Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Kıyamet Gününün sıkıntılarından kurtulma yolları



Ey insanlar! Rabbinize sığınıp korunun. Çünkü o Kıyamet zelzelesi çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün her emzikli emzirdiğinden geçer. Her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş gibi görürsün. Oysa sarhoş değildirler. Fakat bu sadece Allah’ın azabının çetin olmasındandır.”

Hac Sûresinin 1 ve 2. âyet-i kerîmeleri Kıyâmet gününü böyle anlatıyor.

İnsanların ıztıraptan, sıkıntıdan, telâştan kendi dertlerine düştükleri, başka hiçbir şeyi düşünmedikleri, terlerin yerlere kadar buram buram aktığı o güne bugünden hazırlık yapmak gerekiyor.

Bir de buna bu sıkıntıların binlerce sene süreceğini ekleyin. Hayali bile ağır gelir insana. O takdirde nasıl hazırlık yapmayıp vurdumduymaz, umursamaz davranabilir insan?

Kolaylık ve güzellikler dini olan İslâm bu hususta da bizi rahatlatıyor. Bazılarına uzun gelen o yıllar, o sıkıntılar inananlar için öylesine hafifletilir ki bir farz namazı kılmaktan daha hafif gelir. Açıkçası dinine bağlı, yaşama gayreti içinde olan mü’mine birkaç dakika gibi kısa gelir o günler.

O gün mü’minler nurdan kürsülere kurulacaklar, bir bulut da üzerlerinde gölge yapacaktır ve o gün, mü’minlere gündüzün bir saati gibi kısa gelecektir.

Peki, mü’min bu sıkıntılardan nasıl kurtulup bu kolaylığa kavuşacaktır? Bunun yollarını Peygamberimiz (asm) bir bir anlatmıştır. Meselâ bir hadis-i şerifte belirtildiğine göre, “Kim bir mü’minin dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da onun Kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim fakir bir borçluya kolaylık gesterirse, Allah da ona dünyada ve ahirette kolaylık gösterir. Kim bir Müslümanın ayıbını örterse Allah da dünyada ve ahirette onun ayıbını örter. Kul kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da kulun yardımcısı olmaya devam eder.”1

Bir hadis-i şeriften de yedi sınıf insanın hiçbir gölgenin bulunmadığı o günde Arşın gölgesinde gölgelendirileceğini öğreniyoruz: Bunlar; adaletle hükmeden idâreci, Allah’a ibadet ederek büyüyen genç, kalbi camilere bağlı olan kimse; Allah için birbirini seven, bu sevgiyle bir araya gelip ve bu sevgiyle ayrılan iki kişi; güzel ve toplumda mevkî sahibi bir kadın kendisini kötü işe davet ettiğinde ‘Ben Allah’tan korkarım’ deyip yanaşmaktan kaçınan kimse, sağ elinin verdiği sol eli bilmeyecek derecede sadakayı gizli veren kimse, yalnız bir yerde Allah’ı hatırlayıp da gözleri yaşaran kimse.”2

O gün alınan abdestlerin, kılınan namazların faydaları daha çok görülecek. Namazın sağlayacağı faydayı “Namaz nurdur” hadîsi ile belirten Resûl-i Ekrem (asm) abdest hakkında da, “Muhakkak ümmetim Kıyâmet gününde abdest nurlarından yüzleri, el ve ayakları parlak olduğu halde çağrılırlar. Binâenaleyh gücü yetenler bu parlaklığı arttırsınlar”3 buyurmuşlardır.

Konuya inşaallah yarın da devam edelim.

Dipnotlar:

1- İbni Mace, Mukaddime: 17; Tirmizî, İlim: 2.

2- Camiü’s-Sağîr, 2:36.

3- Buharî, Vudu: 3; Müslim, Tahare: 34; Tirmlizî, Cumaa: 74; İbni Mâce, Tahare: 6.

15.05.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Şefkatli Habibe ana



Yetmiş yedi yaşındaki Habibe Anayı çoğunuz tanımazsınız. Esasında biz de yakın zamana kadar tanımıyorduk onu.

Yeni Şafak gazetesinin Pazar ilavesinde "Anneler günü" vesilesiyle çıkan bir yazıyı okuyunca haberdar olduk kendisinden.

Meğerse, bu ileri yaşına rağmen yine de harıl harıl çalışan fedakâr anne Habibe Teyze, aynı zamanda "son şahitler"den Dr. Asaf Dişçi'nin öz kızı ve hayatta olan tek evlâdı imiş...

Söz konusu gazete yazısında anlatılanlandan yola çıkarak, bir an evvel gidip onu görmek, yakînen tanımak, onunla alâkadar olmak ve hatıralarını da bizzat kendi ağzından dinlemek istedik.

Evvelki gün akşam üstü arkadaşımız Faruk Çakır, Halil Doğan ve genç kameraman Cüneyt ile birlikte Beyoğlu Tarlabaşı'na doğru yola çıktık.

Polis karakolunun arka taraflarında, dik bir bayırda ve çok dar bir sokakta bulduk Habibe Teyzenin adresini.

Eski mi eski, harabeye dönmüş, su ve elektirik tesisatı belli belirsiz veziyetteki bu binanın üst katlarında üstelik kiraya oturuyorlarmış. Hem de bakıma, yardıma, tedâviye muhtaç küçüklü büyüklü tam dokuz nüfusla birlikte...

Evin hali, tam bir bakımsız müze manzarasını andırıyor. Habibe Ananın kendisi yaşlı, ona sığınmak zorunda kalan kızı kalp hastası, torunları ise henüz öğrenci. Bu yaşlı büyük anne ile damadı karınca kararınca çalışarak evi, aileyi geçindirmeye çılışıyor. Allah yardımcıları olsun.

* * *

Sokağa atılan kâğıtları, kartonları toplayıp satarak torunlarını okutan Habibe Ana, o akşam üstü bize randevü verdiği için eve erken gelmiş. Yoksa, gece geç saatlere kadar çalışmaya, kâğıt toplamaya devam ediyormuş.

Sorularımız üzere, dram yüklü, trajedi yüklü hayat mâcerasını bize şöyle anlattı:

"1931 Erzurum doğumluyum. Annemin ismi Hasibe, babam ise Erzurumlu Dervişoğlulları'ndan Dr. Asaf Dişçi.

"Babam, genç bir teğmen olarak Birinci Dünya Harbine katıldı. Kafkas Cephesinde çarpışırken Ruslar'a esir düştü. Bize anlattığına göre, Sibirya'daki esirler kapmında Bediüzzaman Hazretleriyle görüşüp tanışmış. Anı yerde aylarca birlikte kalmışlar. Orada samimi dost ve arkadaş olmuşlar.

"Esirler, Said Nursî'ye çok büyük saygı, sevgi duyarlarmış. Babam hafızdı. Günde ortalama yedi cüz okuduğunu söylerdi. Bediüzzaman ise, oradaki bütün esirlere hem imamlık yapar, hem de onları kendi yaptırmış olduğu mescide toplayarak nasihatlerde bulunurmuş. Yaşanan musibeti sabırla karşılamalarını, çekilen sıkıntıya tahammül göstermelerini bilhassa tavsiye edermiş. Mâlum, hele o zamanki esaret hayatı çekilir gibi değilmiş...

"Babam, 22 aylık esaret hayatının sonunda, Rusya'daki karışıklıktan ve kamp nöbetçisinin bir anlık uygu gafletinden istifa ile firar etti, geldi. Şark'ta bir müddet muallimlik yaptı. Sonra da hekimliğe merak salarak okudu ve diş hekimi oldu.

"1943 senesinde, ailecek İstanbul'a göç ettik. Fatih'e yerleştik. Babam orada bir muayenehane açtı. Ben henüz 12 yaşındaydım. Henüz 9 yaşında iken Kur'ân'ı hatmetmiştim; ancak, babam 'Kız çocuğu okutulmaz' diyerek beni okula göndermedi. Bir gün muayenehaneye Şeyh Arvasî geldi ve beni okutmayan babama: 'Sen suçlusun. Madem ki kızcağız okumak istiyordu, onu neden okutmadın?' diyerek çıkıştı.

"18 yaşına geldiğimde, saf kalpli babam, sırf namaz kılıyor diye beni bir aileye gelin verdi. Ancak, hiç geçinemedik; bir kız çocuğu dünyaya getirdiğim halde 9 ay sonra ayrılmak ve kızımla birlikte baba evine dönmek zorunda kaldım.

"Gel zaman git zaman, yıllar sonra Çengelköy'e taşındık. Fatih'ten sonra orada da bir evimiz olmuştu. Durumumuz gayet iyiydi. 1957'de annem ölünce, evimizin direği de yıkılmış oldu. Babam iyi bir hanımla tekrar evlendi. Ancak, bir süre sonra o da vefat etti.

"Yine babamın saflığı sebebiyle, Fatih Malta'daki dairemiz maalesef hiç karşılıksız şekilde elimizden çıktı, gitti. Hasta yatağında olan babamın ağzından girip burnundan çıkan oradaki bir müezzin efendi, noter kanalıyla bir dolap çevirerek o daireyi üzerine geçirdi. Sonra, o da bir trafik kazası sonucu bütün aile efradıyla birlikte hayatını kaybetti. Mülk, yine başkasına kaldı.

"Babam Asaf Dişçi, 1971'de vefat etti. Ben yalnız ve kimsesiz kaldım. Evli kızımın ailevî derdiyle, sıkıntısıyla uğraşırken, bir de öğrendik ki, Çengelköy'deki evimiz başkasının üzerine geçirilmiş. İşin içinde mafya falan vardı. O zamanki polis şefi S. Tantan bile başedemedi onlarla.

"Son olarak işte bu tarafa gelip Kasımpaşa, Beyoğlu taraflarına sığındık. Önce kağıt, karton, bakalit ayırma işinde çalıştık. Sigortamızı tam yatırmışlar biliyorduk, meğerse öyle değilmiş.

"Hasılı, ne bababamdan bana bir miras kaldı, ne de başka bir yerden... Ama, yine yılmadım, pes etmedim. Kızıma ve torunlarıma bakmaya, onları okutmaya devam ettim. Topladığımız kâğıt ve kartonları götürüp hurdacıya satıyoruz. Bir ton kâğıda 50 lira veriyorlar. Eh, üç ayda bir aldığım 200 lira civarında bir yaşlılık maaşımız var. Şükürler olsun, az çok geçinip gidiyoruz. En büyük sıkıntımız ise şudur: Ameliyat olması gereken kızımın sağlık masrafını karşılayamıyoruz. Torunlar okula gidiyor. Dersleri iyi, fakat kaldığım ev hiç rahat değil. Üstelik, sular idaresi borcumuz var diye gelip suyu da kestiler, saatı çıkarıp götürdüler. Bakalım halimiz ne olacak. Şükürler olsun, yfarzları ifâ edebiliyorum. İnşaallah, ölünceye kadar de öyle devam ederim. Sağolun, varolun, geldiğiniz için..."

15.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Devlet-din ilişkileri



Devlet; milletin teşkilatlanmış müessesesidir. Devlet, millet için vardır; yoksa, millet devlet için değil. Devlet; milletin inanç, örf, gelenek ve kültür değerlerine göre şekillenir.

Ne var ki, 18. asrın yarısından itibaren “sanayi devrimi” ile nükseden seküler, lâdini akımlar, dine, maneviyâta savaş açmıştı. Bütün yıkıcı felsefik akımların birleşmesinden hasıl olan “deccalizm” rüzgârları, Osmanlı devletini sarar. Nihayet 20. asrın ilk çeyreğinde sahneden çekilir. Yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise, tamamen bu felsefik akımların etkisinde yapılanır.

Din, maneviyat, toplumun en temel ve en tabiî haklarındandır. Cemaat, toplumu oluşturan katmanlardan bir parçadır. Ne var ki, sistem, rejim; yeni bir prototip ortaya çıkarma, dini dışlama, cemaatleri kontrol anlayışına göre yapılanmış. Bu anlayışın gereği olarak her şeye karar veren bir otorite, bir mit, sorgulanamaz güç konumunda. Başta inanç ve düşünce olmak üzere, giyimkuşama kadar her şeye “devlet” karar verir. Ferdin hürriyeti sınırlıdır. Devlet emreder; onun kulları harfiyyen uymak zorunda! Bu, devleti, bütün toplum görevlerinin, ekonomik ve kültürel hayatın tek düzenleyicisi olarak gören anlayıştır.

Milletin sosyal ve siyasî taleplerini dikkate almayan devlet, demokratik gelenekleri yerleşmiş olan ülkelerdeki kadar milletle barışık olmadığı için, milletle ciddi bir mücâdele halindedir.1

20. yüzyılın başlarından beri hâkim olan devletçilik zihniyeti, devletçiliğin katı temsilci Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra itibardan düşmüştür.2

İşin en tehlikeli tarafı, devletin, sistemin kutsallaştırılmasıyla birlikte putlaştırılmasıdır. Buna göre devlet, bir nevî “yeni putperestlik”tir. Yaşayabilmek için, sistemde var olan veya olmuş gibi görünen değerleri, sorgusuz suâlsiz kabul edip, bu değerler doğrultusunda hareket etmeye yöneliktir. Yâni, Firavunun putu köle, kölenin putu Firavun, hep birlikte kurdukları sistem bir başka put ve herkes ona tapıyor. Tapındığı şey ortadan kalkarsa diye bir korku yaşar ve ona sımsıkı yapışır.3 Devleti ziyadesiyle kutsayıp, putlaştırır ve kendi başına musallat eder. Bu anlayışa göre “devlet millet için değil, millet devlet için” vardır.

Şu halde, jakoben laik ulusalcıların da, “siyasal İslâmcı, muhafazakâr sağcıların” da devlet anlayışı, kendileri zıt kutuplarda olmakla beraber, aynı muhtevâdadır. Oysa, her devletin, hattâ yamyamların da bir kanunu, bir sistemi vardır. Devlet kanûnî olabilir. Ancak, önemli olan hukûkîlik ve sivil zihniyetin, demokrasinin hâkimiyetidir. Keyfîliğin ve istibdadın hâkim olduğu teşkilâtlanmaya “hukuk devleti” denemez.

Dipnotlar:

1- Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay Prof. Dr. Mustafa İsen, vd., Türk Eğitim Sistemi/Alternatif Perspektif, TDV, Ank., 1996, s. 5.; 2- Age, s. 9899.; 3- Alev Alatlı, Zamansız Sözler (Eyüp Can) Timaş, İs., 2000, s. 83.

15.05.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İmân artar ve eksilir



Ankara’dan Latife Hanım: “İman artar ve eksilir mi? Ayrıca amel imandan sayılır mı?”

İman, Allah Resûlü Hazret-i Muhammed’in (asm) Cenâb-ı Hak’tan vahiy yoluyla getirdiği her habere gönülden inanmaktır. “Peygamber size ne emrederse onu alın! Sizi neden alıkoyarsa ondan sakının”1 âyeti veya “Muhakkak ki, sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler”2 âyeti imanın çerçevesini çizmektedir. Şu âyet de Peygamber Efendimiz’in (asm) haberlerinin doğrudan vahye dayandığını bildirmektedir: “O, arzusuna göre konuşmaz. O (bilgiler ve haberler) vahyedilenden başkası değildir.”3

İmanın karşıtı küfürdür. Küfür, hakkı inkâr etmekten başka bir şey değildir. İman edene mü’min; inkâr içinde olana da kâfir dendiğini biliyoruz.

İman edilecek meseleler, Peygamber Efendimizin (asm) mübarek iki dudağı arasından dökülen haberlerin ve bilgilerin tamamıdır. Tamamen vahye dayanan bu haber ve bilgilerde Peygamber Efendimizden (asm) sonra ilave veya eksiltme anlamında artırma ve eksiltme olmamıştır. Mümkün de değildir. Çünkü vahiy dönemi bitmiştir. Bu açıdan; bu haberlerden bir kısmına iman etmeyen birisi ile tamamına iman etmeyen birisi arasında küfür açısından hiçbir fark yoktur. Meselâ birisi Allah’a ve ahiret gününe iman ettiğini, ancak meleklerin varlığına inanmadığını söylese, bu makbul bir iman olmaz ve insanı küfre götürür. Başka bir ifadeyle, iman bir bütündür, bölünme kabul etmez, ilâve veya eksiltme kabul etmez. Bir mü’min, Kur’ân’ın ve Peygamber Efendimizin (asm) verdiği haberlerin tamamına iman etmekle yükümlüdür.

Bediüzzaman’a göre, imanda zayıflık veya derinliğine inkişaf bakımından artma veya eksilme, güçlenme veya zayıflama4 vardır. Yani imanda taklit veya tahkik söz konusu olduğu gibi; tahkikin dereceleri de söz konusudur. Yani, bir bölünmeye yol açmaksızın, aynı kapsam ve çerçeve içindeki iman esaslarına, ilme’l-yakîn (bilgiye dayalı), ayne’l-yakîn (görür gibi) ve hakka’l-yakin (hakikatini bizatihî hissederek ve yaşayarak) gibi muhtelif derecelerde iman etmek mümkündür.

Kur’ân, imanın “inkişaf ve kuvvet” mânâsında “artmasına” muhtelif âyetlerinde işaret etmektedir. “Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun’ dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.”5 Bir diğer âyette şöyle buyurulur: “Mü’minler, düşman birliklerini görünce, ‘İşte bu, Allah’ın ve Resulünün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Resulü doğru söylemişlerdir’ dediler. Bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırmıştır.”6 Şu âyet de hidayetin artabileceğini haber veriyor: “Hidayete erenlere gelince, Allah onların hidayetini artırır. Onların Allah’a karşı gelmekten sakınmalarını sağlar.”7 Hidayetin artması, imanın inkişaf, derinlik ve kuvvet kazanması ve ahlâk ve amele yansıması demektir.

Amel, imanın artıp eksilmesinde etkindir. Çünkü imanın ifade bulması amel ile mümkündür. Çeşitli ibadetler, Allah’a itaat, zikir, günahlardan pişmanlık, tövbe ve istiğfar, tefekkür, tefekkürde derinleşmek, Allah rızası için atılan adımlar ve yapılan hizmetler, imanın artmasında etkin birer ameldirler. Bediüzzaman bu anlamda “Akaidi ve imânî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir”8 der. Ancak amel imandan bir parça değildir. Bu açıdan; ameldeki hata ve günahlar affa uğrayabilir. Kur’ân, muhtelif âyetlerinde “Âmenû ve amilüssâlihât” (İman edenler ve salih amel işleyenler)9 ibareleriyle salih ameli imanın bir neticesi saymış, ancak imanın içinde göstermemiştir.

DUÂ

Ey Mü’min! Ey Güvenen, ey Güvenilen, Ey Güvenilmeyi emreden, Ey Emin olan! Ey Emin olunmayı emreden! Ey Eman veren! Ey mü’minin elinden tutan! Ey emanetlerin gerçek Sahibi olan Allah’ım! Bizi, güven veren, güvenilen, kendisinden emin olunan, emanete riâyet eden ve iman eden kıl! Elimizden tut ve bize dünyada eman ver! Kabirde eman ver! Mahşerde eman ver! Sıratta eman ver! Bizi emin makam olan rızandan, muhabbetinden, rahmetinden, lütfundan ayırma! Bizi emin memleket olan Cennetine götür!

Âmin… Âmin… Âmin…

Dipnotlar:

1- Haşir Sûresi, 59/7; 2- Fetih Sûresi, 48/10; 3- Necm Sûresi, 53/3,4; 4- Sözler, s. 284; 5- Âl-i İmran Suresi: 173; 6- Ahzab Suresi: 22; 7- Muhammed Suresi: 17; 8- Rıyâzu’s-Sâlihîn, 151; 9- İşârâtü’l-İ’câz, s. 140; 10- Bakınız: Bakara Suresi: 25, 82, 277; Al-i İmran Suresi: 57; Nisa Suresi: 57, 122 ,173; Maide Suresi: 9, 93; Araf Suresi: 42 vd.

15.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KAPLAN

Geçmişler ola!



Saygıdeğer okuyucular;

Sizlere:

Boğasçı.

Çulha…

Dökmeci.. gibi bazı kelimeleri söylesem.

Yahut şunları desem:

Foyacı, hanot, kalcı… Kalemkâr….

Bir de şunları yazsam:

Başlıkçı, döğücü, divitci… Ebrucu….

Maktacı, minacı, mühürcü, mühreci, münadi, remakçı, savatçı, vassaleci.

Bu ve benzeri bazı kelimeleri alt alta yukarıdaki gibi sıralasam….

Bilmem ki;

Ne tepki verirsiniz?

Acep ne düşünürsünüz bu kelimeler hakkında?

***

Bunlar;

Osmanlı’daki bazı sanatlar ve meslek erbabı idiler ve daha geçen yüzyılın başlarında varlıkları devam ediyordu!

Ankara, tiftik sof kumaşları ile,

Ayaş, şekerci ustaları ile,

Bursa ve Basra,

Çeşmibülbül, inci ve kumaşı ile,

Dağıstan-Kafkas,

Altın, gümüş, fildişi kılıç ve kamaları ile….

Ve;

Yine:

Diyarbakır; kuyumculuk ve kumaşları ile; Çanakkale ise halı, rıh ve zağ ile….

Edirne ise tezhip, hat, katıa ve cilt sanatı ile meşhur illerimizden idiler!

***

Ayrıyeten:

Halısı ile Hereke.

Tuğla ve kiremidi ile Haliç-İstanbul...

Tüylü valensa ve işlemeleri ile;

Girit…

Halı, semer ve gülyağı ile;

Isparta!

Eski çelik işlemeleri ile Mudurnu.

Kâğıt depoları ile Semerkand ve silâhları ile Tiran….

Çakmalı bakırları ile “Yemen ellerimiz” vardı!

***

Sayfalar dolusu sıralayabileceğimiz:

Vüssale, mütteka, verdimuhammedi, hakkaklık, kaşağı..

Ve de;

Sedefçilik..

Tüfenk, simkeşlik…

Suzani, halile, gümüşçülük gibi sanat ve sanat erbabına….

Bunları üretmekle meşhur topraklarımıza ve daha nicelerine ise bu yazının muhtevası içerisinde sıra gelmesine imkân ve ihtimal yok!

Beylikler dönemi dahil tarihimizin hiçbir döneminde toplum olarak bu kadar hedefsiz kalmamış idik…

Hedefi sapmış ve idealsiz bir toplum.

Ne kadar acı!

Bu yüzden de tarih boyunca:

Üretken bir millet olmadığımıza, inandırmayı başardılar, bizleri.

Geçmişler ola...

15.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

301 genelgesi



AKP, üç seneye yakın süredir dokunmamak için ayak sürüdüğü TCK 301’i nihayet değiştirdi. Hakkındaki kapatma dâvâsının hemen ardından attığı bu adımı, Barroso ile Rehn’in Türkiye ziyaretine yetiştirmek için de çok uğraştı, ama verdiği teklif CHP’li Meclis Başkanvekiline takıldığı için gerçekleşmedi.

Bu kadar senedir yanaşmadığı bir konuyu bir anda gündemin ilk sırasına alma aceleciliği ister istemez “Kapatma dâvâsı ile başları sıkışınca AB’yi hatırladılar” algı ve yorumlarına kapı açtı.

Neticede CHP’li vekilin geçici engellemesi Başkan Toptan’ın ülkeye dönüşüyle aşıldı; teklif komisyon ve Genel Kurul aşamalarındaki kavgalı gürültülü tartışmalarla Meclisten ve akabinde Köşk onayından geçerek yürürlüğe girdi.

Maddedeki Türklük kelimesini Türk milleti, cumhuriyeti Türkiye Cumhuriyeti olarak değiştiren; ceza üst sınırını üç yıl hapisten iki yıla indiren ve dâvâ açılmasını eski 159’da olduğu gibi yeniden Adalet Bakanlığı iznine bağlayan yeni 301’in de temeldeki sorunun çözümü için yeterli olmadığı yönünde yaygın bir kanaat hakim.

Kelime oyunlarıyla, rötuşlarla, makyajlarla işin geçiştirilmek istendiği gibi bir izlenim var.

Asıl çözüm olan 301’in tümden kaldırılmasına bir türlü yanaşılmazken, böyle bir maddenin lâzım olduğuna ilişkin görüşler seslendiriliyor.

AKP’nin hukukçu profesör milletvekillerinden Zafer Üskül ise maddeyi kaldırmak yerine değişiklikle yetinilmesini şu şekilde izah ediyor:

“163 kalktıktan sonra yerine başka maddelerin kullanılması, bize 301’i kaldırmaktan çok değiştirmenin daha gerçekçi olacağını düşündürdü.”

İyi de, mesele zaten bu zihniyetin kullanabileceği maddeleri tamamen kaldırmak değil mi?

Ve işin bu ciheti hak ve özgürlük savunucularınca “Sorun 301’le bitmiyor, başka 301’ler de var, tamamı temizlenmedikçe sıkıntı bitmez” denilerek yıllardır ısrarla dile getirilmiyor mu?

Ama başından beri bu konulara, olayı bir bütün olarak kuşatıp kapsamlı ve kalıcı bir reform mantığıyla yaklaşmayı başaramayan AKP, çok gecikmeli ve samimiyeti de sorgulanan bir adım atarak, 301’i makyajla geçiştirmeyi tercih etti.

Bakalım, yapılan değişiklikler uygulamaya nasıl yansıyacak? Madde fikir ve ifade özgürlüğü üzerinde baskı aracı olmaktan çıkarılabilecek mi?

Bu çerçevede konuyla ilgili olarak Adalet Bakanının savcılara gönderdiği yazı dikkat çekici.

Aşağılama içermediği sürece, kırıcı, şok edici ya da rahatsız edici olsa bile düşünce beyanları için 301’den dâvâ açılmamasını istiyor Bakan.

Ve ayrıca şu taleplerde bulunuyor:

* Her suç duyurusunu işleme koymayın.

* AİHM kriterlerini unutmayın.

* Soruşturma için Bakanlık izni gelmeden, suçlanan kişilerin ifadesine başvurmayın.

* Bakanlık soruşturma izni verse bile siz mutlaka dâvâ açmak zorunda değilsiniz.

Bütün bu talep ve tavsiyeler, 301 soruşturma ve dâvâlarında savcıları daha fazla inisiyatif almaya ve sorumluluğu üstlenmeye davet ediyor.

Ve bir anlamda Bakanlık, dâvâ açma izninin tekrar kendisine iade edilmiş olmasının getireceği yük ve mes’uliyeti olabildiğince üzerinden atarak topu savcılara aktarma refleksi sergiliyor.

Bakalım, savcılar bu tavsiyelere ne kadar uyacaklar ve söz gelişi, askerden gelecek suç duyuruları için re’sen “soruşturma ve dâvâ açmama” cesaret ve inisiyatifini gösterebilecekler mi?

Ya da, maddede değiştirilmesi ısrarla istenen “aşağılama” kelimesini savcılar nasıl yorumlayacaklar? Eskiden en sıradan eleştirileri dahi, metnin önceki halinde yer alan “tahkir ve tezyif” kapsamında görerek dâvâ açanlar, “aşağılama” ibaresini uygulamada nasıl değerlendirecekler?

Temennîmiz, Bakanlığın genelgesindeki yaklaşımın savcılar ve hakimler tarafından içselleştirilip, yargının sırf düşünce ve ifade hürriyetini kısmak için açılan dâvâlarla meşgul edilmemesi.

Ve yargının 28 Şubat etkisinden kurtulması.

15.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Soran var mı ki?



Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Yönetim Kurulu Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, MÜSİAD’da düzenlenen bir toplantıda yaptığı konuşmada, Türkiye’nin Avrupa Birliği vizyonuyla ilgili dikkat çekici tesbitlerde bulundu.

“Niçin Avrupa Birliği?” sorusuna cevap arayan Hisarcıklıoğlu, rakamları konuşturdu ve çarpıcı bir örnek verdi. Hisarcıklıoğlu, Türkiye’nin yıllık yüzde 7 kalkınma hızıyla 2019 yılında AB üyesi ülke vatandaşlarının sahip olduğu millî gelirin yarısına ulaşabileceğini ifade ederken, yüzde 4 nisbetindeki bir kalkınma hızıyla bu seviyeye ancak 2050 yılında gelinebileceğine işaret etti. Ardından da sordu: Karar sizin, AB seviyesine ya da yarı seviyesine 2019’da mı, yoksa 2050 yılında mı ulaşmak istersiniz?

MÜSİAD Genel Merkezindeki toplantıda, gazeteci arkadaşlarla birlikte TOBB Başkanını dinlerken; bu sözler üzerine gayr-i ihtiyarî sordum: İyi de millete böyle bir soru soran yok ki!

Gerçekten, millete böyle bir soru sorulsa her halde “Bir an önce AB üyesi ülkelerin sahip olduğu ekonomik refah seviyesine ulaşmak isteriz, bunun için de çalışırız” diyecek. Zaten çeşitli anket ve araştırmalarda da bu talep ortaya çıkıyor. Problem, milletin taleplerine kulak asmayan idarecilerden kaynaklanıyor...

“Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” tesbitini unutmadan ekonomiyi de ihmal etmemek gerekiyor. Bu tesbiti şunun için hatırlatma ihtiyacı hissettim: Hürriyetleri unutarak, sadece ‘ekonomi’ demek sûretiyle demokrasi ve hürriyetlere kavuşmak mümkün olmuyor. Hürriyetlerin gelişmediği yerlerde, ekonomiler de gelişmiyor ya da kalıcı olmuyor. Bu bakımdan, bu hassas dengeyi hatırda tutmak lâzım.

Türkiye’nin AB’ye üye olmasını istemeyenlerin sarıldığı ‘dal’ların içinde hürriyet ve demokrasi var mı? Ya da şöyle soralım: Demokrasi kâmil mânâsıyla tesis edilmiş olsa, AB yolunda daha kolay ilerlemez miydik? O halde, ekonomik kalkınmayı sağlamak için AB yolunu açmak da önce hürriyet, adalet ve demokrasiyi tesis etmekle sağlanmalı değil midir? Zaten Hisarcıklıoğlu da, “Eğer zenginleşmek istiyorsak, demokrasiye dört elle sarılıyor olmamız lâzım” diyerek bu tesbiti tasdik etmiş oldu.

TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu, “her şey güllük, gülistanlık” diyenlere de yine rakamlarla cevap verdi. Bilhassa Anadolu’dan feryadlar yükseldiğine işaret eden Hisarcıklıoğlu, “İnsanın sağlıklı olduğu nereden anlaşılır? Tansiyonu, nabzı ve şekerine bakılır vs. Ekonominin gidişâtı da büyüme rakamlarından anlaşılır. Son aylarda pek çok kalemde satışlar geçen yıla göre düşmüş durumda. 2007-2008’de maalesef bütün Anadolu SOS veriyor, alarm veriyor” diyerek bir gerçeği ifade etti.

Bu problemlerin yanında, ekonomide ‘üretim planlaması’nın olmaması da sıkıntılara sebep oluyor. Bürokrasinin geçmiş yıllarda tekstil sektörünü teşvik ettiğini, son yıllarda ise “Bu sektöre gereksiz yatırım yapıldı” denildiğini hatırlatan Hisarcıklıoğlu, “Suç varsa, bu sektöre yatırım yapanda değil. Siz teşvik ettiniz, iş dünyası da yatırım yaptı. Şimdi niçin yatırım yapanı suçluyorsunuz?” sorusunu yöneltti.

Bu tesbitleri dile getiren sadece TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu değil. Pek çok kişi, bu ve benzeri tesbitleri ifade ediyor. Aslında ‘yetkililer’ de bu işin farkında, onlar da bu tesbitlere itiraz etmiyor. Ancak iş bu tesbitleri icra sahfasına koymaya gelince nedense işler karışıyor.

Millete sormayanlara hatırlatalım: Millete sormadan, onun ‘rey’ini almadan iş yapmak mümkün değil. Sorun ve ‘doğru’ cevapların gereğini yapın!

15.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Krizin krizle kapatılması…



Ekonominin vaziyeti, son süreçte iktidar partisinin “kapatma dâvâsı”yla âdeta kapatılmakta. Türkiye’nin gerçek gündemi ıskalanmakta…

Her ne kadar siyasî iktidar sızlansa da, başörtüsü yasağına dair anayasal düzenlemelerin Anayasa Mahkemesine gitmesiyle AKP ile MHP arasında karşılıklı “tuzak” suçlamasına dönüşen başarısız politikaların ve ekonomik krizin gündem dışı kalması, aslında hükûmetin işine geliyor. En iyimser ekonomistler dahi birkaç aydır sürekli “Kriz geliyor” uyarısını yaptılar. Gündemin bir numaralı maddesinin ekonomi olmasının gerektiğini bildirdiler. Lâkin hükûmet oralı olmadı.

Bu hususta Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ün, “Krizdeki piyasa âcil kalp masajı bekliyor” çağrısı, durumun vahametinin ifadesi. Küçük-büyük birçok işyerinin devlete olan sigorta ve prim borcundan aynen işyerlerini kapatmaya ve işçi çıkarmaya başladığını belirtiliyor.

Vatandaşların faiz ve cezalarıyla 74 milyar yeni Türk lirasını aşan, her geçen gün faiz ve zamlar yüzünden daha da kabaran ve ödenemez hale gelen birikmiş borçlarının faiz ve cezalarını kaldıracak ve taksitlendirecek tedbirleri almasını öneriyor. Âcilen can çekişmekte olan piyasaları hayata döndürecek tedbirler alınmadığı takdirde durumun daha da vâhim olacağını haber veriyor…

Keza TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, son altı yılda sanayide yaşanan mâliyet artışlarına karşılık ihracat fiyatlarının gerilediğini nazara vererek piyasaların ciddî sıkıntı içinde olduğunu söylüyor. Carî açık ve bütçe açığına dikkat çekip iç piyasaların “alarm” verdiğini haber veriyor. TOBB Başkanının “Türk sanayicisi komisyoncu oldu; Türkiye’nin günlük câri açığı 100 milyon dolar, bulamazsak kriz çıkar” diye açık açık ikaz etmesine rağmen açığın artması, endişelendiriyor.

Piyasalarda adeta yaprak kımıldamadığını kaydeden Adana Ticaret Odası Başkanı Şaban Baş’ın bunu “adı konulmamış kriz” olarak nitelendirmesi, son günlerin önemli tespitlerinden. Buna göre, piyasaları vuran krizle karşılıksız çek ve senetlerdeki artışa paralel olarak, iflâslar ve kapanan şirket sayısı artacak. Tedbir alınmaması halinde olumsuzlukların daha da derinleşecek. Yılın ilk dört ayında 16 bin şirketin kapanması, reel sektörün can çekişmesine en bâriz bir örnek…

Türkiye’nin hızla bir türbülansa sürüklendiği, artık ekonomiden sorumlu bakanlarca da itiraf ediliyor. Ne var ki, son demde “kapatma dâvâsı”na odaklanan hükûmet, ekonomideki gidişatı da buna bağlamak istiyor.

Başbakan Yardımcısı Nâzım Ekren, hızla yayılan küresel krizin ilâve krizleri tetikleyebileceğini, faiz, petrol ve altın göstergelerinin hızla tırmanmasıyla, Türkiye’nin bu süreçten etkilendiğini anlatmakla geçiştiriyor. Hükûmetin enflasyon hedefini yüzde 4 olarak açıklamasına karşı, Maliye Bakanı Unakıtan’ın, “Türkiye’de enflasyon hızlı bir şekilde düşmeyecek, hiç kimse yüzde 4’ler falan beklemesin; Türkiye artık eskisi gibi de büyümeyecek” demesi, bunun en açık ikrarı. Ancak Unakıtan da “kapatma dâvâsı”nın yabancı yatırımcıları etkileyeceğinden hareketle, “siyasî belirsizliğin ekonomik belirsizlikleri getireceğini” nazara vermekle yetiniyor. Merkez Bankası Başkanı, daha Şubat ayında “Dalganın ortasındayız” demişti. Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in, “tedarik şoku”yla yükselecek carî açığın bu yıl 50 milyar dolara dayanacağını sözleri, aslında iflâsın resmen tescili. Tıpkı Başbakan, Maliye Bakanı ve diğer iktidar partisi sözcüleri gibi olumsuzlukları global krize bağlayarak “tepkileri” hafifletmeye uğraşıyor. “Bu durumu 2001’de de yaşadık” diyen AKP Genel Başkan Yardımcısı Mir Dengir Fırat’ın, “esnafın dönüşümünün yaşandığı bu dönemde yeniden ekonomik krizle karşı karşıya kaldığını” kaydetmesi, ibret verici…

Bu arada tıpkı fert başına düşen millî gelir” gibi, işsizlik rakamları çarpıtılıyor. Her yıl ilâve edilen işsizler ordusu eklenmeden işsiz sayısı düşük gösteriliyor. Uzmanlar, sıcak paraya dayalı ekonomi politikalarıyla, tarımdan devlet desteğinin kesilmesi, altyapısı olmayan dalgalı kur sistemi ve yüksek faizle spekülatif ve riskli bir ekonomik durgunluğun çöküntüye ittiğini ikaz ediyorlar.

Bu defaki krizin 2001 yılındaki gibi bir gecede olmayacağı, daha ağır ve uzun süreli olacağı tespiti yapan ekonomistler, işin sanıldığından daha vâhim olduğunu, lâkin hükûmetin sadece seyrettiğinden yakınıyorlar. En vâhimi ise gittikçe ürküten kargaşaya karşı hükûmetin hâlâ bir irâde ortaya koyamaması, “Kapatma dâvâsı” mağduriyeti ve politik mâzeretlerle günü kurtarmaya çalışması. Demokratikleşmeyi, “yeni anayasa”yı, inanç ve eğitim hürriyetini, köklü yapısal değişiklikleri, temel hak ve özgürlüklere dair uyum yasalarını ötelediği gibi, ekonomideki tedbirleri de öteleyip ertelemesi. Kapıya dayanan krizin “kapatma davası”yla kapatılması, krizi krizle kapatma politikası…

Oysa bir an önce plânlı ciddî bir tedbir alması gerekiyor...

15.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet ARICAN

Doğuştan özürlü memurların sıkıntısı Reform Yasasıyla giderildi



5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununda değişiklik yapılmasını düzenleyen 5754 sayılı Kanun 2 Mayıs 2008 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Böylece sosyal güvenlik reform yasasının ikinci ve en önemli ayağı olan 5510 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesi için önündeki engeller de kalkmış oldu.

5434 sayılı mevcut Emekli Sandığı Kanununun 39/j maddesinde; “Göreve girişlerinde, Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkında Yönetmeliğe uygun olarak alınmış ve raporda sakatlık oranı en az yüzde 40 olanlardan fiilî hizmeti 15 yıl olanların istekleri üzerine; emekli olabilirler.” hükmü bulunmaktadır. Bu hükme göre, Emekli Sandığı sadece kamuya sakat kadrosu ile memur olanları yaşları ne olursa olsun 15 yıl fiilî hizmete sahip olanları bu madde hükmünden yararlandırarak emekli etmekteydi. Eğer kamu idarelerinde çalışan kişiler doğuştan özürlü olsalar ve sakatlık oranları da yüzde kırkın üzerinde olsa bile, işe girerken özürlü kadrosundan girmedikleri için bu durumda olan kişiler özürlü emekliliğinden yararlanamamakta ve mağdur olmaktaydılar.

İşte doğuştan özürlü olduğu ve özürlülük oranı yüzde kırkın üzerinde olduğu halde sırf sakatlık kadrosundan işe giremeyen kamu çalışanlarına 5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasasıyla büyük bir imkân ve hak getirildi. Buna göre, 8 Mayıs 2008 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 5754 Sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 68 inci maddesi ile değişik 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükmü gereğince, halen 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre iştirakçi olanlardan, bu görevlerine başlamadan ilgili mevzuatına göre alınmış ve en az % 40 oranında özürlü olduklarını gösterir sağlık kurulu raporu bulunanlar ile en az yüzde 40 oranında doğuştan özürlü olduklarını belgeleyenlerden ve halen görevde bulunanların aylık bağlanmasını talep etmeleri durumunda, en az 5400 gün (15 yıl) hizmetlerinin bulunması şartıyla yaşlılık aylığı bağlanması mümkün olacaktır.

Ancak göreve başladıktan sonra Sosyal Güvenlik Kurumunca yetkilendirilen sağlık hizmet sunucularının sağlık kurullarınca usûlüne uygun düzenlenecek raporlar ve dayanağı tıbbî belgelerin incelenmesi sonucu, Kurum Sağlık Kurulunca çalışma gücündeki kayıp oranının; a) % 50 ilâ % 59 arasında olduğu anlaşılanlar için en az 5760, b) % 40 ilâ % 49 arasında olduğu anlaşılanlar için ise en az 6480, gün uzun vadeli sigorta kolları primi bildirilmiş olması şartları aranacaktır. 5510 sayılı Kanunun bahse konu geçici 4’üncü maddesi hükmü gereği olarak artık 1 Ekim 2008 tarihinden itibaren doğuştan özürlü olan memurlar da, sakat kadrosundan memuriyete girmemiş olsalar bile, yaşları ne olursa olsun 15 yıl fiilî hizmete sahip iseler özürlü aylığından istifade edebileceklerdir. Bu durumda olan memurların yeni sosyal güvenlik yasası ile kendilerine getirilen bu imkândan yararlanmaları için çalıştığı kurumlar aracılığı ile Sosyal Güvenlik Kurumuna (SGK) başvurmaları gerekmektedir.

Disiplin cezası sonucu görevden ayrılan memurlara borçlanarak hizmet kazanma hakkı geldi

Bilindiği üzere, 4 Temmuz 2007 tarihli ve 5525 sayılı kanun ile, devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla basit veya nitelikli zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyet kırıcı suçlar veya istimal ve istihlâk kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık, resmî ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, devlet sırlarını açığa vurma suçları sebebiyle görevleriyle sürekli olarak ilişik kesilmesi sonucunu doğuran disiplin cezaları ile 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununun 68’inci maddesinin ikinci fıkrasının (e) ve (f) bentlerine göre verilmiş yer değiştirme cezaları ve 69’uncu maddesine göre verilmiş meslekten çıkarma cezaları ile emniyet hizmetleri sınıfına dâhil personel ile çarşı ve mahalle bekçileri hakkında verilen meslekten çıkarma cezaları hariç olmak üzere; kanun, tüzük ve yönetmelikler gereğince memurlar ve diğer kamu görevlileri ile bu görevlerde bulunmuş olanlar hakkında 23.04.1999 tarihinden 14.02.2005 tarihine kadar işlenmiş fiillerden dolayı verilmiş disiplin cezaları bütün sonuçları ile affedilmişti.

Ayrıca, 5525 sayılı Kanunla getirilen disiplin affı, 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanunu, 3466 sayılı Uzman Jandarma Kanunu, 3269 sayılı Uzman Erbaş Kanunu ile 357 sayılı Askerî Hâkimler Kanununa tâbi personel hakkında uygulanmamıştı.

5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun geçici dördüncü maddesi ile, 5525 sayılı kanundan yararlanılarak disiplin cezaları bütün sonuçları ile affedilen kişilere, görevlerinden ayrıldıkları tarih ile göreve başladıkları tarih arasındaki prim ve kesenek ödenmemiş sürelerin borçlanılması ve hizmet olarak kazanılması imkânı geldi.

5510 sayılı Kanunun geçici dördüncü maddesinde konu ile ilgili olarak şu hükümler bulunmaktadır; “Personel mevzuatına göre almış oldukları disiplin cezası sonucu 23/4/1999 tarihi ile 14/2/2005 tarihleri arasında memuriyetleri sona erenlerden 22/6/2006 tarihli ve 5525 sayılı Kanun uyarınca haklarında verilmiş disiplin cezaları bütün sonuçları ile ortadan kaldırılanların, bu Kanunun yürürlük tarihinden itibaren altı ay içerisinde kuruma müracaatları halinde, görevlerinden ayrıldıkları tarih ile göreve başladıkları tarih arasındaki prim veya kesenek ödenmemiş süreleri, istekleri halinde, görevlerinden ayrıldıkları derece ve kademelerine prim veya kesenek ödenmemiş veya borçlanmak istedikleri sürenin her üç yılına bir derece ve her yılına bir kademe verilmek ve öğrenim durumları itibariyle 657 sayılı devlet Memurları Kanununun 36 ncı maddesindeki yükselebilecekleri dereceleri geçmemek üzere tespit edilecek derece, kademe ve ek göstergeleri ile emekli keseneğine esas aylığın hesabına ait tüm unsurların toplamının müracaat tarihinde yürürlükte olan katsayı ile çarpımı sonucu bulunacak tutarlar esas alınarak, yine o tarihteki kesenek ve karşılık oranları borçlandırılmak suretiyle hizmetten sayılır. Bundan doğacak borç tutarının tamamı borcun tebliği edildiği tarihten itibaren iki yıl içinde kendileri tarafından eşit taksitlerle veya defaten ödenir.” Bu maddenin yürürlük tarihi 1 Ekim 2008 olarak belirlenmiştir.

Özetle, 23.04.1999 tarihinden 14.02.2005 tarihine kadar işlemiş olduğu fiillerden dolayı disiplin cezası alarak görevlerinden ayrılan memurların almış oldukları disiplin cezaları 5525 kanundan yararlandıkları için kaldırılmışsa, bu durumda olanlara 5510 sayılı Kanunla görevlerinden ayrıldıkları süre ile göreve başladıkları zaman arasında kalan süreleri borçlanarak hizmet kazanma hakkı getirildi. Bunun için ilgili kişilerin 1 Ekim 2008 tarihinden itibaren 6 ay içinde Sosyal Güvenlik Kurumuna başvurmaları gerekmektedir. Önemle hatırlatıyoruz.

Okurlara kısa cevaplar

İsmi mahfuz; 01.02.1985 tarihinde işyeri açan birisi Bağ-Kur’a tescil ediliyor ve halen mükellefiyeti devam ediyor. Bu durumda olan bir kişi Bağ-Kur’a taksitlendirme ile geçmişe dönük borçlanma yapabilir mi? Eğer bu kişinin Bağ-Kur’a hiç tescili olmasaydı bu defa durum değişir miydi?

Sayın okurum; 01.02.1985 yılında vergi mükellefiyeti olan bir kişinin Bağ-Kur’a kayıt ve tescili varsa ve vergi mükellefiyeti ya da şirket ortaklığı şimdiye kadar aralıksız devam ediyorsa, 01.02.1985 tarihinden günümüze kadar olan bütün sürelerini borçlanıp Bağ-Kur’dan hizmet olarak kazanabilir. Ancak şimdilik Bağ-Kur’da borçları taksitlendirme imkânı yoktur. Eğer bu durumda olan kişi, şirket ortağı değil ya da vergi mükellefiyeti yoksa yalnızca esnaf sicil ve meslek odası kaydına göre Bağ-Kur’luluğu devam ediyorsa, 01.02.1985–15.08.2005 tarihleri arasını Bağ-Kur hizmeti olarak kazanabilir. Soruda belirttiğiniz kişinin Bağ-Kur’a hiç kayıt ve tescili yoksa ve vergi mükellefiyeti 04.10.2000’den sonra da devam ediyorsa, Bağ-Kur’luluğu 04.10.2000 tarihinde başlar. Ancak 01.02.1985 yılında vergi mükellefiyeti olan bir kişinin Bağ-Kur’a kayıt ve tescili yoksa ve vergi mükellefiyeti 04.10.2000’den önce sona ermişse, esnaf sicil ve meslek odası kayıtları 04.10.2000’den sonra devam bile etse, Bağ-Kur sigortalılığı hiçbir şekilde başlatılamaz.

Davut Tuzcu; Ben 2007 yılı sonuna kadar SGK’nın 2007/47 sayılı Genelgesinden yararlanmak için başvurmadım. Bu genelgeden faydalanarak Bağ-Kur borçlarımı sildirmek istiyorum. Vergi mükellefiyetimi 2008 yılı Nisan ayında sona erdirdim. Maliye kaydımı sildirmem 2007/47 sayılı genelgeden faydalanma hakkımı engeller mi?

Sayın okurum; SGK’nın 2007/47 sayılı Genelgesi sayesinde Bağ-Kur’daki 60 ay ve daha üzeri olan prim borçlarınızdan kurtulabilirsiniz. Bu genelgeden yararlanmak için vergi mükellefiyetinizin devam etmesi diye bir şart yoktur. Eğer Bağ-Kur’a olan prim borcunuzun toplamı 60 ay (5 yıl) ve daha üzeri bir sigortalılıktan kaynaklanan bir borçsa söz konusu genelgeden yararlanarak Bağ-Kur borçlarınızdan kurtulabilirsiniz.

NOT: Bağ-Kur, SSK, Emekli Sandığı ve sosyal güvenlik reformu ile getirilen haklarınızdan haberdar olmak ve buralardaki sorunlarınıza çözüm bulmak için her hafta Perşembe günleri bu köşede buluşalım. Faks ve e-postalarınızı bekliyoruz.

E-posta: [email protected] Faks: 0212 515 67 62

15.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Tak-şak hükümet!



Geçenlerde Mehmet Barlas’ın kayınbiraderi Can Paker’in evinde Mesih’in havarileriyle birlikte yediği son akşam yemeğine benzetilen bir akşam yemeği verildi. Yemek dillere destan oldu. Aslında bu yemek bir başka fasıl. Ve bu yemeği biz Refah Partisi’nin son dönemlerinden de hatırlıyoruz. Aydın Menderes’in Flash TV’de söylediği gibi o zaman da böyle bir yemek Mehmet Barlas’ın evinde verilmişti. Barlas ve Can Paker sıradan birileri değil. Kralların sofralarında ağırlanma gibi bir özellikleri var. Bazen de cumhurbaşkanları (Özal) ve başbakanların sofralarında ağırlanabiliyorlar. Bu ağırlama ve ağırlanma ağırlıklarından gelse gerek. Önceki yemekte Mehmet Barlas’ın bazı telkinleri olmuştu ve ezcümle şunları söylemişti: “Siyasal İslâm’ı bırakmadıkça sizinle olan yol beraberliğimiz uzun sürmeyecektir…” Bunun üzerine hazirun arasında bulunan Erbakan Hoca hiç tepki vermezken genç bir isim öne atılmıştı. Recep Tayyip Erdoğan... Bu siyasî tarzı bırakacaklarını söylemişti ve herhâlde Millî Görüş gömleğini çıkarmanın bidayetini bu ‘kutlu yemeğe’ hamledebiliriz. Mehmet Barlas lisan-ı hâliyle o yemekte şöyle demişti: “Et tarik kable’r refik/önce yol, sonra yoldaş...” Recep Tayyip Erdoğan ise klasik tarzıyla ‘er refik kable’t tarik/önce yoldaş sonra yol’ demişti.

Türkiye’de mahir kaplumbağa terbiyecileri vardır. İşleri güçleri İslâmî kesimleri terbiye etmektir. Bu işin sonu nereye varacak ben dahi merak ediyorum. 28 Şubat sürecinde Refahyol gömleğinin çıkarılması aşamasında camia her yönden terbiyeden geçti. Gazeteciler ve düşünce adamları Mehmet Barlas’ın terbiye ve tezgâhından geçtiler. Yine tezgâhından geçtikleri birisi de Türkiye’nin Tzipi Livni’si olmaya lâyık birisi. Terbiyenin gazetecilik ve fikir ayağını Mehmet Barlas deruhte ederken siyasî ayağını da Can Paker üstlenmiş olmalı. Bu elbetteki sadece bir tasavvur.

***

İkinci yemeğe gelecek olursak; Mesih’in son akşam yemeğine benzetildi demiştik. Peki aralarında Mesih ve şakirtlerine benzeyen var mıydı? Bir yönüyle orada anti-mesihçi görüşler sudur etmiş. Kilise’nin Zapatero’ya isyanının sebebini hatırlatan fikirler sâdır olmuş. Sofradakiler Mesih gibi veya Eflatun gibi semayı ve göğü gösterecekleri yerde Aristo gibi yere işaret etmişler. Sofranın baş mimarı Can Paker ertesinde Vatan gazetesinden Mine Şenocaklı ile geceyle ilgili yaptığı sohbette gecede geçenlerin hulâsasını arzetmiş. Ezcümle ‘Erdoğan, türbanlıların hakları kadar eşcinsellerin haklarını da düşünmeli demiş…” Elbette bu sözler ferman kabul edilmiş. Ertesi günü de etkisini göstermiş. Etkisiyle ilgili haberi de Akşam gazetesinin bir haberinde görüyoruz. Bizim hacı arkadaşı Ali Ekber Ertürk haberi şöyle vermiş: “Başbakanlık’a eşcinsellerin davetiye trafiği…” İnsan Hakları İstişare Toplantısı’na ilk kez eşcinselleri de davet etmişler. Paker-Erdoğan ilişkisi bana nedense Tansu Çiller ile Doğan Güreş ilişkisini hatırlattı. Bir sobette Güreş Paşa ‘Bize tak diye emreder biz de şak diye yaparız’ deyince lakabı ‘Tak-Şak Paşa’ya çıkmıştı. Şimdi burada ondan daha öte bir durumla karşı karşıyayız. Can Paker birgün önce söylüyor, ikinci günü meriyete giriyor. Etki diye veya ‘tak şak ilişkisi’ diye ben işte buna derim.

***

Peki eşcinsellere riayet ve ihtimamın tavsiye edildiği masa Mesih’in havarileriyle son akşam yemeğine benziyor mu? Tek benzerlik belki de Tayyip Bey’in geleceğinin yargı giyotininde olmasıdır. Ondan öte benzeşik durumlar sezemiyorum. Eşcinsellerle ilgili tavsiye anti Mesihçi bir tutum. Meseleyi kılıfına ve kitabına uyduruyorlarsa o tabii ki başka bir durum. Neden olmasın? Amerikalı iki kafadar papazın Mesih böyle emretti diye kendi aralarında nikâh kıymaları gibi. (Bak: The Times, April 29, 2008: Gay Rites; New Hampshire’s Bishop Gene Robinson is about to enter into a civil union. In a new book the Anglican Clergyman explains why he wanted to formalise his 20 year relationship)

‘Allah ve Mesih böyle istiyor ve beraberliğimizi takdis etsin’ diyor. Can Paker’in meşrep ve mezhebini elbetteki bilmiyoruz. Ama bu tür papazlarla kendi tezini savunabilir ve anti-christ bir yemek olarak da tezahür eden yemeği Mesih’in son yemeği olarak da pazarlayabilir ve kendisine inananları ve yolundan gidenleri avutabilir. Son akşam yemeğinin üstadı a’zamı mesabesindeki zât laikçilerle AKP’nin çatışmasının dinî bir çatışma değil; sınıf çatışması olduğunu ileri sürüyor. Bu söz Mesih’ten ziyade marksist tahlile uygun düşse de fevkalâde yerinde bir tespittir. Ama Mesih canibinden olmadığından onlara mesihvâri bir tavsiyede bulunması beklenemezdi doğrusu. Mesihvâri bir canipten olsaydı; ‘İzhed fi’d dünya yühibbekallahu izhed fima indennasi yühibbukennasu’ düsturunu hatırlatırdı. Yani, dünyadan vazgeç ki mahbub-u Hakk olasın. İnsanların ellerindekinden veya dünyalıklarından vazgeç ki onların mahbubu olasın. Kimbilir bu zihniyetle nice insan haramla tanıştı ve kimyasını kaybetti. Can Paker sınıf diyalektiğini en iyi bilenlerden ama yine de şakirtlerine bu denklemden başka tavsiye edebileceği bir şeyi yok. Sadakı boş. AKP’lileri çağıracak başka kapı bilmiyor. AKP’liler bu durumda: “Laikler bize dini yasaklıyorlar. Dünyayı da yasaklıyorlar” diye düşünebilirler. Ama kendi dinine sahip çıkmayanların başkalarının dünyasına sahip çıkmaları reva mıdır? Ve yine başbakanlığa mağdureler olarak eşcinseller yerine başörtülüleri çağırsalardı yine yanmıştı keten helva... İktidar için ne olursa yaparım tarzının sonu budur.

15.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kadir AKBAŞ

Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu emekli oldu



SAYIN Çörtoğlu’nun başkanlık dönemi, ilk kez bir yüksek mahkemeye yönelik kanlı bir saldırının yapıldığı döneme denk geldi. Çörtoğlu yine bir hukukçu eliyle Danıştay üyelerine yönelik saldırının “başta laik devlet düzeni olmak üzere cumhuriyeti, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, yargı ve yargıç bağımsızlığını hedef aldığını” söylemişti. Ancak Danıştay saldırısı ile laiklik duyarlılığı açık bir örgüt yapılanması arasındaki bağlantının gün yüzüne çıkmasından sonra Sn. Çörtoğlu herhangi bir değerlendirmede bulunmadı.

Sn. Çörtoğlu 2006 yılında Danıştay’ın kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada hislerle ve asabî heyecanla yüklü bir tanımlamada bulunmuş ve “Atatürk ilke ve inkılâplarına aykırı her türlü hareketin irtica olduğunu ifade” etmişti. Toplumla barışık olmayan, çatışmacı bir anlayışın dışavurumu olan bu tanım, elbette ki hukukun evrensel ilkeleriyle uyuşmuyordu.

Bu çatışmacı anlayış Sn. Çörtoğlu’nun laiklik anlayışında da kendini göstermektedir.

Din ve vicdan özgürlüğünü “bireyin iç dünyası” ile sınırlı gören ve ferdin iç dünyasının dışına çıkarak görünür hale gelen hertürlü dışa vurumu, kamu düzenini bozucu eylem olarak gören laiklik anlayışı, toplumla çatışmayı kaçınılmaz kılıyor.

Bu anlayış; din ve vicdan özgürlüğünün toplum hayatındaki kullanımını ve bu özgürlüğün önündeki engellerin kaldırılması taleplerini “kamu düzenini bozucu eylem” olarak görmektedir. Laiklik ilkesini, en yalın haliyle devletin farklı din ve felsefî inançlar karşısında tarafsız kalması olarak kabul etmeyen anlayış, laikliğe, dinin toplumsal bir güç olmasıyla mücadele etme misyonu yüklemektedir.

Yüksek yargı organlarının kararlarında kendisine sıklıkla yer bulan bu anlayışın demokratik değerlerle bağdaştırılması mümkün görünmemektedir. Avrupa Birliği çevrelerinin son dönemlerde sıklıkla “demokratik laiklik” çağrısı yapmaları, ülkemizde yerleşik laiklik anlayış ve uygulamalarının, Avrupa Birliği normlarıyla çatışmasından kaynaklanmaktadır.

Sn. Çörtoğlu ayrılışından kısa bir süre önce Danıştay’ın kuruluş yıldönümünde yaptığı veda konuşmasında yargı kararlarının özenli bir üslupla tartışılması dileğini dile getirdi. Bunun için öncelikle yargı kararlarının hukukî kavramlar dışında, siyasî kavramlara ve söylemlere dayandırılmaması gerekiyor. Ve elbette ki yargı organları mensuplarının da, konuşmalarında güncel siyasî tartışmalardan uzak kalmaları ve belli bir siyasî parti ve anlayışla örtüşen açıklamalarda bulunmaktan kaçınmaları gerekiyor.

Siyasal iktidara, yasama organının kanun ve anayasa çalışmalarına muhalefet etmek ve karşı çıkmak siyasi partilerin işidir.

Yargıya güvensizlik oluşturacak, yargı kurumlarını yıpratacak, vatandaşın hukuka ve mahkemelere olan inancını zedeleyecek her türlü eylem ve söylemden öncelikle yargı kurumları mensuplarının kaçınması gerekmektedir. Bunun için, yargının bağımsızlığı kadar, yargının tarafsızlığının da zaruri olduğuna inanılması gerekir.

15.05.2008

E-Posta:


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT