Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Altı aylık süreç



AKP hakkındaki kapatma dâvâsının altı ay içinde karara bağlanacağı tahmin edilirken, bu süre zarfında iktidar partisinin hiçbir temel meselede kalıcı ve köklü bir adım atamayacağı, çünkü açılan bu dâvâ ile “topal ördek” durumuna düşürüldüğü iddia ediliyor.

İddianamede yöneltilen suçlamanın “laiklik aleyhtarı faaliyetlerin odağı olmak” şeklinde özetlenmesi, bu ithamla irtibatlandırılıp AKP’yi bu bağlamda daha da zora sokabilecek adım ve tavırlardan partinin uzak durmasını hedefliyor.

Şu günlerde basında artarak devam eden “irtica” temalı haberlerin amacı, söz konusu iddiayı takviye olsa gerek. Dâvâ sürecinin ilerleyen aşamalarında bu haberlerin kaset ve kupürleri AYM’ye ek delil olarak sunulursa şaşırmamalı.

Böyle bir durumda iktidar partisinin başörtüsü başta olmak üzere “irtica ve laiklik”le ilişki kurulabilecek her türlü konudan fersah fersah uzak duran bir tavır sergilemesi sürpriz olmaz.

Bu tavrın, bürokraside fırsat kollayan dayatmacı statüko yanlıları tarafından zaaf olarak algılanıp, dindarlara yönelik yeni taciz ve baskıları beraberinde getirmemesini temennî edelim.

Ki, bunun işaretleri belirmeye başladı bile.

Şu aşamada detaya girmenin gereği yok. Ama şimdilik mevziî dahi olsa, yer yer keyfî uygulamaların nüksettiğini kaydetmekle iktifa edelim.

Geldiğimiz noktadaki tablo, üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakma düşüncesiyle anayasanın iki maddesinde gerçekleştirilen, ama istenen sonucu vermeyen değişikliğin yapıldığıyla kalacağını, mini paketin tamamlayıcı unsuru olarak öngörülen, ama mâlûm sebeplerle askıya alınan YÖK ek 17’nin askıda kalmaya devam edeceğini gösteriyor. Yani, yasak aynen sürecek.

Üstelik bu sonuçsuz girişimden önceki duruma kıyasla daha katı bir şekilde devam edecek.

Dâvâ sürecinde AKP kendisini laiklik aleyhtarlığı ve irtica ile suçlayanların eline yeni kozlar vermemek için bu konularda olağanüstü bir dikkat ve teyakkuz içinde olmaya gayret ederken, AMY’ye vereceği savunmaya odaklanacak.

Kendisine yöneltilen suçlamaların haksız ve yanlış olduğunu ispatlamaya çalışacak. Bunu yaparken, mahkemede kendisini savunmak için “163’ü biz kaldırmadık, imam hatipleri biz açmadık” diye dil döken, ama kapatılmaktan yine kurtulamayan RP’nin düştüğü durumlara düşecek mi, göreceğiz. Düşerse de pek şaşırmayız.

Çünkü Başbakan başta olmak üzere AKP ve hükümet ileri gelenlerinin beş buçuk yıl zarfında her fırsatta Atatürk’e bağlılık izhar eden, Atatürk ilkelerini birleştirici ortak payda olarak niteleyen, başörtüsü için verilmiş sözleri bulunmadığını tekrarlayan, hiç imam hatip açmadıklarını duyuran pek çok beyanları oldu. Savunma dosyasına bunların da eklenmesi sürpriz olmaz.

Ama işe yarar mı, orası su götürür.

Dileyelim ki, AKP savunma yaparken RP’nin durumuna düşmesin; onurlu, dik bir duruş ortaya koysun; seçmeninin başını öne eğdirmesin.

Bu meyanda asıl önemli olan, AKP’nin kendisine “topal ördek” gözüyle bakılacak olan bu altı aylık dönemde herkesi şaşırtacak güçlü demokratikleşme hamlelerine imza atıp atamayacağı.

Eğer yine sadece kendisini kurtarmaya yönelik sınırlı formüllere odaklanır ve bütünü kapsayacak esaslı reformlara yanaşmazsa, kendisini kurtaramayacağı gibi, 22 Temmuz’da seçmenin verdiği yüzde 47 fırsatını yine heba etmiş olur.

Gelinen noktada hiç kimse AKP’den sivil ve demokratik bir anayasa yapmasını beklemiyor. Zira bunun AKP ile mümkün olmadığı, bu partiye böyle bir anayasa reformunun yaptırılmayacağı, artık ayan beyan ortaya çıkmış durumda.

Bunca hengâmeden sonra 301 nihayet gündeme getirildi. Ama yetmez. 216 ve 288 başta olmak üzere eleştirilen diğer TCK maddelerinin değiştirilmesi, Siyasî Partiler ve Seçim Kanunlarının düzeltilmesi gibi adımlar da atılmalı.

Bu bağlamda altı aya çok şey sığdırılabilir...

10.04.2008

E-Posta: [email protected]




Osman GÖKMEN

Namaz ve Miraç



Bediüzzaman, Birinci Dünya Savaşı’nda cephede savaşırken kaleme aldığı İşârâtü’l-İ’câz adlı eserinde, Bakara Sûresini yorumlarken, namazın tadil-i erkânından söz eder: “Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet, ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek, onun şe’nindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerhettiği gibi, öyle esrârı hâvîdir ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe’nindendir. Namaz, Halık-ı Zülcelâl tarafından, her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde, mânevî huzuruna yapılan bir davettir.”

Bediüzzaman’ın atıfta bulunduğu konu, Fütuhat’ın 69. bâbıdır. Gerek bu bölümde, gerekse Tenezzülât adlı eserinde Hz. Şeyh-i Ekber, ‘münacaat’ kavramını kullanır ve abdestten, namazın nihayetine kadar yapılan ibadetin tüm rükünlerinin mânevî anlamlarını açıklar.

Münacaat kelimesi, Ekberi ıstılahlara aşinalığı olanlar için kuşkusuz namazı çağrıştırır. Allah ile münacaata yönelen kişi, ilk olarak abdest alır. Bu, bir ön hazırlık, bir arınmadır. Yani, zekâtın kök anlamındaki gibi, bir tezkiyedir.

Ardından kıbleye yönelir. İbni Arabi’nin eserinde Ruh-ı Emin, kıbleye yönelmenin sırrını öğretir: “Semana (ruhuna) söyle ki letafetiyle sana perde olmasın; arzına (bedenine) söyle ki, kesafetiyle sana perde olmasın.” Batındaki kıble, şeriatın zahirde tayin ettiği kıbleyi örtmemeli, zahirdeki kıble de batındaki kıbleyi örtmemelidir. “Nereye dönerseniz dönün Allah’ın vechi oradadır” âyeti, Ruh-ı Emin’in şu talimâtında yansır: “Dairevî bir yüz ol ki, bedeninin Kâbe’ye yönelmesi kalbinin huzur-ı İlâhiye yönelmesine mani olmasın.”

Kıble konusunu, ‘kıyam ve kıraatin sırları’ takip eder. Hz. Muhammed’e (asm) ‘cevamiü’l-kelim’ verilmiştir ve Kur’ân, önceki vahiylerin tümünü içermektedir. O halde Kur’ân okuyan kişi, Kelâmullah’ı, batındaki haline göre değişen çok farklı şekillerde idrak edebilir. Namaz kıraati olarak Fatiha Sûresi ve buna ilâve edilen bir diğer sûre ya da birkaç âyet okunur. O halde İbni Arabi’nin ilk temas edeceği de Fatiha sûresi olacak, birbirini takib eden cümlelerinde geleneksel olarak Fatiha Sûresine işaret eden isimleri açıklayacaktır:

“Bil ki, onun iki yönü ve ortası ya da iki kısmı ve bu iki kısmı birbirine bağlayan bir bağı vardır.” Burada Fatiha Sûresinin hadis-i kudsîde işaret edilen özelliğine telmih yapılmaktadır: “Namazı (yani namazın temel unsurlarından olan Fatiha’yı), Ben’imle kulum arasında ikiye böldüm.” Allah’a ait olan kısım, ilk dört âyet; insana ait kısımsa, son üç âyettir.”

Kıraati, rükû ve secde izleyecektir. Mü’minin miraç, yani yükselişini teşkil eden bu inişin ilk aşaması olan rükûda, bedenin sadece üst kısmı eğilir ve bu sebeple de rükû, sema ve arz arasında kıyamın temsil ettiği rububiyyet ve secdenin temsil ettiği ubudiyyet arasında berzah olmaktadır. Böylece rükû, kendisinde yüksek (hakkıyye) ve aşağı (halkıyye) hakikatleri toplayan insanın çifte tabiatını izhar eder. İşte bu yüzdendir ki, rükûdan doğrulan musallî, mahlukata (ve dolayısıyla mahlukiyyet vechesiyle bizzat kendisine) Allah adına haber vermekte ve “Allah, O’na hamdedeni işitmiştir” demektedir.

Hadislere atıf yapan Hz. Şeyh-i Ekber, bedenin yere yönelmesiyle Allah’ın, gecenin son üçte birinde dünya semasına inmesi arasında benzerlik kurar. Secde mahalli olan yere doğru eğilen insan, Allah’a yakınlık aramaktadır. Çünkü âyette, “Secde et ve yaklaş” (Alâk, 96:19); hadis-i kudsideyse, “Kulum bana bir karış yaklaştığı zaman, Ben ona bir arşın yaklaşırım” buyrulmuştur. Fakat, nasıl ki arza eğilerek secdeye kapanmak kısa bir sürede gerçekleşir, bu eğilişe karşılık gelen tecellî de kısa sürelidir. Bu tecellî sabit değildir ve sürmesini istemek de beyhude olacaktır. “O, tıpkı yağ gibi kayar” (Rahman, 55:37) Secdeyle ilgili bahiste Şeyh-i Ekber, tekrar Alak Sûresinin 19. âyetine döner: “Seni, yakınlığa (kurbet) çağıran, O’nun el-Karib adıdır. Sen, muhipsin, mahbup değil. İşte bu yüzden sana, ‘(secde et ve) yaklaş’ denmektedir; yoksa, ‘(secde et) sen yakınsın’ denirdi. Bil ki, secde esnasında Şeytan’ın etkisinden uzak olur ve masum hale gelirsin, çünkü secden, onu teshir eder ve senin üzerindeki gücünü kaldırır. O, seni secdede gördüğü zaman sadece kendini (ve Allah’ın emrine isyan ederek Hz. Âdem’e müteveccihen secde etmeyişini) düşünür, azabının ateşiyle yanmakta olduğu halde seni mutî görmekte ve kendisini bekleyen akıbeti müşahade etmektedir.”

Fütuhat’ın 69. babının secdeyi anlatan bölümünde İbni Arabi, mü’minlerin Hz. Peygamber’i (asm) örnek alması gerektiğini hatırlatarak, üç kez tekrarlanan, “Sübhane Rabbiye’l-a’lâ” tesbihinden sonra gelen şu nebevî duâyı iktibas eder: “Kalbime bir nur ver. Kulağıma bir nur ver. Gözüme bir nur ver. Sağıma bir nur ver. Soluma bir nur ver. Önüme bir nur ver. Arkama bir nur ver. Üzerime bir nur ver. Altıma bir nur ver. Bana bir nur ver. Beni nur kıl.” Nur sadı, aynı zamanda ism-i azamdandır.

Kıyam, rükû ve secdeden sonra da celse, yani oturuş gelmektedir. Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattıktan sonra, “Arşa istiva etmiştir” (Hadid, 57:4) ve bu İlâhî istiva, tam olarak belirlemek gerekirse, Rahman’ın istivâsıdır. (Tâhâ, 20:5) İbni Arabi, celse ve istiva arasında benzerlik kuracak ve hem bu benzerlikten hem de oturuş sırasında okunan teşehhütten pek çok sonuç çıkaracaktır: “Seni hakikatlere ulaşmak ve incelikleri idrak etmekten alıkoyacak hiçbir perde kalmamıştır, ama, bu mahsusât âlemiyle mezcolmuş olman müstesna. Ayrımlanma (infisal) gelip, birleşme zâil olduğunda, hakikatler tecellî edecek ve o zamana kadar sana kapalı kalmış sırlara muttalî olacaksın.” Fakat, dünyadan zaten ilgisini kesmiş; Hz. Peygamber’in ifadesiyle ‘ölmeden önce ölmüş’ olan kişi için herhangi bir bekleyiş yoktur: “Sen, istivâ makamına (kusursuz bir denge haline) ulaştın. Sema ve arzın tasarrufu altından çıktın.” İzleyen cümleler teşehhüdü oluşturan ibarelere karşılık gelecek şekilde sıralanmaktadır: “O halde, sûreti üzere yaratılmış olduğun Allah’a salât et. Ardından sana hidayet getirmiş olan ve–nidâ kelimeleri aracılığıyla varlığı kesin olarak bildirildiğine göre—önünde bulunmakla onurlandığın Hz. Peygamber’e selâm et.” İşaret edilen nidâ kelimeleri, teşehhütte Hz. Peygamber için kullanılan ve dilbilgisine göre, hazır bulunan ikinci şahsa (muhatab) has, ‘ya eyyuhe’ ibaresidir: “Sonra da, Allah’tan gelen bir selâmla, kendini ve kendi cinsinden olan bütün varlıkları selâmla, çünkü (aynı zamanda esmâ-yı hüsnâdan olan) Selâm, senin Rabbindir. Ve Selâm isminin derecesi senin (o andaki) tecellînin mahallidir. Ve nihayet O’nun birliğini ikrar ve her türlü şirki reddet (teşehhüdün sonunda yer alan kelime-yi şehadete telmih). İşte o zaman senin kaybolman gerekiyor, çünkü, arzu ettiğini bu gaybetin içinde bulacaksın.”

Namaz kılan kişi, iftitah tekbiriyle beraber girmiş olduğu namazdan çıkmak üzere, başını sağa çevirerek, “Esselamu aleyküm” demelidir. Bu selâm, çeşitli anlamlar taşıyabilmektedir ya da gafil bir musallî tarafından âdet sâikiyle ve huzur-u kalp olmaksızın telaffuz edilmiştir: “Namazda müslümanlar, iki topluluk halindedir ve dolayısıyla namazı kılmanın da iki şekli vardır. Bu iki şekli birleştiren kişiyse, bunlara karşılık gelen hakikatleri de birleştirmiş olacaktır. Bu iki topluluktan efdal olan, (namazdan çıktıkları sırada) Allah’ın bir isminin tedbirinden bir diğer isminin tedbirine geçtikleri için selâm verenlerdir. Kullar, ayrıldıkları ve birleştikleri isimleri selâmlamaktadır. Diğer topluluktakilerse, ayrılmakta oldukları Rahman’ı ve geri dönmekte oldukları mahlukatı selâmlar.”

10.04.2008

E-Posta:




Mustafa ÖZCAN

Yüzyılın Karun’u



Müslümanlar, ‘Lükülli firavn’in Musa/Her Firavun’un Musa’sı vardır’ derler. Museviler de, ‘Her Calut’un bir Davud’u bulunur’ derler. İkisi de aynı kapıya çıkar. Her asrın da Hz. Musa ve firavunları olduğu gibi aynı zamanda Karun’ları da vardır. Firavun yönetimini kötüye kullananlar için darb-ı mesel olmuştur. Karun ise parasını kötüye kullananlar için emsal olmuş tarihî bir şahsiyettir. Tarihî şahsiyet olması her asırda emsallerinin bulunmadığına delalet etmez. Bilâkis, her asırda Karun numunelerinin eksik olmayacağına işaret eder. Çünkü imtihan sırrı her nesilde yenilenmektedir. İnsanlar ölen firavunlarla değil, yaşayan firavunlarla imtihan olur.

Bel’am da ilmini kötüye kullananlar için bir örnek, bir darb-ı meseldir. Kötülüklerin orkestra şefi ve üstad-ı a’zam-ı ise Samiri veya Deccal veya her asırdaki numuneleridir. Asrımızın Karun müsveddelerinden veya adaylarından birisi de Velid Bin Tallal’dır. Neden Velid Bin Tallal? 11 Eylül’den sonra ABD ile ilişkilerini bozmamak ve imajını muhafaza edebilmek için New York Bedediye Başkanı Guilliani’ye 11 milyon dolarlık bir bağış sunmuş, ama geri çevrilmişti. Öteki kibirle ve hodbinlikle bunu reddetmişti. Geçtiğimiz günlerde Velid yine ve yeni bir bağışla gündeme geldi. Zahiri iyi, ama batınını Allah bilir. Velid, İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi tarafından kurulması planlanan İslâm Araştırmaları Merkezi için 8 milyon sterlin kıymetinde bağışta bulunmuş. Bu işler için İngiltere’nin parası mı yok? Daha önce de Oxford için benzeri bir bağışı Brunei Sultanı Hasan Bolkiah yapmıştı. Kimilerine göre, Velid Bin Tallal dünyanın ilk 20 zengini arasında yer alıyor. Kimilerine göre ise, ilk beşi arasında bulunuyor. Anlayacağınız hiper zenginlerden birisi. Galler Prensi Charles ile Camilla’nın dostları arasında gösterilen Velid’e İslâmî kesimler çok kızıyor. Bu, Camridge’e yaptığı bağışla alâkalı değil. Bilakis Londra’da 220 milyon Sterline almış olduğu ünlü Savoy otelinde hiçbir yasağın ve tabunun olmaması. Kumar ve içkinin her türlüsünün serbest olması. Horrods Mağazalarının Mısır asıllı sahibi El Fayed gibi bir an mazur da görülebilir. Lâkin kazın ayağı öğle değil. Velid Londra’daki alışkanlıklarını memleketinde de sürdürmeye çalışıyor ve de sürdürüyormuş. Onun bulunduğu mekânların Kraliyet içinde bir nevi Vatikan gibi özerk statüye haiz olduğu söyleniyor. Burada da Velid yasaksız bir şekilde istediği gibi yaşayabilişyormuş. İşte bundan dolayı da kendisine ‘yüzyılın Karun’u diyorlar. Amr İbni’l As’ın oğlunun kendisini aristokrat sayarak kanun önündeki eşitilği ihlal etmesi ve yaptıklarını kanundan muaf addetmesi gibi. Hazreti Ömer ise onun aristokratlığıyla (ibni’l ekremin) alay etmiş ve babasının kel başına da şaplak indirmişti. Amr İbni’l As’ın oğlunun Kıpti çocuğuna yaptığı gibi Velid de kendisini Kraliyet içinde her türlü kanundan muaf ve muhtar addediyormuş. Aksine her türlü imtiyaza sahip olmanın rahatlığıyla hareket ediyormuş.

***

Yüzyılın Karun’u yazısının yazarı Muhsin Avaci’nin (23/3/1429) eleştiri konusuna gelmeden önce aynı bapta Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa’nın bir rezaletine temas etmek istiyorum. Oda aynı babtan. Kendisi Şaron’un elini de sıkmasa da geçenlerde Batılıların da yadırgayacakları bir çirkinlik irtikap etmiş. Lübnan’da Hizbullah’ın yayın organı olan Menar tv’den gelen bir bayan muhabir kendisiyle Şam zirvesi sırasında bir mülâkat gerçekleştirmek istemiş. Bayan muhabir elini uzatmadan Amr Musa elini uzatmış, ama eli havada kalmış. Bunun üzerine mülakatı geri çekmiş ve üstelik de şunları söylemiş: “Benimle el sıkışmayan bir bayana mülâkat veremem..." Bu durumlarda insanın ‘cehenneme kadar yolun var’ diyesi geliyor. Olayın siyasî bir boyutu olsa ve Hizbullah ile bağlantılı olmasından dolayı boykot etse bir dereceye kadar anlaşılabilir bir durum. Belki o mevkide birisi hassasiyetinden dolayı Menar grubundaki kanallara açıklama yapmak istemeyebilir. Bu kendisini ilgilendirir. Ama sırf elini sıkmadı diye muhabiri geri çevirmesi ve rezalet çıkarması anlaşılabilir bir durum değil. Bu onun kompleksli bir kişilik sahibi olduğunu da gösterir. Gerçekten de bu Araplara neler oluyor, anlamak mümkün değil.

***

Velid asrın Karun’u ise Amr Musa da küçük Firavun’u olmalı! Yabancı bayan bir muhabir Velid’le görüşmek üzere Suudi Arabistan’a gelmiş ve kendisiyle mülakat gerçekleştirecekmiş. İngilizce konuşuyorlarmış. Fakat Velid’in kompleksini aşamamış. Onun kompleksini gıdıklayan ve azdıran bir husus olmuş. Suudi Arabistan’ın kuralları gereği bayan muhabir üzerine pardesü giymiş. Velid çıldırmış ve şunları söylemiş: "Suudlular bile olsa ülke içinde çalışma mekanlarında çalışanların pardesü veya başörtüsüyle bulunmalarına müsade edemem. Hoş göremem. Pardesü veya başörtüsü ancak namaz kılarken giyilir...” Ve muhabirin kurallar gereği şeklen giydiği pardesü ve başörtüsünü zinhar çıkarmasını ve askıya asmasını istemiş. Kulakları çınlasın! Bugünlerde boşta gezen ve basın camiasından biraz uzakta kalan Aslı Aydıntaşbaş gibiler bu haberi duysalar bayram ederlerdi. Zira o da bir Irak ziyaretinde Abdulaziz Hekim’le görüşürken ‘şadur’ dedikleri çarşaf giymeye mecbur olmasını yadırgamış ve neredeyse Oriana Fallaci’nin Humeyni ile mülâkatı sırasında yaptığı gibi çarşafı sıyırıyormuş. Neyse ki iş bu raddeye gelmemiş.

Velid Bin Tallal aslında Bin Ladin’in zıddı bir kişilik. Biri radikal diğeri liberal. Ya da 11 milyonu takdim ettiği Guilliani’ye benzemektedir. Bu hadise bize göstermektedir ki, Suudi Arabistan’ın da Şahin Filiz’leri veya Yaşar Nuri Öztürk veya Zekeriya Beyaz’ları da vardır. Eksik eğildir. Onlar da başörtüsünü namaz pozisyonu ile sınırlandırmaktadırlar. Bu tezlerini de anlamak mümkünse de bu batılı adamların başörtüsünü batıya mal etmeleri yok mu, işte o insana giran geliyor. Dobra dobra ve kıvırmadan iddialarını ve tezlerini seslendirseler diyeceğimiz bir şey yok. Fakat kıvırtma payı kullanmaları ve bunu batıya mal etmelei insanı çileden çıkarıyor. Çığırdan çıkmış insanlar zaten hep isanı çileden çıkarır.

10.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Laiklik dayatmasına Avrupa'dan itiraz



Çokça tartışılan kavramlardan birinin de ‘laiklik’ olduğu görülüyor. Okul ders kitaplarında basitçe, ‘din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ olarak tarif edilen bu kavram, uygulamada çok farklı anlamlara bürünüyor. Yeri geliyor başörtüsü, yeri geliyor okullarda mescid bulunması, yeri geliyor iftar yemekleri, yeri geliyor ‘caddede Cuma namazı’ ‘laikliğe aykırı hareket’ olarak yorumlanıyor. “Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinin devlete; devletin de dine müdahale etmemesi” şeklindeki bir laiklik uygulamasına milletin itirazı olmaz. Ancak Türkiye’de ‘laiklik’ bu şekilde değil de, geçmişte Fransa ve Rusya’daki uygulamalardan daha ‘katı’ şekilde uygulanmaya çalışılıyor. Zaten itiraz da bu noktada ortaya çıkıyor.

Millet, inancının gereğini yerine getirmek istedikçe, hemen ‘laiklik’ kavramı bahane edilerek buna karşı çıkılıyor. Okullarda din dersinin okutulması, camilerin varlığı, imam-hatiplerin devletten maaş alması gibi uygulamalara da bu gerekçe ile karşı çıkılıyor. Tamam, laik bir ülkede ‘Diyanet İşleri Başkanlığı olmaz’ deniliyorsa, o halde bu ihtiyacı karşılayacak bir ‘kurum’ ihdas edilsin. Bu hizmetleri geçmişte olduğu gibi günümüzde de sivil toplum kuruluşları, cami cemaati yerine getirebilir. Elbette sıkıntılar da ortaya çıkar, ama bunlar hür ve demokrat bir zeminde çözüme de kavuşabilir.

Şunu ifade etmek istiyoruz: Milletin ‘Diyanet İşleri Başkanlığı olsun’ ya da ‘olmasın’ diye öncelikli bir problemi yok. Milletin istediği, inancının gereğini yerine getirebilmek. Bu temin edildikten sonra, bahsi geçen ‘hizmet’lerin hangi yolla yapıldığı çok da önemli değil.

Türkiye’de yapılan asıl yanlış, ‘laikliğin’ farklı bir din gibi insanlara dayatılmaya çalışılmasıdır. Oysa hiç bir anlayış, dayatılarak, zorla insanlara kabul ettirilemez. Malûm olduğu üzere, ‘İslâm dini’nde de zorlama yoktur ve olamaz. Öyle ise, nerde kaldı millet ‘laiklik baskısı’nı kabul etsin?

Nitekim, çeşitli yollarla bu güne kadar yapılmak istenen ‘laiklik baskısı’ hep ters tepmiş, millet bu baskılara pirim vermemiştir. Bazıları, Avrupa’daki uygulamaları yanlış yorumlayarak, sanki Avrupa’nın da bu ‘laiklik baskısı’na destek verdiğini yaymaya çalışıyordu. Bu oyun ve tuzak, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun açıklamalarıyla berhava oldu.

Barroso özetle şöyle demiş: “(...) Laiklik meselesine gelince... (...) Avrupa için önemli olan budur. Sekülerlik ya da laiklik diyebiliriz, ama demokratik olmalı. Nasıl ki bir dini zorla dayatamazsınız, aynı şekilde sekülerlik ya da laiklik de, zorla, askerî yoldan olsun ya da mahkemeler yoluyla olsun, dayatamazsınız. Gerçekten bir ulusal diyalog zihniyeti içinde, özgürlük değerleriyle, hoşgörülük değerleriyle çeşitliliği, çoğulculuk değerlerini bir arada bağdaştırmak lâzım. Benim Türkiye’ye çağrım bu.” (Radikal, 9 Nisan 2008)

AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, başka önemli konulara da değinmiş, ama bugün için en önemli mesajı bu olsa gerek: “Sekülerlik ya da laiklik de, zorla, askerî yoldan olsun ya da mahkemeler yoluyla olsun, dayatamazsınız.”

Türkiye’yi ‘idare edenler’ bu gerçeği kabullenmeli ve ‘laiklik dayatması’ndan vazgeçmeli. Milletin bu dayatmalara pirim verdeği bilinmeli ve görülmeli...

10.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Herşeyi Allah'tan istemek



“İzzet ve azamet ister ki esbab,

perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

“Tevhid ve celâl ister ki esbab

ellerini çeksinler te’sir-i hakikiden.”

Risâle-i Nur’da yer alan bu ifade bize kâinatta herşeyin bir sebebe bağlandığı, sebeplerin de ancak bir perde ve iş yapanın ise Sonsuz Kudret olduğunu gösteriyor.

Büyük bir zat bize bir hediye gönderecek olsa ya bir adamıyla veya posta yoluyla gönderir. Kendi ayağıyla getirmez. Bu izzet ve büyüklüğünün gereğidir.

Bunun gibi buğday isteyen tarlasını sürüp tohumunu saçacak, gerekenleri yapıp rızkı Allah’tan bekleyecek. Meyve isteyen ağaç dikip yetiştirecek, meyveyi ağaçtan değil Allah’tan isteyecek.

Allah buğdayı da, meyveyi de isteseydi gökten yağdırabilirdi. Ama bu, hem büyüklüğüne, hem de imtihan sırrına ters düşerdi. O zaman herkes açıkça inanır, iyiyle kötü eşit hâle gelirdi.

Bu işte sebeplerin ise perde olmaktan öte hiçbir etkisi yok. Toprak bizi tanıyıp, bize merhamet edip de buğday veremez. Toprak, hava, su, güneş gibi bütün sebepler acizdir. Rızkı yaratan, gönderen, etkili olan ancak sonsuz kudret sahibi Allah’tır.

Onun içindir ki mü’min tevekkül gereği sebeplere sarılsa da sebeplerin yaratmada hiçbir etkisi olmadığını bilir, sonucu Allah’tan bekler. Rızkı veren sadece Allah’tır. Menfaat de, zarar da Onun elindendir, Ondandır. O dilerse bütün dünyayı insanın önüne serer, dilerse zırnık koklatmaz.

İşte bu duyguyla her gün, kıldığımız beş vakit namazda en az kırk defa okuduğumuz Fatiha’da, “Ancak Sana ibadet eder ve ancak Senden yardım dileriz” derken maddî-manevî her türlü yardımı Allah’tan istediğimizi dile getiririz.

Kâinatta zerreden küreye kadar herşey Allah’ındır. İsterse kuluna istediğini verir. Rızkı Allah’tan ister insan. Çalışır, çabalar, üzerine düşenleri yapar, sebeplere sarılır öyle ister. Dilerse Allah verir.

Geçim sıkıntısı mı çekiyoruz? Hâlimizi Allah’a arz edip Ondan yardım isteyeceğiz. O da bize kapılarını açacak. Sebeplere, yani insanlara dert yanmakla bir yere varamaz insan. Bakın şu hadis-i şerif bu hususta ne kadar uyarıcı: “Kim geçim sıkıntısından dolayı insanlara dert yanarsa, ihtiyacı karşılanmaz, sıkıntısı giderilmez. Fakat kim geçim sıkıntısını Allah’a arz ederse Allah onun sıkıntısını giderip onu bolluğa kavuşturur.”1

Kur’ân da bu dersi vermez mi? Bir âyetinde şöyle buyurur Rabbimiz: “Kim Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu gösterir. Ve onu ummadığı bir şekilde rızıklandırır. Allah’a tevekkül edene Allah kâfîdir. Allah emrini mutlaka gerçekleştirir. Allah herşeye bir ölçü takdir etmiştir.”2

Demek herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında bulunan, her iş emir ve izniyle halledilen Allah’ı bulan, yani Ona bütün gönlüyle inanan kimsenin altından kalkamayacağı, çözemeyeceği hiçbir mesele yoktur.

Evet, “Allah’ı bulan herşeyi bulur. Onu bulunamayan ise hiçbirşeyi bulamaz. Bulsa da başına belâ bulur.”

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Zühd: 18.

2- Talak Sûresi: 2-3.

10.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Laiklik ve hürriyet



Laiklik; devletin düşüncelere, inançlara eşit mesafede bulunması; başta din ve vicdan olmak üzere tüm hak ve hürriyetlerin şemsiyesi olmasıdır. Çağdaş, modern devletin özelliklerinden birisi olan laiklik, dini devlet, devleti din işlerine karıştırmamak; devletin dine de, dinsizliğe de nötr, yani, tarafsız kalmasıdır. Buna göre, dünya işlerini devlet, uhrevî meseleleri de dinin halletmesidir. Dolayısıyla kimsenin kimsenin işine, inancına karışmamasıdır.

Batıyı bu laiklik olgusuna götüren sâik ne idi? Kilise, sadece dinî ve sosyal bir organizasyon değil, aynı zamanda ekonomik, siyasal, dinsel ve sosyo-kültürel bir organizasyon; hattâ bir imparatorluktu.1 O çağda Fransa’da, toprakların yüzde 30’u Kilisenin elinde. Manastırların on binlerce koyun sürüleri, büyük baş hayvanı ve köleleri vardı. Bir silâh olarak kullandıkları “aforoz, günah affı ve cennet parselleme” ile de kasalarını doldurmuşlardı. Kur’ân bunu şöyle açıklar:

“Ey iman edenler! Biliniz ki, hahamlardan ve râhiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!”2

Para, güç demekti. Kilise ile işbirliği yapan lord senyör ve idâreciler, halkı uzun asırlar sömürüp; toplumu da, bu çerçevede inanmaya, düşünmeye ve yaşamaya zorladılar:

“Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassupları... Papazların, rûhânî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri (kilise hâkimiyeti) ve ecnebilerin körü körüne onları taklit etmeleri...”3 de buna zemin hazırlar.

Zenginler, asilzadeler ve şövalyeler, dinî ve vicdânî hareketlerine yön veren ve yapmaları-yapmamaları icap eden hususları kendilerine gösteren, kendilerini sevkeden “vicdân âmiri” denen papazlar tutarlardı. Aslında bunlar, şöval-yenin her fiilini gözleyen Kilisenin casuslarıydı.4

Ruhâni reisler; araştırma yapmak isteyen, aklını kullanan ve Kiliseye zıt düşünce sahiplerini aforoz ediyor, içtimâî ve sosyal hayattan men ediyor, haklarını elinden alıyor; Kilisenin Engizisyon mahkemeleri, diri diri yakıyor veye giyotine gönderiyordu.

İnanç, mezhep ve fikir savaşları ile Batı, dört yüz yıl boyunca çalkalanmıştı. Sulha son derece ihtiyaç vardı. Asırlar boyunca, “din-bilim, akıl-felsefe-kilise” çatışması ve savaşları herkesi canından bezdirmişti.

Buna tepki gösteren felsefeciler, Rönesans ve Reform hareketiyle, “uhrevî hayat” yerine, “dünyevî, maddî” hayatı ön plâna çıkardılar. Böylece Protestan ve Anglikan mezhepleri doğdu. Devletler ve milletler de, Katolik kilisesine karşı istiklâllerini ilân etti.

Artık Kilise veya Papa, devlet adamlarını sevk ve idâre etmiyor. Onun yerini, “plutus” servet tanrısı almıştır. İş projelerini hazırlayan, harpleri idâre eden bu tanrıdır. “Banka”, bütün mezheplerin “Altın Buzağı”5 ibâdetini yapmak için buluştukları gerçek mâbed olmuştur.6 Ve bugün Batı, ondan kurtulmanın sancılarını yaşıyor.

Dipnotlar:

1-Doç. Dr. Bünyamin Duran, Sekülerleşme Krizi, s. 62.; 2-Tevbe, 34.; 3-Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 80-81.; 4-Ahmed Rıza, s. 26.; 5- Altın Buzağı: Musevîlikten evvel Yahûdilerin tapındıkları efsanevî put ve Hz. Musa (as) Tûri Sînâ’ya çıkınca, Samiri’nin tekrar ortaya çıkardığı altın heykel buzağı 6-Ahmed Rıza, s. 23.

10.04.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hey sen, kalın kafalı adam



Zaman zaman işi gücü bırakıp kalın kafalı adamlarla da uğraşmak mecburiyetinde kalıyoruz. Ne yapalım ki, memleketin münbit topraklarında bu türler de yetişiyor.

Eskiden sayıları daha çoktu. Gitgide azalmaya başladı. Şimdiki sayıları Kelaynak kuşları kadar ancak var. Nesillerinin koruma altına alınması, ibret–i âlem için faydalı olabilir.

Onlara sorsanız, kendilerinin gayet ince (!) ve çok da medenî (!) adamlar olduğunu söylerler. Oysa durum tam tersi... İtibarlı kimselerin onları taktığı, yahut ciddiye aldığı falan yok.

Sadece ve sadece tirajı ve reytingi yüksek mevkutelerin yüksek kulelerine tüneyip oradan bağırdıkları için, sesleri, gürültüleri biraz fazla çıkıyor. O kadar.

Biz de, işte bu çatlak ses ve kuru gürültülere pabuç bırakmamak durumundayız.

* * *

Evet, sırf tarif için yukarıda "adam" dedik; ancak, gerçekte bunlar adam yerine konulmayı bile hakketmiyor.

Zira, aynı hakikati bin defa anlatır, izah edersin; ama o yine de anlamaz. Çünkü kafası basmaz. Anladıkları ve bildikleri tek şey var. O da, meselâ Said Nursî gibi zatlara yönelik olarak, desteksiz saldırı, karalama, hakaret, yalan, düzmece, iftira... cinsinden şeyler.

İşte bu sebeple, onları adam yerine koyup da ciddî birer muhatap şeklinde kabul etmeye değmiyor.

Kaldı ki, zaten bizim şahıslarla bir işimiz yok. Şu veya bu kişiye cevap yetiştirmek derdinde de değiliz.

Biz, genel hatlarıyla ilmî, fikrî, siyasî cereyanlarla meşgulüz.

O halde, bizim burada yapacağımız şey, yalancı müfterilere ve sahtekâr hamiyetfurûşlara anladıkları dilden konuşmak ve onlara meydanın boş olmadığını göstermekten ibaret olacak.

* * *

İşte siz ey "kalın kafalı adam"lar!

Nedir bu sizdeki "Said Nursî düşmanlığı?" Nedir sizin yüzlerce mahkemeden aklanarak çıkmış olan Nur Risâleleriyle alıp veremediğiniz?

Seksen–doksan yıldır meydanda olan bu eserlerin orijinalini değil de, neden hâlâ şurada burada kasten çarpıtılmış olan iktibaslarını esas alıyorsunuz?

Hâlâ Said Nursî'nin "Kürt Teâli Cemiyeti" kurucusu olduğunu, aynı şekilde "Şeyh Said İsyanı"na destek verdiğini hiç utanmadan, yüzünüz hiç kızarmadan söyleyip duruyorsunuz.

Külliyen yalan ve iftira...

Nerede yazıyor bunlar? Bu tür dâvâların görüşüldüğü ve neticede idam kararlarının çıktığı İstiklâl Mahkemelerinin hangisinde Said Nursî'nin ismi geçiyor? Bu hadiselerle bağlantılı olarak hiç mahkemeye dahi çağrılmış mıdır? Bir de tutturmuş Kemalist diye geçiniyorsunuz...

Sizin ağababalarınız olan o zamanın Kemalistleri, acaba Said Nursî'nin siyasî veya kanlı herhangi bir olayla, yahut bir teşekkülle bağlantısını bulabildi mi? Bir tek delil bulunabilseydi şayet, o zâtı gözünü kırpmadan idam ettirmezler miydi?

Yoksa idam etmeye güçleri mi yoktu? Aciz miydiler? Bunu mu demek istiyorsunuz?

Evet, ikisinden biri: Ya güçleri yoktu, ya da onu idam ettirecek bir delil bulamadılar.

Hoş sudan bahanelerle de pekçok mazlûmu asmadılar değil. Ne var ki, Said Nursî hakkında İstiklâl Mahkemelerine intikal eden dâvâlarla ilgili en ufak, en basit bir bahane dahi bulmadılar.

* * *

Said Nursî'ye çamur atmaktan menhus lezzetler, sadistçe zevkler alan siz ey kalın kafalılar ve ey taş yürekliler!

Siz her vesileyle Said Nursî'nin rüyâlarla amel ettiğini, kendine Mehdi dediğini, hatta kendinde peygamberlik vehmettiğini söyleyip durursunuz.

Peki, deliliniz ne? İspatınız nerede? Hangi kitapta geçiyor? Kaynak belirtmeden bu tür iddialarda bulunmak mertliğe, izzetliliğe sığar mı?

Yâ hû, bir yumurta sepetinden başka dünyalığı olmayan, dünyada saltanat sürmeyen, dünya zevki namına birşey bilmeyen, makam–mevki peşinde koşmayan, etrafında kalabalık dahi istemeyen, mümkün olduğunca münzevi yaşayan, en zengin gibi hayat sürmek mümkün iken en fakir gibi yaşayan, buna rağmen bir tek sabıkası bile olmadan sürgünden sürgüne, mahkemeden mahkemeye, zindandan zindana gönderilen ve sonunda bütün mahkemelerden aklanarak çıkan bu müstesna zâta kara çalmaktan, onun hakkında iftiralar uydurmaktan hiç utanmıyor musunuz?

Dünyada maddî bir servet bırakmadan ebediyete intikal eden, üstelik can düşmanlarına dahi hakkını helâl eden ve onlardan intikamının alınması istemeyen bu şefkat sahibi büyük İslâm âliminden ne istiyorsunuz? Nedir asıl derdiniz? Nedir alıp veremediğiniz? Bunları merdane bir şekilde çıkıp söyleyin de, ona göre konuşalım.

Said Nursî'nin ismini başkasının ismiyle karıştırma, onu başkasıyla irtibatlandırma basitliğinden ne zaman vazgeçeceksiniz?

Hem, siz kendinizi hukuktan, adâletten ve bunların tecelligâhı olan mahkemelerden daha üstün, daha yüksekte mi görüyorsunuz? Yoksa siz kendinizde mahkemelerin beraat ve temyiz kararını bile bozacak bir kuvvet mi vehmediyorsunuz?

* * *

Hâsılı, ortada mahkemeden geçmemiş ve neticede aklanmamış bir eser, bir dâvâ olmadığına göre, bunun aksini söyleyen kişilerin kendilerinde bir problem var demektir.

Bizim tahminimiz, asıl problem bunların kalın kafalı olmalarında yatıyor: Evet, kafaları gaflet içinde. "Risâle–i Nur'u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar." (Tarihçe–i Hayat, s. 543)

Ayrıca, kullandığımız tabirler onlara ağır gelmemeli. Zira, ikinci ihtimal çok daha fena: Bu yaptıkları şayet cehaletten dolayı değilse, o takdirde işin içinde kasıt var demetir; kasten iftira atılıyor demektir. Eğer öyle ise, kullanacağımız tâbirler de ona göre değişir.

10.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



Aysun Hanım:

*“Konuşmam diye yemin eden birisi, konuşursa ne yapmalıdır?”

Dinimizde barış esastır. Mü’minin mü’mine üç günden fazla küs durması haramdır. Yakınlarımız arasında böyle birbirlerine küs ve dargın olanlar varsa muhakkak barıştıralım. Çünkü onların dargın durmaları haram olduğu gibi, bizim de onların aralarını bulmamız ve onları barıştırmamız Kur’ân’ın emridir.1 Onlar dargınlıklarını bırakmazlarsa; biz de seyirci olmaya devam edersek Allah’tan rahmet beklemeye yüzümüz kalır mı?

“Konuşmam!” diye yemin etmeye gelince; hoş bir yemin değil. Ancak böyle bir yemin “aşılmaz” da değil. Böyle yeminleri aşmanın çaresini yine Kur’ân ibadet cinsinden bize göstermiştir ki, bunlar, kefaretlerdir. Yeminlerinin kefaretlerini ödeyenler hem ibadet yapmış olurlar; hem de yemin günahından affa liyakat kazanırlar.

Yeminlerin kefaretini Kur’ân şöyle tanzim eder: “Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerden dolayı sizi mes’ul tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi muâheze eder. Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden, on fakire yedirmek veya onları giydirmek yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan, üç gün oruç tutmalıdır. Yeminlerinizin kefareti işte budur.”2

Âyetin de hükmettiği gibi, yeminini bozan birisi on fakiri sabahlı akşamlı bir gün yedirmeli veya bir fakiri sabahlı akşamlı on gün yedirmeli yahut on fakiri orta hallisinden giydirmelidir. Bunların bedellerini de verebilir. Bunlara güç yetiremeyenler ise, üç gün peş peşe oruç tutmalıdırlar.

Görüldüğü gibi, kefaretin özünde ya başkalarına yardım ve hibe veya nefsi tezkiye ve arındırmak vardır. Bunlarınsa her biri birer ibadettir.

“Konuşmam!” diye yemin eden birisi için en hayırlı olanı, yeminini bozması, yani barışması ve yemin kefaretlerinden gücünün yettiği ile kefaretini ödemesidir. “Ben yeminliyim!” diye konuşmamayı sürdürmek ve barış yollarını kapamak ise haramı katmerleştirmekten başka bir işe yaramaz.

***

İstanbul’dan okuyucumuz:

*“Vakit namazlarından önce kaza namazı kılınır mı?”

Kaza namazlarını mümkün mertebe geciktirmemek, her ne sûretle ve sebeple olursa olsun, vaktinde kılınmayan bir namazı ilk fırsatta kaza etmek farzdır. Kaza namazı borcunun çok olması, yeni kazaları da meçhulde bırakmayı gerektirmez.

Kaza namazı kılmanın hiçbir şekilde belirli bir vakti, saati ve şekli yoktur. Üç kerâhet vaktinin dışında her vakitte, her şartta, her durumda, her vaktin kaza namazı kılınabilir. Hatta Şafiîlere göre kerâhet vakitlerinde de kaza namazı kılınabilir. Yani kişi müsait olunca her vakit, her türlü kaza namazı kılmak için en eşref ve en mümtaz vakittir. Vakit namazından önce dilediği vaktin kazası kılınabileceği gibi; vakit namazı kılındıktan sonra da dilediği vaktin kazası kılınabilir. Bir defada bir günlük veya birkaç günlük namazın kazası da kılınabilir.

Namazın kazasında önemli olan, namaz borcu olan kişinin temayülü, karar vermesi ve azmetmesidir. Kaza namazı kılmaya niyet, karar ve azim olduktan sonra, hiç vakit kaybetmeksizin ve hiç kayıt, kural ve şart aramaksızın kaza kılmaya başlamalıdır.

Zaten kaza borcu altı vakitten fazla olanlar için hiçbir kayıt, kural ve şart yoktur. Tek kayıt, şart ve kural, bir an önce kaza namazı kılmaya başlamaktır.

Dipnotlar:

1- Hucûrât Sûresi, 49/10

2- Mâide Sûresi, 5/89

10.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet ARICAN

Bağ-Kur ve Emekli Sandığı emeklilerinde sağlık karnesi kalktı



SSK emeklilerinde sağlık karnesi verilmesi uygulaması 1 Ocak 2008 tarihinden itibaren kaldırılmıştı. Dolayısıyla 1 Ocak 2008’den sonra SSK emeklileri sağlık ve tedavi giderlerini sağlık karneleri olmadan T.C. numaralarıyla yaptırabilir duruma gelmişlerdir. SSK emeklileri için sağlanan bu imkân ve kolaylık, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı emeklilerine de 7 Nisan 2008 tarihinden itibaren tanınmaya başlandı. Artık 7 Nisan 2008 tarihinden sonra, Bağ-Kur’dan malullük, yaşlılık, dul ve yetim aylığı alan kişiler ile 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu kapsamında emekli olan kişiler, sağlık karneleri olmadan T.C. vatandaşlık numaralarıyla sağlık tesislerinde muayene ve tedavi olup, tetkik ve tahlil yaptırıp, SGK ile sözleşmeli eczanelerden ilaçlarını alabilecekler.

Bağ-Kur ve Emekli Sandığı emeklilerinin eğer ellerinde daha önceden alınmış sağlık karneleri varsa bu karneleri bitene kadar kullanacaklar. Ancak, ellerindeki sağlık karnelerini kaybeden veya kullanılmaz hale getiren emekli kişiler, Sosyal Güvenlik İl Müdürlüklerine ve Emekli Sandığı Bölge Müdürlüklerine (devredilen) başvurduklarında, artık kendilerine yeni sağlık karnesi verilmeyecek ve bundan böyle T.C. vatandaşlık numaralarıyla SGK’nın sunduğu sağlık yardımlardan yararlanmaya başlayacaklar.

Ülkemizdeki vatandaşların birçok iş ve işlem için Kamu Kurumlarının önünde işlem sırası için kuyruklarda beklenildiği sorunları göz önünde bulundurulacak olduğunda, SSK emeklilerinin yanında Bağ-Kur ve Emekli Sandığı emeklileri için de sağlık karnesinin kaldırılması uygulaması son derece yerinde ve yararlı bir gelişmedir. Bu sayede artık ülkemizdeki tüm emekliler sağlık karnelerinin sayfalarının bitme sıkıntısından, karnelerini yanlarında taşıma zahmetinden, sağlık karnesi için her seferinde Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığı’na gidip işlem yaptırma zorluğundan ve sağlık karneleri üzerinde yapılan sahte işlemlerden sorumlu olma kaygısından kurtulacaklardır. Vatandaşlarımıza böyle bir imkân ve kolaylığı sağlayan çalışmalarda emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler…

*Sosyal güvenlik reformundan sonra şirket ortakları her şirket ortaklığı için ayrı prim mi ödeyecek?

1479 sayılı kanunun 24'üncü maddesine göre şirket ortakları zorunlu olarak Bağ-Kur kapsamında sigortalı sayılmışlardır. Şirket ortakları Bağ-Kur kapsamında sigortalı olmaktan kaçınamazlar. Bağ-Kur kapsamındaki şirket ortakları seçtikleri basamakların prim tutarları üzerinden Bağ-Kur’a prim ödemektedirler. Örneğin, 10'uncu basamaktan prim ödemeye devam eden bir şirket ortağının daha yüksek aylık alma düşüncesiyle 20'nci basamaktan prim ödeme hakkı ve imkânı yoktur. Ayrıca, günümüzde geçerli olan Bağ-Kur mevzuatına göre, şirket ortaklığından dolayı sigortalı olan kişiler birden fazla şirkete ortak olsalar bile tek bir şirkete ortak olan herhangi bir Bağ-Kur’lu gibi Bağ-Kur’a prim ödemektedirler. Yani şirket ortakları birden fazla şirketin ortağı olsalar bile, Bağ-Kur’a prim öderlerken tek bir şirketin ortağıymış gibi değerlendirilmekte ve primlerini Bağ-Kur’a buna göre ödemektedirler.

Şirket ortakları için Bağ-Kur mevzuatındaki bu özellik, 5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasasıyla yürürlükten kaldırılıyor. Çünkü 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun (SSGSS) 80'inci maddesinde; “Sigortalı olmayı gerektiren şekilde birden fazla işte çalışılması halinde, bu kanun gereğince alınacak primlerine esas tutulacak aylık ve günlük kazancının tespitinde, yalnızca bu kanunun 53'üncü maddesine göre belirlenen 4'üncü maddenin ilgili bendi kapsamındaki işlerden elde ettiği aylık ve günlük kazanç tutarı ayrı ayrı dikkate alınır ve primler buna göre hesaplanır” hükmü bulunmaktadır. Anılan kanunun bu madde metni hükmüne göre, şirket ortakları birden fazla şirketin ortağı olmaları durumunda her şirket ortaklıkları için Sosyal Güvenlik Kurumuna ayrı ayrı prim ödemek zorunda kalacaklar.

Aslına bakılırsa bu uygulama her ne kadar Bağ-Kur’lular için (reform yasasından sonra Bağ-Kur’luların adı 4/b sigortalısı olacak) reform yasasından sonra yeni bir uygulama olsa da, SSK sigortalıları için reform yasasından önce de var olan bir uygulamadır. Çünkü 506 sayılı Kanunun 77'nci maddesinde “Bir ay içinde çeşitli işverenlerin işinde çalışan sigortalının bu kanun gereğince alınacak primlerine esas tutulacak aylık ve günlük kazancının tespitinde her işverenden elde ettiği aylık ve günlük kazanç tutarı ayrı ayrı nazara alınır ve primler buna göre hesaplanır” hükmü bulunmaktadır.

506 sayılı kanunun bu hükmüne göre, reform yasası yürürlüğe girmeden önce bile bir işçi birden fazla işverenin işinde çalışıyorsa, her işverenin yanında çalıştığı ücretlerden ayrı ayrı sigorta primi kesilmekteydi. İşte reform yasasından önce SSK’lılar için var olan bu yasal düzenleme 5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasası yürürlüğe girince birden fazla şirketin ortağı olan Bağ-Kur’lular (4/b’liler) için de aynen geçerli olacaktır.

Ancak kamuoyunu yanıltmamak ve şirket ortakları birden fazla şirkete ortak olduklarında ayrı ayrı prim ödeyecekleri gibi peşin bir kanaate varılmasını engellemek için bu konuda bir ayrıntının verilmesi yararlı olacaktır. Her ne kadar reform yasasının yürürlük tarihinden sonra şirket ortağı olan kişiler her şirket ortaklıkları için ayrı ayrı prim ödemek zorunda kalacak olsalar da, bunun bir üst sınırı olacaktır. Çünkü 5510 sayılı Kanunun 82 nci maddesinde; “Bu kanun gereğince alınacak prim ve verilecek ödeneklerin hesabına esas tutulan günlük kazancın alt sınırı, asgarî ücretin otuzda biri, üst sınırı ise günlük kazanç alt sınırının 6,5 katıdır” hükmü bulunmaktadır. Görüldüğü üzere, sosyal güvenlik reform yasasından sonra şirket ortakları her bir şirket ortaklığı için ayrı ayrı prim ödemek zorunda kalacak olsalar bile, bunun üst sınırı günlük kazanç alt sınırının 6,5 katından daha fazla olamayacaktır. Örnek olarak, 6 (altı) farklı limited şirkete ortak olan A şahsını düşünelim. Bu kişinin asgari ücret seviyesi üzerinden kendi kazancını bildirdiğini varsaydığımızda, işyerinde asgari ücret üzerinden çalıştırdığı işçilerden daha az kazanç sağladığını SGK’ya bildiremeyeceği için, yeni dönemde SGK’ya bildireceği kazancın en aşağı üst sınırı 6,5x608,40=3954,60 YTL olacaktır. Dolaysıyla reform yasası yürürlüğe girdikten sonra altı farklı limited şirkete ortak olan A şahsı, her ne kadar kendisi için her şirkette ayrı ayrı prim ödemek ve kazanç bildirmek zorunda kalsa da, bu örnekteki gibi 3954,60 YTL’den daha fazla ödediği primleri SGK’dan talep etmesi halinde geri alabilecektir.

Yani, sosyal güvenlik reform yasası yürürlüğe girdikten sonra birden fazla şirkete ortak olan kişilerden her şirket ortaklıklarından dolayı ayrı ayrı prim kesilmesi gerekecektir. Ancak bu prim kesintileri eğer 82 'ci maddeye göre hesap edilen kazançların 6,5 katından fazla ise, şirket ortaklarına bu fazladan yapılan kesintiler geri iade edilecektir. Her ne kadar 5510 sayılı yasa ile getirilecek olan bu uygulama, şirket ortaklarının prim yükünü arttıracak ve göstermelik ve şeklî olarak şirket ortağı olan kişilerin işine yaramayacak olsa da, emekli aylıklarının yüksek olmasına büyük katkı sağlayacaktır.

SOSYAL GÜVENLİK HAFTAMIZ KUTLU OLSUN

Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığı kurumlarının tek çatı altında birleşmesinden sonra sosyal güvenlik konuları önemini arttırmaya ve bu alanlara tek bir elden daha fazla ağırlık verilmeye başlandı. Bunun doğal bir sonucu olarak, artık her yılın 7–13 Nisan günleri muhtelif aktivitelerle sosyal güvenlik haftası olarak kutlanacak. Mevzuatta uzun yıllardır olmasına rağmen hemen hemen hepimizin haberdar olmadığı sosyal güvenlik haftası sosyal güvenlik haklarımızdan haberdar olmak ve geleceğe sosyal güvenlikli bakmak ümidiyle herkese kutlu olsun.

OKUR SORULARINA KISA CEVAPLAR

*İsmi mahfuz; SSK’dan 2001 yılında emekli oldum. 2003 yılı Haziran ayında kendi namıma gelir vergisine tabi bir işyeri açtım. Bağ-Kur’dan bana sosyal güvenlik destek priminden (SGDP) dolayı borçlu olduğumu bildiren resmî bir yazı geldi. Ancak, 2003 yılından beri benden Bağ-Kur tarafından kesinti yapıldığına dair hiç yazı ve bilgilendirme gelmedi. Bu konuda ben ne yapabilirim?  

Sayın okurum, SSK’dan malullük veya yaşlılık aylığı alıp da, sizin gibi Bağ-Kur kapsamına girecek nitelikte bir iş yapmaya başlayanların 1479 sayılı kanunun ek 20'nci maddesine göre günümüz değerlerine göre Bağ-Kur’a ortalama her ay 72 YTL tutarında SGDP ödemeleri gerekmektedir. Ancak, SSK’dan emekli olup da Bağ-Kur kapsamına girecek nitelikte bir iş yapanların bu durumlarını bildirim yükümlülüğünü kanun koyucu öncelikle kişilerin kendisine vermiştir. Yani siz, emekli olduktan sonra Bağ-Kur kapsamına girecek nitelikte bir iş yaptığınızı vergi kaydınızın başlangıcından itibaren en geç üç ay içinde Bağ-Kur’a bildirmek zorundaydınız. Bu zorunluluğa uymamışsınız. Bundan dolayı Bağ-Kur tarafından size çıkarılan SGDP borcunu Bağ-Kur’a yatırmak zorundasınız. Dâvâ açma ya da idarî olarak itiraz yoluna başvurduğunuz zaman lehinize bir karar çıkması çok zordur.

***

*Kâmil CANGIRI; 4 Mart 1979 ile 4 Ekim 1980 tarihleri arasında askerlik yaptım. 1981 yılında 40 gün Emekli Sandığı mensubu olarak Tekel’de çalıştım. 1996 ve 1997 yıllarında toplam 140 iş günü bir bakkalın yanında SSK’lı olarak çalıştım. 1 Mart 1988 tarihinde 1. basamaktan Bağ-Kur tarım sigortalısı oldum ve 30.09.1996 tarihine kadar düzenli olarak primlerimi yatırdım. 26.02.1997 tarihinden bakkallıktan dolayı esnaf Bağ-Kur’lusu oldum ve burada da 01.10.2004 tarihine kadar primlerimi aksatmadan ödedim. Ancak 01.10.2004’ten bu yana primlerimi yatıramıyorum. Maddî olarak zayıf durumdayım. Askerlik borçlanması yapmadım. 01.10.2004 tarihinden günümüze kadar Bağ-Kur’a primlerimi ödemediğim için basamak haklarım yanar mı ve ben nasıl emekli olabilirim?

Sayın okurum, doğum tarihinizi yazmamışsınız. Siz şu anda bakkallık yaptığınız için Bağ-Kur’daki emeklilik şartlarına göre emekli olmak zorundasınız. Eğer 56 yaşınızı tamamladıysanız, Bağ-Kur’da 15 yıl üzerinden kısmî emekli olabilirsiniz. Ya da Bağ-Kur’dan 25 tam yıl hizmet süresine sahip olduğunuzda 50 yaşını doldurursanız emekli olabilirsiniz. Eğer Bağ-Kur’da 12'nci basamaktan daha aşağı bir basamakta bulunuyorsanız, 2004’ten beri prim ödemediğinizden dolayı basamak hakkınız yanmaz ve otomatik olarak basamağınız yılda bir yükselmeye devam eder. 12'nci basamaktan yukarı bir basamakta iseniz borcunuz olduğu için basamak yükseltmesi yapamazsınız. Bağ-Kur’a 2004’ten beri oluşan borçlarınızı ödemeden emekli olmak istiyorsanız toplam borçlu olduğunuz süre 60 ay ve üzeri bir düzeye ulaşırsa, 2007/47 sayılı Genelgeye göre Bağ-Kur’a başvurup 60 aylık borçlarınızı sildirebilirsiniz. Yani Bağ-Kur’dan 15 yıl hizmet süresi ile 56 yaşını ikmal etmeniz halinde prim ödediğiniz süreleri emekliliğinize saydırarak emekli olabilirsiniz. Şu andaki borcunuz 60 aya karşılık gelmiyor. Bağ-Kur’a hiç prim ödemesi yapmadan toplam borçlu olduğunuz sürenin 60 ay ve üzeri bir süreye tekabül etmesini bekleyin ve daha sonra emekli olma yollarına başvurun.

10.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yamalarla demokratikleşme olmaz



Başkentteki belirsizlik, yalnız “kapatma dâvâsı”na karşı takip edilecek stratejide değil, “demokratikleşme paketi”nde de devam ediyor…

Türkiye’nin AB müktesebatının üstlenmesine ilişkin “ulusal program”da ve “katılım ortaklığı belgesi”nde verdiği vaadlere karşılık, bizzat Başbakanın ifâdesiyle hükûmetin uyum yasalarını “tek tek gündeme getirme” tercihi, kafa karışıklığı ve kararsızlığının göstergesi.

AB Genel Sekreterliği, Türk Ceza Kanunu’nun 301. ve 216. maddelerinin yanısıra bir dizi değişiklik teklifini Başbakanlığa iletiyor. “Âcil reform listesi”nde başta Kur’ân âyetlerinin tefsiri ve hadislerin mânâsıyla depreme “İlâhî ikaz” dediği için onlarca gazeteci ve yazarın yargılanıp ceza aldığı 312’nin yerine ikame edilen “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”e dair 216. maddenin düzeltilmesi gereğini bildiriyor.

Ayrıca yargıyı etkileme, gizliliğin ihlâli, temel millî yararlara karşı faaliyette bulunma ve halkı askerlikte soğutma ile ilgili 277, 285, 288, 305, 318. maddelerin de AB’nin demokrasi ve özgürlük standartlarına uyumlu hale getirilmesini hatırlatıyor.

Bunlara ilâveten yolsuzlukla kapsamlı mücadele, sendikalar kanunu, toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavt düzenlemesinin AB kriterlerine göre tadili gereğini kaydediyor.

Bu çerçevede öncelikle demokratikleşme ve özgürlükler alanında olmak üzere, daha çıkarılması gereken 50’den fazla düzenleme olduğu belirtiliyor…

* * *

Diğer yandan aynı talepler AB canibinden de geliyor. Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Başkanı Joost Lagendik, salt anayasanın bazı maddeleriyle, 301 ve benzeri birkaç yasa maddesinin yetersiz değişiklikle iktifa edilmemesi uyarısını yapıyor. Ankara’nın söz verilen sözkonusu düzenlemelerle birlikte vakit geçirmeden geniş kapsamlı bir anayasa değişikliği üzerinde yoğun bir biçimde çalışması isteniyor.

Ne var ki Başbakan Erdoğan’ın, partisinin son grup toplantısında AB sürecinin kararlılıkla devam edileceği beyânına, hükûmet ve parti sözcülerinin “demokratikleşme” vurgularına mukabil, uygulamada pek ciddî bir gayret gözükmüyor.

Siyasî irâde eksikliği, hükûmetin her “icraatı”nda nüksediyor. Tıkanıklık sürüyor. “Uyum adına” değiştirilen maddelerde her defasında kifâyetsiz makyaj değişikliklerle kalınması, politik zâfiyeti açığa çıkarıyor.

Bunun bâriz örneği, daha önce güya düzeltilen 301’de görülüyor. Zira defalarca değiştirilmesine rağmen bu maddeyle davalar açılmaya devam ediyor. Son değişiklikte maddede yer alan “Türklüğü aşağılamak” ifâdesinin yerine “Türk milleti” ve “Türkiye Cumhuriyeti” tâbirleri getiriliyor; ve kovuşturma Cumhurbaşkanının iznine tabi kılınıyor.

Oysa hukukçular, yıllardır bu sınırlı değişikliğin maddeyi düşünceyi suç saymaktan kurtarmayacağını, AB’nin ifade özgürlüğü normlarına ulaştırmayacağı ikazını yapmaktalar. Tıpkı 312. maddenin 216’ya tebdilinin, bu kapsamdaki dava ve yargılamaların önünü alamadığı gibi…

* * *

Doğrusu yamalarla demokrasi açığı kapanmıyor. Yekpâre ve kapsayıcı temel düzenlemelere ihtiyaç var…

Aslında bu tarz parekende pansuman tedbirlerin bir çözüm getirmeyeceği ve beklenen demokratikleşmeyi sağlayamayacağı, AKP yönetici ve milletvekillerince de biliniyor. Bunun içindir ki gerek partinin karar kurullarında, gerekse grubunda net ve açık bir yol haritası ve çözüm tasarısı ortaya çıkmıyor. Çelişkili ve birbirini nakzeden tezatlar ortasında bir karara varılamıyor.

Parti kurullarında “kapatma dâvâsı” süreciyle ilgili tam yetkinin Başbakan Erdoğan’a verilmesi ve Erdoğan’ın, “dar ve kapsamlı bir ekiple bu işi yürüteceğim” demesi, bunun tezâhürü…

Keza Başbakan’ın, 301’in Meclis Adalet Komisyonunun gündemine getirilmesiyle ilgili olarak, “Türk demokrasisini daha da ileri götürecek seri adımlar tâkip edecek” açıklamasıyla, demokratikleşmeyi takside bağlamasının nedeni bu. Uzun zamandır bekletilen ve çoktan süresi geçen birbirine bağlı uyum yasalarının esaslı bir “demokratikleşme paketi” içine alınmayıp, parça parça ve peyderpey gündeme getirilmesinin gerisinde bu sıkıntı yatıyor.

Sormak lâzım; AB’nin de destek verdiği ve doğrudan demokratikleşmeyle ilintili “kapatma davası” fırsatı dururken, AKP neden hâlâ 301’le başlayıp uyum yasalarını tek tek geçirme yokuşuna sürmekte? “Kapatma dâvâsı” sürecini kapsaması için bir taktik mi?

Siyasî iktidar, neden muhtevalı bir “demokratikleşme paketi”ni Meclis’in önüne getirmekten çekinmekte? Bundan sakındıran nedir?

Demokratikleşmede “ürkeklik” ve “kırılganlığın” kime ne yararı olacak?...

Anlaşılır iş değil…

10.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri