Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Herkes zengin olabilir



Allah ilmi isteyene, zenginliği de istediğine verir” derler. Çok doğru. Çünkü nice zeki, çalışkan, işini bilen insan vardır ki onca çalışmalarına rağmen bir türlü zengin olamamışlardır. Tabiî ki zekilik, çalışkanlık zengin olmanın yollarından biridir. Ama bunlar her zaman zengin olmaya yetmez. Her şeyden önce Allah, “Yürü kulum!” demeli. Allah bir kulunun önünü açmışsa kimse kapatamaz. Kimin de önünü kapamışsa onu da kimse açamaz. Ne güzel dile getirilmiş âyet-i kerimede: “De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan, âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Sen dilediğini aziz eder, yükseltir, dilediğini zelil kılar, alçaltırsın. Bütün hayır ve iyilik yalnız Senin kudretindedir. Sen her şeye kàdirsin.”1

Demek imtihan sırrı gereği böylesi bir zenginliği Allah dilediği kuluna veriyor.

Önemli bir nimet zenginlik. Ama o ölçüde de riskli; sorumluluk ve yükümlülükleri var. Hakkı verildiğinde güzel. Verilmezse vebal getirir.

Her şeye rağmen herkesin zengin olabileceği bir zenginlik şekli daha var ve asıl zenginlik de bu. Bunu Kâinatın Efendisi (asm) “Asıl zenginlik gönül zenginliğidir” şeklinde ifade etmiştir.

Ne kadar anlamlı, önemli, müthiş bir hakikat.

Evet, dünyanın en zengin insanı, gönlü tok, gönlü zengin olan insandır. Gönlü tok olmayan hırslı insan ne kadar maddeten zengin olsa da ruhen, kalben aç olduğu için doymaz. Onu doyurmak mümkün olmaz. O her zaman açtır, yoksuldur.

Ama gönlü tok olan insan öyle mi? O her zaman zengindir. Az kazansa da zengindir, çok kazansa da.

Gönlü tok olan mutludur, huzurludur. Çünkü her şeyden önce kadere, kısmete inanmıştır. Üzerine düşeni yapar, çalışır, çabalar; Allah az veya çok ne vermişse “Demek hakkımda hayırlısı buymuş” der, sabreder, kanaat eder, şükreder. Gözü hiçbir zaman yukarılarda olmaz. Olmadığı için de elinde olmayan, kendisine verilmeyen şeyler için üzülmez.

Gönül tokluğu, diğer bir ifadeyle kanaat ne kadar harcansa tükenmez, bitmez bir hazinedir. İnsanlığın medar-ı iftiharı Efendimiz (asm), “Kanaat tükenmez bir hazinedir” diye bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Bu tükenmez hazineyi elde edemeyen insan dünyadan neyi kazansa da doygunluğa ulaşamaz.

“Kısmetine râzı ol ki insanların en zengini olasın” hadis-i şerifi de bu açıdan anlamlı değil mi?

Zenginliği içinde değil de dışarda arayanların kulakları çınlasın!

Dipnotlar:

1- Âl-i İmran Sûresi: 26.

18.05.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Beşerî ilişkilerimizde Allah korkusu



Abdullah Bey: “Bir kişi bana sövdüğü zaman benim ona karşı tavrım nasıl olmalıdır? Kavga etmeli miyim? Yoksa âhirete mi bırakmalıyım? Karşılık vermeyince korkak diyorlar. Karşılık verince haddi aşabiliyorum. Ne yapmam gerekir?”

Her şeyi mahşer adına yaşadığımız ne kadar da kendini gösteriyor, değil mi? Mahşere ne çok malzeme çıkarıyoruz? Yığınla! İnsanlar arası ağız bozukluğundan el bozukluğuna, hakaretten haksızlıklara, nezaketten saygıya her şey, ama her şey mahşer için bulunmaz malzemeler teşkil ediyor.

Birisi sana sövdüğü zaman, cevap vermezsen, mahşerde alacaklı olursun. Şeytan itekler ve bir fazlasıyla sövgüsünü iade edersen, bir iki de patlatırsan, bu defa mahşerde o alacaklı olur, çünkü sen bire bir söylemedin, hem bir fazla söyledin, hem de vurdun. Ancak bire bir söylersen, hakkını mahşere bırakmadan almış olursun. Fakat bu defa da sövmekle ilgili yasak karşımıza çıkar.

Müslüman’ın Müslüman’a sövmesi haramdır. İster ilk saldırı niteliğinde, ister cevap niteliğinde, fark etmez, her ikisi de haramdır. Eğer ilk saldırı niteliğinde olursa günahı “kebâir” derecesine çıkar. Peygamber Efendimiz (asm) Müslümanlığı şöyle tanımlıyor: “Müslüman, Müslüman’ın elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.”1

Peygamber Efendimizin (asm) verdiği bir haberde, beşerî ilişkileri bozuk olan ve fakat mahşer gününe namazıyla, orucuyla ve zekâtıyla gelen bir Müslüman’ın orada kaybına sebep olan ve kendisini hayırlı amel bakımından iflâs durumuna getiren sosyal hataları arasında “Müslüman’a sövmesi” de vardır.2

Konuyla ilgili olarak Allah Resûlü (asm) şöyle konuşuyor:

* “Biri sana dil uzatır ve sende olmayan bir kusurla seni ayıplarsa, sen onu sahip olduğu kusurla dahi ayıplama. Onu, günahı kendine, sevabı sana olduğu halde terk et. Kimseye asla sövme.”3

* “Allah’ın mü’min kulu kızdığında zulmetmez. Sevdiği kişi için günaha girmez. Kendisine emanet edilen şeyi zayi etmez. Haset etmez. Başkasının şerefini lekelemez. Etrafına sövüp saymaz. Şahidi bulunmasa da, üzerindeki hakkı itiraf eder. Başkasına kötü lâkap takmaz.”4

* “Dikkat ediniz! Mü’mini öldürmek kâfirlerin vasfıdır. Mü’mine sövmek fâsıkların vasfıdır. Bir mü’minin, kardeşini üç günden fazla konuşmayarak terk etmesi helâl değildir.”5

* “Müslüman’ı öldürmek kâfire yakışır. Müslüman’a sövmek günahtır.6

* “Bir kişinin Müslüman’ın şerefine dil uzatması büyük günahlardandır. Bir sövmeye iki sövme ile karşılık vermek büyük günahlardandır.”7

* “Birbiriyle sövüşen iki kimsenin söyledikleri şeylerin günahı, kendisine sövülen haddi aşmadığı sürece ilk sövmeye başlayan kimse üzerinedir.”8

Demek haddi aşmak yok. Öyleyse; 1- Sövmeyi başlatan taraf olmamalıyız. 2- Karşı taraf sövmeyi başlatan taraf olursa, mümkünse sabretmeli ve onun aşağılık seviyesine inmemeli. Allah’a havale etmeli. Allah’ın adaletinin hak olduğunu unutmamalı. 3- Karşılık vermediğimizde, karşı tarafın pişman olacağı ve özür dileyeceği hesaba katılmalı. Bu durumda onun işi bizim elimizde olacaktır. Eğer onu affedersek, mahşerde karşımıza çıkmaktan onu kurtarmış oluruz. Eğer hakkımızı helâl etmez isek, özür dilemiş olsa bile hakkımızı bir gün muhakkak alırız. Veya biz bilmesek de, Allah (cc) bizim hakkımızı ondan alır. Bize de barışı bozmamak için başardığımız istikametten ve vakardan dolayı sevap ve rızasını lütfeder. 4- Eğer kendimize hâkim olamamış isek, bu defa bir fazlasıyla değil—çünkü bu zulme girer—aynıyla iade etmekten öteye geçmemeli. 5- Tam bu esnada şeytanın çok şiddetli telkinleri kulaklarımızda yankılanır. Şeytan gözümüzü döndürür. Zulmetmekten Allah’a sığınmalıyız. 6- Halkın tahrikleri ile şeytanın telkinleri ne acıdır ki, bu noktada birleşmektedir. Asla, asla, asla kulak vermemeliyiz.

Eğer kötü sözü veya dil belâsını başlatan taraf karşı tarafsa, aynıyla iâde hakkımız var. Fakat bu durumda da bu meseleden mahşere bir hak kalmadığını, çünkü kötü sözünü kendisine aynıyla iade etmek sûretiyle hakkımızı aldığımızı unutmamalıyız.

DUÂ

Ey Selâm-ı Vedud! Ey kalplere huzur veren! Ey gönüllere esenlik veren! Ey canlıları kaygılardan salim kılan! Ey kullarını korkulardan emin kılan! Ey her yürek sahibini mesut kılan! Selâm Sensin ve selâm Sendendir. Esenlik Sendendir. Huzur Sendendir. Saadet Sendendir. Sükûnet Sendendir. Bizi günahlardan salim kıl! Bizi gamdan, kederden, hüzünden salim kıl! Bizi arsızlıktan, huysuzluktan, garazdan, kinden, nefretten, öfkeden, kötü sözden, kötü nazardan, kötü niyetten, kötü amelden koru! Bize dünyada, kabirde, mahşerde, sıratta esenlik ver! Bizi korkulardan emin kıl! İsmini gönlümüzde yücelt!

Dipnotlar:

1- Riyâzu’s-Sâlihîn, 211; 2- Riyâzu’s-Sâlihîn, 218; 3- Câmiü’s-Sağîr, 1/66; 4- Câmiü’s-Sağîr, 2/1375; 5- Câmiü’s-Sağîr, 2/1435; 6- Câmiü’s-Sağîr, 3/2912; 7- Câmiü’s-Sağîr, 3/3491; 8- Müslim, Birr, 68

18.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Yine çocuk, yine hutbe...



Bulunduğum şehirde, evimizin karşısında derinlikler sembolü maviye bürünmüş mabedimizin “hafızü’l-Kur’ân” olan imam ve hatibinin çocuklara verdiği değer, onlara tanıdığı fırsat ve ayırdığı zaman takdire şayandır. Geçtiğimiz Cuma günü, onun çocuk hatibinin okuduğu hutbeyi, biz de Pazar günü siz değerli okurlarımızın dikkatli nazarlarına arz edelim. Hayırlı günler, hayırlı haftalar temennisiyle...

Muhterem Müslümanlar!

Dünya hayatı insan için, çocukluk, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık gibi belli başlı dört devreden oluşur. Biz bu hutbemizde Kur’ân ve sünnet ışığında çocukluk devresine kısa bir bakış atacağız.

Bu konuya, Rabbimizin bize öğrettiği duâlarla girmek istiyorum: “Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar. Bize ibadet usûllerini göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin.” (Bakara, 128)

Tâ-Hâ Sûresinde geçen bu âyet-i kerimeye ise bilhassa aile büyükleri kulak vermelidirler: “Aile fertlerine namazı emret ve kendin de ona devam et!”

Ve yine ibretle ve dehşetle kulak kabartmamız gereken İlâhî bir ferman da şöyledir: “Ne malları, ne de evlâtları, kâfirleri Allah’ın azabından kurtarmaz.” (Âl-i İmran, 10)

Aziz Mü'minler!

Şimdi de konumuzla ilgili bir kaç hadis-i şerif arz edeyim: “Kimin çocuğu varsa, onunla çocuklaşsın.” (İbn Mahled, Ahbaru’s Sığar.) “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz.” (Buhârî)

“Bir adamın hayır yolunda harcadığı paranın en faziletlisi, aile fertlerine harcadığı paradır.” (Müslim, Riyazüs-Sâlihîn)

“Çocuklarınıza ‘ilk söz’ olarak ‘Lailahe illallah’ı öğretin.” “Çocuklarınıza ikramda bulunun ve onların edebini güzelleştirin.” (İbn-i Mace)

Değerli Müminler!

Son olarak diyebiliriz ki; eğer bir çocuk kınanarak yaşarsa suçlamayı öğrenir. Eğer bir çocuk düşmanca davranışlar içinde yaşarsa kavga etmeyi öğrenir. Eğer bir çocuk alay edilerek yaşarsa sıkılganlığı öğrenir. Eğer bir çocuk utanç içinde yaşarsa suçluluk duymayı öğrenir. Eğer bir çocuk hoşgörüyle yaşarsa sabırlı olmayı öğrenir. Eğer bir çocuk teşvik edilerek yaşarsa güvenmeyi öğrenir. Eğer bir çocuk değer verilerek yaşarsa saygı duymayı öğrenir. Eğer bir çocuk eşitlik ortamında yaşarsa adaleti öğrenir. Eğer bir çocuk güven duygusu içinde yaşarsa inanmayı öğrenir. Eğer bir çocuk beğenilerek yaşarsa kendisinden hoşlanmasını öğrenir. Çocukların öğütten çok iyi örneğe ihtiyaçları vardır. Çocuğun aynası anne ve babasıdır. Bu aynadan daima güzel şeyler görmelidir. Çocuklarınıza vereceğiniz en güzel ve değerli hediye ilgi ve zamanınızdır. Çocuklar donmamış beton gibidir. Üzerlerine ne düşse iz yapar. Çocuklara yüz değil, kulak vermeli.

Muhterem Müslümanlar!

Hutbemi, başta okuduğum âyet-i celilenin meâliyle bitiriyorum: “Ey iman edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu; yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden koruyun.” (Tahrim: 6)

18.05.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

“Fikr-i infirâdî”



Hizmet ehlinin önünde pek çok engel var. Bazen ümitsizlik, bazen meyl-i tefevvuk, yani üstünlük duygusu, bazen acelecilik, bazen fikr-i infirâdî... Hizmeti gaye edinenlerin, bu manileri tek tek aşmalarıyla ancak yola devam etmeleri mümkün.

Bu manilerden, Bediüzzaman’ın “fikr-i infirâdî ve tasavvur-u şahsî” olarak tavsif ettiği, diğer bir ifade ile şahsını merkeze koyan, kendisinin dışındaki kabiliyetleri, istidatları görmeyen bir hâlet-i ruhiyedir ki, dine hizmeti gaye edinenler için oldukça tehlikeli bir durumdur.

Tâbir yerinde ise herkese tepeden bakan, herkesi küçük gören, burun kıvıran, yakın dâvâ arkadaşlarını sürekli tenkit eden, başkalarının fikir ve düşüncelerine değer vermeyen böylesi karakterlerin hizmet adına yapacakları pek bir şey yoktur. ‘Ene’sinin esiri olmuş bu yapıdaki insanlar, kendilerini dünyanın merkezine koyarak, çevresindeki insanlardan tecrid ederek bu halleriyle kendilerini bir nev'î münzevî hayata mahkûm etmiş oluyorlar.

Bu karakterdeki insanların, samimî kardeşlik esasına, ortak hizmet prensibine dayanan, birlik ve beraberliği düstur edinen bir cemaatte hizmette bulunması hiç de kolay değildir.

Ene’lerini tatminle meşgul, toplu bir hizmet tarzını içine sindirememiş, “ben” yerine “biz” demeyi alışkanlık haline getirememiş, cemaatin mânevî gücüne inanmamış böylesi mizaçların, bir bakıma yalnızlıktan kurtulmaları mümkün değil. Böylesi mizaçlar hizmet niyetiyle insanlara muhatap olurken de, çoğu zaman, Üstadın men ettiği “mürşidâne bir tavır” içine girdiklerinden, muhatapları nezdinde hep resmî ve soğuk karşılandıklarından tebliğde pek etkili de olamazlar. Bu fıtrat ve mizaçtaki insanların çare olarak yapacakları tek bir şey vardır, o da “ben merkezciliği” terk edip, dâvâ arkadaşlarının fikirlerine değer verip, şahs-ı mânevîyi esas alıp cemaatle beraber hareket etmektir. Her insanın mizacı, fıtratı farklı olabilir. Bazıları sosyal olduğu gibi, bazıları anti-sosyal, yani çekingen ve münzevîdir. İçe kapanık olmak, münzevî olmak elbette yadırganacak bir hal değildir. Hizmet adına çekingenlikten, münzevîlikten kurtulmanın çaresi de, hizmetin bir ucundan tutmaya çalışmak, dostlarla samimî bir diyalog içinde bulunmakla mümkündür. Zaten insan fıtraten medenî, sosyal bir karakterle yaratıldığından, bize tevdî edilen kabiliyetlerimizi, istidatlarımızı yanlış kullanmadığımız müddetçe toplumdan kopuk bir hale girmemiz mümkün değil.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, yeter ki ene’mizin cenderesinden çıkıp, yalnız kendi doğrularımıza değil, çevremizdeki insanların da söylediklerine kulak verelim. Beğenmesek dahi onların da fikir ve düşüncelerine değer vermesini bilelim. “Faziletfüruşluk” pozisyonlarına girmeden; “meyl-i tefevvuk” alışkanlıklarımızı terk etmesini bilelim. Bunu becerebildiğimiz takdirde gerisi kolaylaşır.

“Fikr-i infirâdî ve tasavvur-u şahsî” çıkmazından kurtulmak için Bediüzzaman, ayrıca “yüksek himmet, gayret ve hamiyet sahibi bir mücahit” olarak tavsif ettiği bir düstur ile, bir prensip ile çare bulunacağını beyan ediyor. Din-i mübîne hizmeti dâvâ edinenlerin bu gibi tavsiyelere kulak vermeleri en iyi çare olsa gerek. Efendimizin (asm) “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadisi de bu meyanda bizim için en doğru bir rehber olmalı. İnsanlara faydalı olmayı gaye edinen ehl-i hizmetin, hayırlı bir konumda ve hayırlı bir camiada hizmette bulunmaları en doğru, en istikametli bir tarzdır. Bu meyanda Bediüzzaman’ın; “Zaman cemaat zamanıdır” tesbiti de ehl-i hizmet için hareket noktası olmalı. Şahsî kabiliyetlerimiz, özelliklerimiz, güzelliklerimiz ne olursa olsun bunlara güvenip cemaatin mânevî gücünü görmezlikten gelmemeliyiz. Ancak bu şekilde bazı kabiliyetlerimizin ve istidatlarımızın bir değeri olur ve etkili, doğru, kalıcı bir hizmette bulunabiliriz.

18.05.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

İKİ GÜL ARASINDA



Zamanın bahar faslını yaşıyoruz.

Hayatın rengiyle başladı bu fasıl.

Hayatın rengiyle, yani yeşille.

Önce aşağıda toprak, yukarıda ağaç yeşerdi. Taze bahar yaprakları bâd-ı sabâ ile hareketlenmeye başlayınca otlar boy attı, taşlar yosun tuttu, yapraklarla donanan dallar yeni sürgünler verdi ve sıra çiçeklenmeye geldi.

Hayat rengine bürünerek canlanan dağlar, ovalar, kırlar, bayırlar menekşelerle, sümbüllerle, papatyalarla, nergislerle, lâlelerle çiçeklenirken erguvan dalları pembeleşti, akasya ağaçları hâlelendi, mor salkımlar saçaklandı ve mevcudât bambaşka bir hâl aldı.

Herkes, kendi dünyasının tezahürü olan başka bir nazarla baktı bu manzaralara. Kimi görünce şöyle bir bakıp geçti, kimi derin derin seyre daldı. Kimi cüz’î bir haz aldı, kimi kendinden geçercesine hayran kaldı.

“Baharı, Cenâb-ı Hakkın nurânî esmâlarının en lâtif, güzel nakışlarının sayfası ve Sâni’-i Hakîmin antika san'atının en müzeyyen ve şâşaalı bir meşher-i san'atı olduğu cihetiyle mütefekkirâne sevmek, Cenâb-ı Hakkın esmâsını sevmektir.”

Kimi ise Bediüzzaman’ın bu sözlerle de ifade ettiği gibi Allah’ın isimlerinin tecellîleri olan ve an be an değişen canlı bahar manzaralarını tefekkür nazarıyla, ibadet maksadıyla temâşâ etti ve ediyor.

Aylar bu renkli ve âhenkli ahvâl içinde geçti.

Bahar, nihayet güllerin açmasıyla kemâle erdi.

Bu günlerde gül güzelliği hâkim hayata.

Zîra 18 Mayıs, gül mevsiminin başlangıcı.

***

“Gül, bir sabah erken açılıp şöyle dökündü,

Bâd-ı sabâya bir sırrı fısıldayıp büküldü.

Şu bahtsız hâle bak ki on günde erişti,

Hem açtı, hem gonca verdi, hem döküldü.”

Bir gülün hayat safahâtı var Hayyam’ın bu mısralarında.

Şair, gülün bir sabah erkenden açılıp saçılarak bütün güzelliği ile arz-ı endam ettiğini, ardından ruhunun sırrı mesabesindeki rayihâsını sabah rüzgârına verirken ona bir şey anlattığını, on gün kadar dalında saltanat sürdüğünü, sonra da yerine bir gonca bırakarak solup döküldüğünü anlatır.

Bunu söylerken de bir gülün ömrünün on gün gibi kısa bir zaman olmaması gerektiğini ihsas ederek bunu gülün bahtsızlığı, feleğin vefasızlığı sayar ve güle meftun insanlar adına hayıflanır.

Bu hayıflanmanın sebebi, belki de gülün; hayatının baharında saltanatının şâşaasını yaşarken rayihasıyla cezbedip yanına getirdiği sabah rüzgârının kulağına eğilerek fısıldadığı hayat sırrını hissedememiş olmasındandır.

Zîra, gonca hâlindeyken umumiyetle güneşin doğduğu tarafa bakan, ilk açtığı zaman da nazarını seherin allığından ayırmayan gül, fecirle hemhâl oldukça tazeliğini korur. Gün, gülden renk alarak kemâle erdikçe gül irileşip yere doğru eğilerek güneşin battığı istikamete doğru döner.

Bir süre sonra da gurûba meylederek solmaya başlar.

Bu şekilde, her biri lisân-ı hâlinin bir başka ifadesi olan cismiyle, rengiyle, kokusuyla, güzelliğiyle idrak sahibi insanların dikkatini çekerek onlara kendisinin, günün güllerini gösteren bir sembol olduğunu îma eder.

Günün güllerini, yani fecri ve gurûbu.

Gerçekten de fecir, güneşin doğuşu sırasında aldığı şekil, büründüğü renk, nurlanan hâleleri ve muhayyilede teşekkül eden tedaileri ile âfâkı kaplayan büyük bir gülü andırdığından, her gün seherde açan o fıtrî gülle başlar.

Güneş doğmadan önce küçük bir goncaya benzeyen ufkun kızıllığı, tulu’ vakti yaklaştıkça açılır, pembeleşir, hicabî bir hâl alır, güneş doğup yükselmeye başladıktan sonra da yavaş yavaş solar.

Nihayet, gece gündüze inkılâb eder.

Günün sonuna doğru ufukta yine benzer manzaralar canlanır. Güneş gurûba meyledince ışığının ferini kaybederek pembeleşir, batmaya başladığı sırada kızıllığı artarak koyulaşır, battıktan sonra da dalından kopan gül yaprakları gibi kararmaya yüz tutar.

Fecir gibi gurûb vakti de günün tebeddül etme zamanıdır. Fecirle gece bitip gündüz başlarken, gurûbla gündüz biter, gece başlar. Zaman bu şekilde deverân ederek hayata zemin hazırlar.

Bu itibarla gün; gecesiyle, gündüzüyle iki gül arasında yaşanan renkli bir zamandır.

Günlerin tekerrüründen ibaret olan hayat da yekpâre bir gül mevsimidir.

***

“Meydan boşalıp doldu şafaklarla piyâlem,

Halketti bir âlem ki bahar, aynı gülistan.

Efsun değil, efsâne değil gördüğüm âlem:

Gündüz, gece, deryâ ve kenar, aynı gülistan.”

Faruk Nafiz de böyle anlatır hayatı ihata eden gülistânı.

Bu mısralarda da muhteva bahar. Ama şair bahar kelimesinin tedâi ettirdiği yeşilliklerden, tabiatı kaplayan rengârek çiçeklerden, cıvıldaşan kuşlardan, rahmet addedilen yağmurlardan veya benzer manzaralardan ziyade gülü ve gülistânı nazara verir.

Ona göre hayatı ihata eden gül hâli, bahar mevsiminin tekâmül merhalelerinin değil de neticesinin tezahürüdür. Şayet bahar gelmese veya tekâmül etmese güller açmayacak, gülistan güllerle donanmayacak ve hayat en mutena güzelliğini kaybedecektir.

Güllerle renklenen bir bahar manzarasını temâşâ ederken, mevsimin önceki merhalelerini de nazara alır ve hepsinin birbirini tamamladığını, birbirinden ayrı tutulamayacağını düşünerek baharla teşekkül eden âlemin ‘aynı gülistan’ olduğunu söyler.

Muhtemelen uzun bir bekleyişin ve hasret çekişin ardından bahara kavuşan şair, hissini o esnada temâşâ ettiği manzaranın cazibesine kaptırarak, gördüğü güzelliği yaşadığı mevsime hasretmekten kendini alamaz.

Nitekim gördüğü âlemin bir efsun hâli veya efsane olmadığını hatırlattıktan sonra gecesiyle, gündüzüyle, deryasıyla, kenarıyla bütün âlemin gülistana döndüğünü söyleyerek güzelliğin hududunun, bütün hayatı içine alacak kadar geniş olduğunu müşahede eder.

Gecenin de, gündüzün de şekil, renk, manzara itibariyle gülistanı andıran fecir allığı ve gurûb kızıllığı ile başlayıp bitmesi; gülistanın belli bir mekâna münhasır olmadığını, zamanı da içine aldığını gösterir.

Şairin, durgun bir su kenarında açan gülleri, suya akseden görüntüleri ile birlikte seyretmesinin neticesinde söylediği derya ve kenar kelimeleri ile kastettiği mânâ da parçada tecellî eden güzelliğin, aslında bütüne ait oluşunun ifadesidir.

Fakat bir derya, sabah ve akşam vakitlerinde meydana gelen ufuk kızıllığının suya aksetmesi neticesinde gülistanı andıracağından, şairin zihinlerde tersim etmek istediği asıl manzara deryayı da, kenarını da ihata eden fecir ya da gurub manzaralarıdır.

O manzaralar bazı muayyen vakitlerde teşekkül etse ve bir süre sonra kaybolsa da mevsimlere göre zamanının değişmesi ve dünyanın her yerinde aynı vakitlerde meydana gelmesi hasebiyle günü de, hayatı da içine alır.

Zaten gül veya gülistan sadece beş on gün ömrü olan cismiyle, şekliyle, rengiyle, kokusuyla ve zahirî görünüşüyle değil; temizliği, tazeliği, zarifliği, tenasübü, insicamı, itinayı ve benzer güzellikleri temsil eden cihetiyle nazara alındığı takdirde ancak hakikî mânâsıyla ifade edilmiş olur.

Yalnız gül değil, sıradan herhangi bir cisim bile zihinlerde böyle tecessüm ve temessül ettiği zaman ifade ettiği mânâlar, temsil ettiği değerler, onu bulunduğu yere ve zamana has olmaktan çıkarıp bütün hayata mâleder.

Şayet bu cisim gülse, onun tedai ettirdiği mânâ zaten mâsivâ ile birlikte mâverâyı da ihata eder.

***

“Bir gül tazeliği içinde her an

Fildişi köpükten ve parıltıdan

Mahmur, uğultulu yaz sabahları,

O üst üste rüya, cenup rüzgârı.

Ürkek dalgaların omuzlarında

Tül tül dağılanlar, sırrı havada

Bu cümbüş, bu bahar…”

Tanpınar da böyle dillendirir gülün ve baharın hayatla bağlarını.

Şair, yaşadığı bazı hususî hâllerin tezahürü olan bu ifadeleri kullanırken, hitabına herhangi bir hudut koymayıp bütün insanlara seslense de, bahar ve gül kelimelerinin arasındaki bu ince insicamı hakikî mânâsıyla ancak, hayatın her ânını bir gül tazeliği içinde yaşayan insanlar fark edebilir.

Bilhassa tefekkür hassasını harekete geçiren tecessüs sahibi müdakkik insanlar; mahmur, uğultulu yaz sabahlarında hep aynı rüyayı görüyormuşcasına, günün her vaktinde gül renkli bahar manzaraları seyretmenin sırrını keşfederler.

Sıcaklığını tenden ziyade ruha hissettiren ve sadece gönlü okşayan cenup rüzgârları, ürkek dalgalarının omuzlarında taşıdıkları bahar cümbüşünü gittikleri yerlere şeffaf bir tül gibi sererek gönülleri hareketlendirir.

Ne var ki şairlerin maharetiyle münhasıran hislere hitap ederek gönülleri okşayan bu hayat renkli, çiçek desenli bahar rüzgârları ve iki gül arasında yaşanan yekpare günler, hevesleri havaileştirirken idrakleri işlemez hâle getirirse insicam bozulur.

O zaman gün, mevsim ve hayat zahirî bir hazla başlasa da hüzünle biter.

Fakat baharın o yüzünü ancak âlimler görüp gösterebilirler.

***

“Baharda kanın galeyanından gelen ve gecelerin kısalmasındaki uykusuzluğundan neş’et eden ve müstemi’lerin kalpleri işlere teveccüh etmelerinden tevellüd eden rehavet ve füturdan başka, meyanımızdaki münasebet-i ruhiyenin rabıtasıyla, musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının size in’ikası ve sirayet etmesi mümkündür.”

Bediüzzaman Said Nursî ise bu şekilde ifade eder baharın mezkûr yüzünü.

Aslında bu mevsimde nefes alıp veren her hayat sahibi; baharın gülü, bülbülü ve sair zahirî cazibesi kadar, biyolojik ve kozmik hususiyetlerin neticesi olan rehavetini, füturunu ve diğer zaaf hâllerini de yaşar.

Lâkin, insan hissen zahire müheyya olduğu, zahirî hâller de hisse, hevese hitap ettiği için hayatına tesir eden rehavet ve füturu nazara almanın, baharda hissedeceği hazzı azaltacağını düşünerek pek hatırlamak istemez.

Bu yüzden bir nefeste solacak, ‘bir öpmekte boğulacak’ olan bazı cüz’î, fâni, geçici, basit lezzetler uğruna; onları da ihata edip ebedîleştiren sonsuz huzur, sürur, mutluluk ve güzellik kaynaklarını kaybetmesine sebep olacak dehşetli bir tegâfül hâlinin içine atlamaktan bir an bile çekinmez.

Halbuki, gündeki fecir ve gurub, hayattaki gençlik ve güzellik gibi zamandaki baharı ve lezzeti de ebedîleştirmenin yegâne çaresi, o zamanı bir tenezzüh ve tefekkür zemini hâline getirmektir.

Bir insan, renkli bahar sayfalarında her an değişerek tecellî ve temessül eden Esmâ-i İlahîyenin tezahürlerini temâşâ edebilse, hem zahiren hissettiği hazların çok daha fazlasını yaşayacak, hem de ebedî saadete zemin hazırlayacaktır.

Hatta bunu yalnız bahar mevsimine has bir haz zamanı olmaktan çıkaracak, yaşadığı her anda ruhunu ihtizaza getiren ve o anda hissettiği hazzı ebedîleştirecek olan hayat sırrını yakalayacak ve yaşayacaktır.

Zaten fecir ve gurub gibi iki gül arasında yaşanan gün de, hayatın kışını, yazını, hazanını kendine benzeten bahar da maddî, mânevî bütün güzellikleri temsil eden diğer değerler de bu hakikati hatırlatan güzel birer vesiledir.

Bunun en bariz misâli de güldür.

Çünkü gül, ‘bir âna sığmış ebed rüyâsı’dır.

18.05.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Tesettür Risâlesi keşfedilirken (5)



Bediüzzaman Hazretlerinin Ahzab Sûresinin 59. âyetinin nuruyla kaleme aldığı Tesettür Risâlesi’nin Birinci Hikmeti’nde yer alan kavramları açma çalışmalarına devam ediyoruz.

KADINLAR KISKANÇ MIDIR?

Birinci Hikmet’te tesettürün kadınlar için fıtrî olduğu gerçeği anlatılırken üzerinde durulan kavramlardan bir tanesi de kadınların kıskançlığıdır.

“Hem kadınların on adetten altı yedisi, ya ihtiyardır, ya çirkindir ki, ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır, kendinden daha güzellere nispeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan korkar. Taarruza maruz kalmamak ve kocası nazarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler” der Bediüzzaman Hazretleri.

Bu bir durum tesbitidir. Bediüzzaman Hazretleri “Bütün kadınlar kıskançtır” demiyor, ama istatistikî bir bilgi olarak “onda altı-yedi” gibi bir oranda kadınların çoğunun kıskanç olduğunu belirtiyor.

KISKANÇLIĞI MÜSBET YÖNDE KULLANMAK

“Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” misâli, kendisine verilen nimetlerin farkında olmayıp, başkalarıyla mukayeseye, rekabete girişmek, neticede kıskanıp türlü kötü hallere müptelâ bir halde mutsuzluğa talip olmak herhalde insanın kendine yapabileceği en büyük kötülüklerden bir tanesidir.

“Bak benim nelerim var, senin var mı?” tarzındaki çocukça hallerden sıyrılmanın tek çaresi mukayese, rekabet hallerine girmeksizin elindekine kanaat edip, kendini bu gibi hallerden koruyup muhafaza etmeye çalışmak yani setretmek, saklayıp, gizlemek olsa gerek.

Böyle bir tavrı tercih etmek kıskançlık duygusunun “müsbet” olarak yönlendirilmesi anlamına gelir. Kişinin kendisine yapacağı en büyük iyiliklerden bir tanesidir. Kendine saygı ve özgüvenin de işaretidir. Kendisiyle, duygularıyla barışık olan, didişmeyen kadınlar eşleri ve çocukları için de mutluluk kaynağı değil midir?

SEFİH MEDENİYET, KISKANÇLIĞI MENFÎ

YÖNLENDİRİR

Sefih medeniyetin kadını esir etmek için kullandığı metotlardan bir tanesi kadının yaratılışındaki kıskançlık duygusunu “menfî” yönlendirmesidir.

Günümüzde çağdaş hayat perdesi altında, tüketimi arttırmak için “mukayese-rekabet-kıskançlık” hep teşvik edilir. Medyada yer alan reklâmlar şöyle bir gözden geçirildiğinde temel felsefelerden bir tanesinin “mukayese ve rekabet” olduğu hemen fark edilir. “Ayşe’de var, sende de var mı? Bütün hanımların tercihi… Sizin ne eksiğiniz var, ne duruyorsunuz?”

Kadının kendisini de “ticârî bir ürün” olarak gören bu sefih zihniyet “ideal kadın modeli” çizer. Bütün kadınları o “model”e benzemeye teşvik eder. Moda, kozmetik ve estetik cerrahi bu şekilde sektör haline gelmiştir. İdeal modele kendini “mukayese” ettiğinde gördüğünden hoşlanmayan ve özgüvenini kaybeden hatunlar kendilerine olan saygılarını tekrar kazanmak için türlü işkenceleri göze alırlar. Bazen bu yolda beden ve ruh sağlıklarını bile yitirirler. Gazetelerde zaman zaman estetik cerrahlara elinde bir ünlünün fotoğrafıyla gidip “Beni bu kadına benzeteceksin!” diyen zavallı kadınların hikâyeleri de sunulur.

Neticede bütün yüz mimiklerini, tabiî çizgilerini kaybetmiş, cildinin gerginliğinden ağzını bile kapatamayan ucube kadın tipleri ortaya çıkar. Her şeyden önce kendileriyle barışık değillerdir, özgüvenleri eksiktir, yani kendilerine saygıları yoktur. Dolayısıyla eşleri ve çocukları için de mutluluk vaat etmezler.

Sefih medeniyet kadının fıtratına adeta madenler gibi yerleştirilmiş olan zengin duygulardan bir tanesi olan kıskançlığı kötü yönde işleterek onu böyle esir eder.

MUAZZAM BİR HAŞİYE!

Birinci Hikmet’te yer alan haşiye, Eskişehir Mahkemesine karşı ve mahkemeyi susturan savunma dilekçesinden alınan bir bölümden oluşur. Ve tek kelimeyle muhteşemdir!

“Bir söz gerçek kıymetini ne zaman, nerede, kim tarafından, kime söylenmiş, ne maksatla söylenmiştir suâllerinin cevabından alır” denir ya, hakikaten de idam sehpalarının kurulduğu, faili meçhul cinayetlerin arttığı bir ortamda, mahkemede hiçbir şeyden korkmaksızın inandığı hakikatleri savunmak, ağır bir bedel ödemeyi göze almak ve o bedeli ödemek Bediüzzaman Hazretlerine, onun talebelerine hastır…

Bediüzzaman Hazretleri Tesettür Risâlesi yüzünden 1935’te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinin verdiği bir kararla hukukî bir suç isnat edilememesine rağmen, “kanaat-i vicdaniye”ye dayanarak 11 ay hapis cezası çeker. Ayrıca Kastamonu’da “mecburî ikamet” cezası da alır. On beş talebesi ise altışar ay hapis ile cezalandırılır.

Hapishanede de inandığı hakikatleri neşre devam edip orayı da bir eğitim merkezi haline getirir. Bediüzzaman hayatı boyunca sıkça girdiği bu mekânlara Hz. Yusuf’a atıfta bulunarak “medrese-i Yusufiye” adını verir.

Eskişehir Hapishanesinde kaldığı 11 ay sürecinde Yirmi Yedinci, Yirmi Sekizinci, Yirmi Dokuzuncu, Otuzuncu Lem’alar ile Birinci ve İkinci Şuâ Risâlelerini yazarak Risâle-i Nur’un telifine devam eder.

Bediüzzaman Hazretleri Tesettür Risâlesinin Birinci Hikmetinde yer alan o muazzam hâşiyede şöyle der:

“Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon insanların hayat-ı içtimâiyesinde (sosyal hayatında) en kudsî ve hakikî ve hakikatli bir düstur-u İlâhîyi, üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üç yüz elli sene zarfında geçmiş ecdadımızın itikatlarına iktidâen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette ruy-i zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir”

MUTEBER, GÜVENİLİR OLMAK…

Evet, Müslümanların takvimine göre Medine’ye hicretten bu yana (o yıllarda 1350) on dört asrı geride bıraktık. Milyarlarca Müslüman 14 asır boyunca Kur’ân’ı okuyup, Peygamberimizin (asm) açıklamaları ve uygulamalarıyla onu anlayıp günlük yaşantılarına aktardılar. Tesettür âyetleri indiğinde iman eden kadınlar başörtülerini, boyun ve gerdanlarını da örtecek şekilde bağladılar. On dört asır boyunca hiçbir İslâm âlimi örtünme emirlerini farklı anlamadı. Yüz, eller ve ayaklar dışında bütün vücudun uygun giysilerle (iklime, coğrafyaya, geleneklere bağlı olarak şekilleri değişebilen kıyafetlerle) örtülmesinin farz olduğu hükmünde ittifak edildi. İcma meydana geldi. Asırlar boyunca “muteber”, güvenilir, ciddiyetiyle kaynak olarak gösterilen eserlerde bu ölçüler anlatıldı.

Son birkaç asırda ise sömürgecilik kültürü kimi Müslümanları kendi değerlerinin doğruluğu konusunda şüpheye düşürdü. Neticede bu değerleri değiştirmenin mecburiyetine inandılar. Ama bu değişiklikleri yapabilmek için yine dine ihtiyaçları vardı. O yüzden garip içtihatlar yapmaya başladılar. Tesettür konusu da bu garip içtihatlardan nasibini aldı.

Günümüzde ekrandan, gazete sayfalarından eksik olmayan ve reyting (!) getiren bu yeni müçtehidler, ecdadımızın 14 asırlık uygulamasını, Kur’ân âyetlerini, hadisleri, âlimlerin icmâını bir yana bıraktılar. “Biz de çağdaş olmalıyız!” demeye başladılar. Böylelikle tesettürü toplum hayatından baskıyla çıkarmaya çalışanların işlerini kolaylaştırdılar. Bedel ödemediler. Ama o sözde âlimlerin (!) sözlerine ve yorumlarına da güvenilmedi, güvenilmiyor.

Bediüzzaman Hazretleri gibi inandığını korkusuzca, kendinden emin olarak savunanlarınsa bugün isimleri muhabbet, hürmetle anılmakta, anılacak. Onların kitapları, eşsiz yorumları başucu eseri olarak insanların evlerinde ve gönüllerinde yer almakta. Yer almaya devam edecek.

Tıpkı Bediüzzaman Hazretlerinin Tesettür Risâlesi gibi.

Tesettür Risâlesi de daha çok incelenip, üzerinde çalışmalar yapılmaya devam edecek.

18.05.2008

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

San'atı ruhunun temize çekilmiş hâli olan dost!



Sizleri bilemem ama… İşinin ehli biri tarafından çalınan saz beni tepeden tırnağa sarar… Hele bir de uyumlu sözlerle takviye edilmişse… Kendimden geçerim…

Sazı ve sözü birleştirerek dinleyenlerini her zaman mest edebilen ender insanlardan biri olan Muzaffer Özdemir’i tanımak ise bu açıdan çok daha derin anlamlar taşıyor benim için…

Şu an elimin altında mütevazı bir albüm / katalog var… Bir başka ortak dostumuz Mustafa Doğan tarafından hazırlanan “Muzaffer Özdemir / San'atta 35 yıl” isimli bu çalışmaya kısaca bakmak bile, Muzaffer Özdemir isimli san'atçının nasıl sadece bir saz san'atçısı olmadığını da açıkça ortaya koyuyor…

Kendisini; “21 yaşındaydım / şaha kalkmış bir atın boynuna tırmanırken / 22 yaşındaydım / sabahladım uykusuz martıların koynunda / 23 yaşındaydım / göğsüme sapan sokakta bir trafik kazası / 24 yaşındaydım / hiçbir denizde yüzmedim kendi terimden başka / 25 yaşındaydım / sabah koydum adını / mişki şımmı-şimki mış mı deyip geçtim üzerinden / 26 yaşındaydım / aşk beni bu dünyadan beraat eyledi” mısralarıyla anlatan 1961 doğumlu Muzaffer Özdemir, “küçük yaşlarda yazmaya başladı ve ilk şiirini onüç yaşında yayımladı. Birçok dergi ve gazetede çeşitli inceleme yazıları ve şiirleri” yayımlandı. “1987 yılında ‘2O. Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi’ne, 1989 yılında Behçet Necatigil’in ‘Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’ne, 1999 yılında ‘Cumhuriyetten Günümüze Türk Şiiri Antolojisi’ne, 2001 yılında ‘Yüzyılın Türk Şiiri Antolojisi’ne, yine 2001 yılında ‘Emek Şiirleri Antolojisi’ne alındı.

Bugüne kadar onüç kitabı yayınlanan san'atçının film müziği, belgesel müziği çalışmalarının yanı sıra kendi bestelerini içeren beş de kaseti piyasaya sunuldu.

Sezen Aksu, Uğur Yücel, Yalçın Menteş ve daha birçok ünlü isimle çalışan san'atçının bazı şiirleri Edip Akbayram, Hasret Gültekin ve Onur Akın tarafından seslendirildi.

1994’de İstanbul İkitelli’de yerel bir dernek ve Küçükçekmece Kaymakamlığı’nın çabalarıyla kurulan beşbin kitaplı bir halk kütüphanesine adı verildi.

Türkiye’de ilk şelpe (elle çalınan bağlama) kaset ve CD’sini yayımladı.

Altı enstrüman icat eden Özdemir, bunların içinde Ta’yı çok önemsiyor. Ta; Cura’nın, Çöğür’ün, Tambura’nın ve Divan Sazı’nın seslerini aynı anda duyuruyor.

Yurt içinde ve 20 kadar Avrupa ülkesinde konserler veren san'atçı, yaklaşık elli ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen uluslar arası Folklor festivallerinin Türk jüri üyeliğini yapmaktadır. 1998’de BBC’de, 1998-99’da İstanbul’da Uluslar Arası Mistik Müzik Festivali’nde verdiği konserlerde çok beğeni topladı.”

“Bir saz sihirbazı” olduğu da söylenen Muzaffer Özdemir dostum ise en duru biçimde san'atını tanımlarken; “ruhumun temize çekilmiş hâli” deyivermiş… Elhakk!

Muzaffer Özdemir’i seven birçok dostunun katkılarıyla ve bugüne kadar hakkında yazılan yazılardan, medyada yer alan haberlerden seçmelerin bulunduğu “35. yıl” albümünün yayına hazırlığı 1111 Adam Yapım Tanıtım imzası taşıyor… Mustafa H. Akgül tarafından çekilen fotoğraflarla görsel zenginliğe de kavuşan albümde yer alan 23 Ağustos 2000 tarihli Cumhuriyet Gazetesi haberinden, Muzaffer Özdemir’in sadece saz çalıp söyleyen değil, nasıl üretken ve araştırıcı bir kişiliğe sahip olduğunu da öğreniyoruz: “Bağlamayı bilinen şeklinin dışında çalarak ‘ayağa kaldıran’ ve bugüne kadar 6 enstrümana hayat veren Muzaffer Özdemir’ in ‘arayış’ları bitmek bilmiyor.

Bağlamanın 4 çeşidinin aynı anda çalınabileceği ‘ta’ adlı müzik aletinden sonra şimdi de trikotaj makinesinin dizaynını bozmadan yeni bir enstrüman oluştur- maya çalışıyor. Özdemir ‘İp örer gibi ses öreceğim…’ diyor.

San'atçı Muzaffer Özdemir, üretimin kutsallığına inanıyor. ‘Tükettiklerime karşılık dünyaya yeni bir şeyler sunuyorum.’ diyen san'atçı adeta yerinde durmuyor. Bu yılın başında kamuoyuna tanıttığı ‘ta’yı, ‘bağlamanın gelişme süreci içinde son nokta’ olarak gören Özdemir, bağlamanın ‘ta’ ile artık egzersizlerini tamamladığını ve ‘yeni yeni çalınmaya başladığı’ ifade ediyor: ‘Şimdi ikimiz de daha mutluyuz, ikimizde özgürlüğümüze bilinmeyen yeni alanlar kattık.’

Sahnede aynı anda 17 enstrüman çalabilen san'atçının son tutkusu ise trikotaj makinesiyle ‘sesi örmek.’

Yeni enstrümanında çok yol aldığını belirten Özdemir, son çalışmasını ne zaman bitireceğini ve halkla buluşturacağını sır gibi saklıyor.”

Bugüne kadar; “Çelik Renkli Şiirler (1982), Yazıldığına Pişman Olmayan Şiirler (1985), Bu Dünyadan Gökçe Geçti (1986), Mor Gecemin Terlediği Yıldızlar (1987), Yorguncunun Anıları (1988), Muzovizyon (1990), Ömrümde Bu Gün (1992), Gökyüzü Bahaneydi (1992), İyi Akşamlar Perşembe (1992), Mizahımı Elleme Gıdıklanıyorum (1995), Öyküleriyle Türkülerimiz (1996), Bebek Evde Kız Bahçede Sallanır (1996), Bağlama’dan Ta’ya Şelpe (1999), Sazım Sözüm Sobe (Türkülü Kabare, 2000)” isimli eserlere imza atan Muzaffer Özdemir için yazanlardan; Cavid Mürtezaoğlu, Musa Eroğlu, Hıncal Uluç, Âşık Mahzuni Şerif, Uğur Yücel, Cem Karaca, Savaş Ay, Cahit Berkay, Ali Ekber Çiçek, Taner Öngür, Cezmi Ersöz, Kubat, Erdoğan Sevgin, Prof. Itsukı Nakabayashı, Ali Rıza Binboğa, Küçük İskender, Ahmed Rouissi, Ekrem Ataer, Ali Mahzuni Şerif, Ruşen Hakkı, Dursun Özden, Burcu Ocaklıoğlu, B. Memed Güler, Derviş Şentekin, Celal Erbaş, Nebil Özgentürk, Efkan Kula, Ali Asker Barut’un görüşleri albümde yer alıyor…

Bu alıntıların hepsini okuyunca Muzaffer Özdemir’i birazcık tanımak mümkün ama asla sahnede sazını çalarkenki tanımanın yerine geçmez… Bu gerçeği sakın unutmayın!

Hani “anlatılmaz, yaşanır” diye bir tanım var ya… İşte tam da bizim gönül dostu Muzaffer için söylenmiş bu söz…

“Kopuz” ile başlayan “bağlama” tarihimize, kendi icadı olan “ta” ile inanılmaz bir yenilik, derinlik ve de zenginlik kazandıran Muzaffer Özdemir kardeşime, sazıyla birlikte nice sağlıklı, san'at dolu yıllar diliyorum.

San'atta 35’inci yılını mütevazı biçimde dolduran Muzaffer Özdemir’in “Alkışlar İçinde” isimli şiiriyle sizleri başbaşa bırakıyorum: “Mürşitden öğrendim aklım eriyor / Nere gitsem pir önümden yürüyor / Dünyanın her yeri şuh görünüyor / Türkümü Şavşat’ın üstünde yaptım.

Dedemin omzundan Kopuzu kaptım / Ozanlara koştum okula koştum / Şahım Köroğlu’ndan aldım dersimi / Yarışımı Dorat’ın üstünde yaptım.

Buhar oldum çıktım bulut eline / Ellerim değmedi namert eline / Ne şerrine düştüm ne de kirine / Keyfimi Fırat’ın üstünde yaptım

Adımı kazıdım sahil semaya / Alkışlar içinde çıktım buraya / Azrail’in kolunda girdim halaya / Düğünümü Sırat’ın üstünde yaptım.

Döndüm, dönesiydim dertli dolabın / Gölgesine sığınmadım yalabın / Ateşinden geçe geçe çalabın / Arşımı takatın üstünde yaptım.”

18.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ömür dakikaları



Eserlerinde baştan sona fâni ömür dakikalarını bâkileştirme dersi veren Üstad Bediüzzaman, herkesten evvel nefsine hitaben kaleme aldığı bu derslerin gereğini öncelikle kendi hayatında titizlikle yaşayan bir insan.

Ali Ulvi Kurucu Tarihçe-i Hayat için yazdığı muhteşem önsözde Üstadın, kendisine verilen yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil, fikir, zihin, istidat, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dâhi olduğunu belirtir.

“Dünya madem fânidir, hem madem ömür kısadır, hem madem lüzumlu vazifeler çoktur” hakikatlerini bihakkın yaşayarak tamamladığı uzun ve bereketli ömrünün bir ânını bile boşa geçirmemiş olması, bu şuur ve idrakin neticesi.

Talebe ve komşularına “Ne zaman uyur, ne zaman kalkar, bilemezdik” dedirtecek şekilde ibadet, dua ve münâcâtla geçen gecelerin gündüzünü tamamen Risale-i Nur’un mütalâa ve tashihine ve nur hizmetlerine tahsis etmişti.

Onun hayatı baştan sona okumak, okutmak, okumayı teşvik esasları üzerine bina edilmişti.

İlk emri “Oku” olan mukaddes kitabımızın çağımızdaki en önde gelen yorumcusu olarak, bu İlâhî emre harfiyyen tâbi ve teslim olan bir hayat yaşadı. Ya sünuhat-ı kalbiye ile yazdırılan eserlerini okudu ve okuttu, ya da aynı mânâların kâinat kitabındaki tezahürlerini temâşâ etti.

Son nefesine kadar yüzlerce, binlerce kez, asla bıkmadan, aksine her defasında yeni mânâlar keşfetmenin manevî haz ve heyecanıyla okuduğu eserlerden başını kaldırdığında, nazarını kâinat kitabının o muhteşem sayfalarına çevirdi.

Bilhassa bahar mevsiminde yeryüzünde teşhir edilen mucizeli rahmet ve hikmet eserlerini; ağaç, bitki ve hayvanlar âlemindeki ilâhî san'at harikalarını; varlıklar üzerinde parlayan tevhid mühürlerini hiç bitmeyen bir iştiyakla inceledi.

Esaret zindanlarında, sürgünlerde, kırık penceresi bir parmak buz tutmuş hapishane hücrelerinde, verilen şiddetli zehirlerin tesiriyle acılar içinde kıvrandığı veya ağır hastalıklarla boğuştuğu zamanlarda bile bu mânâlarla iç içe oldu.

Ama bu okuma eksenli hayat, masa başında geçen pasif ve hareketsiz bir yaşayış tarzı değil.

Tam tersine, son derece dinamik, aktif, cevval, bir ânı dahi boş geçmeyen verimli bir hayat.

1922’de Ankara’dan ayrılıp 1925’teki sürgününe kadar Van’daki Erek Dağı Zernabad suyu başında beraber kaldığı talebelerinden Molla Hamid Ekinci’nin anlattığı şu hatıra çok anlamlı.

“Baharda odun kırmış, camiye odun çekiyordum. Üstad da bana odun taşımak için yardım ediyordu. Kucağına bir demet alıp taşımaya başladı. Ben Üstadın odun taşımasını istemedim. ‘Efendim, işte ben taşıyorum. Siz oturun’ dedim. Üstad cevaben aynen şunları söyledi:

“Gayretim kabul etmiyor; sen çalışasın, ben oturayım. Eğer bilsen gayret ne kadar hayırlı bir iştir, ömrünü bir dakika boşa geçirmezdin!”

Bizim inanılmaz ve akıl almaz bir “cömertlik,” daha doğrusu savruklukla boşa geçirdiğimiz ömür dakikalarının ne kadar paha biçilmez bir kıymete sahip olduğunu, geçen hiçbir dakikanın geri gelmeyeceğini, bundan sonra kaç dakikamızın kaldığına ilişkin bilgimiz olmamakla birlikte kalan dakikalarımızın sür’atle azaldığını bir an önce fark ederek, bu mânâlar çerçevesinde kendimize çekidüzen vermemiz icab ediyor.

Mesnevî-i Nuriye’de aktarılan şu hadis de konunun bir diğer boyutunu dikkatlere sunuyor:

“İnsanın ömür dakikaları insana avdet ederler (geri dönerler); ya gafletle muzlim (karanlık) olarak gelirler veya hasenât-ı muzîe (ışık saçan sevaplar ve iyilikler) ile avdet ederler.” (s. 183)

Ömür dakikalarımıza dair kayıtların hesap gününde bomboş veya karanlık görüntüler olarak değil; ışıklı, aydınlık ve ferahlatıcı manzaralar olarak önümüze konulmasını arzu ediyorsak, hayatımızı ona göre yaşamamız gerekmiyor mu?

18.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Mahalle baskısının dik âlâsı!



Ülkemizde yaygın olan ‘şehir efsaneleri’nden biri de ‘başörtülülerin başını örtmeyenlere baskı uyguladığı’ şeklindeki propagandır. Zaman zaman gündeme gelen bu konu, son aylarda ‘mahalle baskısı’ olarak isimlendiriliyor. Bu iddiaya en başta gelen örnek; üniversite öğrencilerinin başları ‘zorla’ ya da ‘para karşılığı’ örttürülü-yor. Sonra da başını örten öğrenciler, başı açık arkadaşlarının örtünmeleri için ‘baskı’ uyguluyorlar.

Bu ve benzer iddialar medyanın gündeminden hiç eksik olmaz. Bazen de ‘uzman profesör’ler aynı iddiayı televizyon programlarında dile getirirler. Kendilerince bu iddiaları delillendirmek isterler, ancak şimdiye kadar bu konuda bir ‘itirafçı’ bulamadılar. Bulmaları da mümkündür, ama böyle bir durum şu ana kadar yaşanmadı!

Her defasında ifade etmeye çalıştığımız gibi bu iddiâlar, iddia sahiplerinin ruh halini ortaya koyu-yor. Yani, ‘Bize mahalle baskısı uygulanıyor’ diyenler, aslında kendileri hem mahalle hem de ‘medya’ vasıtasıyla baskı uyguluyorlar. İmkân ve ihtimal buldukları her fırsatta bu baskıya müracaat edebileceklerini gösteren onlarca değil, binlerce örnek var.

Çarpıcı örneklerden sadece birini hatırlatıp iktifa edelim: 2002 yılında, İÜ İnsan Hakları Hukuku Araştırma ve Uygulama Merkezi ile Yeni Yüzyıl İçin Yeni Oluşum Hukukçular Derneği’nin düzenlediği “Yaşam Hakkı ve İfade Özgürlüğü Bağlamında Devletlerin Yükümlülükleri” konulu toplantı, İstanbul The Marmara Oteli’nde yapıldı. Bir grup başörtülü öğrencinin toplantıyı izlemesi üzerine dönemin İÜ Rektörü Kemal Alemdaroğlu konuşmasını yapmadan toplantı salonunu terk etti. (Yeni Şafak, 10 Nisan 2002)

Başörtülü öğrencilerle aynı salonda bulunmayı bile kabul edemeyen bir anlayıştan ne beklenir? Böyle bir durumda kim kime baskı yapmış oluyor?

“O tarihler eskide kaldı, bu güne gelelim” diyenler varsa; ‘hay hay’ bugüne de gelelim: Voleybol Millî Takımının yıldız oyuncusu Aysun Özbek’in tesettürü tercih etmek ihtimali bazılarını hayli rahatsız etmiş ve mahalle baskısının dik âlâsını uygulamaya başlamışlar.

Voleybolcu Aysun Özbek bu ‘ihtimal’le ilgili olarak şöyle demiş: “Şu anda tesettüre girmedim, eski Aysun nasılsa öyleyim. Ama bu kapanmayacağım anlamına gelmez. Hacca gitmeyi kesinlikle istiyorum. Allah izin verirse de gideceğim. Voleybolu bırakma konusunda ise kesin karar vermedim. Bunlar benim şahsî kararlarım, saygı gösterin...” (Vatan, 17 Mayıs 2008)

Evvelâ; Özbek’i bu ifadeleri sebebiyle şimdiden tebrik ediyoruz. Hem tesettürü tercih etmesi, hem de hacca gidip ‘hacı’ olması için duâ da ediyoruz. Özbek’in tercihine saygı duymayan ve ona ‘mahalle baskı’sını aratan ‘medya baskısı’ uygulayanları da hem kınıyor, hem de ibretle izliyoruz...

Bir gazetenin ilgili haberi sunarken kullandığı başlık, baskının katmerini görmeye ve göstermeye yeter. Şöyle demişler: “Millî voleybolcu kapandı, ortalık birbirine girdi.” (Akşam, 17 Mayıs 2008)

Haberin ayrıntısında da şöyle denilmiş: “Voleybol camiasında tesettür şoku! Voleybol Bayan Millî Takımı’nın (...) yıldız oyuncusu Aysun Özbek bir süre önce Çamlıca’da tanıştığı bir grup çarşaflı kadının fikirlerinden etkilenerek kapanmaya karar verdi. Bu karar sonrası eşiyle de arası açılan genç yıldız (...)”

Tanışmanın nasıl olduğunu bilmiyoruz, ama medyanın haberi ‘renk’lerdirmek için hemen ‘çarşaf’a dolandığının da farkındayız. Yapılan, ap açık bir medya baskısıdır. Özbek’i ve onu izlemesi muhtemel bütün sporcuları, san'atçıları, kısaca ‘meşhur’ları medyanın ve ‘insafsız mahalle’nin baskısından korumak lâzım.

Türkiye’de ve dünyada tesettürü tercih edenlerin her geçen gün arttığına şahit olacağız. Katmerli mahalle baskılarına rağmen!

18.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Aç kalan vatandaş



MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli partisinin grup konuşmasında işsizlikten, ekonominin kötü gidişinden bahsederken, konuşmayı ayakta dinleyen bir vatandaş baygınlık geçirerek yere düştü. Bahçeli, gürültüyle düşen vatandaşa şöyle bir baktıktan sonra konuşmasını sürdürdü. Apar topar grup salonunun dışına çıkarılarak vatandaşa ilk müdahaleyi Sağlık eski Bakanı Osman Durmuş yaptı.

Kameralar ve foto muhabirleri Bahçeli’nin konuşmasını bırakıp hastanın başına üşüşürken, Meclis doktoru tarafından yapılan müdahale ile hasta ayıldı ve ilk sözleri, “20 gündür Ankara’ya bir iş için geldim, kalacak yerim yok ve açım” oldu. Ayıldıktan sonra da sedyeyle Meclis polikliniğine götürülen vatandaşın karnı doyuruldu mu bilmiyoruz, ama seçtiği grup toplantısının yanlış olduğunu düşünüyorum. Yarım saat sonra toplanacak AKP grubuna gitse daha iyi olurdu. Çünkü iktidarda olan ve onun karnını doyurması gereken onlardı…

Karnı aç, kalacak yeri olmayan onbinlerce insan var. Belki bu üzücü olay bir nebze olsun bu insanların düşünülmesine sebep olur.

***

PROFESÖR OLMUŞUZ DA HABERİMİZ YOK!

Hafta başında Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz, gönderdiği maille ‘hem profesör hem de bir vakfın mütevelli heyetine seçildiğim için’ tebrik ediyordu! Hoşuma gitse de şaşırdım tabi... Çünkü ne profesör olmuştum, ne de bir vakfın mütevelli heyeti üyesi.

Peki bu tebrik nereden çıkmıştı? Cumhuriyet gazetesinin 10 Mayıs 2008 tarihli nüshasında bir haber vardı. “Vakıf yönetimine türbancı hocalar” başlıklı haberde, hükümetin Yunus Emre Vakfı Mütevelli Heyeti üyeliklerine “türban özgürlüğü”nü savunan Prof. Dr. Mehmet Kara, Prof. Dr. Ali Fuat Bilkan, Doç. Dr Coşkun Çakır ile yazar Rasim Özdenören’in getirdiğini yazıyordu. Peşinden de ‘Prof. Dr. Mehmet Kara’nın aynı zamanda Yeni Asya gazetesinin yazarları arasında’ bulunduğunu yazdı.

Haber Ankara mahreçli olunca gazetenin Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’ı aradım, ama ulaşamadım. Eğer ulaşsaydım, kendisine profesör olmadığımı ve herhangi bir vakfın mütevelli heyetine seçilmediğimi, “Prof. Dr. Mehmet Kara”nın başka bir kişi olduğunu ve Yeni Asya’da yazan benimle sadece isim benzerliğinin olacağını söyleyecektim.

Basın meslek ilkelerinin 6. maddesinde şöyle der: “Soruşturulması gazetecilik olanakları içinde bulunan haberler, soruşturulmaksızın veya doğruluğuna emin olunmaksızın yayınlanamaz.” Basit bir araştırma ile ulaşabilecekleri bir konuda dahi araştırma yapmayan bir gazetenin diğer haberlerine nasıl güvenelim?

Şimdilik bu kadar…

ZEHİRSİZ GÜNLER!

Sigara içenler için yarından itibaren yeni bir dönem başlıyor. Artık kapalı alanlarda sigara içilmesi yasaklanıyor ve hatırı sayılır cezalar geliyor. Yasakla birlikte sigara tiryakisi vatandaşların yanı sıra kanunu çıkaran milletvekilleri de kara kara düşünmeye başladılar. Yayınlanan bir yönetmelikle Meclis’te sigara içen milletvekillerine cezayı idare amirleri kesecek. Kendisi de sigara tiryakisi olan İdare Amiri Hüsrev Kutlu, “zabıta gibi” ceza kesemeyeceğini söyleyerek itiraz ediyor.

Bu yasanın nasıl uygulanacağı belirsizliğini koruyor.

Bizim buradan tavsiyemiz, bu yasakları fırsat bilip tiryakilerin 19 Mayıs’ı ‘sigarayı bırakma günü’ olarak kabullenmeleridir. Sigarasız yani zehirsiz günler dileklerimizle…

YORUMSUZ!

Başbakan Erdoğan’ın ayaküstü söylediği bazı sözler tartışma konusu olmaya devam ediyor. “En az üç çocuk” sözü bunlardan birisi… Partisinin bu haftaki grup toplantısında aynı konuya temas etti. “Aile Haftası”ndan bahsederken, ‘üç çocuk’ sözüne açıklık getirdi. “Eğer şu anki hesaplarla gidersek, 2037 yılında yaşlanan bir nüfus dönemine gireriz. Kabul edenler olur, etmeyenler olur, zorlama bir durum değil ki, ben sadece söylüyorum” dedi.

Peşinden de hem milletvekilleri hem de ziyaretçiler tarafından gülümsemeyle karşılanan şu cümlesini sarfetti: “Bizim dört tane var, keşke beş olsaydı, altı olsaydı. Ama dörtte kaldı…”

Yorumu size bırakıyorum…

18.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

2008+15



Kur’ân’daki gaybî işaretler aslında hem geçmişe hem de geleceğe ışık tutuyor. Muhammed Mütevelli Şaravi’nin dediği gibi Kur’ân-ı Kerim’de Yusuf kıssasında ‘Kale’l meliku i’tüni bihi’ ifadesi Kur’ân-ı Kerim’in diğer mucizatı gibi bir mucizedir. Orada Firavun yerine ‘kral’ ifadesi kullanılıyor. Zira Hazreti Yusuf dönemindeki Mısır Kralı Firavun değil veya Firavunlar sülâlesinden birisi değildir. Asalet sahibi olan hanedandan değildir. Bunun için Kur’ân-ı Kerim orada ‘Firavun’ yerine ‘melik/kral’ ifadesini kullanıyor. Kur’ân-ı Kerim geleceğe de aynı şekilde işarette bulunuyor. Sadece Rum Sûresi üzerinden Bizans’ın mağlûbiyetinin ardından Sasanileri yeneceğini öğrenmiyoruz. Burada içiçe birçok beşaret ve müjde var. Bunlardan birisi olarak, Hazreti Ömer döneminde 17’nci hicrî yılda Kudüs’ün fethini de görüyoruz. Rum Sûresi üzerinden gidildiğinde aslında Kudüs’ün bütün fetihlerine işaret var. Sözgelimi Selâhaddin Eyyûbî, Halep şehrini fethettiği zaman Kadı Muhyiddin, Kaside-i Baiyyesinde Endülüslü müfessir İbn Berrecan’a dayanarak yakında Kudüs’ü fethedeceğini müjdeler. İbni Berrecan aynı zamanda vefatından yaklaşık 47 yıl sonra meydana gelen fethin hicrî tarih yılı olan 583’ü de (1187) istihraç etmiştir. Yavuz döneminde de manevî işaretler benzeri suretlerde istihraç edilmiştir. Şam’da âlimler Yavuz’un Mısır’ı fethedeceğini ‘inne’l arda lillahi yurisiha men yeşau min ibadihi’ ve benzeri âyetlerden çıkarmışlardır. Mısır’ın fethini ‘inne’l arde’ ifadesinden istihraç etmişlerdir. Muhyiddin Arabi de İbni Berrecan’ın Selâhaddin Eyyûbî’nin bu istihracına işaret etmiş ve kendisi de ebced hesabını kullanarak aynı neticeye vardığını göstermiştir. Süleyman Ateş de İşarî Tefsir kitabında İbni Berrecan’ın bu istihracına temas etmiştir. Bütün bunları Rum Sûresinin madut ve mahdut âyetlerinden çıkarmışlardır.

***

Abdullah Selahi Uşşaki yine ‘gulibetü’r rum’ âyetinden bu defa da Kudüs’ün son fethiyle ilgili İbni Arabî’den bir istihraç nakleder. Buna göre son fetih 1438 hicrî tarihinin damgasını taşır. Aslında buna benzer atıfları Şeyh Ahmet Yasin New York Times gazetesine ve benzerlerine yapmıştı. Bu da yaklaşık olarak 2016 ile 2026 yılları arasını kapsar. Burada 2017 önemli bir tarih ve dönüm noktası olsa gerektir. Kudüs’le bağlantılı bütün olayların 17 sayısıyla alâkası vardır. Hazreti Ömer’in fethi hicrî 17 tarihidir. Selâhaddin Eyyûbî’nin Kudüs’ü ikinci kez Haçlıların elinden alması ise 1187 tarihinde gerçekleşmiştir. Yavuz Sultan Selim ise 1516 ve 1517 tarihlerinde bölgeye girmiştir. Yine Osmanlı’nın çıkışı da onun simetrik tarihindedir: 1917. Dolayısıyla sadece ve sadece Rum Sûresi’nin aynasında geçmişi ve geleceği seyretmek ve tarih içinde ve gelecekte bir yolculuğa çıkmak mümkündür (Tafsilat için bak: Rum Sûresi’nin Işığında Bedir Zaferi, Kudüs ve İstanbul’un Fethi, Yrd. Doç. Dr. Niyazi Beki). Bundan dolayı öncekilerin dediği gibi Kur’ân-ı Kerim’in acaibi yani sürprizleri hiç bitmez. Revnak ve teraveti her daim bakidir. 19’uncu yüzyılın müfessirlerinden Cemaleddin Kasimî, Kur’ân-ı Kerim’in Rumların mağlûbiyetinden sonra galebe çalacaklarına dair ihbarı ve işareti gaybiyesini Kur’ân-ı Kerim’in büyük bir mucizesi olarak değerlendirir. Bu gaybi haberin bir görgü şahidi olan Zübeyr el Kelai’nin de şu ifadelerine yer vermiştir: “Ben, İranlıların Rumları yendiklerini gördüm. Sonra Rumların İranlıları yendiklerini gördüm. Daha sonra, Müslümanların hem İranlıları, hem Rumları yendiklerine şahit oldum. Bütün bunlar, 15 yıl içinde olup bitmişti...”

***

Osmanlı’nın yıkılması ve yeni cumhuriyetin kurulması da tam 15 yıllık bir dilim içinde gerçekleşmiştir. Daha sonra Mustafa Kemal’in iktidar devresi de yaklaşık 15 yıldır. Osmanlı’nın çözülmesine ve İsrail’in kurulmasına giden süreç 1908’de başlamış ve 1909’da II’nci Abdülhamid’in halliyle ivme kazanmış ve 10 yıl içinde eski sistem yıkılmış ve 5 yıl içinde de yeni sistem kurulmuştur. Topu topu 15 yıldır. 1908-1923 arasındaki 15 yıl bir çağın yıkılması ve yeni bir çağın kurulmasıdır. Asr-ı Saadette de 15 yıllık bir devrede bir çağ yıkılmış ve yeni bir çağ kurulmuştur. 2008 yılında AKP’nin tasfiyesiyle başlayan süreç 2009’la yoluna devam ederek 2023’e kadar yepyeni bir yapı kazanacaktır. Yani 1908-1923 yılına mukabil 2008-2023 yılları farklı bir şekillenmeyi beraberinde getirecektir (‘120-111=9’ başlıklı yazımıza da bakabilirsiniz, 7 Mayıs 2008, Yeni Asya). Asimetrik bir inşâ dönemi olacaktır. Bu itibarla, Devlet Bahçeli ve ardından Deniz Baykal’ın AKP hükümetini Osmanlı’nın son hükümetine veya Damat Ferid Paşa hükümetine benzetmelerinde pek şaşılacak bir taraf yok. Pek tesadüfe yormuyorum. Olsa olsa bir intak-ı hak olabilir. Bu açıdan bakıldığında Damat Ferid Paşa Osmanlı’nın Krenski’si veya İran’ın Şahpur Bahtiyar’ıdır. Bu hükümetlerin ortak karakteri reformcu ve aynı zamanda batıcı olmalarıdır. Türkiye bu süreçle birlikte yeniden zaferler burcuna girmiş oluyor. Rum Sûresinin ışığında Rum diyarı yeniden fetih burcuna girmiştir. İnhisarından (geri çekilme ve ricat veya İttihatçıların uydurması irtica döneminden sonra) yeniden imtidat ve yayılma dönemine giriyor. Necip Fazıl Kısakürek’in de ifade ettiği gibi:

Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes

Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es...

18.05.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT