Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Birinci Ağabeyi anarken



Hassâsiyet!..

Beşerî bir haslettir bu hâl ve hareket.

İnsanların, günlük hayatta vuku bulan bazı hadiseler karşısında dikkatli hareket etmeleri, itinalı davranmaları, duyarlı olmaları, ihtimam göstermeleri şeklinde tezahür eder.

İnsanlar, genellikle hassas mizaçlı kişilerin bulunduğu yerlerde normal zamanlardan daha dikkatli hareket etmeye, işlerini itina ile yapmaya hassasiyet gösterirler. Hâsıl olan neticeden de herkes memnun kalır.

Her ne kadar zaman zaman bazı müteheyyic fıtratlı kişilerde zaaf hâlini alarak aşırı alınganlık sebebiyle asabî hareketlerin yapılmasına sebep olsa da bir işin mükemmel yapılması veya insanın kemâle ermesi için hassasiyetin behemehal yaşanması gerekir.

Fakat bu yaşayış mâkul ölçülerde olmalıdır. Zîra insan, hayatında hassasiyet hissine pek yer vermediği zaman gabîleşir. Hadiseler karşısında çok fazla hassas hareket edildiği takdirde ise asabîleşir.

Bu ahvâlin ikisi de hilkatin hikmetine aykırı ve insanın fıtratına zıttır.

İhlâs hassası gibi hassasiyet hissi de hayır ve şerre bakmadan samimî olarak kullanıldığı her yerde netice verir. Fakat asıl kullanılması gereken yer; ibadet, hayır ve hasenelerdir.

Bu hasleti yerinde, zamanında ve usulüne uygun olarak kullanan insanlar, maddî ve mânevî yönden hayatları boyunca faydasını gördükleri gibi öldükten sonra da hassasiyetlerinin tezahürü olarak yaptıkları hâller ve hareketler sayesinde rahmetle anılırlar.

Bu günlerde vefatının birinci yılı vesilesiyle rahmetle andığımız merhum Birinci Ağabey de onlardan biridir.

***

Mehmed Emin Birinci…

1933 yılında, Rize ilinin Pazar kazasının Hisarlı Köyünde dünyaya geldi. Babası köyün eşrafından sayılan Hasan Efendi, annesi takva ehli muttakî bir insan olarak bilinen Elmas Hanımdır.

Maddî, mânevî ve içtimâî yönden ‘çileli devirlerin çocukları’ndan biri olmasına rağmen annesinin, babasının, akrabalarının lisân-ı hâl ile yaptıkları tesirler neticesinde iyi bir aile terbiyesi aldı.

Bütün çocuklara kendi evlâdı nazarı ile bakan ve örnek olma mesuliyeti ile hareket eden köy ahâlisinin hassasiyeti sayesinde hayatı boyunca itina ile yaşayacağı güzel hasletler kazandı.

İbadet hassasiyeti ve okuma hevesi de o hasletler arasındaydı.

Yedi yaşında ilkokula gidip kısa zamanda okumayı, yazmayı öğrendi ise de okuyacak kitap bulamadığı, kendisine verilenlerden de zevk almadığı için okuma hevesini teskin edemedi.

Kendisinin “Sene 1947. Memleketimizin duçar olduğu karanlık devirlerin son yıllarını yaşamaktayız. Karanlık devir, zulmet devri. Zîra çok iyi hatırlıyorum, köylülerin elbirliği ederek tutmuş oldukları köy imamından din dersleri almak için bütün köy çocukları camiye gidiyoruz. Öğrendiğimiz din dersleri Kur’ân okumak, namazın hâllerini öğrenmek, imanın şartlarını bellemekten ibaret” şeklinde anlattığı zor şartlar altında ezberlediği sûreler ve öğrendiği bilgilerle ibadetlerini ifa etmeye çalıştı.

İbadet ettikçe dine ilgisi arttı, merak ettiği hususlar çoğaldı ama dinî dersler vermek yasak olduğu, gizlice verenler de yakalandıkları takdirde şiddetle cezalandırıldığı için sorup öğrenecek kimse bulamadı.

Bunun üzerine o da aile büyüklerinin veya köyün ileri gelenlerinin çeşitli vesilelerle yaptıkları sohbetlere katılıp konuşulanları dikkatle dinleyerek merakını izale etme cihetine gitti.

Akrabalarından Remzi Efendi ile Halil Dayının, Hakkı Usta, Kadir Usta ve köyün ileri gelenleri ile yaptıkları sohbetlerde sık sık Bediüzzaman Said Nursî’den bahsetmeleri dikkatini çekti.

Bir süre sonra onlar Sefer Ustaya getirttikleri risâleleri okumaya başlayınca o da aralarına katıldı. Okunan bahisler merak hislerini tatmin ettikçe ruhunun rahatladığını hissetti ve akşamları Hakkı Ustanın yanına giderek risâle okunmasını istedi.

Kendisi de arzu ettiği için bu isteği memnuniyetle kabul eden Hakkı Usta risâlelerden birini, çoğu zaman da Beşinci Şuâ’yı açıp okumaya başlardı ama gün boyu ağır işlerde çalışarak çok yorulduğundan uykusu geldiği için fazla devam edemezdi.

Ruhu saran okuma iştiyakını bu şekilde tatmin edemeyeceğini anlayan Mehmed Emin, görevlilerin ‘eski yazı’ demelerine kızan ahâlinin ‘eskimez yazı’ diye isimlendirdiği Kur’ân hattını öğrenmeye karar verdi.

Çevresinde, o yazıyı kendisine öğretebilecek pek kimse olmamasına rağmen, daha önce arkadaşları ile birlikte cami hocasından aldığı derslerin de tesiriyle ‘ahdederek, cehdederek’ çalışıp yirmi günde elifbayı söktü ve risâleleri okuyup yazmaya başladı.

İlk zamanlar fazla anlamasa da Risâle-i Nur’u okuyup yazdıkça lisânına âşina oldu. Bu hakikatleri arkadaşlarına da anlatmak için İhlâs Risâlesi’ni Lâtin harfleri ile defterine yazıp isteyenlere verdi.

O kitabı okuyan arkadaşlarının onu başkalarına verip diğer risâleleri istediğini, büyük kitapları yazarak çoğaltmanın da çok zaman aldığını anlayınca Hakkı Ustanın yardımı ile Sözler’i sipariş etti.

Bir süre sonra Sözler ve teksir edilmiş birkaç risâle ile birlikte Mustafa Sungur’un müdafaası da gelince çok sevindi. ‘Hâlis bir niyetle merdane yazılan’ müdafaayı ezberledi ve evlerde, köylerde, kahvelerde yaptıkları derslerden sonra heyecanla okudu.

Mustafa Sungur’un, Samsun Ağır Ceza Mahkemesinde muhakeme edileceğini öğrenince amcasının motoru ile Samsun’a gitti. Hakimin ‘Said Nursî senin neyindir?’ sorusuna onun ‘Üstadımdır, hocamdır’ diyerek cesaretle cevap verdiğini görünce hâllerine hayran kaldı. İkinci gün onu hapishânede ziyaret etti ve bir Nur Talebesi tavrıyla memleketine döndü.

Ortaokulu bitirdiği, liseye de gitmediği için ailesinin günlük işlerine yardım etmenin dışında bir meşguliyeti olmadığından bütün zamanını risâleleri okuyup yazmaya ayırdı.

Bilhassa Mustafa Sungur’un mahkemedeki masum hâllerine şahit olup yaptığı müdafaayı dinledikten sonra başlayan Bediüzzaman’ı görme iştiyakı, risâleleri okudukça daha da arttı.

Bu sayesinde ufku açılıp fikir ve düşünce dünyası gelişince yaşadığı çevre ruhuna dar gelmeye başladı. İki arkadaşı ile birlikte Deniz Astsubay Okulu imtihanlarına girmek için İstanbul’a gitti. Tansiyonunun biraz yüksek çıkması üzerine okula alınmayınca bir otelde kâtiplik yapmaya başladı.

Gazetelerden Said Nursî’nin Gençlik Rehberi Mahkemesi için İstanbul’a geldiğini öğrenince onu görmek maksadıyla muhakeme günü erkenden adliye binasına gidip salona girdi. Kısa zamanda salon, koridorlar ve binanın çevresi tıklım tıklım dolduğundan onun ‘telâşsız, fütursuz, vakur adımlarla dimdik yürüyüşünü’ ve mahkeme reisinin hakim olamadığı kalabalığı bir bakışı ise teskin etmesini ancak uzaktan seyredebildi.

Bediüzzaman’ın Akşehir Palas Oteli’nde kaldığını öğrenince ertesi gün ziyaret etmek için oraya gitti. Fakat heyecandan talebelerine meramını tam olarak anlatamadığından görüşemedi. Onunla karşılaşma anını tahayyül ettikçe heyecandan nefesi kesilecek gibi olmasına rağmen sık sık otele gitti ise de her seferinde bir mâni çıktığından görüşmesi mümkün olmadı.

Bu teşebbüsleri sırasında onun hizmetini gören bazı talebeleri ile tanıştı. Onların talebi üzerine Üstadın, kendisi ile ilgili haberler çıktıkça okumak istediği gazeteleri temin etmek, bavulunu odasında muhafaza etmek gibi bazı cüz’î hizmetlerini görmesine rağmen onunla görüşemedi.

Ziyaret etmek maksadıyla gittiği günlerden birinde, talebesi Muhsin’den onun Cuma namazını kılacağı camiyi öğrenince erkenden camiye girip müsait bir yere oturdu ve aralarda onun namaz kılışını, tesbihât yapışını, duâ edişini hayranlıkla seyretti.

Zîra, namazın ta’dil-i erkânına hassasiyetle riâyet edişi hârikaydı.

***

“Namazın ta’dil-i erkânına dair bir kitap yazsa iyi olur.”

Mehmed Emin’in, Said Nursî’den istediği ilk şey bu oldu.

Namazı dosdoğru kılmaya hayatî bir hassasiyet gösterdiğinden, Muhsin’in, muhtemelen hizmetlerine teşekkür etmek maksadıyla yanına gelip ‘Üstada sormak istediği, yapılmasını arzu ettiği’ bir şeyin olup olmadığını sormasını fırsat bilerek onun gıyabında böyle bir talepte bulundu.

Aslında onun uzun zamandır yapmaya çalıştığı şey Üstadını ziyaret edip elini öperek hizmetine girmek istediğini söylemekti. Fakat çok uğraştığı hâlde bir türlü muvaffak olamamıştı.

Bediüzzaman, o günlerde Akşehir Palas’tan ayrılıp Fatih’teki Reşadiye Oteli’nde kalmaya başlayınca, kendisini ziyaret edemeden onun İstanbul’dan ayrılacağı endişesine kapıldı.

Üstadına, gerektiğinde bazı hizmetlerini görüp ondan bir şeyler isteyecek kadar yakın olduğu hâlde onu görememeyi, yeterince gayret göstermemesine bağlayarak hemen harekete geçti.

Bu sefer muhakkak ziyaret etme kararlılığıyla Reşadiye Oteli’ne gitti. Otelin kâtibinden Üstadın kaldığı odayı öğrenip o kata çıktığı zaman Abdullah Yeğin’le karşılaştı.

“Ağabey, ben Üstad Hazretleri ile görüşmek istiyorum” dedi.

“Üstadımız şu anda meşgul. Biraz sonra haber veririz, kabul ederse görüşürsün” dedi Abdullah da.

Onunla birlikte, Bediüzzaman’ın hizmetinde bulunan talebelerinin kaldığı odaya gittiler. Mehmed Emin, onları önceden de tanıdığı için biraz sohbet etti. Onlara, ziyaret esnasında nasıl hareket etmesi gerektiğini sormaya hazırlanırken, onu görüp kim olduğunu soran Üstadın çağırması üzerine, talebelerinden birinin refakatinde odasına girdi.

Daha önce, Üstadının huzuruna çıktığı zaman neler yapacağını plânladığı, yüzünü doya doya seyretmeyi düşündüğü, hizmet etmek istediğini söylemeyi tasarladığı hâlde o anda heyecandan hepsini unuttu. Sadece ürkek ve çekingen bir tavırla yaklaşıp titreyerek elini öpebildi.

Onun, sıcacık elleri ile şakaklarından tutup şefkatle alnından öptüğü anda ise ruhu ile birlikte bütün duygularının da yıkanıp durulandığını hissederek âdeta kendinden geçti.

Bediüzzaman kendisine nereli olduğunu, ne yaptığını sordu. Ona hâhişle cevap vermek istediği hâlde, dili tutulmuşçasına hiçbir şey söyleyemeyince refakat eden kişi imdadına yetişti.

“Üstadım, bu kardeşimiz Rizelidir, Risâle-i Nur’u okuyor, elinden geldiği kadar hizmet ediyor ve daha çok hizmet etmek istiyor” dedi.

Onun huzurunda iken, nazarını yerden kaldırıp nurânî simasına bir sefer bile bakamadığını ancak, memnun ve mesrur bir ruh hâli içinde odadan çıktıktan sonra anlayabildi.

Aslında bunu yapmayı çok istemişti ama yapamadığı için de herhangi bir pişmanlık hissetmedi. Zîra hayatının en büyük mazhariyetini, orada bizzat Bediüzzaman’ın dilinden aldı:

“Seni hem Zübeyir, hem Bayram, hem Ceylân, hem Hüsnü, hem Tahirî, hem Abdülmuhsin gibi kabul ettim. Risâle-i Nur’a hizmet eyle.”

06.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (30.03.2008) - Şahs-ı mânevî olabilmek

  (23.03.2008) - ‘Zaman, cemaat zamanıdır’

  (16.03.2008) - İstiklâl Marşı'nın tahlili (2)

  (09.03.2008) - İstiklâl Marşının tahlili (1)

  (02.03.2008) - Emir Sultan dervişleri

  (24.02.2008) - Duvar değil, direk olmak

  (21.02.2008) - 'Allah bize yeter'

  (10.02.2008) - II. Abdülhamid Hanın hatıraları

  (03.02.2008) - Şiir ve iklim

  (27.01.2008) - ‘Hakikatli bir rüya’

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri