"Gerçekten" haber verir 29 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


M. Ali KAYA

Peygamberimizin (asm) dâvâsı



Peygamberimizin (asm) dâvâsını “Lâ ilâhe İllallah” cümlesi ile özetlemek mümkündür. Bu cümle ise “Tevhid” hakikatinin adıdır.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Peygamberimizin (asm) bu dâvâsının tüm peygamberlerin ortak dâvâsı olduğunu ve kemâlini Peygamberimiz (asm) ile bulduğunu ifade etmekte ve “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif vardır. Birisi şu kitab-ı kâinattır, ikincisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Üçüncüsü de Kur’ân-ı Azîmüşşandır” demektedir.

Peygamberimizin (asm) dâvâsını da şöyle ifade eder: “O bürhanın şahs-ı mânevîsine bak. Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mucizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerâmetlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira, o “Lâ ilâhe illâllah” der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurânî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile, mânen sadakte ve bilhakkı natakte derler.” (Sözler, 2004, s. 371)

Yüce Allah, Peygamberimizi (asm) Allah’ın birliğini ilân ve ispat etmek için vazifelendirmiştir. Diğer bütün dine ait hususlar bu temel inanç üzerine bina edilirler. Nitekim Peygamberimiz (asm) elçileri ile devlet başkanlarına gönderdiği tebliğ ve davet mektuplarında önce imana davet etmiştir. Örnek olarak Gassan Kralı Ebu Şemir’e gönderdiği mektuba bakarsak, bunu apaçık görürüz. Bu mektubunda Peygamberimiz (sav) şu ifadelere yer verir:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla;

“Allah’ın Resûlü Muhammed’den, Haris b. Ebi Şemir’e;

“Allah’ın selâmı, hidayet yoluna girmiş bulunan, Allah’a inanan ve bunu ikrar edenin üzerine olsun. Buna göre senin mülkünün senin elinde kalması için, hiçbir şeriki ve ortağı olmayan, bir ve teklik sıfatında olan Allah’a inanmaya seni davet ederim” (M. Hamidullah, el-Vesaiku’s-Siyasiyye, no: 37).

Allah’ın birliği kabul edildikten sonra insanın niçin yaratıldığı problemine çare bulmak kalır ki bu da “Allah’ın sevgisini kazanmak ve bu sayede ebedî olarak Cennete gitmektir.” Allah’ın sevgisini kazanmak da, Allah’ın “Onun gibi olun” diye insanlığa hüsn-ü misâl ve numune-i imtisâl olarak gönderdiği peygamberinin (Kalem, 68:4) iman, ibadet ve ahlâkına uymakla mümkündür. Nitekim yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de, Peygamber Efendimize (asm) hitaben “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:31) buyuruyor. Yani Allah’ı seviyorsanız, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Şayet Habibullah olan zâta benzemezseniz ve onun yolundan gitmezseniz Allah’a olan sevginiz yalan demektir.

Allah’ı tanıyan elbette ona itaat edecektir. İtaat yolları içinde en makbulü, en istikametlisi, en doğrusu ve en kısası şüphesiz ‘Habibullah’ yani ‘Allah’ın sevgilisi’ olarak bilinen peygamberimizin takip ettiği yolu, yani sünnetidir. Bunun içindir ki kullarını seven ve şefkat ve merhametle kullarına yaklaşan yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de peygambere uymayı “Allah’a itaat peygambere itaat etmekle olur. Peygambere itaat Allah’a itaattir.” (Nisa, 4:80) “Ey iman edenler! Allah’a ve peygamberine itaat edin” (Nisa, 4:13 ) gibi pek çok âyetleriyle emir ve ferman buyurmaktadır.

Peygamberimizin, Hz. Aişe (ra) tarafından “Kur’ân ahlâkı” olarak isimlendirilen güzel ahlâkı “Sünnet-i Seniyesi”dir. Sünnet-i Seniyyeyi terk eden edebi de, ahlâkı da terk etmiş olur. Kendi aklından, kafasından uydurduğu heva ve hevesin eseri olan ise, “bid’a ve dalâlet”e düşmüş olur.

Sonuç olarak “İman”, Peygamberimizin (sav) tebliğ etmiş olduğu iman esaslarıdır. “İslâm” olarak yaşanan Allah’ın emir ve yasakları da Peygamberimizin (sav) yaşayarak bizlere örnek olduğu “sünnet-i seniyye”sidir. Sünneti terk eden İslâmı da terk etmiş olur.

29.08.2008

E-Posta: [email protected]





Halil USLU

Müşevvik ve bir ders-i münevver



Uzun yıllardır Kur’ân-ı Hakîm’de, hadis-i şeriflerde ve bu iki kanalın çağımıza bakan lem’aları ve esintisi olan Nur Külliyatında müjdeler üzerinde çalışmalar içerisindeyim. Mesâimin büyük kısmını zaman seyli içindeki bütün engellere rağmen bunlara ayırmışım, bilmiyorum belki de istihdamdır. Bu müjdeler seli içinde sürüklenip gidiyoruz. Aslında dünya ve ukba arasındaki kısa köprünün köşe ışıklarıdır ve sosyal hayatın mihenk ve huzur ışınlarıdır. Hz. Bediüzzaman’ın nadide eserlerinden, bir mânâda Külliyatın İslâm dünyasındaki divanı makamında olan “İşârâtü’l-İ’câz” eserinin sonlarına baktım, hüşyar kalbimle çok derunî tefekkür ettikten sonra, kendi kendime yorum yaptım. Şimdi o tespitlere bakalım, sonra da bir değerlendirme paragrafıyla bitirelim.

“En temiz ve en doğru din, Müslümanlıktır.” (Meşhur muharrir, müsteşrik, doktor Maurice) “Zaman geçtikçe Kur’ân’ın ulvî sırları inkişaf ediyor” (Doktor Maurice). “Zât-ı kibriyâ hakkındaki âyetlerin ulviyeti ve Kur’ân’ın kudsî nezaheti sayısızdır” (Mister John Davenport) “Müslümanlık tecessüd ve teslis akidesini reddeder. Kur’ân, Allah’ın birliğine en kuvvetli delildir. Feylesofâne bir dimâğa malik olan bir muvahhid, İslâmiyetin nokta-i nazarını kabul etmekte hiç tereddüt etmez. Müslümanlık, belki bugünkü inkişâf-ı fikrîmizin seviyesinden daha yüksek bir dindir.” (İngiltere’nin en meşhur ve en büyük müverrihlerinden Edward Gibbon) “Hâlıkın hukukuyla mahlukâtın hukukunu en mükemmel sûrette ancak Müslümanlık tarif etmiştir.” (Marmaduke Pickthall) “Kur’ân ile kavânîn-i tabiiye arasında tam bir âhenk vardır.” (Levaune) “Kur’ân bütün iyilik ve fazilet esaslarını muhtevîdir, insanı her türlü dalâletlerden korur” (Müsteşrik Sedoi) “Kur’ân öyle bir Peygamber sesidir ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi, saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar.” (Dr. Johnson) “Kur’ân, Allah’ın birliğine inanmak hakikat-i kübrasını ilân eder.” (Doktor Cıty Youngest)

“...Kur’ân’ın lisânı nezahet ve belagât itibarıyla nazirsizdir; Kur’ân, bizatihî muhteşem bir mu’cizedir.” (Kur’ân’ın mutaassıp münekkidi ve mütercimi Corsele) “Kur’ân beşeriyete İlâhî bir lütuftur. Kur’ân muzaffer cumhuriyetler meydana getirmiştir.” (Kur’ân âyetlerini nüzûl tarihine göre tercüme eden ve tertip eden İngiltere’nin en mutaassıp papazlarından Rodwell) “Müslümanlık dünyanın kıvamı olan bir dindir.” (Fransa’nın en maruf müsteşriklerinden Gaston Care) “Kur’ân bütün dinî kitaplara faiktir..” (Alman âlimlerinden ve müsteşriklerinden Jochahim Du Rulph) “Resûl-i Ekrem idrak ve şuur timsalidir.” (Profesör Edward Monte) “Sana muâsır bir vücud olamadığımdan müteessirim ey Muhammed (asm)! Muallimi ve nâşiri olduğun bu kitap senin değildir. O lâhutîdir. Bu kitabın lâhutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlânını ileri sürmek kadar gülünçtür... Bunun için beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir.” (Prens Bismark)1

Merhum ve aziz Üstadın bu tespitlerinde dikkatimi çeken şunlar olmuştur. Öncelikle o kişilerin şahsî hayatlarıyla, yaşantılarıyla, meslek ve meşrepleriyle veya nereye bağlı olduklarıyla uğraşmıyor, söylemiyor ve yazmıyor. Hz. Üstad gerçek bir mürşid ve çağı kucaklayan bir zat-ı nurânî olarak, onların bize lâzım olacak, bizi ve inancımızı alâkadar eden tespitlerine ve değerlendirmelerine değer vermiş ve bütün yokluklar ve imkânsızlıklar içinde onları bulmuş ve muhteşem eserinin nihayetine derc etmiştir.

Beni hayretlerde bırakan ve benim için müstesna bir teşvik ve bir ders-i ibret olan bu satırları nazar-ı dikkate sunuyorum. Hizmet erbaplarının tünelinde bir ışık olsun diye ortaya yansıtıyorum. İyiliği görmek, güzellikleri destek mahiyetinde almak ne güzel haslet ve ne güzel tembihâttır. Onun için “müşevvik ve bir ders-i münevver” başlığını koyduk. “Vicdan murakabe ve muhasebesinde bunların neresindeyiz?” suâlini sormak lâzım...

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, B. S. Nursî

29.08.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Ramazan atmosferinde bir nefis muhasebesi ve uhuvvetin sırları



DÜNYANIN birçok köşesinde ateş var, kan var, gözyaşı, isyan, tuğyan ve kor var! Ve maalesef ki İslâm âlemi tam bu korun ortasında. Ve gariban figüranlarıyız.

Hâlbuki Müslümanlar için elde Kur’ân gibi bir mu’cize-yi mânevî Kitabullah var. Onu en güzel şekilde açıklayan bir merhamet abidesi Resûl ve onun sünneti var!

Ramazan gibi her senede devreden, gelen gönüllere misafir olan bir ay, Ramazan var!

İşte yine geldi. Rahmet için, merhamet için, yardımlaşmak için, kardeşlik için, milletler, gruplar, fertler için sulh ve barış, en önemlisi nefislerimizle hesaplaşmak için geldi.

Asrın gönül sultanı, dehşetli ve ani gelen bir dinî musibet için: “Dünyayı unutmak, Ramazan’ımızı âsude geçirmek düşünürken, hatıra gelmeyen ve bütün bütün tahammülün fevkinde bu dehşetli hadise hem benim, hem Risâle-i Nur’un, hem sizin, hem Ramazan’ımız, hem uhuvvetimiz için ayn-ı inayet olduğunu ben müşahede ettim. Bana ait cihetinin ise çok faydalarından yalnız iki üçünü beyan ederim.

“Biri: Ramazanda çok şiddetli bir heyecan, bir ciddiyet, bir iltica, bir niyazla müthiş hastalığa galebe ederek çalıştırdı.

“İkincisi: Her birinize karşı bu sene de görüşmek ve yakınınızda bulunmak arzusu şiddetliydi. Yalnız birinizi görmek ve Isparta’ya gelmek için bu çektiğim zahmeti kabul ederdim.

“Üçüncüsü: Hem Kastamonu’da, hem yolda, hem burada fevkalâde bir tarzda bütün elîm hâletler birden değişiyor ve me’mulün ve arzumun hilâfına olarak bir dest-i inayet görünüyor, ‘el hayrü fi mehtârahullah’ (Hayır Allah’ın murat etiğindedir) dediriyor.”

Bu duygularla ona “En ziyade beni düşündüren Risâle-i Nur’u, en gafil ve dünyaca büyük makamlarda bulunanlara da kemâl-i dikkatle okutturması ve başka bir sahada fütuhata meydan açması oluyor” dedirten, kendi eleminden başka her bir kardeşinin sıkıntısından başına toplanan bütün elemlere ve teessüflere karşı, Ramazan’da, bir saati yüz saat hükmüne getiren o şehr-i mübarekte, bu mûsibet dahi, o yüz sevabı, her bir saati on saat derecesinde ibadet yapmakla bin katına çıkardığından Risâle-i Nur’dan tam ders alan ve dünya fâni ve ticaretgâh olduğunu bilen ve her şeyi imanı ve âhireti için feda eden ve o zamanki dershane-i Yusufiyedeki muvakkat sıkıntıların daimî lezzetler ve faydalar vereceklerine inanan, onun etrafında halka tutmuş ihlâslı zatlara acımak ve rikkatten ağlamak hâletini, tebrik ve sebatlarına karşı takdir etmek hâletine çevirdiğini beyan ediyor.

Mü’min kardeşliğinin çok büyük bir bahtiyarlık olduğunu, bu tür dostlarla hayalen olsun ara sıra konuşarak müteselli olduğu müjdesini veriyor. Mümkün olsaydı, bütün sıkıntılarını kemâl-i iftihar ve sevinçle çekeceğini beyan ediyor. Hatta onların bulunduğu mekânın taşını, toprağını sevdiğini büyük bir ciddiyetle açıklıyor. İman dâvâsının yükünü omuzlayan fedakârlar zümresinin arz yüzünde yaşayan ve kalben, ruhen, fikren en az sıkıntı çekenler olduğunu beyan ediyor.

Sebebi olarak da; Risâle-i Nur dersiyle elde edilen kazanca bakıldığı zaman, maddî zahmetlerin hem geçici, hem sevaplı, hem ehemmiyetsiz, hem hizmet-i imaniyenin başka bir mecrâda inkişafına vesile olmasını bilerek şükür ve sabırla karşılayacaklarını ihbar ediyor.

Tevekkülün en şahane ifadelerinden olan “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” deyip, metinâne bu fâni zahmetleri bâki rahmetlere tebdile çalışmanın önemini ihtar ediyor.

Ramazan rahmetinin ciddî bir şekilde her mü'minin nefsiyle hesaplaşması zamanı olduğunun şuur ve idrakini Cenâb-ı Hak başta aciz ve gaddar nefsim olarak her mü'min kardeşime bahşeder inşallah. Toplumun en küçük biriminden en geniş dairesine kadar meydana gelmesinde esas bir unsur ve fert olarak “ferdin” kendi nefis dairesinde yapacağı muhasebenin çok önemli bir mevsimidir “mübarek Ramazan” ayı. Umulur ki nefsimizin desise ve oyunları, dünyevîleşmemizin gaflet ve gabavetinden Rabb-i Rahimimize sığınıp af ve mağfiret dilemenin iklimidir “şehr-i Ramazan.”

Kaza-i İlâhînin, adalet-i kaderiye noktasında hadiselere bakabilmenin ve bu tefekkür deryasına dalabilmenin iklimin kalp, his ve ruh dünyamıza getirmesini tam talep etmenin ânıdır Ramazan!

Haksızlıklardan uzak omayı, haksız muameleler yapmamayı, garazdan, kinden, husumetten uzak kalıp haneleri çilehaneye çevirmenin şansıdır Ramazan! İhlâs dersini tam almanın, hakikate nüfuz etmenin, kıymetsiz olan dünya işlerine karşı alâkalarımızı tâdil etmenin çağıdır Ramazan.

Evhamlardan, aldanma ve aldatmalardan uzak olup, gayret, himmet, tefekkür, taharrîlerin sıklıkla yapılacağı aydır Ramazan! Bayramları bayram yapabilmek için bir sürü imtihan, engel, zorluklar ve olmazların akıl, makuliyet, sabır, tahammül ve sadakatle kimyasının değiştiği mevsimdir Ramazan!

Daimi beraberliklerin, ebed yolunda devam edeceği, imanî hizmetlerle kazanılacağı, ebedî sevaplar ve ruhî ve kalbî faziletler ve sevinçlerle gönüllerin dolacağı, şimdiki geçici ve muvakkat gamları ve sıkıntıların hiçe indirileceği andır Ramazan!

Evet, ucuz olmayan Cennetin kazanılabileceği, çok az zahmetlerle çok çok rahmetleri kazanabilme şansı olanların en güzel değerlendirecekleri aydır Ramazan!

Bu kudsî ve ulvî duygularla gelmekte olan Şehr-i Ramazanınızı bütün ruhu canımla tebrik ediyor, başta aciz ve kusurlu nefsim olarak bütün inananlar ve davâ arkadaşlarım için ciddî ve ders veren bir muhasebeye sahne olması dilek ve temennisiyle ağız tadıyla bir Ramazan geçirmenizi Rabbimden niyaz ediyorum.

29.08.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Görüntü ve gürültü kirliliği



(Memleket manzaraları - 2)

Türkiye’de, Türkiye’yi yaşamadan dünya üzerine ahkâm kesmek... Menfî ve müsbeti görmeden mukayesede bulunmak... Ülkemizi medenî dünya kıstaslarıyla değerlendirmek elbette hoş bir şey değil... Ülfet perdesi altında insanımızın maruz kaldığı işkenceyi yine insanımıza anlatmak da zor. Çinlinin pirinçten başka nimet tanımamasına benziyor, şu işkenceli hayatı kanıksayanların hâli...

Bilhassa şehir hayatında, çevrenizin renkli ve resimlerle çevrildiğini ve size düşünme fırsatı verilmeden şekillerin zıp zıp hareketliliğini düşünün. Trafik lambasında, otogar veya havaalanında, doktoru bekleme odasında, kamu dairelerinde iş takip sırasında bizi rahat bırakmayanlar ve mütemadiyen gulyabanilerce bizi takip eden ekranlar. Milyonlara varan kalabalıkların gün boyu bir arada ve birbirlerine tek kelime konuşmadan geçen zamanlarını düşünün. Dâhî de olsanız, bu manzara içinde evvelâ düşünmeyi, sonra da konuşmayı unutursunuz. Zamanla insanî duygularınızı; sevmek, ürpermek, kötüden uzaklaşmak, saygı göstermek, nezaket, nezahet gibi daha bir çok temel hislerinizi kaybedersiniz.

Ülkemizin büyük bir üniversitesinin tıp fakültesi hastanesinin genişçe bekleme salonundayız... Salonun üç cihetinde üç adet büyük duvar ekranı... Birisinde sürmenaj haberleri, diğerinde gayr-ı insânî müstehcen şovlar ve üçüncüsünde hokkabazlıklar... Burası Türkiye’nin eski bir cumhurbaşkanının ismine kurulmuş büyükçe bir tıp merkezi... Medenî ülkelerde skandal veya maskaralık addedilecek manzaralar... Fakat insanlar bu dehşet altında şikâyetçi görünmüyorlar... “Söz gümüş ise, sükût altındır” diyen bir milletin çocuklarının akıllarını geveze, ruhlarını sersem ve kendilerini divane yapma seanslarını bu ülkede kime şikâyet edeceksiniz? Zira sağlık müesseseleri, o dev ekranları, üniversiteye, ruhumuzu ve bedenimizi zararlı unsurlardan korumakla vazifeli bakanımızdan gizlice koymadıklarına göre...

En önemlisi de milletin yakalandığı manyetik durumdur. Perişaniyetinden habersizce kendisini tahrip edenlere yardım ediyor.

İstanbul Deniz Otobüslerine bindiğinizde de aynı görüntü ve gürültü rezaletini yaşıyorsunuz. Halbuki siz, kafanızı ve gönlünüzü dinlendirmek üzere denize açılıyorsunuz. Deniz otobüsünü diskoteğe çeviren ekranlar, burada da sizi ıztıraplı bir mengeneye alıyorlar... Şehirler arası otobüslere konan ekranların fecaati ise, tasvir edilemeyecek kadar dehşetli. En pespaye, müstehcen, argo ve küfür dolu sahneleri seyretmeye mecbur bırakılmışsanız muâvin veya şoför ile macera yaşayacaksınız demektir. Elifi mertek gören delikanlı; Kemal Sunal ve Recep İvedik formatlı ahlâksızlık dolu saçmalıkları size seyrettirmek için epeyce hak, hukuk ve demokrasi nutukları atacaktır. İnce ayarları bilemezseniz, cıngardan kurtulamazsınız.

Size şu hususu vurgulamak istiyorum: Avrupa’nın hiçbir ülkesinde, Türkiye’mizdeki müptezel görüntü ve gürültü rezaleti yaşanmaz. Milletimizin gençliğiyle alay edercesine havalimanlarında ve alış veriş merkezlerinde iğrenç panolar sergilenmez. Çünkü oralarda, hürriyet içinde kötüye, çirkine, sefahet ve ahlâksızlığa itiraz hakkı verilmiştir millete... Bizde böyle bir hak var mıdır? Sefih ve dinsiz odaklara yaranmak, mevcut pozisyonunu korumak ve mukaddes değerleri biraz daha istismar ile küpü doldurmak için millete “zillet sürecini” yaşatan hükümet ve belediyelerimiz itirazınızı duymazlar... Duysalar da genel gidişâta aykırı davranıştan dolayı faturayı yine size çıkarırlar... Zira bizde, sefahet-i mutlaka şimdilik çağdaşlık çerçevesinde rejimin koruması altındadır.

29.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Dileğimiz, temennîmiz



Kulağa hoş gelen iki kelimedir dilek ve temenni...

Meltemsi esintisiyle havayı güzelleştirir. Yürekten gelir, yüreklere intikal eder, zihinlere işlenir, fikirlere güzellik katar. Yerine ve zamanına göre değer kazanır. Yersiz ve zamansız olanı ise havada kalır, kaale alınmaz, unutulur.

Farklı alanlarda, türlü maksatlar için yapılan resmî ve gayr-ı resmî toplantıların gündeminden düşmeyen bir madde vardır:

Dilek ve temenniler...

Bugüne kadar biz dahi hasbelkader değişik toplantılarda bulunmuş; bazen dilek ve temenniye muhatap olan organın başında, bazen içinde kaldığımız gibi, ara sıra da sade bir üye olarak icra makamına veya yetkili organa dilek ve temennimizi iletmişizdir. Her halükârda “dilek ve temenni” maddesinin kerâmetli işleyişine şahit olmuş, müessiriyetine kanaat getirmişizdir.

Dileklerin dile getirilmesinde yer, zaman ve mevkinin de önemi vardır. Mahiyeti itibariyle aynı olsa bile, müessiriyet alanı farklı olur. Aynı meseleyi bir heyette dile getirmek ile parlamentoda dile getirmenin boyutları elbette ki farklıdır.

Önemli ve düzeyli toplantılarda, kişi kendi görüş ve düşüncesini, çok farklı bile olsa, “dayatma ve empoze etme” havası içinde değil de “dilek ve temenni” zarfına sararak sunarsa daha etkili olabiliyor.

Bizim toplantılarımızın ekseriyetle düzeyli ve sükûnet içinde geçmesinde, umum kitlemizin sahip olduğu düzeyin payı vardır. Tecrübe, teknik bilgi ve zaman içinde elde edilen diğer kazanımların paylarını da yabana atmamak lâzım. Zamanın ve yeni gelişmelerin ilcaatına ve her şeye rağmen, sarsılmaz ve kırılmaz bir çizginin sahibi olmak, belki de bizim en büyük avantajımızdır. Yani şairin dediğine benzer bir şeyi şöyle ifade edebiliriz:

Öyle bir yola girdik mukaddes mi, mukaddes!

Ey farklı rüzgâr artık nereden esersen es!..

Bizim çizgimiz de, vizyonumuz da, misyonumuz da öyle sağlam bir zemine oturdu (veya oturma istidadındadır) ki, artık farklı yorumlardan, farklı gelişmelerden değil sarsılmak, rencide bile olmayacak bir sürece girildi. O kadar ki, geriye dönüp yollarda kalanları toplama azmini bile yakalamış durumdayız. Bu aşamada asıl dikkat edilmesi gereken şey, bu azmi ve gayreti rencide etmekten sakınmaktır. Zaman fedakârlık ve feragat zamanıdır. Susarak ve gerektiğinde sineye çekerek hizmete devam zamanıdır. Ki yapılan da budur. Böyle büyük bir “cihad-ı mânevî”de ufak tefek sıyrıklara da razı olunmalıdır.

Bugüne kadar yapılan bilumum meşveret ve toplantılarda ortaya sürülen görüş ve düşüncelerin, dilek ve temennilerin ve alınan güzel ve olumlu kararların uygulama alanı bulmasıyla, bugünkü noktaya gelinmiştir. Bu güzel neticeler; müessesede çalışanlarımızın, okuyucularımızın, mensupların ve seçilmiş organların katkılarıyla, güzel neşriyatımızla, fiilî ve kavlî duâlarımızla ve en başta Allah’ın izniyle kazanılmıştır.

Dilek ve temennilerimizin ve duâlarımızın kabul olduğuna şahit olmak, şevk ve heyecan kaynağı oluyor. En küçük birimlerde, en aşağı merhalelerde dile getirilenlerin, en üst karar merciinde kabul görmesi, yabana atılacak cinsten değildir. Bugün hâlâ açık ve geçerli olan yol budur. Bazı alanlarımızda sıkıntı ve tıkanma gibi gözüken noktalarda bile işletilmesi ve açılması gereken yol bu olsa gerektir.. Yani: Meşveret, meşveret, meşveret..

Son olarak deriz ki:

Risâle-i Nur öyle bir ilim kaynağıdır ki, bütün başka ilimler, başka bilmekler, başka malûmatlar ona gelir, kemal bulur, safileşir, hakikat olur, öyle bir akım ve cereyandır ki, bütün akımlar ve ideolojiler (felsefî olsun, dünyevî olsun) ona gelir, teslim olur, boyun eğer ve hâdim olur...

Meslek ve meşrebimize ve meşveretlerimize sahiplik noktasında her fert üzerine düşeni yaparsa, aşılamayacak hiçbir zorluk yoktur..

Toplantı huzur verir, konu güzel olursa,

Tartışmanın üslûbu, tonu güzel olursa...

Tekrar toplanmak için, neş’eyle dağılırız;

Kararların sonucu, sonu güzel olursa...

29.08.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Evvela!



Kudsî meseleleri bilmek ve hizmet adına yanılgılara düşmenin yanında insanın kendisini bilmemesi, tartmaması ve dinlememesi geliyordur herhalde! Kendi aynasını ve aklının erdiği kadar dünya görüntüsünü tek ayna ve tek görüntü olarak bilmek ve kabul etmek, bilmezlik adına en korkunç ve tehlikeli bir haldir… “Kişi kendini bilmezse bu nice bilmektir” Kendini bilen ve bilenleri bilir ve hepsinden önemlisi de Âlim-i Mutlak olan Rabbini bilir…

Rabbini bilene malûmat en evvel kendini bilmekle başlar. Ve biter… Başka bilmeklere ne ihtiyaç vardır ne de bildirmek.

Ahirzaman hadisatı içinde kendini bilmek… En evvel iman-ı taklidi, iman-ı tahkiki, ilmel yakin, aynel yakin, hakkalyakin mertebelerinde ve malûmatında Rabbini bilmekle ve anlayıp tefekkür etmekle başlar ve devam eder.

Bilmeyen adam neden bilmez? Okumaz, haberi yoktur, anlatılanları anlayamaz. Mazur mudur, masum mudur? Hayır. En ufak dünyevî meseleyi, malûmatı elde etmek için dirsek çürütüp saç ağırtanlar neden bu konularda mazeretli olsun ki? Sonra en fenası da haberi olup bildiği halde yapmaması, tatbik etmemesi, tembellik etmesidir. Hatta inat etmesidir. Allah iz’an ve ihsan-ı akıl nasip etsin böylelerine.

Kimsenin ayranım ekşidir demediği bu zemin ve ortamda kişilerin tevil ve zanlarıyla yürütülebilen hizmet hizmetse bilmek ve kendini bilmek adına bir şeyler söylememiz boş temenni gibi görünse de; hakikatın ve hizmetin hatırı için bazen bunların zikredilmesi elbette ki bir haktır.

Sadece ve sadece Allah için hizmetin meselelerine eğilip, kafa yorup, anlamak, okumak, çalışmak hiç değilse çalışan ve kafa yoranlara destek olmak: Allah için bir haktır, nefis, şeytan ve muterizler noktasından mücadelesi verilmelidir. Bu konuda helâle, harama dikkat edildiği kadar hakka ve hukuka da çok dikkat edilmelidir.

Hizmet için bir harf, bir kelime, bir cümle, bir paragraf, bir sayfa, bir kitap ve kitaplar aynı değerde kıymete haiz olduğu gibi, en küçüğünden en büyüğüne iman, İslâmiyet, Kur’ân, nurlu hizmet adına fayda da aynı kıymette ve değerdedir…

Bu değerlere, kıymetlere sahip çıkmak için bilmekleri iyi bilmek ve sahip çıkmak gerekmektedir.

Hiçbir mahsuru ve yan etkisi yoktur; evvelâ kendimizi bilmek…

29.08.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bangkok sokaklarında Kur’ân sesi



Yaklaşık 10 gün sürecek bir seyahat için Tayland’da bulunuyoruz. Nasip olursa siz bu satırları okurken bizler Myanmar’a gelmiş olacağız. İHH’nın dâveti üzerine Myanmar’a ulaşmak için 25 Ağustos akşamı İstanbul’dan hareket ettik. Myanmar vizesi Tayland’dan alınabildiği için mecburiyetten önce Taylant’ın başşehri Bangkok’a iniş yaptık.

Tayland ve Bangkok, Türklerden vize talep etmediğinden çok sayıda Türk turisti kendisine çekiyor. Sıcak, nemli ve bunaltıcı havasıyla insanları kendisine çeken Tayland’ın turistik açıdan müsbet bir imaja sahip olmadığı biliniyor. Buna rağmen, her ülkede olduğu gibi Tayland’da da pek çok güzelliklere şahit olmak mümkün.

Tayland, son günlerde siyasî anlamda kargaşaya sahne oluyor. Krallıkla yönetilen ülkede, başbakan ve mevcut hükumet aleyhinde mitingler ve gösteri-ler yapılıyor. Meselâ 27 Ağustos tarihli gazetelerin manşetlerini, hükûmet ve başbakan aleyhindeki yürüyüşler süslüyordu. Biri şöyle demiş: “Final ultimatum.” (Bangkok Post, 27 Ağustos 2008) (www.bangkokpost.com)

Pek çok ülkede olduğu gibi Tayland’daki tartışma da yolsuzlukla ilgili. İddiaya göre başbakan ve hükümet üyeleri büyük ölçüde yolsuzluklara imza atmışlar. Doğru mu yanlış mı olduğunu bilecek durumda değiliz elbet. Ama iddia bu...

Nüfusun çoğunluğunun Budist olduğu Tayland’da Müslümanlar azınlık. Yüzde 5 ile yüzde 7 arasında Müslüman olduğu ifade ediliyor. Ancak görünüşe bakılırsa inançlarından dolayı bir sıkıntı yaşamıyorlar. Başşehir Bangkok’ta çok sayıda demek belki abartılı olur, ama minareli camiler var. Dikkatimi çeken bir nokta oldu: Başkent Bangkok’un merkezindeki küçük bir cami, caddedeki işaret levhalarıyla gösterilmişti. Harun Camii’ne, 350 metre uzaktaki caddeden işaret levhasıyla yön gösterilmiş. Bu durum dikkatimi çekti ve 12 yıldır Tayland’da ticaretle meşgul olduğunu ifade eden, yeni tanıştığımız bir dosta gösterdim. Onun dikkatini çekmemiş. Bu küçük jest, Müslümanların hak ve hukuklarının tanındığını düşündürüyor. Akşam namazı vaktinde Harun Camii’ne gittik ve caminin çevresindeki sokaklara taşan Kur’ân sesiyle mest olduk, mutlu olduk. Meğer, caminin vakfında çocuklara Kur’ân dersi veriliyormuş. Bizim gördüğümüz kadarıyla 3 ayrı sınıf vardı ve her sınıfın başında bir öğretici bulunuyordu. Niçin gece eğitim verildiğini sorduk. Çocuklar gündüz okula, gece ise camiye geli-yorlarmış. Tabiî Tayland’da bir 28 Şubat süreci yaşanmadığı için çocukların Kur’ân öğrenmesine yaş sınırı da konulmamış. Yürümeyi bilen çocuk da, lise seviyesinde okuyan çocuk da Kur’ân dersi alabiliyor.

Bangkok’un müstehcenlikle iç içe olan olumsuz imajı hafızalarımızda yer ederken, gece vakti sokaklara taşan Kur’ân sesiyle karşılaşmak, hem öğretici, hem de umut verici oldu.

Yine hemen her ülkede olduğu gibi Tayland’da da zengin ve fakir uçurumu kendisini hissettiriyor. Bir yanda tek odalı evlerde 8-10 kişilik aileler yaşamaya çalışırken, öte yanda en lüks markaların satışlarının yapıldığı lüks mağazalar dikkat çekiyor. Başka hiçbir sebep olmasa da bu durum, dünyadaki adaletsizliğin en büyük göstergesi olarak hafızalarımıza kazınıyor.

Tayland, değerli taş işlemeleriyle de ün yapmış bir ülke. Aynı zamanda teknoloji marketleri de çok yaygın. Ülkeleri ve dolayısıyla dünyayı da yöneten büyük ‘marka’lar Tayland’da da en önde. Gördüğümüz bazı banka isimleri, bir yönüyle bize Türkiye’yi hatırlattı.

İmkân ve fırsat bulabilirsek notlar aktarmaya devam edeceğiz. Duâlarınızı eksik etmeyin...

29.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Uzlaşma mı, mutabakat mı?



Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın “AKP kapatılmadı, ciddî bir ihtar kararı çıktı” açıklamasından sonra biraz olsun rahatlayan siyaset önümüzdeki dönemde anayasa değişikliklerini tartışmaya başlayacak görünüyor. 1 Ekim’de açılacak Meclis şimdilik tatilde. Ankara’da siyaset pek konuşulmuyor.

Kılıç’ın AKP’nin “kapatılmama” kararını açıklarken söylediği, “Parti kapatılmasından kimsenin mutlu olduğunu söyleyemeyiz… Parti kapatılması konusunda çağdaş, demokratik ülkelerle olan beraberliği sağlamak adına anayasal ve yasal değişikliklerin yapılmıyor. Oysa bunun böyle olmaması gerekir. Siyasî parti kapatma dâvâları daha açılmadan ilgili siyasî partilerimizin bir uzlaşma içerisinde bu konuda yapılması gereken değişiklikleri yapmasını arzu ederdik. Ama maalesef bu güne kadar pek gerçekleşmedi ve bu tartışmalar siyasî parti kapatma dâvâları açıldığı andan itibaren yine canlılığını kazandı. Siyasî aktörlerimize buradan seslenmek istiyoruz, topluma ters gelen kurallar ve anayasa değişiklikleri varsa bu konuda sür'atle uzlaşarak gerekli düzenlemelerin yapılması çağrısında bulunmak istiyoruz” demişti. Yani bir “uzlaşmadan” bahsetti.

Bu konuşmayı fırsat bilen ya da cesaret alan siyasiler Ankara’nın sessizliğini bozarak açıklamalar yapmaya başladılar. Yavaş yavaş anayasa değişiklikleri yapılması gerektiği üzerinde yorumlar yapılmaya başlandı.

Bunlardan birisi de geçtiğimiz günlerde basın toplantısı yapan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli. “Yeni dönem”in 10 maddelik yol haritası konusunda partisinin tekliflerini sunarken Anayasa Mahkemesi’nin son kararlarında yetkisini aştığını, siyaset kurumunun buna sessiz kalamayacağını, Mahkemenin görev yetkilerini düzenleyen Anayasa’nın 148. ve 163. maddelerinin değiştirilmesi gerektiğini söyledi. Tabiî bunu söylerken “geniş tabanlı bir mutabakatla yapılması” halinde destek vereceklerini demeyi de ihmal etmedi.

Görüldüğü kadarıyla pek çok insan hem parti kapatma konusunda, hem de demokratikleşme yolunda anayasa değişiklerinin yapılması gerektiğini söylerken “uzlaşmadan”, “mutabakattan” bahsetmeyi ihmal etmiyor. Herkes artık yoğurdu üfleyerek yiyor. Yani, devletin diğer kurumlarından gelecek tepkileri kimse tek başına göğüslemek istemiyor.

Tabiî kiminle ne konuda uzlaşma… Cumhurbaşkanı seçim sürecinden beri AKP ile CHP neredeyse hiçbir konuda uzlaşmaya yanaşmıyor. Birinin ‘ak’ dediğine diğeri ‘kara’ diyor. Sadece AKP ile MHP’nin uzlaşmasının bir çözüm olmadığı üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırdığı söylenen anayasanın iki maddelik değişikliğinin Anayasa Mahkemesinden dönmesi olayında görüldü.

Birkaç gündür, MHP’nin teklifi tartışılıyor. Daha baştan AKP bu teklife temkinli yaklaşırken yıllardır uzlaşmaz tutum sergileyen CHP hemen “uzlaşmamadan” yana tavır aldı.

Peki bu durum nasıl aşılabilir? Önümüzdeki dönemde hükümetin yapacağı her demokratikleşme adımında, her anayasa değişikliği çalışmasında CHP’nin uzlaşmaz tutumunu, ortamı geren davranışlarını, AKP-CHP uzlaşmamasını mı göreceğiz? Ya da iki parti arasındaki uzlaşmayı sağlayacak birileri çıkacak mı?

Burada yeni anayasa teklifi geldiğinden bu yana anayasanın tamamının değişmesini savunan TBMM Başkanı Köksal Toptan’a görev düşüyor. Yeni dönemde Toptan, gerilimlerin düşürülmesinde, milletin hayrına olan işlerde uzlaşma aranmasında önemli bir faktör olabilir.

Bu durum geçtiğimiz gün Toptan’a da soruldu. “Anayasa değişiklikleri konusunda Mecliste geniş bir uzlaşma sağlanıp sağlanamayacağının sorulması üzerine bakın şöyle diyor Toptan: “Daha önce Anayasa değişiklikleriyle ilgili açıklamam olmuştu. Benim hedeflediğim daha geniş kapsamlı bir Anayasa değişikliği. Bunun içinde neler olabilir, bu zaman içinde ortaya konulan görüşler, teklifler, talepler doğrultusunda değerlendirilir. Benim zaman içinde, konuyla ilgili, sadece bu konuyla ilgili değil, uzlaşma adına birtakım girişimlerim olabilir.”

1 Ekim’de Meclis’in açılmasıyla birlikte yeni tartışma konumuz şimdiden belli. Sivil ve yeni bir anayasa yapmaktan vazgeçen hükümet hiç değilse belirli konularda yapılabilecek anayasa değişiklikleri konusunda “mutabakat” ya da “uzlaşma” sağlayabilecek mi?

Başörtüsü yasağının kaldırılması konusunda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sık sık dile getirdiği “mutabakat” bir türlü sağlanamadı. Bakalım bu konulurda sağlanacak mı? Göreceğiz.

29.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Çıkış arayışı



AKP, hakkında verilen “kapatmama ve onun yerine hazine yardımından kısmî kesinti” kararını coşkuyla ve şenliklerle karşıladı, ama bu kararın gerek kendisi, gerekse siyasetin tümü için kısıtlayıcı ve daraltıcı sonuçları üzerinde durmaya nedense gerek görmedi.

En azından kamuoyuna yansıyan tavrı, Meclis Başkanının “Herkese oh dedirten bir karar” şeklinde ifade ettiği yorum paralelinde oluştu.

Oysa işin arkaplanı, hür siyaset adına son derece ciddî ve vahim bir tabloyu ortaya koyuyordu ve AKP’deki tecrübeli politikacıların bu durumun farkında olmamaları mümkün değildi.

İşin bu boyutunu kamuoyu önünde tartışmaktan kaçınıp “Kararla demokrasinin önü açıldı” mesajını öne çıkaran iktidar partisi, kapalı kapılar ardındaki değerlendirmelerinde ne kadar derin bir problemle karşı karşıya olduğunu konuşuyor ve çözüm arıyor mu, bilemiyoruz.

Gerçek şu ki, Anayasa Mahkemesinin önce 5 Haziran’daki “başörtüsü,” ardından 30 Temmuz günü açıkladığı AKP kararları, Meclis iradesini iptal eden yargı müdahaleleri anlamına geliyor.

Bu müdahaleler için yapılan “Askerî vesayetten yargı vesayetine geçiş” yorumu bunu ifade ediyor. Tabiî, askerî vesayetin sona erip ermediği ayrı bir bahis. Devir-teslim törenlerinde yapılan konuşmalar yeterince fikir vermiyor mu?

Ancak yargı vesayetinin olanca ağırlığıyla siyasetin ve Meclisin üzerine çöktüğü, bir vâkıa.

“Çelik korse” benzetmesinin de bu vesayet için kullanılan bir diğer ifade biçimi olduğu mâlûm.

Oluşan nihaî tabloya dair daha genel ve kapsayıcı bir niteleme ise, Türkiye’nin yeni bir ara rejim dönemine girdiği yorumuyla seslendiriliyor.

Son kararın üzerinden neredeyse bir ay geçti. Ve AKP, işin bu tarafına ilişkin suskunluğunu ısrarla korudu. Buna karşılık, onun söylemekten kaçındığı acı gerçeği MHP lideri seslendirdi.

AYM kararları ile siyasetin “alacakaranlık riski”ne maruz hale getirildiğini; Meclisin anayasal yetki, görev ve fonksiyonlarının mahkeme kararıyla sınırlandırılmasının toplumsal ve siyasî tıkanıklıklara yol açacağını vurgulayan Bahçeli, çözüm olarak mahkemenin görev ve yetkilerinin yeniden tanzim edilmesi gerektiğini söyledi.

Ve bu hususta parti olarak 70 milletvekilleriyle her türlü katkıya hazır olduklarını deklare etti.

Siyasetteki tatil rehavetinin devam ettiği bir ortamda MHP’yi böyle bir çıkış yapmaya sevk eden en önemli sebep, AKP hakkındaki kapatma dâvâsıyla kendisine de aba altından sopa gösterilmiş olması. Çünkü bu dâvânın temel gerekçesini oluşturan başörtüsü düzenlemesini AKP ile birlikte çıkardılar. Dâvâ AKP’ye açıldı, ama süreç boyunca MHP de adeta ecel terleri döktü.

Şimdi Bahçeli AKP’nin sürekli kapatılma tehdidi altında bulunduğunu vurgularken, aynı zamanda kendi sıkıntısını da açığa vurmuş oluyor.

Peki, bu durumu ortadan kaldırmak için dile getirdiği çözüm teklifinin gerçekleşme şansı ne?

Geride bıraktığımız dönemde yaşanan bunca gerginlik ve bunların oluşturduğu mâlûm tablo olmasaydı, yüksek yargı organları—27 Mayıs’la ilgili talihsiz sözlerin de sahibi olan—Danıştay Başsavcısının ifadesiyle ilk defa kendi varlıklarını koruma ve savunma pozisyonuna girmiş olmasalardı, belki netice alma ihtimali olabilirdi.

Veya, yüksek yargı adına sergilenen kurumsal reflekslerin siyasetteki seslendiricisi olma misyonunu üstlendiği gözlenen CHP, MHP’nin teklifine sıcak bakmış olsaydı, şu ortam ve konjonktürde bile bir çözüme ulaşma ümidi doğabilirdi.

Ama görünen o ki, işaretler o yönde değil.

Tam tersine, kurumlardaki “rejimi koruma” refleksi hâlâ ayakta. CHP de bilinen çizgisinden zerrece inhiraf etmeden tavrını devam ettiriyor.

AKP’nin MHP’ye “CHP de katılırsa olur” cevabı vermesi bundan. Çünkü bir kez daha yaşayarak gördü ki, özellikle bu çeşit kritik konularda sadece MHP desteği sonuç almaya yetmiyor.

Dahası, başına daha büyük dertler açabiliyor.

29.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Müslümanların iki hastalığı



Hadislerin tesbitiyle, Müslümanların en temel iki hastalığı dünyevîleşme ve cehalettir. Hadis-i şerif her iki hastalığa da aynı teşhis ve tanıyı koyuyor: Bir nev'î sarhoşluk hali. Sarhoşluk da zahirî ve batinî olmak üzere iki çeşittir. Fizikî sarhoşluk ve metafizikî sarhoşluk. Cehalet ve dünyevileşme yani dünya sarhoşluğu manevî sarhoşluk çeşitlerindendir. Müslümanları yıkıp bitiren iki hastalık türü. Bu iki hastalığın hadisler eliyle teşhis edildiğini Bandırmalı Ali Öztaylan’ı anlattığım Zaman’ın Cüneyd’i yazısında konu ettiğim Mahmut Kaya Hoca dile getirdi. O yazıda Mahmut Kaya Hoca sehven Mahmut Kanık olarak da yazılmıştı ve bu vesileyle düzeltmiş olalım. Mahmut Kaya Hoca camiamızın güzide azalarından birisidir. Orada Ali Ağabeyi yad-ı cemil suretinde anarken Mahmut Kaya Hoca ile hususî dairede kısa bir sohbet gerçekleştirdik ve onun anlatımından, dağarcığımızda hadislerce yapılan Müslümanların iki müzmin ve kronik hastalığı kaldı.

Hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: “Entüm el yevme ala beyyinetin min rabbikum ma tazhare fikum sekretani: Sekretü’l ayş ve sekretü’l cehli. Entüm el yevme te’muruna bi’l marufi ve tenhevne ani’l münkeri ve tatahavvulune an zelike iza feşa fiku’m dünya...” Yani siz; içinizde iki haslet yayılmadıkça afiyet ve istikamet üzerinesinizdir. Bu iki haslet, yaşama sarhoşluğu ve tutkusu (dünyevileşme) ile cehalet sarhoşluğudur. Siz bugün doğruyu emretmek ve yanlışı ve bozuk olanı da sakındırmakla bu iki hastalıktan beri ve muafsınız (adeta aşılı). Sizde dünyevîleşme yayılırsa bu muafiyetten mahrum kalırsınız...”

Burada birbirine bağlı hususlar var. En baş hastalık dünya sevgisi ve ölüm kerahiyetidir. Buna rağmen İsrail Başbakanı Olmert ve kimi yandaşları Müslümanları ölüm kültüne bağlı olmakla ve ölüme tapınmak ve ibadet etmekle suçluyorlar (August 18, 2008 by Foreign Policy in Focus Christians United for Israel and Attacking Iran by Dedrick Muhammad and Farrah Hassen/Commondreams.org). Günümüzde Müslümanları suçlayıcı ifadelerden birisi de ‘death worshippers’ ölüme ibadet edenler kavramıdır.

***

Bununla birlikte dünyevîleşmeye ve cehalete karşı en büyük sigorta ve garanti emri bi’l maruf ve nehyi ani’l münker prensibi ve bu görevin hakkıyla ifasıdır. Zaten İslâm ümmetinin diğer milletlere rüçhaniyeti de bu kurala sadakati nisbetindedir ve bu bizzat Kur’ân tarafından bize haber verilmektedir. Emri bi’l maruf ve nehyi ani’l münker sosyolojik bazda kolektif bir sigortadır. Ondan mahrum kalmak bizi sukuta götürüyor.

Peki, günümüzde yaşanılanlar ve gerçekler ne kadar hadis-i şerifinin ortaya koyduğu tezle örtüşmektedir? Türklerin pek okumadıklarını biliyoruz. Araplar da aynı illetle malul. Bunun yanında şifahî kültürümüzü yani geleneğimizi de kaybettik. Bunun neticesinde bir iki gün önce baktığım Ürdün gazetesi er Rey’e göre Ürdün’de boşanma oranı yüzde 44 seviyesinin üzerine çıkmış. Bunun nedeni ne? Dünyevîleşme. Paylaşma ve fedakârlık kültürünün azalması. Bizi biz yapan fedakârlık gibi değerlerin dumura uğraması. Bu da aileyi ve cemiyeti solduruyor. Arapların da bizim gibi okuma özürlü olduklarını ben de biliyorum. Bunu teyidle ortaya koyanlardan birisi de Suudi Arabistan’ın vaidkâr kuşağını ve yeni dâvetçilerini temsil eden Aiz el Karni. ‘El Amel evi’l Mevt’ yazısıyla aynen Necip Fazıl Kısakürek gibi ‘Ya ol ya da öl’ diyen Aiz el Karni bu makalesinde, ‘ Al Arab la yakraune/Araplar okumuyor’ başlıklı başka bir makalesine gönderme yapıyor. Ve şunu söylüyor: “Okumayan ve üretmeyen bir millet bekayı hak etmiyor. Ölü gibidir ve ölüme mahkûmdur.” Her ne kadar bu tabiî seleksiyonu akla getiriyorsa da öbür dünyanın imadı ve direği nasıl bu dünyada çalışmak çabalamak ise yine bu dünyanın direkleri de çalışmakla kaimdir. Aiz el Karni bize seleflerinin 100 yıl önce Japonya’ya örnek göstermesine nazire olarak bugün Almanya’yı örnek göstermektedir.

***

Evet Araplar okumuyor. Ya İranlılar? Ben onların biraz daha zinde ve canlı olacaklarını umuyordum. Meğer onlar da diğer şarklı kavimler gibiymiş. Aiz el Karni paralelinde İranlı Yazar Samira Aslanpur da İranlıların kitaba ilgi göstermediklerini ve okumadıklarını söylüyor ve bundan yakınıyor ve muzdarip olduğunu dile getiriyor. Kültür Bakanlığının Kadın İşleri Danışmanı olan Aslanpur çocuklara kitap edinme ve okuma alışkanlığı kazandırma hususunda büyük fırsatların kaçırıldığını ve cazip metodlarla çocukların ve yeni nesillerin kitaba çekilemediğini ifade ediyor. Kitap okuma alışkanlığı çok önemli. Alışkanlığın küçüklükte edinilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. İran gibi ülkelerde yazarlığın meslek dallarından birisi kabul edilmediğini ve yazarın yazı hayatıyla maişetini ve geçimini temin edemediğini ifade ediyor ve bunun onların gelişmesine ayak bağı olduğunu ve gerektiği kadar okuyamadıkları için gerektiği kadar da üretemediklerini ve araştırma yapamadıklarını ve ürünlerinin cılız kaldığını hatırlatıyor. Galiba birinci vazifemiz birbirimizi sevmek olmalı. İkincisi de kitabı sevdirmek. El Esma el Hüsna’nın cilvelerinin saklı olduğu kitab-ı kâinat ile okunan kitap Kur’ân okumalıyız. Bunun için de okuma seferberliklerine ihtiyaç var. Okumak iki kitap için de bir anahtardır. Makus talihimizi başka türlü nasıl yenebiliriz?

29.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır