan’ olduğunu, bunlardan 180 tanesine ‘seyirden men’ cezası verildiğini açıklamıştı. Hacettepe Üniversitesi de, bu holiganların % 95’inin alkol aldığını, % 88’inin maçlara alkollü geldiğini, % 75’inin işsiz olduğunu ve bunların sloganlarının “Futbol, adam bıçaklamaktır” ve emsâli ifadeler olduğunu ifade ediyor. Bunun yanında en doğru yaklaşımı Başkent Üniversitesi yaptı: Bu gençlerin önünde 46 tane engel olduğunu, bunun başında “yetersiz eğitim ve öğretim” olduğunu açıkladı.

Türkiye’de ardı ardına yasalar çıkıyor. Çok güzel yasalar var. Elbette vücuda göre elbise lâzım, yoksa âlem çarşısında gülünç hâle düşersin. Şimdi aynı Türkiye’de çarpık ve bugünkü ifadeyle “çifte standart” uygulaması var. Karayolları trafiği İçişleri Bakanlığına bağlı ve devamlı yollarda sürücülere alkol kontrolü yapmaktadırlar. Alkollü kişilerin elinden arabaları alınıp, kişiler ya hastaneye veya evlerine postalanmaktadırlar. Yine aynı Türkiye’de bütün spor sahaları, spordan sorumlu devlet bakanlığına bağlı. Yukarıdaki mezkûr satırlarda tablo ortada. Bütün bu menfî tesbitlere rağmen, spordan sorumlu devlet bakanlığı, özellikle futbol ve basketbol sahalarına giren seyircilere ve başta protokole alkol yoklaması yaptırmamaktadır. İşte tatbikatın vahametine bakınız. Onun için çarşı grubunu alkışladım. Bu çalışmayı bakanlık yapması lâzımdı. Yoksa küfürler, bıçaklar, kamalar, hakaretler hem de koro halinde bitmeyecek. Nerede yasa? Nerede tatbikat?

Mart ayı ve bahar ayları çeşitli haftaların harmanıdır. Aslında bu güzel günler keşke 52 haftaya yayılsa, ne kadar verimli olur. Aslında “Yeşilay Haftası” bütün haftalara intikal ettirilmelidir. Çünkü Kâinatın Serveri Sevgililer Sevgilisi Efendimiz (asm) “İçki, bütün kötülüklerin anasıdır” buyurmuş. Bu itibarla Türkiye’de ve dış dünyada hangi suçları tahlil yapsan altında alkol ve emsâli uyuşturucu çıkmaktadır. Bilhassa “delikanlı” tâbir edilen gençler tutulmaz ve idaresi müşkül hale gelmektedir. Asayiş kuvvetleri onun sıkıntısını çekmektedirler. Karakollar böyle, mahkemeler böyle...

Türkiye’nin yüzde 40’ı genç. Özellikle 92 üniversitemizde ve 70 bin lise dengi okulda, ilköğretim ve açık öğretime kadar takriben 20 milyon genç okumaktadır. Dağlara çıkanların yüzde 90’ı ve cezaevlerine düşenlerin yüzde 80’i genç ve spor sahalarına gidenlerin kısm-ı azamı genç. İşte böyle bir mahsul başı boş bırakılamaz. Çıkış yolu iman vitamini, kalplere, ruhlara hitap ve çifte standardın ortadan kalkmasıdır ve her cihetle gerçek ıslaha, gerçek eğitime çalışılmalı ve bire bir uğraşılmalıdır. “Yeşilay”ı kuranları rahmetle anıyoruz.

07.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Kabre dönüşen evlerimiz



İnsanlığın ilk zamanlarından beri “ev”e veya yuvaya yüklenen mânâ ulvîdir. Dış âleme karşı bazen tahassüngâh ve sığınak, bazen tenezzüh, dinlenme ve eğlenme yeri ve bazen de kulun Rabbine kamusal alanda açamadığı mahrem duygularını gözyaşlarıyla ifade mahalli tarzındaki mânâlar “evlerimiz” için söylenmiştir. Bu mahremiyettendir ki, “harem”, “harim-i ismet” ve duyguların da sükûn bulduğu yer anlamında da “mesken” isimleri evlere verilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân terbiyesine göre tanzim edilmiş evlere “cennet köşelerinden bir köşe” diyor. Dış âlemin itiş kakışından, gıll u gışından ve ruhları inciten kesretinden kaçan insanların, cennet köşelerine teşbih edilen yuvalarına sığınmalarının önemini herkes idrak edebilir.

Peygamberimiz kıyamet öncesi fitneleri ve bu fitnelerde rol alacak şahısların tahribatlarını tasvir ederken; hiçbir coğrafyanın, kıt’anın, köşenin ve meskenin bu fitneden masun kalmayacağını ifade ediyor. Kutup, ekvator, sahra, ıssız ada ve dağlardaki mağaraların da bu fitnece işgal edildiği hengâmda, “harim-i ismetimiz”in de bu tehlike ile karşı karşıya olduğunu kabullenmek zorundayız. Ahirzamanın dehşetli sahnelerini tasvir eden şefkatli Efendimizin (a.s.m.) verdiği haberlerin, günümüz hayatındaki yansımalarını görmek için de ahirzaman hadiselerinin atlasını Kur’ân’dan çıkaran Risâle-i Nur’a bakmak gerekiyor.

Ahirzaman fitnesinin yöneticilerinin kullandıkları mekân, alet ve usulleri, Bediüzzaman Hazretleri avamın da anlayacağı tarzda izah etmiştir. Manyetizma, hipnotizma ve sihir gibi metodların günümüzdeki tatbik tarzını merak edenler, maalesef evlerinin en önemli noktasına oturtulmuş ekranlara dikkat edebilirler. Tv ekranlarının yanı sıra, başta internet ekranları olmak üzere, büyüklü küçüklü, dizi dizi ekranları da eklediğimizde, hayatımızın bir medya kabrinde veya çukurunda devam ettiğini iddiası, bazılarına mübalâğa görünse de yabana atılmamalı.

12 Eylül, nifakını hayatın her karesine yansıttığı gibi, ekranlara ve ekranlardan evlerimize habis ruhları doldurdu. Hem de ahirzamanın bütün fitnelerini, inkârlarını, gıybetlerini ve ahlâksızlıklarını bağırlarında taşıyarak… Eşlerimizin ve çocuklarımızın daha önce görmelerine tahammül edemediğimiz “habis tipler”, haremlerimizin başköşelerinde, habis ruhanîler gibi hoplayıp zıplamaya başladılar. Ahirzamanın bu ifsad projesinin global ve lokal dinsizlik cereyanlarının ortak çalışması olduğunu yıllar sonra anlayacaktık. Hükümetin, bazı tv işletmelerinin ve program-yapımcı-sunucularının dindar olmaları bir kıymet ifade etmemişti. Bilhassa dahilî ifsad cereyanı her düğmeye basışında formatlar değişiyor, ekranlardaki tesettürlü hanımlar çekiliyor, erkeklerin önce sakalları ve sonra bıyıkları kazıtılıyor ve sihirbazlara özenmiş farfaracı, felâket tellâlı ve ruhları panikleten sunucular ekranlardaki yerlerini alıyordu. Okumayı, konuşmayı, tefekkürü, sohbeti ve muhabbeti unutmaya başlamış, ruhları sersemleşen, akılları geveze, nasihatten hoşlanmayan kitlelerin bu ekranlar aracılığıyla oluştuğunu kimsecikler inkâr edemez. Bir merkezden veya birkaç odaktan idare edilen toplumlarda “efkâr-ı ammeden” ne kadar bahsedebilirsiniz ki?

Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflere baktığımızda, yuvanın mahremiyetine yükletilen mânânın yüceliğini daha iyi kavrıyoruz. Yalnızca sahibinin rızasıyla girilebilen o muallâ köşelerin ekranlar aracılığıyla kimlere peşkeş çekildiğini düşünmek istemeyenler, ailelerin, yuvanın ve harim-i ismetin mahiyetini bilmeyenlerdir. Komşuya atfedilen ehemmiyet de buradan gelir. Beytullah kadar emin olması gereken meskenlerde ne kadar emniyette oturduğumuzu Allah biliyor.

Ekranlar yalnızca evlerimizi işgal etmedi; işyerimizi, sokaklarımızı, trafik lambalarını, hastaneleri, devlet dairelerini ve daha doğrusu dört yanımızı işgal etti. Dört yanı ekranlarla kaplı kabirlerde, mütemadiyen ruhlarına üfürükçülerle telkin yapılan, camların belli noktalarına bakılması emredilen ve telkin edilenin uygulanması istenilen bir hayatı, çoklarımızın yaşamakta olduğu bir vak’a…

Uyanmak, ekranları karartarak düğmelere basabilmek, manyetizmanın uyuşukluğundan kurtularak kabrin dışına sıçramak, Kur’ân’ın nuruyla evlerdeki habis ruhları kovalamak ve cennete hazırlanırken, cennetî köşelerde çoluk çocuğumuzla yaşamak Allah’ın yardım ve ihsanına bağlıdır. Kanaatimiz o ki; ahirzaman fitnesinin mahiyetini öğrenenler ve evlerine yerleşmiş ekranların ekseriyetle ilhad ve inkâr-ı Uluhiyetin propagandasını yaptığını bilenler, bu savaşta daha başarılı olurlar. Bütün mesele emansız ve amansız düşmanın mahiyetini kavrayabilmekte…

07.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Irak bahane...



Önceki gün Kanal T’de idim. Bana son Irak operasyonu ve onun Türkiye’de yansımalarını ve bu meyanda dinmeyen tartışmanın zeyillerini sordular. Türkiye’de gerçekten de alışılagelmedik bir polemik üzerinden alışılagelmedik bir kırılma yaşanıyor. İlk defa ordu kademeleriyle CHP kurmayları ters düştüklerini bu kadar aleni olarak ortaya koyuyorlar. Saflar bu kadar netleşti. Halbuki eskiden CHP/ordu terkibi savunulurdu. Aslında 1950 öncesinde böyle olsa bile CHP demokratik yapıya ve çok partili sisteme geçtikten sonra zaman zaman ‘vesayet partisi’ izlenimini verse de özelleşmişti. Sadece kendisini ve ona oy veren kitleleri temsil ediyordu. Bununla birlikte, haksız kazanç veya karşılık hesap gibi CHP zaman zaman rejimin bekçisi veya inzibatı gibi tavırlar takınıyor ve görüntü vermeye çalışıyordu. Özellikle de kendisinin temsil ettiği ideolojik meselelerde orduya da görüşlerini empoze etmeye kalkışmıştır. İttihattçılar zamanındaki gibi orduyu siyasete alet etme girişimleri olmuştur. Bunda bazen de başarılı olduğu söylenebilir. Ama meşrûiyete en yakın ve emir komuta zinciri içinde tek darbe olan 12 Eylül sonrasında o da yasaklananlar arasında yer almıştır.

Dolayısıyla CHP’nin diğerlerinden bir farkı yoktur.

CHP, Baykal’la birlikte rejim partisinden ziyade klik partisi hüviyeti kazanmıştır. Dolayısıyla zamanla suyuna tirid veya suyunun suyu bir parti haline gelmiştir. Bununla birlikte, güç ispatı için kendisini müesses nizamın müessis partisi gibi gösterme huyundan vazgeçmemiş ve gayretkeşliğini bırakmamıştır. Bu da Türkiye’yi gerilime sokuyor. Gerçekten de Baykal Türkiye’yi geriyor ve huzurunu bozuyor. Ordu gibi millî bir kurumu kendi görüşlerine alet etmek istiyor. Nâhak yere hedef tahtasına oturtuyor. Son polemik bunun ürünüdür. Her ne kadar polemik Irak üzerinden cerayan etse de ideolojik bir mahiyeti bulunuyor. Kimilerine göre, aslında başörtüsü meselesinin bir yansıması. Ve bu hususta yaşanan tezat tavırların ve ayrışmanın bir sonucu ve dışa vurumudur. Bilindiği gibi, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt polemiklere alet olmak istemeyerek ordunun bu husustaki tavrının belli olduğunu ve mâlumu ilâma gerek olmadığını söylemişti. Doğrusu da budur. Ama CHP teknik kurumlardan siyasî, siyasî kurumlardan da teknik mesajlar ve açıklamalar beklediği için bu durumdan memnun kalmadı. Başörtüsünü orduya, Irak’tan niye erken çıkıldığını da hükümete soruyor. Ne demiş eskiler: Dâvâcının şaşkını derdini mübaşire anlatır. Hoşlanmadığı cevaplarla da karşılaşınca, bu defa yıpratma taktiklerine başvuruyor. Dolayısıyla CHP’nin Genelkurmay’a son tepkisinde Irak bahanedir. Meselenin asıl derininde başörtüsü gibi ideolojik meseleler yatmaktadır.

***

Besbelli ki; TSK’nın kurumsal duruşunu hazmedememiştir ve onu da gerilime alet etmek istemiştir. Başarısız kalınca da onunla polemiğe girmiştir. Dolayısıyla polemik ‘gölge etmesin başka ihsan istemeyiz’ tepkisinin muahhar fasıllarından biridir. Irak çekilmesini de hükümetin üzerine yıkmak isteyince askerin sorumluluğu üstlenmesini hazmedememiş ve tepki birikimini sataşma patlatmasına dönüştürmüştür. TSK haklı olarak cevabî ve karşı açıklamasında, kendisini ve tutumunu savunmuş ve şöyle demiştir: “Siyasî kişi ve kurumlarla hiçbir zaman polemiğe girmek istemeyen TSK, terörle mücadele sürecinde, ilk defa bu tür anlamsız saldırılara hedef yapılmak istenmektedir. Bu saldırılar TSK’nın terörle mücadele azmine, hainlerden daha fazla zarar vermektedir...”

Gerçekten de terörün çözümü millî birlik ve beraberliktedir. Dolayısıyla millî birlik ve beraberlik havasını dağıtanlar terörün ekmeğine yağ sürmektedirler. Baykal ısrarla Kuzey Irak’taki operasyona ABD ile muvazaa ile başladığımızı ve muvazaa ile sonlandırdığımızı savunmaktadır. Eskilerin dedikleri gibi bu ‘recmen bilgayb’dan ibarettir. Yani taşlamadır. Halbuki karşılıklı bilgi alışverişi insiyatifi onlara bırakmak anlamına gelmiyor. Elbette ki Türkiye’nin insiyatifi Amerikalıları kerhen sınırötesi operasyona razı etmiştir. Yoksa istekli olsalardı ne diye çıkarmak için bu kadar titizlensinlerdi. Bu eşyanın tabiatına aykırı olur.

***

Dolayısıyla başörtüsünden sonra Baykal’ın sınırötesi operasyonla ilgili çıkışı da hem siyasî hem de teknik olarak yanlış olmuştur. Kurumu töhmet altında bırakmak istemiştir. Ama bu da muhtemelen, kurumların başkalarının vesayetinden veya vesayet imajından tamamen kurtulmalarına yardımcı olur ve hizmet eder. Bu noktada, TSK, CHP ile arasına mesafe koyarak veya tersinden CHP ordu kademeleri ile arasına mesafe koyarak belki de istemeden sistemi daha sağlıklı hâle getiriyorlar. Görüntü billurlaşıyor. TSK’nın, parti olarak CHP, öbür taraftan da gayri nizamî oluşumlarla arasına perde çekmesi millîliğini ve millî duruşunu pekiştirecektir.

Başörtüsü sandığımızdan da derin bir konu. Turnusol kâğıdı gibi. MHP ile ulusalcılar ve kurumlar ile CHP arasında netleşme sağlıyor. Bu da nihayet Türkiye’de kurumların sağlıklı bir zemine doğru kaydığının habercisi. Artık Türk Silâhlı Kuvvetleri 1908 sonrasında Balkan Savaşları’nda partizanlık yüzünden düştüğü duruma düşmeyecek ve bu yüzden yenilen bir ordunun kalıntısı olmayacaktır. Nizam ve intizamın temsilcisidir. Dolayısıyla, ‘Türkiye önemli bir kırılma noktasıyla birlikte tarihin kavşağında ve yol ayrımındadır’ diyebiliriz.

07.03.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Şeffaflık ihtiyacı



Kuzey Irak’a gerçekleştirilen ‘sınır ötesi herakât’ın, beklentilerin aksine ‘erken’ sona ermesi siyasetçilerin gündemini meşgul ediyor. Harekâtın erken sona erdirildiği yönündeki eleştirilere de itiraz ediliyor. Ancak başlangıçtaki açıklamalar böyle bir kanaatin hasıl olmasına sebep oldu.

Temelde, siyasetin öncelenmesi ve silahlı kuvvetlerin ‘siyasî otorite’ye tâbi olması hür ve demokrat yönetimlerin belirgin özelliğidir. Bu bakımdan tartışmayı sona erdirecek yol, herkesin ‘kendi işi’ni yapmasıdır. Hangi ‘iş’in kime ait olduğu noktasındaki tartışmaya da ‘muasır ülkeler’e bakılarak karar verilebilir.

Her kademede, Türkiye’yi ‘idare edenler’in sıklıkla başvurduğu bir yol vardır: Muhataplarını ‘hain’likle suçlamak. Tabiî ki bu ağır suçlama, beraberinde yeni suçlamaları da getiriyor ve tartışmalar alevleniyor.

Bütün bu tartışmaları sona erdirecek yol ise, şeffaflık olsa gerek. Kamuoyu doğru bilgilerle bilgilendirilmiş olsa muhtemelen bu tartışmalar yapılmayacak. Ama insanları hamâsî nutuklarla yönlendirmeye çalışmak, neticede ters tepiyor ve insanlar ‘işin aslı’nı öğrenmeyi arzuluyor.

Nihayetinde siyasetçi ve asker arasında yaşanan polemik, Türkiye’ye zarar veriyor. Fakat bu polemik de bir ‘netice’dir. Yapılması gereken araştırma, tartışma ve sorgulama; zamanında yapılmadığı için böyle kritik dönemlerde patlak veriyor. “İşler şeffaf yürüsün” demekteki maksadımız da budur. Gerek millet ve gerekse vekilleri, yeteri kadar bilinçlendirilmiş olsa, muhtemelen böyle tartışmalar yaşanmayacak. Keşke, Millî Savunma Bakanlığının bütçesinin TBMM’deki görüşmeleri daha rahat bir şekilde yapılabilse... Şeffaflık taleplerini, ‘itham’larla cevaplandırma kolaycılığı netice olarak pahalıya mal oluyor.

Her hadiseyi ‘netice’leri itibarıyla değerlendirmek gerektiği malûm. Zaten Kuzey Irak harekâtında karikatürize edildiği üzere ‘netice tepesi’nin ele geçirilememiş olması tartışmayı alevlendirdi. ‘Siyasetçi-asker’ tartışmasında kaderin cilvelerini ve ‘fetva’larını da görmek gerekir. Bunca yıl, yanlışlara destek olan ‘muhalefet partileri’nin, bu defa en ağır ithamlara maruz kalmaları tesadüf olmasa gerek.

Siyasetçiler bu tartışmalardan gerekli olan dersleri çıkarmalı ve mutlaka ‘şeffaf yönetim’i temin için adım atmalıdırlar. Problemlerin vaktinde ve zamanında konuşulmaması, birikmesine ve sonunda işin içinden çıkılmaz bir hal almasına sebep oluyor.

Şeffaflıktan korkmazsak, çıkış yolunu bulmak da zor olmaz.

***

Bebek hasreti

Soru: Hayatınızda eksik olan şey ne?

Cevap: Bir bebek. Bir tane bebeğim olsa, şu anda dünyaya yeniden gelmiş gibi olurdum. (Hürriyet Kelebek eki, 6 Mart 2008)

Şarkıcı ve TV programcısı Yeşim Salkım, fıtratının sesini dillendirmiş...

07.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Org. Büyükanıt



Org. Yaşar Büyükanıt’ın 2006 Ağustos’undaki YAŞ toplantısında Genelkurmay Başkanlığına getirilmesinden sonra, 11 Ağustos’ta bu köşede çıkan yazımızda şöyle demiştik:

“Umarız, yeni komutan, kendisini ‘pırıl pırıl, çok eskiden beri tanıdığım ve sevdiğim bir arkadaşım’ diye niteleyen ve ‘İçim rahat’ diyen Özkök’ün izlediği genel hatlarıyla dengeli ve demokrat çizgiyi geliştirerek devam ettirir. (...)

“Gerek hakkında çıkarılan karanlık iddia ve spekülasyonlar, gerek Özkök’ü kıyasıya eleştirmiş olan ‘ulusalcı, Atatürkçü, laikçi’ kesimlerin ona ümit bağlamaları ve gerekse dışarıdaki bazı mahfillerin tahrikkâr üflemeleri, Büyükanıt’ın zaten ziyadesiyle zor olan işini daha da zorlaştırıyor.

“İlk mesajında ‘Türkiye her zorluğun üstesinden gelebilecek bir ülke’ diyen Büyükanıt’ın, bu zorlukları demokrasi ve hukuk çerçevesinde, sağduyulu ve dengeli yaklaşımlarla aşacak müstakim bir çizgide yürümesini diliyoruz.”

Aradan geçen zaman zarfında Büyükanıt’ın takip ettiği çizginin bu temennîlerle ne derece örtüştüğüne baktığımızda neler söyleyebiliriz?

Koltuğuna oturur oturmaz verdiği ilk mesajlarda “irtica tehlikesi”ni vurgulayarak “sert bir başlangıç” yapan ve bu beklenti içindekilere “İşte özlediğimiz komutan” dedirten Büyükanıt’ın, sonraki süreçte de zaman zaman çok tartışılan ve özellikle AKP hükümetini rahatsız eden çıkışları oldu.

Ancak geriye dönülüp, görevdeki on sekiz ayına bir bütün olarak bakıldığında şunu söylemek mümkün:

Org. Büyükanıt, gerek cumhurbaşkanı seçimi gibi çok kritik bir dönemeçte, gerekse son dönemdeki başörtüsü tartışmalarında TSK adına açık ve kesin bir tavır almaktan kaçındı.

Nisan’daki cumhurbaşkanı seçimi öncesinde tartışmalar had safhadayken “Cumhurbaşkanlığının c’sini dahi konuşmak istemiyorum” dedi. Ve yeni cumhurbaşkanında arayacakları özelliğin “cumhuriyet ilkelerine sözde değil, özde bağlılık” olduğunu söylemekten öteye gitmedi.

Cumhurbaşkanı seçilecek kişinin eşinin başörtülü olması konusundaki provokatif soruları ustaca manevralarla geçiştirdi. Ve aynı tavrı, son başörtüsü tartışmalarında da devam ettirdi.

Böyle olunca da, farklı beklentiler içinde olanların, “kodu mu oturtan bir genelkurmay başkanı” hasretiyle yanıp tutuşanların hevesleri kursaklarında kaldı. Ve yavaş yavaş, “Bunun da Özkök’ten farkı yokmuş” demeye başladılar.

Peki, 27 Nisan muhtırasının bu profille izahı mümkün mü? Elbette ki değil. Ama o muhtıranın, Büyükanıt’ın bilgisi dışında, ona emrivaki yapılarak yayınlandığı, konumu icabı “kabullenmek” durumunda bırakıldığı, sonraki süreçte bu bildiriyi savunma babında tek bir söz dahi etmediği, 22 Temmuz seçiminden sonra yeni ortaya çıkan siyasî tabloyu saygıyla karşılayıp gereğine uyduğu yönünde yorumlar yapılıyor.

Büyükanıt’la ilgili soru işaretlerinden biri, onun etkin olduğu dönemde kırmızı kitaptaki “ülkücü mafyayı da tehdit sayan” konseptin kaldırılmasından ve komutanın bir ara milliyetçi söylemlere yönelmesinden kaynaklanıyordu.

Ama MHP ile yaşadıkları son kriz, galiba bu sualin de cevabını kendiliğinden vermiş oldu.

TSK’da Özkök’le hızlanan normalleşme sürecinin Büyükanıt’la sürdüğünü söyleyebilir miyiz?

07.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri