"Gerçekten" haber verir 15 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hüseyin EREN

Yâranı okumak



Yalnız mısınız, yardıma mı ihtiyacınız var, yol ve yön mü arıyorsunuz? Kolay yolları açan, gece ve gündüzde yanınızda olan, dertten deva dersler veren, kederden kemale yürüten, dos doğru bir dost mu istiyorsunuz?

En gizli mahreminizi paylaşabileceğiniz, kimseye göstermek istemediğiniz çok özellerinizi açabileceğiniz, ruhunuzun en kuytu köşelerini buyur edebileceğiniz yâran mı lazım? Her şeyden uzakta size en yakın, her zamanda yanınızda, sizden bıkmayan ve usanmayan, nazarı her zaman canlı ve taze, dost üstü bir dost mu gerek?

Gerçeğin tam ortasında, hayallerinizin ötesinde, darda tesellici, genişlikte paylaşıcı, şikâyetlerinizi sonuna kadar bıkmadan dinleyen, istemeyi arttıkça cömertlikte daha da coşan… Mekân ve zaman gözetmeksizin göz bebeğinizden daha yakın biri mi gerek size?

Buyurun Kerim Kur’an’ı kıraat etmeye… Kalbiniz ve kâinatla birlikte açın sayfalarını… Aklınız, latifeleriniz, şuurunuzla beraber gezin ayetlerinde… Meselleriyle sükûn bulun, emsalsizliğiyle secdeye giderek şükredin… İzanınız açılsın, irfanınız genişlesin, fikriniz hikmetle dolsun… Gözünüz nura, gönlünüz sürura doysun…

Kuşların kanatlarında, rüzgârın sesinde, bulutların akışında, dağların sıralanmasında, yaprakların raksında, akşamın grubunda kelime kelime, ayet ayet hissederek okumak Kur’an’ı… Kur’an satırlarında dalgaların Ya Celil deyip Firavunu yutmasını, necat bulan Musa’yı (a.s.), ateşler içinde yanmayan İbrahim’i (a.s.), balığın yutamadığı Yunus’u (a.s.), kuyudan Azizliğe yükselen Yusuf’u (a.s.), İsa’nı (a.s.) uruc edişini, Muhammed’in (a.s.m.) miraca yükselişini seyredin…

Günümüzde seyreden fitneleri; firavun bozuntularını, nemrut taslaklarını, deccal çarpıklarını, süfyan suratsızlarını fark edecek, korunmanın izlerini bulacaksınız okuyuşunuzda… Şükredeceksiniz imanınıza, tefekkürünüze derinlik, zikrinize şevk gelecek… Tecelliler karşısında Sübhan Allah diyecek, tevhid denizine yeniden dalacak, tecelliden tecelliye akacaksınız…

Her birimizin kalbine Kerim Kur’an nakşedilmiş… Âlemin bütün anahtarları onun içinde, bütün gizlilikler onun gizeminde, sırlar hazinesi onun mahzeninde saklı… Kalbimizin kalbinde Kelam-ı Ezeli var…

Onun şifa hazinesinde her derde deva var, yaran olarak o yeter…

Nefis çetesini, şeytan tahrikçisini bir kenara bırakıp, bize bahşedilen her günde yeniden nazil oluyor gibi canlı okumaya başlayalım mı Kur’an’ı?

Yalnızlıktan, yardımsızlıktan kurtulmak istiyorsak. yaran olan Kur’an’ı buyurun Bismillah’la başlamaya.

15.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah’ın rızasını kazanmak için



BİR insan için Allah’ın rısısını kazanmak kadar önemli bir mesele, makam, mertebe ve derece düşünülemez. Ömür dakikalarını Allah’ın rızasına endeksleyen kimseler için bundan daha daha büyük bir maksat ne olabilir ki? Allah razı olduktan sonra geri kalanın hiç önemi yok. Allah razı olmadıktan sonra da isterse insan dünyaya sultan olsun ne kıymeti var.

Ne mutlu insandır Allah’ın rızasını kazanan kişi! İşte Kur’an’ın tasdikiyle böyle biri: Süheyb bin Sinan. Rum diyarından geldiği için Süheyb-i Rumî derlerdi ona. Müslümlanların sayısı daha kırkı bulmadan İslâmla şereflenen kahramanlardandı o. İnancı uğruna nice sıkıntılar çekti, nice işkencelere katlandı. Hicret kapısı açılınca o da rahat bir nefes almak, dinini serbestçe yaşayabilmek için Medine’nin yolunu tuttu. Ancak müşrikler hemen önünü kesip, “Bu hâlinle gidemezsin” dediler. “Sen buraya fakir biri olarak geldin. Burada mal mülk edindin, zengin oldun. Bunları götürmene razı olmayız.”

Hz. Süheyb’in parada, pulda gözü yoktu. Onun için en önemli şey Allah’ın rızasına kavuşmaktı. Din için Allah Resûlü (a.s.m.) ve arkadaşları Medine’ye hicret etmemişler miydi? Herşeye rağmen o da onlara katılmalıydı. Yola çıktığında müşriklerin engelleriyle karşılaştı. Malıyla mülküyle göndermek istemiyorlardı. Yanındaki okdanlığı göstererek, “Okdanlığım dolu. Bilirsiniz ki içinizde benim kadar iyi ok atanınız yoktur. Bitinceye kadar oklarımı atarım. Sonra da yanımdaki kılıçla sizinle mücadele ederim. Ama sizin maksadınız para-pul, mal mülkse buyrun hepsi sizin olsun. Yeter ki siz benim yolumu açın, ben Resûlullaha kavuşayım.” Müşriklerin arayıp da bulamadıkları şeydi bu. Malına, mülküne el koyup onu serbest bıraktılar. Medine’ye vardığında Hazret-i Ebu Bekir onu, “Alışverişin mübarek olsun! Nefsini Allah rızası için sattın ve senin hakkında bu âyet nazil oldu” diyerek hakkında indirilen şu mealdeki ayet-i kerimeyi okuyordu: “İnsanlardan öylesi vardır ki, karşılığında Allah’ın rızasını kazanmak için kendisini feda eder. Allah ise kullarına pek şefkatlidir.”1

Yaptığı hareketle Cenab-ı Hakkın rızasını kazanan bu kahraman Sahabî İsanbul’un fethiyle ilgili müjdeyi duyduğunda yıllar sonra yine geldiği topraklara cihad aşkıyla yanıp kavrularak gidecek ve o zaman bir kasaba olan Çorum topraklarında hakkın rahmetine kavuşacaktı.

Aynı şekilde Ubeyd-ı Gazi ve Hz. Ömer’in “Bin askere bedeldir!” dediği Amr bin Ma’d-ı Kereb de burada vefat edeceklerdi. 19. yüzyılın büyük hadis âlimlerinden Yusuf Bahri Hazretleri ölürken kabrinin Amr bin Ma’d-i Kereb Hazretlerinin hemen ayak ucuna kazılmasını vasiyet etmiş, Kıyamet gününde bu büyük insanın eteğinden tutup şefaatini isterim” demiş ve ayak ucuna defnedilmişti. Çorumlular Hıdırlık Semtinde bulunan ve türbeleri ziyaretgâh haline gelen bu büyük insanlarla ne kadar iftihar etseler az. Regaib Kandilinde Çorumlu dostlarla birlikte sohbet ederken Cuma günü de rıza-yı İlâhi için oralara kadar gitmekten çekinmeyen bu mübarek ve müstesna insanları ziyaret etme imkânı bulduk.

Üç günlük seyahatimiz esnasında o gece de Çorumlu arkadaşlarla birlikte Sungurlulu dostları ziyaret ettik, sohbete katıldık. Cumartesi günü de arkadaşımız İbrahim Vapurla birlikte ormanlık içerisine serpiştirilmiş güzel bir ilçe olan Araç’ta Mustafa Beyin oğlunun düğününe katıldık. Cumartesi günü de sohbette Kastamonulu dostlarla beraberdik.

İşte seyahatlerin böylesine nefis meyveleri var.

1. Bakara Suresi: 207.

15.07.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kabir hayatına hazır mıyız?



Abdullah Bey: “Kabir hayatı nedir?

Burada azap var mıdır?”

Öldükten sonraki kabir hayatı, teşekkülünde dünya hayatındaki amellerin etkin olduğu, mahşer öncesinde kurulan berzah hayatıdır, yani bir ruhanî ara hayattır. Kabir hayatı haktır ve gerçektir. Peygamber Efendimiz (asm), “Allah, iman edenlere dünya hayatında da, âhiret hayatında da o sabit sözde sebat ihsan eder. Allah zalimleri şaşırtır. Allah ne dilerse yapar.”1 Ayeti kabir azabı hakkında inmiştir. Kabirde ölüye, “Rabb’in kimdir?” diye sorulur. O da: “Rabb’im Allah ve Peygamberim Muhammed’dir” der. İşte bu, yukarıdaki ayette geçen sabit sözün delâletidir.”2

Zeyd bin Sabit (ra) anlatmıştır: “Peygamber Efendimiz (asm) Neccâr oğullarına ait bir bahçe içinde kendi katırı üzerinde bulunduğu sırada biz de beraberinde idik. Katır birden bire ürktü ve yoldan saptı. Nerede ise Peygamber Efendimizi (asm) yere atacaktı. Orada beş altı tane kabir vardı. Peygamber Efendimiz (asm): “Bu kabirlerin sahiplerini kim tanıyor?” diye sordu. Bir adam: “Ben tanıyorum!” dedi. Peygamberimiz (asm): “Bunlar ne zaman öldüler?” buyurdu. O kimse: “Müşriklik devrinde öldüler.” Dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm): “Şüphesiz bunlar kabirleri içinde imtihana tabi tutuluyorlar! Şâyet ölülerinizi gömmeği terk etmeniz endişesi bende mevcut olmasaydı, bu kabristandan işitmekte olduğum kabir azabından birazını sizlere de işittirmesini Allah’tan niyaz ederdim.” Buyurdu. Sonra yüzünü bize döndürüp: “Ateş azabından Allah’a sığınınız!” buyurdu. Sahabîler (ra): “Ateş azabından Allah’a sığınırız!” dediler. Peygamberimiz (asm): “Kabir azabından Allah’a sığınınız!” buyurdu. Sahabeler (ra): “Kabir azabından Allah’a sığınırız!” dediler. Peygamber Efendimiz (asm): “Görünür görünmez fitnelerden Allah’a sığınınız!” buyurdu. Sahabeler (ra): “Görünür görünmez fitnelerden Allah’a sığınırız!” dediler. Peygamber Efendimiz (asm): “Deccal fitnesinden Allah’a sığınınız!” buyurdu. Sahabîler (ra): “Deccal fitnesinden Allah’a sığınırız!” dediler.”3

“Herkes kazandıklarına rehindir.”4 Ayeti mucibince kabir hayatında insan dünyadaki amelinin, düşündüklerinin, inandıklarının, fikirlerinin, yaptıklarının, görgü ve yaşayışının bir yansıması tarzında azap görür veya mükâfat bulur. Henüz Mahşer kurulmamış, Mahkemei Kübra teşekkül etmemiş, umumî diriliş için emir verilmemiştir. Bununla beraber, insanın dünyada ve âhirette gördüğü azaplar Allah’ın rahmetiyle inşallah onun bağışlanması için birer basamak teşkil eder.

Gerçekte idamın ve sırf yokluğun bulunmadığını, ölümünse bir yok oluş olmadığını5 beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Sözler’de “idamı ebedî”den bahseder. Burada bahsedilen “idamı ebedî”, âhireti inkâr etme ve öldükten sonra yokluğu kabul etme vahametinin kabir hayatına yansımış cezaî şeklinden başka bir şey değildir. Başka bir ifadeyle, âhiret hayatına inanmayan ve ölümü yokluk zanneden ehli inkâr için verilmiş “ameli cinsinden” bir kabir azabıdır. Çünkü öyle bildiği için, cezası olarak da aynını görecektir.6

Saîd Nursî Hazretlerinin, dünya hayatında âhireti tasdik ettiği halde sefâhet ve dalâlette gidenlerin kabir hâli olarak bahsettiği “hapsi ebedî ve bütün dostlardan tecrit demek olan hapsi münferit”; kabri öyle gören; itikat eden, fakat inandığı gibi amel etmeyenlerin göreceği bir kabir muamelesidir.7

Kur’ân’ın: “Sûr üflendiği zaman, kabirlerinden Rab’lerine doğru koşarak çıkarlar!”8 âyeti ve sâir yüzlerce âyetle haber verdiği umûmî diriliş, büyük hesap, büyük muhâkeme, İlâhî yargılama ve daha sonra Cennet ve Cehennem tarzında devam edecek olan “ebedî hayat” ise inanan inanmayan bütün insanları kapsamakta ve ilgilendirmektedir. Bedîüzzaman Hazretleri, gerçekte îdâmı ebedînin olmadığını, Cehennemin vücûdunun bin derece îdâmı ebedîden daha hayırlı olduğunu, hattâ Cehennemin kâfirlere de bir nevî merhamet olduğunu; çünkü Cehennemin şerri mahz olan adem ve yokluk değil, hayrı mahz olan vücuttan ibâret olduğunu kaydeder.9 “Öyle bir ateşten sakınınki, yakıtı insanlarla taşlardır.”10 Ayetinin tefsirinde ise Saîd Nursî Hazretleri Cehennem ateşinin tabakalarını ayrıntıları ile izah eder.11

Dipnot:

1 İbrâhim Sûresi, 14/27

2 Müslim, 2871

3 Müslim, 2867

4 Tûr Sûresi, 52/21

5 Mektûbât, 13, 221, 278

6 Sözler, s. 131

7 Sözler, s. 131

8 Yâsîn Sûresi, 36/51

9 Asâyı Mûsâ, 43; Şuâlar, 207

10 Bakara Sûresi, 2/24

11 İşârâtü’lİ’câz, s. 181

15.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Asıl engel: Müstebit zihniyet



TÜRKİYE bu tartışmaları yaparken, anlaşıldı ki, asıl ve en büyük engel “Kemalizm!” ve onu paravan olarak kullanan ve menfaatini kapalı rejimde bulan “silâhlı-sivil bürokrasi, elit tabaka, medya” imiş! Bu tesbit bizim değil. Batılıların. Birlikte takip edelim:

“Avrupa Birliği bir değerler topluluğudur. Bütün askerî geçmişini aşmış olan demokrasilerin bir kulübüdür. Üye olmak için çaba sarf eden birey, kulübün kurallarını benimsemek zorundadır. Yoksa o topluluğun dışında kalır. İslâm-köktendinci bir Türkiye, Avrupa’ya yakışmaz. Ancak Silâhlı kuvvetlerin, özgürlükçü demokrasinin izin verilen ölçüsü üzerinde belirleyici olduğu, Kemalist bir Türkiye’nin de şeriat ülkesi Türkiye gibi Avrupa Birliği içinde yeri yoktur... Kişiye tapma ve ‘ölümsüz önder, eşsiz kahraman’ gibi tumturaklı açıklamalarla Anayasa metnine kadar giren Cumhuriyetin kurucusuna Avrupa’dan çok Kuzey Kore’ye yakışmaktadır... Türkiye’nin AB’ye girmesini engelleyen konu, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması gereği değildir. Ekonomik durumu, AB’ye girişi sağlanacak ölçüde gelişmiş olmaması da değildir. Türkiye’nin AB’ye girişini zorlaştıran TSK’nın sürüp giden egemenliğidir. Avrupa, Türk generallerine yer açmak için kendi anlayışı veya Anayasasını değiştirmeyecektir... Beni en fazla şaşırtan bir durum da, Türkiye’nin, AB’ye girişinin en büyük savunucularından olan Türk generallerinin kendilerinin bu yolda en büyük engeli teşkil ettiğinin farkına varamamalarıdır.” (Dr. Theo Sommer, Die Zeit Hamburg, 1999.)

***

AB’nin, Türkiye Temsilcisi Karen Fogg’un Şubat 2000’deki beyanatı bu gerçeği açıkça te’yid ediyor:

“Türkiye’nin temel insan hakları, ekonomi ve ordunun siyasetteki etkinliği konusunda hâlâ kaygılarımız var. Ordunun siyasetteki rolünün gerçekten henüz azaldığını söyleyemem. Azalıyor gibi görünmüyor.” (Yeni Şafak, 29 Kasım 1999)

AB karşıtlarının borazanı “medyatik gücün” bulunduğunu, AB yetkilisi; Dünya Gazeteciler Birliği Başkanı Timothy Balding’i vurguluyor:

“Basın hürriyetinde en alt sıradasınız. Uluslar arası standartlara ulaşmanız için köklü değişiklikler yapmanız gerekir. Diktatörler bağımsız medyadan hoşlanmaz ve sizin de bağımsız medyanız yok.”

***

Mart 2000’de Türkiye’yi bir grup parlamenterle ziyaret eden Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup üyesi Avusturyalı Hannes Swoboda, Türkiye’de AB üyeliğini istemeyen bir kitle olduğunu, ne zaman bir ilerleme olsa, hemen bir hâdise çıkarılıp bu gelişmelerin dondurulduğunu söyler:

“Türkiye Cumhuriyeti kendi vatandaşından korkmakla ve onları bir tehlike olarak algılamakla en büyük zararı kendisine veriyor. Aslında kendisine güvenen bir ülke, bütün problemleri halleder. Türkiye bu güçtedir. Devlet, insanıyla diyaloğa geçmelidir. İfâde hürriyeti ve benzeri hakların kısıtlanması Türkiye’ye kötü bir görüntü veriyor.” (Nuriye Akman, Milliyet, 3.4.2000.)

Avrupa’ya ikinci, Almanya-Viyana’ya birinci seyahatine çıkarken hayalen tarih tayyaresine binerek 1243 Kösedağ bozgunu ile Selçuklu Devletinin yıkılışının başlangıcına ve 1299 Osmanlı Devletinin kuruluşuna gittik. Selçuklu dağılmış, birçok beyliklere ayrılmıştı.

En büyük ve en güçlüleri Karamanoğulları ile Germiyanoğullarının Selçuklu mirasına konacağı bekleniyordu. Güç ve sayı çokluğu bunu gerektiriyordu.

Ne var ki, muvaffakiyet ve sonuç almak sayı çokluğu ve maddî kuvvete değil; ihlâs ve samimiyete bağlıydı. İşte bu sırra binaen beyliklerin en küçükleri (400 çadır) ve uç beyliği, ama, en ihlâslıları Osmanoğulları bayrağı düştüğü yerden kaldırdı ve dalgalandırmaya başladı.

Bize bu tarihi seyr ü sulüku ettiren; aynı zamanda II. Viyana kuşatması ve sonucuydu. Osmanlı da, imanın ve ihlâsından aldığı güçle ilim ve teknolojiye binerek 1683 yılına dek, gür bir sadâyla “Allah, Allah, Allah” diyerek ahlâk ve adaleti, yani “i’la-i kelimetullah”ı ana gaye yaparak yaymış ve Viyana (Avrupa) kapılarına dayanmıştı.

Hayfa ki, ikincisinde hayret, mahcup bir edâ ve kısık bir sesle, “Allah, Allah yahu!” diyerek geriye çekilmişti...

Aşk, şevk, heybet ve haşmetle, “Allah, Allah, Allah!” nidalarıyla Avrupa’nın içlerine dalanların; cılız bir sesle hayıflanıp ricat etmelerinin sebebi neydi? Nasıl olur da muhteşem bir medeniyet, Viyana duvarına toslar?

Zahire bakıldığında bunun sebebi teknik ve askeriydi. Fakat, asıl saik; hiç şüphesiz iman, ahlâk zaafıyla ihlâslarını yitirmeleriydi. Zira, iman, aynı zamanda “marifetullahı” (Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla) bilmeyi gerektirir.

Tarih aynı zamanda buna da şahit değil mi? Müslümanlar dinlerine sarıldıkları zaman yükseldiler. Dinlerinden uzaklaştıkları nispette de gerileyip herc ü merc ile musibetlere giriftar oldular!

15.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Ve Türkiye...



Uçak Helsinki’den havalandıktan bir süre sonra uykuya daldım. Yoğun seyahat temposu içinde olduğum zamanlarda ancak uçaklarda uyuyabiliyor ve de dinlenebiliyorum. Fakat bu sefer heyecan ve sabırsızlık duygularından ötürü çok uyuyamadım. Gökyüzünden dünyayı keşfe daldım.

Hava sahasından geçtiğim ülkelerin şehirlerini ve abidelerini, tarihî eserlerini belki görebilirim hevesiyle ve de hayaliyle yeryüzünü iyice inceleme bıraktım kendimi… Uçsuz bucaksız yeşil tarlalar, belki ülkelerden ülkelere uzayan nehirler, dağlar, maviden karaya, beyazdan griye renk renk bulut kümeleri ve uzaktan çok da iyi seçilmeyen mimarî detaylardan hangi ülke üzerinde olduğumuzu anlamaya çalışıyordum. Bu ufak bir oyun olmuştu benim için: Hem zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor ve hedefe hızla yaklaşıyordum; hem de kendi bulduğum oyunumun parçası olarak uçuş içi eğlencelere bir yenisini katmanın heyecanını yaşıyordum.

Birden uçsuz bucaksız Karadeniz’in güney sahillerine eriştik. Mimarî detaylar göze gelmeye başladı. Ama uçak alçaldığından değil, belki de günlerce gözümün her yerde aradığı minareleri artık algıda seçicilikten dolayı 9000 m yüksekten bile zorluk çekmeden görebiliyordum. “Vatanım” dedim, “az kaldı, çok az”.

Ancak yaşayanların bileceği ve yaşamayanlara kelimelerle anlatması çok zor olan duygular vardır… Annem sık sık “Annelik nasıl bir şey bilmezsiniz” der… Babam ise “Anne-baba olunca anlarsınız” diye bize anlatmaya çalışır. Fakat onlar da çok iyi bilirler ki, bazı duyguların yaşanmadan anlaşılması güçtür. Gurbetten yazılar yazan benim için de, gurbette yaşamayı ve gurbetten eve dönmeyi anlatmak, o anki duygu selini anlatmak çok zor. İstanbul’u kuş bakışı o ilk gördüğüm dakika ile beraber uçağın nazlı nazlı alçalması, heyecanla hızla atan kalbim, gözlerim ve tüm vücudum için bir törenin başladığının müjdecisi adeta. Tekerleklerin yere değdiği o dakikada ise, uçuş stresinin sona ermesiyle beraber ülkeye kavuşmanın vazgeçilmez ve tarif edilemez zevki yaşanmakta. Ağzımdan ilk dökülen kelime “elhamdülillah” oluyor, “sağ salim geldim”!

Pasaport kontrol memuruyla Türkçe yapılan konuşmanın heyecanı, 5 dk. sonra kardeşimi görecek olmanın verdiği telaşla bavulların alelacele banttan alınmasının ardından hızla kapıya doğru yürümeye başladığımda, kapının arkasına geçerken yürüdüğüm yolun bir türlü bitmediğini düşündüm. Ve sonra da o kapının arkasında kardeşimin beklediğini… Aylarca görmüyorsunuz, sonra önünüzde beliriveren devasa kapının arkasında onun olduğunu biliyor, karmakarışık hisler içerisinde kapının arkasına geçiyorsunuz… Ve inanılmaz mutluluk.

İşte o an, ne simit yemek, ne ayran içmek, ne Türk çayı, ne kebap, ne Türk kahvesi, ne vapurda martılarla sohbet etmek, ne de İstanbul caddelerinde saatlerce yürümek insanın aklına geliyor… O kavuşma ve sevgi seli anı, dünyadaki diğer tüm hislerin ve önceden özlenen değerlerin önüne geçip, sıkıca sarmalıyor insanı.

Yavaş yavaş yaşadığım şehre ulaşırken, yol boyu uyuduğumu “Bursa’ya hoş geldiniz” anonsuyla anladım. Yüzümde ağlamaklı bir sevinç, yüreğimde kanatlı bir kuş belirdi. Ya bir an önce koşup otobüsten inmek, ya da o otobüsün koltuklarının arkasına saklanmak hisleri bir anda yüreğimi sarıp sarmaladı. Bu iki uç nokta arasında gidip gelinen o beş saniye, insanın en sevdiklerine, ailesine kavuştuğu zaman dilinin dolanmasına neden oluyor. Sadece Türkçe konuşmak konusunda zorlandığımı ya da belki zorlanacağımı düşünmek değil, heyecandan da konuşulamayacağını hesaba katmak gerekirmiş, onu da öğrendim.

Artık iki gün oldu evime, yurduma ve aileme kavuşalı. Sabah yapılan kahvaltıların değişilmez lezzeti, bitmek bilmeyen sohbetler, Mısır’da bile her vakit duymama rağmen, en çok Türkiye’de duymayı özlediğim ezan sesleri, gazetem Yeni Asya’yı internetten değil, elime alarak, dokunarak ve taze gazete kokusunu hissederek okumak günümün en güzel saatleri. Küçük detaylarla mutlu olmanın aslında hiç de zor olmadığını insan en çok bugünlerde anlıyor. Ya da sadece ben bunu bugünlerde hissediyorum. Nefes aldığım her an şükrettiğim, sevdiklerimi yanımda her gördüğümde dualar ettiğim bu güzel anların kıymetini bildikçe mutluğum daha da artıyor.

Artık Türkiye’deyim. Tartışmaların çok da fazla değişmediği, magazinvari haberlerin insanların zihinlerini meşgul etmeye devam ettiği ve bazı caddelerinde, yabancıymışım gibi gözlerini dikerek bana bakarak kendimi hâlâ uzak Avrupa ülkelerinde seyahat ediyormuş hissini veren kişilerin olduğu ve ısrarla değişmedikleri topraklardayım. Gelecek seyahatime kadar, kâh gurbet tozu bulaşmış vatan mektupları, kâh yaşanmış ve söze dökülememiş seyahat anekdotlarıyla bu satırlara inşaallah aynı şekilde devam etmek ümidiyle…

15.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Gönülden dile



“Gafil! Özgelerden yardım isteme

Şahin hiç acır mı tuttuğu ava

Elması kayanın bağrından çıkar

Umma miras kalmasını bedava. ”

Muhammed İkbal

OSMANLI VE KLASİK BATI MÜZİĞİ

Osmanlı’nın özellikle son dönemlerinde sadece Türk Müziği’nin dinlenip icra edildiğini söylemek tam doğru bir tespit olmaz. Saray açısından bakılacak olursa, Osmanlı Türk Müziği kadar Batı müziğine de ciddî bir alakanın olduğunu görüyoruz. Peki bu ilgi nasıl oluşmuş, nereden kaynaklanmış derseniz kısa bir tarihçesine göz atınca bu sorunun cevabını görebiliriz sanırım.

Osmanlı’nın klasik batı müziği ile ilk karşılaşması 1553’de Fransa Kralı I. François’in Kanuni’nin yardımına teşekkür ederken bir de orkestrayı İstanbul’a göndermesiyle başlar tarihçilere göre. Kânunî ise orkestranın enstrümanlarını yaktırarak ancak müzisyenleri kıymetli hediyeler vererek Fransa’ya geri gönderir. Osmanlı Padişahları sarayda halkı eğlendirmek için Avrupa’dan topluluklar davet ederler. İngiltere kraliçesi, Sultan III. Murad’ın eşine org hediye eder. İlk opera ise Sultan III. Selim zamanında Topkapı Sarayında sahneye konuldu. 19. asrın başlarında Fransız sefiri Ferriol bir Mevlevi ayinini çok seslendirmiştir. 19. yy da Leyla Saz hanımefendinin piyano çaldığını görürüz. O devirde hanımlardan müteşekkil bir orkestra ve koroda mevcuttur. Saray haricinde Pera’daki Naum tiyatrosunda opera ve operetler sahneye konur. Hatta Sultan Abdülmecid bu tiyatronun borçlarını dahi ödemiştir. Sanatçılar çoğunlukla Ermeni Musevi, Rumdu. Türkçe ilk opera 1840 da oynandı. 1869 da Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’u üzerine Mustafa Fazıl Efendi’nin bestelediği ilk Türk Operası sahnelendi. Hatta bazı meşhur opera ve operetler henüz batıda oynanmadan önce İstanbul’da oynanırdı. Osmanlı’nın Klasik Batı Müziği ile ilk temasları bu şekilde olmuştur. Bundan sonraki gelişimini ise inşallah başka bir yazı konusu yapacağız.

TARİHTEN YAPRAKLAR...

Osmanlı ve Klasik Batı Müziği’ne kısaca göz atmaya çalıştık. Şimdi de geçmişte bir batılı meşhur müzisyenin Türk Müziği’ne nasıl baktığını tespit ve tavsiyelerini o günün şartlarında yapılan bir gazete röportajından yararlanarak orijinal haliyle sunuyorum:

GARPLI GÖZÜ İLE TÜRK MUSIKİSİ

“... Geçen ay İstanbul’a meşhur İspanyol viyolonselisti Gaspar Cassado geldi. Saray Sinemasında verdiği konser ve resitalde bütün dinleyicilerini sanat kudretinin derinliğine hayran bırakan Garp musikisinin bu hakiki üstadına samimi bir toplantıda klasik Türk musikisinden bazı eserler dinletilmiştir. Bu musiki ziyafetinden iki gün sonra kendisini Park Otel de ziyaret eden Akşam Gazetesi muharrirlerinden Hıfzı Topuz’a G. Cassado Türk Musikisi hakkında şunları söylemiştir:

“Şark Müziğini ilk defa dinlemiyorum. Bundan evvel Mısır ve Fas ‘da da konserler dinledim. İspanyol müziğinin de Şark karakteri vardır. Hepsinin kaynağı aynı olduğu halde Türk Müziği kadar maziyi canlandırma kudreti olan yoktur ve bu kadar kudretli müzik az vardır. Dün gece dinlediğim parçalar içinde bilhassa 3. Selim’in bir şarkısı vardı ki beni hüzünlü bir aleme götürdü. Kemençe taksimi fevkaladeydi. Taksimi dinlerken etrafımda her şeyin değiştiğini hissediyordum. Oda kayboldu. Bir şark, bir rüya alemine girdim. Kendimi sihirli bir atmosferde hissediyordum. ’Acaba rüyamı görüyorum ?’diye kendime sordum. Bir çölde yalnız başına yürüyor gibiydim. Türk müziği monofon olduğu halde büyük bir heyecan veriyor. En mükemmel sanatkârlarınızdan teşekkül edecek bir grubun Avrupa müzik merkezlerinde vereceği konserler Türk musikisine eşsiz bir zafer temin edecektir.

Türk Musikisinin modernleştirilmesi hakkındaki düşüncelerim ise asla dokunmamanız lazım geldiği merkezindedir. Elinizin altında fevkalade zengin bir mücevher kuyusu var. Bu kuyuyu körletmek çok yazık olur. Musikinizi modernize etmeye kalkarsanız onu mekanize edecek ve bozacaksınız. Klasik Türk Müziğine ilave edilecek her madde onun bu irreel güzelliğini temizliğini kendine has inceliğini ve berraklığını bozacaktır. ’’

Musiki Mecmuası yıl 52 sayı 464 1999 mart/bahar

SİZDEN GELENLER...

Zaman zaman sizden gelen yazılara, şiirlere düşüncelere elimizden geldiğince yer vermeye çalışıyorum. Bu katkılarınız şahsen benim için çok önemli. Müzik yazılarının içinde sizin gönlünüzden kopup gelen bu hisleri tüm okuyucularımızla paylaşmamak inanın büyük eksiklik olur. Dilerseniz onlardan birini sunmaya çalışayım. Bu yılın nisan ayında Tarsus Yeni Asya okuyucularının Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle düzenlediği programa katılmıştık. Program sonrası ayak üstü de olsa okuyucularımızla, dinleyicilerimizle sohbet etmek, konuşmak tanışmak imkânı bulmuştuk. Sağolsunlar pek çok kardeşimiz yazdığı şiirleri veriyor, bestelerini dinletiyor ya da düşüncelerini paylaşıyor bizimle. Tarsus’ta da programdan sonra yanımıza gelerek yazdığı şiirleri bizimle paylaşmak isteyen okuyucularımızdan biri de Feride Oğuz hanımefendiydi. Her ne kadar Risale-i Nurları sonradan tanımış ise de maşallah gayreti ve azmi ile pek güzel bir örnek teşkil ediyordu. Peygamber Efendimiz, Üstad hazretleri, Risale-i Nurlarla ilgili yazdığı 10 kadar şiirini bana verdi. Teşekkür ederek aldım. Değerli okuyucumuz Feride hanımın her biri birbirinden samimi duygularla yazıldığı açıkça belli olan şiirleri içinden seçtiğim “ Üstadım’a” isimli şiirini paylaşıyorum.

ÜSTADIM’A

37 yaşımda tanıdım Üstadım seni

Boşa geçmiş ömrümün en güzel seneleri

Allah’ım razı olsun beni çağıranlara

Dualar ediyorum, Risale-i Nurlara

Benim büyük Üstadım anlatıyorum seni

Tanımayan çevreme okuyorum eserini

İnşallah dolup taşsın senin dershanelerin

Beni de kabul etsin aziz talebelerin

Kolay elde etmedin Sen bu güzel davanı

Muhammed ( a. s. m) müjdeledi geleceğin zamanı

Allah yardımcımız olsun yaymak için nurları

Bediüzzaman koymuşlar senin büyük adını.

Feride Oğuz

15.07.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Faruk ÇAKIR

Korkmasınlar, bir şey olmaz!



Öyle bir hale geldik ki, doğruyu savunmayı, doğruluğu tavsiye edip, kötülüklerden alı koymayı arzu etmek ve bunu ifade etmek ‘suç’ sayılmaya başlandı. Aynı şekilde, ‘kötü’lüğü engellemeye çalıştığınızda da tepki gösterenler oluyor.

Böyle oluyor diye, ‘iyiliği emredip, kötülüklerden sakındırma’yı bir kenara bırakabilir miyiz? Tabiî ki hayır. Her imkân ve fırsatta hem iyiliği tavsiye etmeye, hen de kötülüklerden sakındırmaya devam etmeliyiz.

Bilindiği gibi ülkemizin dertlerinden biri de ‘alkollü içkiler’in himaye ve destek görmesidir. Zararlı olduğu hususunda genel anlamıyla ihtilaf olmayan bu kötü alışkanlık, bir inad uğruna savunulmaya devam ediyor. Bu yapılırken de katmerli çelişki sergileniyor. Bir yandan ‘sarhoş’ların sebep olduğu ölümlü kazalar, öte yanda da ‘alkollü içkiye özgürlük’ çağırıları... Anlamak, kabul etmek mümkün değil.

Halkı bilgilendirme iddiasıyla yola çıkan bazı gazeteler de yanlışı, ‘kötü’yü savunuyor. Mesela bir gazete, “Ekranlara ‘alkol sansür’ü geliyor” başlığıyla endişesini dile getirmiş. Habere göre RTÜK, TV’lerde yayınlanan dizilerdeki ‘içki sahneleri’ne daha çekim safhasında ‘sansür’ uygulamak istiyormuş... (Milliyet, 13 Temmuz 2008)

Tabiî ki, böyle bir uygulamanın teknik olarak mümkün olup olmadığı, netice verip vermeyeceği konusu ayrı bir hadise. Ancak mümkün olup olmadığı tartışmalı bir konuda, hemen ‘alkollü içki’ tarafında yer alıp, hadiseyi ‘sansür’ diye duyurmak mümkün müdür?

Herkes gibi medya da bir karar vermek zorunda: Alkollü içkiler bütün kötülüklerin ‘ana’sı mıdır, değil midir? Bütün kötülüklerin anası ise, o halde bu alışkanlığı önlemek, bu bataklığı kurutmak için yapılacak çalışmaları baltalamak niye? Ha, aklollü içki alışkanlığı ile bu yolla mücadele edilmez deniliyorsa, lütfen hangi yolla mücadele edileceği teklif edilsin, ortaya konulsun. Yoksa, hem alkollü içkilerin zararlı olduğunu kabul edip, hem de paralı ilanlarla bu alışkanlığı teşvik etme yanlışından vazgeçilsin!

İlgili haber gazetede yer alınca, RTÜK hemen bir açıklama yapmış ve içki yayınlarıyla ilgili olarak radyo ve televizyonlara bir abluka uygulanmadığını, televizyon yayınlarındaki alkol sahnelerine yapım aşamasında müdahale edilmesinin sözkonusu olmadığını açıklamış. (Milliyet, 14 Temmuz 2008)

Böyle bir uygulama belki teknik olarak da imkânsızdır, ama ‘alkole hürriyet’ anlamına gelecek yaklaşımdan da mutlak surette uzak durmak lazım. Dizilerin hazırlanması esnasında ‘müdahale’ mümkün olmasa bile, TV’lerde, dizi ve filmler eliyle devam eden alkollü içki reklamları bir şekilde engellenmelidir. Gerek RTÜK ve gerekse medya, asıl bu konuya ağırlık vermeli; ailenin ve gençlerin korunması için gizli ya da açık şekilde devam eden ‘içki’ reklamları engellenmelidir.

Ama gerek dizi hazırlayanlar ve gerek alkollü içki üretenler hiç kaygıya kapılmasın! Türkiye’yi ‘idare edenler’in böyle bir derdi ve kaygısı yok. Olsaydı, bunca ikaza rağmen gazetelerdeki alkollü içki reklamları devam edebilir miydi?

Hedefi; aileyi ve gençliği korumak olan bütün sivil ve resmi kuruluşlara bir daha sesleniyoruz: Gazetelerde devam eden alkollü içki reklamlarının durdurulması için bir kampanya açmayı niçin düşünmezsiniz? Henüz bıçak kemiğe dayanmadı mı?

15.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

CHP’nin rölünü çalan parti



AKP’yi içeriden ve kültürel kodlarıyla birlikte en iyi analiz edebilecek evsaftaki isimlerden birisi Mehmet Barlas olmalı. Zira Barlas’ın AKP’nin kuruluş ve olgunlaşmasında bir katkısı olduğu muhakkak. Onu bizden iyi tanıdığı da söylenebilir.

NYTimes’in ifadesiyle, Başbakan daha önce de İshak Alaton’un tezgahından geçtiğini ifade etmişti. Dolayısıyla AKP’yi en iyi analiz edecek durumda olan isimler arasında sırasıyla Mehmet Barlas’la birlikte İshak Alaton gibi isimler gelmektedir. 22 Temmuz seçimlerinden sonra AKP ile ilgili sistematik analiz türünden yazdığım yazılarımda AKP’nin CHP’nin reformcu veya deformcu çizgisini devraldığını ve CHP’nin en önemli misyonları arasında yer alan ‘dinde reform’ çığırının bir şekilde AKP’ye intikal ettiğini yazmıştım. Fazla etki göstermedi ve yankı bulmadı. Besbelli ki yazı bu yönüyle kaale alınmadı ve insanlar ‘bu da amma abarttı ha’ nazarıyla baktılar. Ardından bir yazısında Avni Özgürel, AKP’nin simyasını ortaya koyan bir tanımda bulundu. AKP’nin başkalarından rol kaptığını veya çaldığını söyledi. AKP’nin başkalarından devraldığı roller çıkarılsa geride AKP namına bırakın bir fikir demetini kırıntısı kalır mı acaba? Elbette AKP’nin Kissinger’i olarak da takdim edilen Ahmet Davudoğlu gibi bir iki istisnanın projelerini veya stratejik analizlerini bir tarafa koyacak olursak AKP kendisi olmayan bir parti. Bundan dolayı partiden ziyade Recep Tayyip Erdoğan ismiyle anılıyor. Bu durum sadece bizde de böyle değil. Sözgelimi Sarkozy’nin yerine Fransa’da Mehmet Ali Erbil aday olsaydı Fransız halkının kahiri ekserisinin teveccühüne mazhar olurdu belki fazlasından tulum da çıkarırdı. Kimileri Sarkozy için ‘soytarı’ diyerekten burun kıvırabilir ama bu gerçekleri değiştirmiyor. Yine İtalya’da Berlusconi yerine Hıncal Ulıç adaylığını koysaydı (Tabii ki özbe öz İtalyan olmak kaydıyla) bütün verileri altüst edebilirdi.

***

Mehmet Barlas tarihi ve ilginç yazısında Bediüzzaman’ın deyimiyle siyasetçilerin tam dindar olamadıklarını ispat ediyor. Zira devletluların iktidar duruşları ile muhalefet duruşları farklı farklı. ‘Karakolda doğru söyler mahkemede şaşırır’ hesabı. Bakın Mehmet Barlas bu hususta neler yazıyor: “Von Moltke’nin en çarpıcı gözlemi, iktidara (veya Padişaha) yakın olmak ve olmamak durumlarına göre, aynı kişilerin en temel davranış ve düşüncelerindeki değişimdir. Örneğin 2’nci Mahmut döneminde valilik ve seraskerlik yapan, 1’inci Abdülmecit döneminde Sadrazam da olan Hüsrev Paşa portresi, bugünün siyasetine de ışık tutar.

Hüsrev Paşa 2’nci Mahmut Reformları’nda önemli roller almış, Yeniçeri’nin yerine modern ordunun (Asakiri Mansurei Muhammediyye) kurulmasında öncülük etmiş, bir Tunus Cezayir gezisinde gördüğü “fes”i, sarığın yerine geçmesi için İstanbul’a getirmiştir. Yani Atatürk’ün “Şapka Devrimi”ni, ondan 100 yıl önce “Fes Devrimi” olarak 2’nci Mahmut’a benimsetmiştir. İşte bu Hüsrev Paşa iktidar sahibiyken ve Padişah’a yakınken, reformcudur, redingot ve fes giyer. Ama gözden düştüğü dönemlerde Boğaz’daki yalısına çekilir, sarık sarar, entarisi ile bir köşedeki şiltesine oturup, nargilesinden nefesler çeker. Bu tabloyu bugüne aktardığımızda, Türk siyasetçilerinin de idarecilerinin de iktidarda olmak ve olmamak arasındaki tutum ve görünüm farklarında, hiç değişiklik olmadığını kolayca görürüz. Örneğin AK Parti eğer AB’ye üyelik hedefine sahip çıkmasaydı, Batı ile ilişkileri geliştirmeye çalışmak yerine “İslam Ortak Pazarı” benzeri projelere sarılıp, İrancılık veya Suudicilik yapsaydı, bugün CHP, AB’nin bayrağını taşıyor olurdu. İlkel bir 3’üncü Dünyacı söylem sahibi olmak yerine, CHP sözcüleri Batı ile entegrasyonun bayraktarlığını yapardı...”

***

Rol aşırma veya rol kapma hem AKP’yi hem de CHP’yi kabından çıkarmış ve bu suretle külahları değiştirmişlerdir. Barlas, AKP’nin bu tutumunun CHP’yi raydan çıkardığını yazıyor. Daha doğrusu rol değiştirme, ikisini de raydan çıkardı ve tanınamaz hale getirdi. AKP, CHP raylarına girince ister istemez CHP müzahametle vaya rekabetle kendi rayından çıkmak durumunda kaldı. Bu hususta Barlas şunları yazıyor: “Açıkçası AK Parti, Erbakan’ın Milli Görüş çizgisinin dışına çıkarak ve değişmeye çalışarak, CHP’yi rayından çıkardı. Türkiye’yi Amerikan İttifakı’na, daha sonra da Avrupa Konseyi’ne sokan, AB ile Ankara Antlaşması’nı imzalayan, Gümrük Birliği’nin altında imzası olan kadroların bugünkü devamları, sadece AK Parti’ye karşı olmak için, Ulusalcı bir çizgideler ve dünyalı olmaya karşı MHP ile yarış halindeler. Sırf şimdi AK Parti iktidarda ve Batıcı olduğu için, CHP ayıp olmasa “Bunlar Batı Kulübü üyesidir” diyebilir.1995’te Gümrük Birliği’ni Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak imzalayıp, “Avrupa’nın kapısı artık açıldı” diye demeç veren Baykal ve sözcüleri, şimdi AB karşıtı cephenin önde gelen aktörleri değil mi?...”

Barlas yazısına şu satırlarla veda ediyor :”Kısacası AK Parti, aslında CHP’nin olması gereken role sahip çıktı ve CHP’yi Milli Görüş çizgisine itti. Oysa iktidarlar geçicidir. Siyasette önemli olan vizyon ve misyon sahibi olmaktır.”

Elhak doğrudur. Kısaca, Barlas iki tarafı da birbirlerinden rol çalan iki oportünist olarak takdim etmektedir. Abdullatif Şener vakasına gelince : Galiba AKP’nin CHP’den kaptığı rolde sığ kaldığı yerlerde ve alanlarda derinleşmek istiyor. Ona da hayırlı olsun...

15.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Travma ve tasfiye



Molaya çıktığımız günlerde ortalık, Dengir Mir Mehmet Fırat’ın “Devrimler travmaya yol açtı” sözüne devrimbaz cenahtan gelen tepkilerle kaynıyordu. Ve bu tepkiler, bir sosyolojik tesbitin dile getirilmesine dahi tahammül edemeyen bağnazlığın yeni ve düşündürücü örneklerini teşkil ediyordu.

Olayın ibret verici taraflarından biri ise, AKP içinden de bu ilkel ve çağdışı tepkiler paralelinde seslerin yükselmesiydi. Bunun izahı neydi?

Kapatma dâvâsı sürerken Başsavcıya yeni bir malzeme verilmiş olduğu değerlendirmesine dayalı bir kaygı mı, yoksa daha yakınlarda CHP liderinin “Devrimler halka sorularak mı yapıldı? Laiklik referandumla mı getirildi?” sorularıyla tersinden doğrulayıp teyid ettiği bir tesbite karşı bazı AKP’lilerin kraldan daha kralcı bir tavırla devrimlere sahip çıkar görünme işgüzarlığı mı?

İkinci şık geçerliyse, bu AKP mensupları travma tartışmasında sessiz kalan Erdoğan’ın evvelce deklare ettiği “Milletin ve Meclisin onayı ile gerçekleştirilen devrimleri toplumun ortak paydası haline getirmek hedefimizdir” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımını mı seslendiriyorlar?

Öyle de olsa, AKP’ye yönelik ithamlarının önemli dayanaklarından birini “takiyye” iddiasına dayandıran Başsavcı, AYM’deki sözlü açıklamasında Fırat’ın sözlerini yeni delil olarak sundu.

Buna karşı AKP’nin sözlü savunmasını yapan Cemil Çiçek, “Fırat’ın sözleri, dâvânın açıldığı 14 Mart’tan sonra söylendiği için dâvâ konusu yapılamaz” şeklinde ilginç bir mantık sergiledi.

Bakalım, dâvâ sürecinde adı etrafında yoğun tartışmaların cereyan ettiği isimlerden biri olan AYM Başkanvekilince verilen tahminî takvime göre en geç Ağustos ortasına kadar çıkması beklenen kararı bu tartışmalar nasıl etkileyecek?

Gelinen noktada travma tartışması, bıraktığı izlerle birlikte geride kaldı ve bunda, diğer bütün gündemlerin üzerine çıkan bir şok gelişme olarak, Ergenekon operasyonu kapsamında gerçekleştirilen yeni gözaltılar da haliyle etkili oldu

Aralarında, biri kuvvet komutanlığı yapmış iki emekli orgeneralle başka bazı üst düzey emekli komutanların, işadamlarının ve gazetecilerin de bulunduğu çok sayıda kişi gözaltına alındı ve bunların da çoğu sorgusunu takiben tutuklandı.

Özellikle 2003-4’te yapıldığı öne sürülen darbe girişimlerinin bir numaralı ismi olarak anılan dönemin Jandarma Genel Komutanıyla, gerek görevdeyken, gerekse emeklilik sonrası “ulusalcı” çıkışlarıyla kendisinden çokça söz ettiren orgeneralin tutuklanması, tabiî ki herkesi şaşırttı.

İlhan Selçuk ve Alemdaroğlu gözaltılarından sonra tıkanma görüntüsü veren Ergenekon operasyonunda beklenmedik bir şekilde yaşanan bu gözaltı ve tevkif dalgası, ister istemez kamuoyunda heyecanla karşılandı. Tedirgin olanlar evvelce benzerine rastlanmayan bu gelişmeyi “12 Mart’ın Ziverbey’i” benzetmeleriyle karalamaya çalışırken, demokratik hesaplaşma adına çok önemli bir merhale olarak görenler de az değil.

Genelkurmay’ın bu gözaltılara engel olmayıp sessiz kalması ve akabinde dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün beyanları, bu hadisenin daha çok, askerin kendi içinde cereyan eden bir hesaplaşma olduğunu düşündürüyor.

Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanına ait olduğu belirtilen ve kamuoyuna “darbe günlükleri” olarak mal olan notlarda, Özkök ve Büyükanıt hakkında yürütülen yıpratma kampanyalarının darbeci ekip tarafından kotarıldığına dair ipuçlarının da bulunduğu dikkate alındığında, bu kanaat daha da kuvvetleniyor ve pekişiyor.

Büyükanıt’ın halefi olması beklenen Başbuğ hakkındaki son iddialar da bu derin çatışma ve hesaplaşmanın bir tezahürü olarak görülüyor.

Dolayısıyla, Ergenekon soruşturmasında gelinen aşamanın, sonuca doğru yürüyen kapatma dâvâsından ziyade, Ağustos’taki YAŞ toplantısıyla ilgili olma ihtimali daha güçlü görünüyor.

Sistem, artık taşıyamayacağı safralarını atıyor.

15.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Derin gündemin kıskacındaki eğitim



Eğitime, öğretmene; aslında insanına ve geleceğine pek de değer vermeyen bir ülkenin insanları olmalıyız ki Türkiye’nin derin gündemi zihinlerimizi meşgul ederken temel meselelerimize bir türlü eğilemiyoruz.

Son kez yapılan OKS sınavında 97 öğrenci birden Türkiye birinciliğini paylaştı. Milli Eğitim Bakanı bu sonuçları açıklarken son derece mutluydu. Bu sonuçlar eğitim sistemimizin kemale erdiğinin bir göstergesi midir yoksa ekonomideki gibi bu da bir göz boyamadan mı ibarettir? İşin içinde olanlar ikinci şıktan yana görüş bildireceklerdir. Zira bunun bir üst kademesi olan ÖSS verileri hiç de iç açıcı sonuçlar içermiyor.

Eğitim sistemimizin iflası, ÖSS’de birkaç hafta önce yapılan baraj sisteminin değiştirilmesi gibi yeniliklerle resmen ilan edilmişti. Cumartesi günü ilan edilen sonuçlar bu iflası doğruluyor. Her şey bir yana, ÖSS’de sonuncu olan illerin büyük oranda Doğu ve Güneydoğu illerinden çıkması Türkiye’nin düştüğü derin çıkmazın bir başka yönüne işaret etmektedir. Ardahan, Hakkari, Şırnak, Ağrı, Bitlis, Bingöl, Mardin gibi iller, son on sırayı paylaşırken bugün tartıştığımız Kürt meselesinin temel nedenlerinden en önemlisini de apaçık gözler önüne seriyor.

Bediüzzaman’ın bölgenin kronik sorunlarına çözüm aramak için İstanbul’a gelişinin üzerinden bir asır geçmesine rağmen çözümsüzlük giderek derinleşiyor. “İyiye ve güzele dair bir şeyler üretemeyen, insanını ayrıştıran, sınıflara ayıran, dine-eskiye tahammül edemeyen, camisiyle okulunu-öğretmeniyle imamını çatıştıran bir eğitim sisteminin ürünü değil midir Kürt meselesi? Eğitimsizlik; Kürt meselesinin çözümünü istemeyenlerin, yarayı kaşıyanların, çözümsüzlükten rant sağlayanların dayandığı temel dayanaklardan biridir. Akif’in de “Ey hasm-ı hakiki, seni öldürmeli evvel/ Sensin düşmanları bize üstün çıkaran el” dediği, gerçek düşmanımız olan “cehalet”tir bu. Oysa bir asır öncesinden yükselen bir çığlıktı: “Üç büyük düşmanımız var, cehalet, zaruret ve ihtilaf…” Bu feryada kulak verilebilseydi, Bediüzzaman’ın projesi hayata geçirilebilseydi; “sanat, marifet, ittifak silahı”yla üç büyük düşmanımıza karşı mücadele edilebilseydi ne olurdu? Olmadı ve bugün neleri tartışıyoruz.

Tek görüşlülüğün hakim olduğu ideolojik bir eğitim sisteminin sonucu değil midir yaşadıklarımız? Ergenekon hangi sistemin ürünüdür? Kendilerini bu ülkenin efendileri gibi gören, “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi” gibi elastiki yorumlara açık, kutsal bir bekçilik misyonunu askerine yükleyen bir eğitim sistemi bize neyi kazandırmıştır? Otoriteryenlik; toleransın ve hoş görünün yok sayıldığı, hukukun keyfiliğe dayandırıldığı, efendilik psikolojisinin hakim kılındığı bir eğitim anlayışının ürünü değil midir?

Kendi dinine ve değerlerine semptomatik yaklaşım hastalığını akılcılık olarak sunan bir eğitim anlayışı… Bu milletin din ile bağlarının koparılmamasını salık veren feryatları duymazdan gelerek bu vatanın evlatlarına ihanet edercesine dini öğretimi engelleyen- sınırlandıran, evlatlarına bunu çok gören bir anlayışın acı meyveleri değil midir yaşadıklarımız? Hrant Dink suikastinin zanlısı Ogün Samast, 28 Şubat 1997’de kaç yaşındaydı? Trabzon’da rahibe kurşun sıkan, Malatya’da misyoner boğazlayan, annelerini doğrayan, liselerde kan döken ‘genç katiller’ kaç yaşındaydı o tarihte? Masumları canavarlaştıran bir sistem neyin hizmetçisidir?

ÖSS’de ilk beş yüzlere girebilecek kadar zeki olan İmam-hatip mezunu öğrencilerini rejim tehdidi olarak algılayan, koca koca binalardaki bir sırayı bile bu öğrencilerine çok gören, inancından ötürü onları horlayan, ülkenin gencecik beyinlerini göçe zorlayan bir eğitim sisteminin bizi muasır milletler seviyesine çıkarabileceğine, Cumhuriyet’i yüceltebileceğine gerçekten inanıyor musunuz? Çalıp çırpmayı, bankaların içini boşalttırmayı, çeteleşmeyi yaygınlaştıran bir sistem; ahlaksızlığı, açık saçıklığı, hedonizmi modernlik olarak sunan bir anlayış Ergenekonlardan hangisinin önüne geçebilecektir?

Öğretmenini memurlaştıran, şans oyunlarına mahkum eden, istemeyerek-ayağı sürterek onu sınıfa sokturan, ona bekçilik görevi yükleyerek idealizminden uzaklaştıran yoz bir düşüncenin; altmış kişilik sınıflardaki minicik yürekleri travmalara mahkum eden bir anlayışın esiri olan çocuklarımızdan hangi sıçramayı bekleyebiliriz ki?

Eğitimi yaygınlaştıramadığımız, eğitimimizi demoktratik hale getiremediğimiz, eğitim imkânlarını insanımıza eşit olarak paylaştıramadığımız ve eğitimin ruhunu mukaddesatımızın özüyle bezeyemediğimiz içindir ki bu derin gündemi tartışmaktan, bu gündemin acı neticelerinden kurtulamıyoruz.

15.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır | Site yöneticisi | Editör