"Gerçekten" haber verir 03 Mayıs 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Ahmet ÖZDEMİR

Müsbet İman hizmeti



Bediüzzaman Said Nursî, en son dersine, “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz”1 cümleleriyle başlar.

Demek ki, her şeyin müsbet (pozitif)i olduğu gibi menfîsi (negatif) de vardır. Risâle-i Nur’da benzer örnekleri görmek mümkündür. Meselâ, müsbet milliyet-menfî milliyet, müsbet Avrupa-menfî Avrupa, müsbet ibadet-menfî ibadet vb.

Müsbet sözlükte, isbat olunan, delilli, pozitif, açık ve sabit olan şeyler için kullanılmıştır. Müsbet hareket ise, doğruluğu aşikâr, belli ve isbat edilebilen; doğru düşünenlerin kabul edebileceği kanun ve nizama uygun hareket demektir. Bir başka ifadeyle, Allah’ın emrine uygun, tahribkâr ve tecavüzkâr olmayan, yapıcı ve tamir edici tarzda olan, mizan, adalet ve insafa uygun harekettir. Bediüzzaman müsbet harekete iki şekilde bakar:

a. Allah rızasına göre yalnızca iman hizmeti yapmaktır. Allah’ın rızasına en uygun olanı herhalde ihlâsla yapılan ameldir. İhlâs ise, başka bir maksat için değil, Allah’ın rızasını umarak yalnız emredildiği için yapmaktır. Bir başka ifadeyle farzları yapmak, kebâirden (büyük günahlardan) kaçınmaktır. Bunları yaparken de Allah’ın vazifesine karışmamaktır. Bunun nasıl olacağını daha sonra Celâleddin Harezmşah örneğiyle açıklayacaktır.

b. Asayişi, emniyeti muhafaza etmek ve zarar verici davranışlardan kaçınmaktır. Burada dikkat çeken bir ifade daha vardır: “Müsbet iman hizmeti”

Hemen aklımıza bu ifadenin zıddı gelmektedir: Acaba menfi iman hizmeti de mi vardır? Menfisi olmasa herhalde yalnızca iman hizmeti denilirdi. Ayrıca “müsbet” kelimesi kullanılmazdı.

Şöyle bir etrafımıza ve geçmişe bakarsak menfî iman hizmetlerinin pek çok örneklerini görebiliriz. Meselâ, Van’da bulunduğu yıllarda bir isyan teşebbüsünde bulunmak için kendisinden yardım isteyenlere, “Millet tenvir ve irşat edilmelidir. Bu teşebbüsünüzden vazgeçiniz” demiştir. İsyancıları menfî hareketten uzaklaştırarak müsbete kanalize etmeye çalışmıştır. Bediüzzaman’ın sözünü dinlememişler ve pek çok masumun idam edilmesine sebep olmuşlardır.

Geçmişte tahrip ederek, hatta cinayet işleyerek adam öldüren ve kendisinin iman hizmeti yaptığını söyleyen kimseler yok muydu?

Onlardan bazıları darağaçlarına giderken “Biz Bediüzzaman’ı şimdi daha iyi anlıyor ve takdir ediyoruz!” demişlerdir. Said Nursî, her bir sıkıntıya karşı sabrı ve şükrü tavsiye ediyor. Hatta bunlarla mükellef olduğumuzun altını çiziyor.

***

Musibete sabretmeyi anladık ama şükür nasıl olur?

İnsanların dünyasında musibetlere sabır zor ama şükür hele daha zor olsa gerek! Bediüzzaman sabırda da şükürde de ileri seviyededir. Hayatını incelediğimizde onların en güzel örneklerini görmek mümkündür.

Kur’an’da Müslümanların musibetler karşısında sabretmeleri emrediliyor ve şöyle buyuruluyor: “O sabredenler ki, başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine O’na döneceğiz’ derler.”2

Bediüzzaman “şükürle mükellefiz” derken bize bir ibadet kapısı daha açmış oluyordu. Dünya madem imtihan meydanıdır. Bizler bu imtihan meydanına gönderilmişiz. İmtihanda sorulan sorulara itiraz edilmez. Kul olarak sorulan soruları doğru cevaplandırmakla mükellefiz. Belki bizim şer gördüğümüz şeylerde hayır vardır. Onu biz bilemeyiz. Doğrusunu ancak Allah bilir. Meselâ, Kur’ân’da geçen şu âyete bir kere daha bakalım: “O her şeyi en güzel şekilde yarattı.”3

Bu âyetin hükmüyle her şeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir güzellik yönü vardır. Kâinattaki her şey, her olay, ya bizzat güzeldir veya sonuçları itibariyle güzeldir. Bazı olaylar var ki, görünüşü çirkindir. Fakat o dış görünüşü altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar vardır.4

Bediüzzaman, ibadetleri bildiğimiz klasik tarzda değil, farklı olarak tasnif eder ve iki çeşit ibadetten söz eder: Biri müsbet, diğeri menfî.

Namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetler müsbet ibadetlerdir. Bunların yeri, zamanı, miktarı ve nasıl yapılacağı bellidir. Anlatılması kolaydır. Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle isbat edebilirsiniz. İlmihal kitaplarına baktığımızda müsbet ibadetleri kolaylıkla öğrenebiliriz.

İkinci çeşit ibadetlere menfî ibadet diyoruz. Hastalıklar, depremler, ekonomik krizler, belâlar ve musibetler karşısında sabretmek menfi ibadettir. Bunların ne zaman, nereden ve nasıl geleceği belli değildir. İsbat edilmesi zor olduğu gibi derecesi de ölçülmez. Menfî ibadetlerde musibetzede acizliğini, zayıflığını anlar. Sonsuz merhamet sahibi olan Allah’a sığınır ve bütün içtenliğiyle yalvarır. Yavrunun tehlikeler karşısında annesinin şefkatli kucağına sığındığı gibi musibete uğrayan kimse de nihayetsiz şefkat sahibi Cenâb-ı Hakk’a sığınır. Halis, riyasız, gösterişsiz mânevî bir ibadete mazhar olur. Zorda kalan bir insanın nasıl duâ ettiğini ve yalvardığını anlayabiliyor musunuz?

Ağır bir ameliyata giren bir hastanın yaşadığı ruh halini ve yaptığı duâların nasıl samimi ve içten olduğunu düşünebiliyor musunuz?

Acaba malını, çocuklarını sorsanız hatırlayabilecek mi?

O anda neler düşünmektedir kim bilir?

Bediüzzaman, sabreden ve şükreden hastaların bir dakikalık hastalığının bir saat ibadet hükmüne geçtiğini belirtir ve “Senin bir dakika ömrünü bin dakika hükmüne getirip, sana uzun ömrü kazandıran hastalıktan teşekkî (şikâyet) değil, teşekkür et” der.5

Buradan hareketle musibetler karşısında sabır ve şükürle nasıl mükellef olunduğunu görüyoruz.

***

Bediüzzaman hazretlerinin hayatının üç devresi vardır: Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said.

Üstad son dersinde Eski Said dönemine dikkat çekerek der ki: “Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî’de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suâllerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.”6

Bediüzzaman, “Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun” der. Kendisine zulmedenlere, kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda yer hazırlayanlara hakkını “helâl etti”ğini söyler. Bediüzzaman’ın bütün hayatı zahmet ve meşakkatle, felâket ve musîbetle geçti. Cemiyetin îmânı, saadet ve selâmeti yolunda nefsini, dünyasını fedâ ettiğini söyler. Onlara “bedduâ bile etmediğini” belirtir. Çünkü asıl meselenin “cihad-ı mânevî” olduğuna dikkat çeker. Bu zamanda en fazla mânevî yönden tahribat yapılmaktadır. Mânevî tahribata karşı sed çekmek gerekir.

Nursî, Kur’ân’da ve Risâle-i Nur’da çok tekrar edilen şu âyete bir kez daha dikkat çeker: “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.”7

Bu âyetin düsturuyla Nur talebelerinin vazifesi, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetleriyle yardım etmektir. Onun içindir ki, İslâm dünyasında âsâyişi bozucu iç savaşlar ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir.

Mânevi cihadın en büyük şartı Allah’ın vazifesine karışmamaktır. Yani, “vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakk’a âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.” Aslında bu tarz bir hizmet Nebevî bir hizmet tarzıdır. Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerin vazifesinin sadece “tebliğ” olduğu bildirilmiştir.

Bediüzzaman bu konuda tarihî bir şahsiyet olan Celâleddin Harzemşah’ı örnek alarak: “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir” deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım der ve yukarıda sözünü ettiğimiz âyete işaret eder. Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin bütün hayatı müsbet iman hizmetiyle geçmiş ve arkada aynı yolu takip eden milyonlarca Nur talebesi yetişmiştir.

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 870

2- Bakara Suresi, 156

3- Secde Suresi, 7

4- Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 365

5- Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 472

6- Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s.870

7- En’am Suresi, 164; İsra Suresi, 15; Fatır Suresi, 18; Zümer Suresi, 7

03.05.2009

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

İffet timsâli Bediüzzaman’ı rehber edinmek



Öteden beri bir çok insan, Nur talebelerini “hocalar” diye bilir ve o gözle bakar. Onların gözünde herbir Nur talebesi aynı zamanda bir hocadır. Hatta güvenilir bir fetva makamıdır. Böyle bildikleri, böyle zannettikleri için bir çok insan, bilmediği veya öğrenmek istediği bazı fıkhî bilgileri de Nur talebelerinden sorarak öğrenmeye çalışır. Bu durum, halk arasında Nur talebelerine itimadın ve güvenirliliğin bir nişanesidir.

Bu meyanda ben de zaman zaman tanıdık veya tanımadık dost ve arkadaşların bazı suâllerine muhatap olmaktayım. Cevabı kolay olanların yanında, cevabı hiç kolay olmayan, derin araştırmaları gerektiren suâllerle de karşılaşıyorum. Bu drumda bilgim dâhilinde olanlara cevap verip; beni aşan suâllerin sahiplerine de öyle derin meseleleri cevaplandıracak fetva makamı olmadığımı beyan ederek ilgili yerlere havâle ediyorum.

Bu münasebetle zaman zaman, doğrudan veya dolaylı olarak muhatap olduğum, belki de bu konudaki hassasiyetlerimi gören dostların dile getirdikleri şöyle bir suâl oluyor: “Birbirine yabancı olan, yani nâmahrem sayılan kadın ve erkek münasebetleri nasıl olmalı? Görüşmelerde, konuşmalarda nasıl bir tarz tercih edilmeli? Hizmetlere yönelik bir durum söz konusu ise nasıl bir yol izlemeli?”

Yukarıda belirttiğim gibi bu işin fıkhî yönünü yetkili hocalarımıza havâle ettikten sonra, Nur talebeleri için bir ölçü olacak, Risâle-i Nur’da bu meseleye ışık tutacak bir bahis var mı, ona bakmak lâzım. Çünkü Nur Külliyatı fıkhî bir eser olmasa da, dikkatle incelendiğinde, satır aralarına baktığımızda bir çok fıkhî konulara da cevap verdiği görülecektir. Ben şahsen öteden beri ilmihal ile ilgili önemli bir çok suâle cevap ararken, Bediüzzaman’ın risâlelerde bir vesile ile ortaya koyduğu ve talebelerine de tavsiye ettiği fetva hükmündeki ifadelerini bulmaya ve onlarla amel etmenin gönül rahatlığını yaşamaya çalışıyorum.

Bu defa da öyle yaptım. Yukarıdaki suâle cevap olacak, Bediüzzaman’ın bizzat yaşadığı ve bir çoğumuzun belki de defaatle okuduğu veya dinlediği şu olay, herhalde bize ışık tutacaktır:

“Tarih-i hayatımı bilenlere malumdur. Elli beş sene evvel ben, yirmi yaşlarında iken, Bitlis’te merhum vali Ömer Paşa hânesinde iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı; üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene beraber bir hânede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki bileyim. Hatta bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden fark etti, tanıdı. Herkes ve ben de bu hâle hayret ederdik. Bana sordular: ‘Neden bakmıyorsun?’

“Derdim: ‘İlmin izzetini muhafaza etmek, beni baktırmıyor.’” (Emirdağ Lâhikası, s. 229, yeni tanzim: s. 452)

Konu ile alâkalı olarak Bediüzzaman’ın yaşadığı diğer bir olay da şöyle:

“Hem kırk sene evvel İstanbul’da Kağıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, Köprüden tâ Kâğıthane’ye kadar Haliç’in iki tarafında binler açık saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum mebus Molla Seyyid Taha ve mebus Hacı İlyas ile beraber kayığa bindik, o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki Molla Taha ve Hacı İlyas, beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassut ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip dediler: ‘Senin bu hâline hayret ettik, hiç bakmadın.’

“Dedim: ‘Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından, istemiyorum.’” (A.g.e.)

Bunlara ilâveten Bediüzzaman’ın Isparta’da Nurlara müştak hanımların kendisinden vaaz-ü nasihatte bulunma tekliflerini kabul etmeyip, onların nazarlarını Risâle-i Nur’a çevirdiğini de biliyoruz.

Hayatı boyunca Nur hizmetinde bulunan çok değer verdiği hanımlarla dahi yüz yüze muhatap olmayan Bediüzzaman’ın, nâmahremlere gözü değmesin diye zaman zaman şemsiye ile gezdiğini de hatıralardan öğreniyoruz.

Bütün bunları alt alta koyduğumuzda bir iffet timsâli olan bu büyük insanın, bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da ne kadar hassas davrandığını, meseleye ne derece önem verdiğini öğrenmiş oluyoruz.

İşte ben şahsen her mevzuda olduğu gibi kadın-erkek münasebetlerindeki ölçüde de Bediüzzaman’ı örnek almanın doğru olacağını düşünüyorum.

03.05.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Mustafa Osman’ın müdafaasından anekdotlar



Afyon Hapishanesinde Risale-i Nurları okuduğu için mevkuf edilen Safranbolu Nur talebelerinden Mustafa Osman’ın Afyon Ağırceza Mahkemesinde yaptığı güzel bir müdafaa var. Tamamı Şualar’da yer alan1 bu müdafaadan bazı anektodlar aktaralım.

Mustafa Osman gizli cemiyet kurmak ve dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini bozabilecek hareketlerde bulunmaktan zanlı Bediüzzaman Said Nursî’nin, rejim aleyhindeki mevhum faaliyetine iştirak ettiği iddia edilerek tutuklanır. Onun suç konusu olarak gösterilen meselelere karşı üç madde hâlinde savunmada bulunduğunu görüyoruz.

“Evet,” diye başlayan birinci maddede “Ben de birçok Nur talebeleri gibi hakikî Türklüğe ve İslâmiyete yaraşan ve tarihî bir şeref ve faziletimiz olan terbiye-i medeniye-i diniyeyi [dinî, medenî terbiye] ve millî bir şiar olan ahlâk-ı Kur’âniyeyi öğrenerek vatan ve millete faydalı bir uzuv olmak ve yabancı ideolojilerin tesiratından korunarak din ve imanımı muhafaza ve öğrenmek kastıyla Nur Risalelerini tedarik ederek okumaya başladım” diye sözlerine başlar. Devamındaki cümlelerde ise ecdadın, tarihlere şan salıp nam veren ahlâk ve şerefini pâyimâl eden sefahet, rezalet ve kötü ahlâkın cemiyet hayatını zehirlediği, yaygınlaştığı, basın ve yayında acı sonuçlarının konu edildiği bir zamanda, düştüğü ahlâksızlık uçurumundan dinî, ahlâkî, içtimaî, edebî dersleriyle Risale-i Nur’un birçoklarını olduğu gibi kendisini de kurtardığını belirtir.

Risale-i Nur Külliyatını okuduğunu bilen ve işiten kimselerin ise ahlâklarını düzeltmek için musırrâne istemeleri üzerine de onlara Risale verdiğini söyler. Serserileşmiş; serserileşme, vatan ve millete muzır bir hâle gelme istidadı gösteren fertleri etkili telkinleriyle kurtarıp beşeriyete faydalı birer insan olmalarına vesile olan, bütün dünyayı titreten kızıl vebâ komünizm tehlikesine karşı dinî ve müessir telkinleriyle yirmi senede yirmi bin ve belki çok fazla adamı vatan ve millete faydalı bir hale sokmaya vesile olan Nur Risalelerini okutmanın bir suç mevzuu ve muhterem müellifini de itham sebebi sayılamayacağını hakimlerin vicdanlarına sorar.

Mustafa Osman ikinci maddede de uzman âlimlerce sahihliği ve yorumları kabul edilen Beşinci Şua’daki hadislerin bazı belirtilerinin çıktığını söylemenin ve bu düşüncelerini mektuba almanın suç olamayacağını belirtir.

Üçüncü madde de Bediüzzaman’ın resimlerin taşımak, mektuplarını toplamak ve mektuplaşmanın da suçlanamayacağına parmak basar. Öyle bir âlim ki kendinin olduğu gibi binlercesinin baki hayatlarını kurtarmaya, hayattan lezzet ve saadet almalarına vesile olmuştur. Böyle bir âlimin değil sadece resmini taşımanın, altın ve mücevherle süslenip taşınsa bile yeri ve hakkı olacağını ifade eder.

Risale-i Nurun bu vatan, millet ve idareye binlerce zabıta kadar hizmet verdiğini, ancak takdir ve iltifat edilebileceğini, buna rağmen kötüye yorumlanıp işten güçten olmalarına, çoluk çocuklarını perişan edip ağlamalarına vesile olmanın demokrasi kanunlarıyla da yeminli ve yüminli âdil hâkimlerin vicdanî ve âdilâne kararlarıyla da bağdaştırılamayacağını, eserlerin serbestiyetini ve kendilerinin beraatini talep eder.

Mahkeme heyeti, kanaat-i vicdaniyeleri ile 6 Aralık 1948’de Bediüzzaman’a 20 ay, bir âlime 18 ay, yirmi kişiye de 6‘şar ay mahkumiyet vermiş, temyizde karar bozulmasına rağmen ne yazık ki süreyi doldurduktan sonra tahliye edilmişlerdir.

1. Şualar, s. 488-490.

03.05.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Yerel veya küresel tüm krizlerin çözümü Kur’ân’da



İstikbalde başımıza nelerin geleceğini bilememek, hepimizi endişelendirir, korkutur. Bu da, gerginlik, korku sebebidir. Bir esnafa veya tüccara, hatta bir öğrenciye veya sıradan bir vatandaşa, “Sizi en çok sıkıntıya sokan şey nedir?” diye sorarsanız. Alacağınız ortak cevap kuvvetli bir ihtimalle, “Belirsizliktir!”

İnsanın dünyaya gönderilişinin gayesi nedir? İnsan nereden geldi, nereye gidecektir? İstikbal ve gerçek istikbalde başına neler gelecektir? İşte Kur’ân-ı Hakim, bu ve benzeri soruların cevaplarını vererek istikbal endişesini ortadan kaldırır.

Yabancı bir ülkeye giden insanın en fazla ihtiyaç duyacağı şey bir rehber, katalog, kroki ve haritadır. Kur’ân, dünya için muhteşem bir rehber, ahiretin de haritası mukaddes bir kitaptır.

İnsanın dünyaya gönderilişinin asıl hikmeti, gayesi, “İman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah” şeklinde formüle edilir. Bu çerçevede mü’minin yegâne hedefi Kur’ân’ı anlamak, özümsemek ve yaşamak olmalı.

Onu anlamanın yolu; tefsir, yani, yorumlamaktan geçer.

Kur’ân’ın ilk ve orijinal tefsiri Sünneti-i Seniyyedir, hadistir.

İkincisi ise, Sahabe-i Kiramın tefsirleridir.

Tabiinler de tefsiri Sahabilerden öğrenmişlerdir.

Daha sonra gelen âlimler ise, Sünnet-i Seniyye, hadis ve Sahabelerin hayatlarını örnek alarak ve kendi birikimlerini ortaya koyarak, onu anlama ve yorumlama gayreti göstermişlerdir.

Kur’ân, lügat (sözlük), belâgat, edep, nahiv (gramer), kelam, fıkıh, mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok yönlerden ele alınarak yorumlanmıştır. Farklı ilim dallarında farklı usuller, metodlar, üslûplar ortaya çıkmıştır.

Tefsirden asıl maksat, Kur’ân’ı doğru anlamak, İlâhî irade istikametinde kavrayarak yaşamak ve anlaşılmasını sağlamaktır. Kur’ân’ı anlamak aynı zamanda mü’minlerin birinci vazifesi ve mükellefiyetidir. Zira, birinci muhatapları onlardır. O, anlaşılmak, yaşanmak ve anlatılmak için indirilmiştir.

İster yerel, ister küresel tüm krizlerin çözümü Kur’ân’dadır.

Tarih şahittir. Müslümanlar ne zaman Kur’ân’a sarılmış ve yaşamışlarsa, dünyanın en medenî, en müreffeh, en huzurlu fert, aile ve toplumlarını meydana getirmişlerdir.

Ve keza, ilimde, eğitimde, hukukta, mimaride, ekonomide, hatta teknolojide en muhteşem medeniyetleri ortaya koymuşlardır…

***

Dini inancı olmayan bir sabun imâlâtçısı bir vaize:

“Sizin anlattığınız dinin, dünyaya iyilik getirdiği görülmüyor! Bunca zaman geçmesine rağmen, dünya kötülerle dolu.”

O sırada, çamur içinde oynayan bir küçük çocuğun yanından geçiyorlarmış. Vaiz demiş ki:

“Sabunun da pek bir fayda getirmediği anlaşılıyor. Zirâ, dünya pis ve pislerle dolu!”

“Ama, sabun kullanıldığı zaman faydalıdır.”

“Evet, din de aynen öyledir. Eğer öğrenilir, anlaşılır, yaşanır ve uygulanırsa dünyaya ve herkese iyilik getirir.”

03.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Abdil YILDIRIM

Yeni Asya’nın kırk yılda bana verdikleri



Kırk yıllık Yeni Asya dostlarının hatırdan çıkmayan hatıralarını gazetemizde okumaya devam ediyoruz. Çok ilginç hikâyeler, çok değerli hatıralar ortaya çıkıyor. Hemen her okuyucuya sorulan “Yeni Asya size ve ailenize neler kazandırdı?” sorusuna verilen cevaplardan, Yeni Asya’nın ne kadar zengin bir hazine olduğu anlaşılıyor. Ben de aynı soruyu kendime sordum ve Yeni Asya’nın 39 yıl boynunca bana verdiklerinin bir dökümünü yapmaya çalıştım. Ne kadar çok şey verdiğini gördüm ve hayret ettim.

Ortaokul yıllarımda okumaya başladığım gazetem öncelikle okuma alışkanlığıma kuvvet verdi. Okul derslerimin haricinde dini, edebi ve içtimai dersler verdi. Böylece pek çok duygu ve lâtifelerimin farkına vardım. Fıtratımda çeşitli istidatların mevcut olduğunu, bunları inkişaf ettirebilecek bir şekilde yaratıldığımı anladım. Böylece şiir yazmaya başladım. İşte bu noktada da Yeni Asya bana ilham verdi. Sonra şevk ve gayret verdi. En önemlisi de, Risale-i Nur’un yolunu gösteren bir pusula verdi.

Gençlik dönemim “yetmiş kuşağı” denilen çok çetrefilli, çatışmalı ve çekişmeli bir siyasal ortamda geçti. Kafaların karıştığı, zihinlerin bulandığı, karışık ve karmaşık fikir akımlarının zihinleri istilâ ettiği bir dönem geçiriyorduk. Ülkenin siyasi durumu çalkantıya düştüğü, gençler arasındaki fikir ayrılıklarının çatışmaya dönüştüğü bir dönemde bulunuyorduk. İşte bu kaos ortamında Yeni Asya duruşuma istikrar, düşünceme istikamet verdi. Müspet hareket dairesinde kalmanın yolunu gösterdi. Gençlik hastalıklarından korunmam için şifalı reçeteler verdi.

Ruhumdaki ve zihnimdeki boşlukları doldurmak için durmadan okumak istiyordum. Ama o devirde kitapçı dükkânlarını ve okul kütüphanelerini dolduran kitapların çoğu sol ideolojiyi telkin eden, dini duyguları ve manevi değerleri aşağılayan eserlerden meydana geliyordu. Ortaokul ikinci sınıfta benim çok kitap okuma isteğimin farkına varan Türkçe öğretmenim bana ödül olarak kitaplar hediye ediyordu. Aldığım ilk hediye kitap ise, Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü” adlı eseriydi. Daha sonra Yaşar Kemâl’in “ İnce Memed” romanını hediye etti. Birkaç tane daha aynı ideolojideki eserlerden verdi. Güya benim zihnimi ‘sol düşünceye’ kanalize etmeye çalışıyordu. Ama Yeni Asya beni bu tür menfi etkilerden muhafaza etti, doğru bir istikamet verdi.

Kırk yıllık mütevazi kütüphaneme bakıyorum, çok değerli eserlerin pek çoğunda Yeni Asya damgasını görüyorum. Başka gazeteler okuyucularına tabak-tencere verirken, Yeni Asya bana kitap verdi. Böylece küçük raflarda büyük bir hazine birikti. Özellikle Risale-i Nur’ları hediye olarak vermesi, Yeni Asya’nın ne kadar cömert olduğunu gösterdi. Ben de bu hediyelerden bazılarını başka muhtaçlara hediye olarak verdim. Böylece sadece bana değil, dostlarıma da bir şeyler vermiş oldu.

Kırkıncı yılına geldiğinde, kırk yıllık okuyucularına hizmet beratı verdi. Genel Yayın Yönetmeni Kâzım Güleçyüz eliyle bana da kırk yıllık hizmet beratı verdi. Yeni Asya’nın verdikleri bununla da bitmedi, beni şaşırtan ve sevindiren bir jest daha yaptı. Gazetede yayınlanan ilk şiirlerimden 1970 yıllara ait üç adet şiirimi arşivden bularak bir çerçeve içinde bana takdim etti. Mehmet Kutlular Abimizin elinden almış olduğum bu müstesna hatıra, Yeni Asya’dan aldığın en anlamlı hediyelerden birisi oldu.

Yeni Asya’nın bana kırk yılda verdiklerinin bir kısmını burada yazmaya çalıştım. Ondan sonra da “kırk yılda ben Yeni Asya’ya ne verdim” diye kendime bir soru yönelttim. Sonra da mahçup bir şekilde başımı önüme eğdim. Çünkü haftada bir yazı veya şiir yazmaktan başka elimden bir şey gelmiyordu. O yazı ve şiirlerin ilhamını da yine bana Yeni Asya veriyordu. Ben de çoban armağanı çam sakızı olarak onları gazeteme takdim etmeye çalıştım. Ama aldıklarım karşılığında verdiklerim, devede kulak bile değildi.

Yeni Asya’ya olan borcumu ödemek için elimde hiçbir sermayem yok. Ancak ömür boyu samimiyet ve sadakatimi taahhüd ederek gazetemden helallik almak istiyorum.

Yeni Asyam, bana hakkını helâl eder misin?

03.05.2009

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Arapların dilinden Bediüzzaman



Büyük âlim Üstad Bedizzaman Said Nursî’nin vefatının üzerinden 49 yıl geçti.

Bu münasebeti fırsat bilip onu yazıp anlatabilmeyi çok isterdim ama, kalemimin onu anlatmaktan âciz kalacağını yakînen bildiğim için cür’et edip yazamadım doğrusu.

Bu yüzden, sadece onun hakkındaki bir hatıramı anlatacak ve yine onun hakkında Arapça yazılmış olan bir makaleyi tercüme edip sizlere aktaracağım.

Bundan birkaç ay önce, Amerikan Din ve Kültür Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Salah Sultan, bir dizi konferans vermek için Kuveyt’e gelmişti. Mısırlı bir dostumuzun davetine icâbet ederek Kuveyt Üniversitesi Lojmanlarında ikamet eden ailelerle dinî ve içtimâî meseleler ve İslâmî hizmet metodları konusunda sohbet etmişti. Sohbet esnasında, Türkiye’de meydana gelen siyasî ve ekonomik değişimlerden övgüyle bahsetmiş; bu değişimin Arap âlemine de örnek teşkil etmesini temennî etmişti. Salah Sultan’ın Türkiye’deki değişimin sadece siyasî sürecini dile getirip, iman hareketlerine değinmemesi dikkatimi çekmişti.

Bu yüzden, sohbet biter bitmez önce kendimi tanıtmış; sonra da, Türkiye’de görünen değişimi sadece siyasî hareketlere bağlamanın yanlış bir tesbit olduğunu, ihlâsla yapılan iman hizmetlerinin insanlara “Kimsin? Yaratılış maksadın nedir? Bu dünyaya gönderilmenin arkasında yatan gaye nedir?” sorularının cevabını öğrettiğini, dolayısıylaTürkiye’de görünen değişimin maddî olmaktan ziyâde manevî olduğunu söyledim. Ve ihlâslı iman hizmetleri içinde Bediüzzaman Said Nursî ve Risâle-i Nur’ların yapmış olduğu hizmetin ayrı bir önem arz ettiğini sözlerime ilâve ederek, yanımda getirmiş olduğum birkaç Arapça risâleyi kendilerine hediye ettim.

Bu sözlerim üzerine Salah Sultan’ın gözlerinin içi parladı ve “Bediüzzaman racûlün azîm. Na’rifühu ve nücellilihu” (Bediüzzaman büyük bir insandır. Onu tanıyor ve ihtiram ediyoruz) dedi.

Yazılarımızı takip eden okuyucular hatırlarlarsa, üç hafta önce Ürdünlü yazar Hüseyin el-Hiyârî’nin Bediüzzaman’ın medeniyet tarifini ele alan “Hadâratuna ve hadâratuhum” başlıklı makalesini tercüme edip sizlerle paylaşmıştık. Hüseyin el- Hiyârî, bu sefer de Üstadın vefat yıldönümü münasebetiyle 23.3.2009 tarihli Ürdün el-Düstûr gazetesinde “Bediüzzaman Said Nursî: Racûl el-Hikmeti ve’l-İman” (Hikmet ve İman adamı Bediüzzaman) başlıklı bir makale kaleme almış. Bu makaleyi de özetleyerek sizlere sunmak istiyorum.

Bediüzzaman: Racûl

el-Hikmeti ve’l-İman

Talebeleri ve sevenleri tarafından “Üstad” diye tanınan, Nur hareketinin kurucusu ve meşhur Risâle-i Nur’ların müellifi olan Allâme Bediüzzaman Said Nursî vefatının 49. yıldönümünde anılıyor. Peki, Bediüzzaman kimdir? Ve Nur hareketi nasıl bir harekettir?

Hakikatte, Arap âleminde çok az insan Üstad Bediüzzaman’ı tanıyor. Bunun sebebi, 1. Dünya harbinden sonra Türk-Arap ilişkilerinde meydana gelen soğukluk yüzünden kardeşlerin birbirlerinden ayrılmasıdır. Batının kendisini laik ve Batılı bir devlet olarak kabul edeceğini zanneden Türkiye Cumhuriyeti, Araplarla olan ilişkisini tamamen keserek Batıya doğru yönelmiştir. Araplar ise, millî ve kavmî hissiyatlara kapılıp Türk kardeşlerinden ayrılmışlardır. Bu olaylarda İslâm düşmanların rolü büyük olmuştur.

Üstad Nursî, 1876 tarihinde Güneydoğu Anadolu’da bulunan Bitlis vilâyetine bağlı Hizan ilçesi Nurs köyünde doğdu. Çok dindar olan anne ve babası halk arasında takva sahibi insanlar olarak bilinirlerdi. Babası Mirza Efendi, kız ve erkek çocuklarının tümünü çok küçük yaştan itibaren İslâm terbiyesi üzerine büyütmüştür. Ziraat ve hayvancılıkla geçimini sağlayan Mirza Efendi, çift sürmekten dönerken başkalarının tarlalarından otlamasınlar diye hayvanlarının ağzını kumaş parçasıyla bağlardı.

Annesi Nuriye Hanımefendi de çok takvalı bir hanımdı. Üstad annesinden bahsettiğinde, onun abdestsiz olarak hiçbir çocuğunu emzirmediğini söylemiştir.

İşte Üstad bu derece dindar olan bir ailenin çocuğu olarak büyümüştür. Çok küçük yaşta köyündeki medreseye gitmiş; yetinmeyince de çevre köy ve kasabalarda bulunan medreselerde talimini devam ettirmiştir. Öğrenimi sırasında göstermiş olduğu hârikulâde zekâ, kendisine ders veren üstadlarını şaşkına çevirmiştir. Bu yüzden, Üstada “Bediüzzaman” lâkabını vermişlerdir. Ve hayatı boyunca da bu lâkapla meşhur olmuştur.

“Vicdanın ziyası din ilimleridir; aklın nuru ise fen ilimleridir” diyen Üstad, Kur’ân ilimlerinden başka, Hadis, Sîret, Fıkıh, Kelâm, Kimya, Felek ve Coğrafya gibi ilimleri de okumuştur.

Daha 15 yaşındayken, büyük âlimlerin ilim meclislerindeki münâzaralara katılan Üstadın şöhreti bütün Doğu Anadolu’ya yayılır. Doğuda görülen geri kalmışlığın sebebinin cehâlet olduğuna inanan Üstad, 20 yaşında iken Osmanlı hilâfet başkenti olan İstanbul’a gelir. İnsanları cehâletten ve geri kalmışlıktan kurtarıp aydınlığa ulaştırmak için Mısır Ezher Üniversitesine eş olabilecek bir projeyi, Zehrâ Üniversitesi (Medresetüzzehra) projesini yetkililere sunar. Ancak bu projeye kulak asan olmaz. O da Doğu Anadolu’ya geri dönüp, Van şehrine yerleşir. Burada, dinî ilimlerin yanı sıra fen ilimlerinin de öğretildiği “Horhor” diye bilinen kendi medresesini kurar.

İlim taliminden başka, düşmana karşı savaşa hazır olsunlar diye talebelerine silâh talimi de yaptıran Üstad, 1914 yılında başlayan 1. Dünya savaşında Doğu Anadolu’yu işgal eden Rus ordusuna karşı gönüllü milis kuvvetleri oluşturarak talebeleriyle beraber birkaç ay kahramanca savaşır. Ne var ki, büyük düşman karşısında yeterli silâha sahip olmadıklarından, birçok talebesi şehit olur; kendisi de Rusların eline esir düşer. Rusya’daki Bolşevik devrimine (1917) kadar Sibirya’da esir olarak kalan Üstad, bir fırsatını bulup esaretten firar ederek İstanbul’a gelir.İstanbul’da hem resmî zevat, hem de halk tarafından büyük bir coşkuyla karşılanır. Fedakârlıkları ve yüksek ilmi sebebiyle “Darü’l Hikmeti’l İslâmiye”ye tayin olunur. Bu sırada, çok kıymetli eserler olan “İşâratü’l İ’câz fi Mezân el-Îcâz” ve “Mesnevî el-Arabî el-Nûrî” adlı eserlerini neşreder.

1. Dünya Savaşından Osmanlı Devletinin mağlûp çıkması üzerine, itilâf devletlerinin İstanbul’u işgal etmesini İslâm aleminin yüzüne vurulmuş bir tokat olarak gören Üstad Nursî, “Hutuvâtüsitte” adlı eserini neşrederek halkı işgal kuvvetlerine karşı mukaâvemete çağırır.

Üstad, Cumhuriyet kurulduktan sonra yapılan bir dizi devrime karşılık Doğu Anadolu’da başgösteren isyanlara (1925) katılmadığı, hatta hükümet kuvvetlerine karşı silâha sarılmanın câiz olmadığı yönünde fetva verdiği halde Batı Anadolu’ya sürgün edilmiş; burada uzun yıllar zorunlu ikamete tâbi tutulmuştur.

Üstad, dinsizlik cereyanı karşısında ümmetin imanını kurtaracak etkili bir silâh olan Risâle-i Nur’ların telifine 1926 yılında başlamıştır. Telif esnasında hapis ve sürgün gibi türlü türlü zorluklarla karşılaşsa da, nefsini feda ettiği iman kurtarma dâvâsından asla vazgeçmemiştir.

Gizli zındıka komitelerinin İslâm ümmeti aleyhine kurdukları tehlikeli oyunun farkına varan Üstad, bunlara karşı koymanın menfî değil, müsbet hareketle olacağını idrak eder. Ve ihlâsla söylenmiş olan “güzel söz” silâhına sarılır; sonra bu güzel sözü halkın vicdanına eker. Meyvesini toplamak için ise acele etmez.

Karşılaşılan bütün zorluklara rağmen, Risâle-i Nurlar inanılmaz bir sür’atle halk arasında rağbet görüp yayılır; emin eller tarafından evlerde elle teksir edilerek dağıtılır. Bu durumdan rahatsızlık duyan zamanın hükümet yetkilileri, Üstadı kâh hapsederler, kâh sürgüne tabi tutarlar. Bu durum 28 yıl boyunca devam eder. Üstad ise bu sürgün ve hapislere aldırış etmez. Sürgüne gönderildikçe ve “Medresetü’l Yusufiyye” diye adlandırdığı hapise atıldıkça, Risâle-i Nur’lar intişâr eder.

Risale-i Nur’lar için “Bu risâleler Kur’ân’ın nurundan kaynaklanmıştır. İlâhî bir ilham olarak kalbime feyz olunan bu risâlelerin bana ait fikirler olmadığına, Kur’ân’ın nuru ve onun malı olduğuna kanaatim tamdır.”

“Şüphesiz ki, Risâle-i Nur’lar sûfilik değil; hakikattir. Onlar Rabbânî âyetlerden dökülen Nurlardır. Kur’ân-ı Kerimin bu asırdaki manevî mucizesidir” diyen Üstad, eserlerinin yapmış olduğu hizmetin neticesini görme bahtiyarlığını yaşadıktan sonra, 1960 yılı Mart ayında vefat etmiştir.

Bugün Türkiye halkının İslâm dinine sarılmasının ardında, Allah’ın fazl ve kereminden sonra Üstad Nursî’nin fedakârlıkları ve ihlâsı vardır. Dinsizlik ve küfür cerayanının karşısında, Risâle-i Nur erişilmez yüksek bir dağ gibi durmuştur.

130 adet risale Üstadın vefatından önce halis talebeleri tarafından toplanıp neşredilmiştir. Artık Türkiye’de her mahallede, her köyde, her şehirde gayesi bu zor zamanda imanı kurtarmak olan risâleler okunmaktadır.

Risâleler; mülhidlerin bâtıl fikirleriyle kirlenen kalplerde, akıllarda, nefislerde ve ruhlarda Kur’ân’ın mânâlarını diriltip dini muhafaza eden, kaynağı Kurân olan zengin bir pınardır.

Arapça, Farsça, İngilizce, Rusça, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Kürtçe, Malayca ve Boşnakçaya tercüme edildikten sonra âleme yayılıp okunan Risâle-i Nur hakkında bugün birçok ülkede konferanslar yapılmaktadır.

Hakikatte, Nur hareketi hilâfet düştükten sonra Türkiye’de iman hizmetini başlatan ilk harekettir. Bu bakımdan İslâmî hareketlerin anası sayılır. Bugün birçok Türk aydın ve düşünürü, Said Nursî’nin iman hizmeti uğrunda çektiklerini ve çok zor şartlarda yapmış olduğu fedakârlıkları ikrar etmektedirler.

Gelecekte, Risale-i Nur hakkında tafsilatlı bir şekilde yazmaya devam edeceğiz inşaallah.

03.05.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com




Cevher İLHAN

Terörün tırmandırılması…



Geçtiğimiz hafta günübirlik değişen Türkiye’nin gündeminin içte ve dışta peşpeşe emr-i vakilerle karşı karşıya geldiği bir süreçte terörün yeniden azdırılması dikkat çekici.

Mahallî seçimlerin ardından Nevruzla birlikte tırmandırılan etnik tefrika, bir yerden düğmeye basılmışçasına sokak çatışmalarıyla, suikast teşebbüsleriyle terör eylemleriyle uç veriyor.

Muhtelif kentlerde çeşitli terörist yuvalarına yapılan operasyonlarla ve saatler süren kanlı Bostancı baskını karmaşası ve klasik 1 Mayıs gerginliği öncesi Lice’de patlatılan bombanın gürültüsünde olayların içyüzü doğru dürüst değerlendirilemiyor.

Bu yüzden kabine revizyonu spekülasyonlarına odaklanan kamuoyu âdeta şaşırtılmış; endâzesi kaçan gündemin kargaşasında olayların mahiyeti yeterince yorumlanamıyor

Görünen o ki ABD’nin Irak’tan çıkmasıyla işi biten PKK’nın tasfiyesi sürecinde terör örgütü bu kez “sorunun siyasallaştırılması”nda istimal edilmekte.

Ve bütün bunların ortasında gündemi tartmadaki “siyasî basiretsizlik”le Türkiye’nin hakkını ve hukukunu savunmayan politik tutukluk devam etmekte…

SİYASÎ FERÂSETSİZLİK FETRETİ…

Bu siyasî ferâsetsizlik fetretinde Ankara’nın âdeta nutku tutulmuş. AKP siyasî iktidarı, uluslararası tayin edici küresel aktörlerin Türkiye’nin tekrar tekrar tâviz vermesi dayatmalarına direnemedi, direnemiyor.

Mesela Amerikan Başkanı Obama’nın salt Kafkasya’daki Amerikan hegemonyası ve çıkarlarına göre TBMM’de “Ermenistan sınırının açılması” telkiniyle başlayan ve “24 Nisan bildirisi”ndeki “büyük felâket” suçlamasıyla devam eden ithamlara Ankara hep sessiz kaldı, kalıyor. Ankara Ermenistan’la dostluk ve barış için “izzetli bir musalâha” irâdesini ve direncini göstermedi, gösteremiyor.

Halbuki Sovyetlerin dağılmasından sonra Türkiye’nin ilk tanıyan ülkelerin başında geldiği Ermenistan, hep ecnebi politikalara maşa olan diasporanın “soykırım” bühtanına arka çıkıyor. Erivan, hiçbir zaman “Kars Antlaşması”nı tanımadı, tanımıyor. Aynen Yunanlıların “megalo idea”sı gibi “Büyük Ermenistan” ütopyasıyla Türkiye toprakları üzerinde hak iddia ediyor.

Ermeni çetelerinin 70’ten fazla diplomatını katledilmesine, PKK ile işbirliği yapmasına mukabil Türkiye, Ermenistan’ı dışlamadı. 100 tonluk tahıl yardımına benzer iyi niyetle hiçbir yardımı esirgemedi. Ermenistan anayasasında, resmî haritalarında Türkiye’nin Doğu bölgesi “Batı Ermenistan” olarak gösterilip okullarda okutmasına ve uluslararası arenada “soykırım isnadı”nı körüklemesine karşı, Ankara hep mutedil davrandı.

Ne var ki başta Dağlık Karabağ olmak üzere Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini bulan 7 bölgesi 17 yıldır Ermenistan işgalinde. Dört bin rehin ve bir milyon Azeri “kaçkın” (göçmen) baskı ve zulüm altında perişan…

ANKARA İRÂDE ACZİYETİ İÇİNDE

Bütün bunlara rağmen Ankara, ABD’nin de içinde bulunduğu BM ve AGİT Minsk Grubu’nun kararlarının uygulanmasını, Ermenistan’ın işgalini dünyaya anlatmadı.

Ermenistan’ın Karabağ işgali sona ermeden ve Erivan’ın “soykırım iftirası”ndan, “tazminat ve toprak talebi”nden vazgeçmeden bu kronik problemin çözülmeyeceğini ve “sınır kapısının açılamayacağını” açıkça bildirmedi, bildirmiyor.

Ermenistan’ın bütün bühtanlarına ve kurulduğu günden beri Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanımamasına rağmen açık olan sınır kapısının ancak 1993’te Karabağ’ı işgaliyle kapatıldığını hatırlatmıyor, hatırlatamıyor…

Erivan’dan gelen “Karabağ konusunu konuşmayız” açıklamalarına, hatta Ermenistan Başbakanı’nın, “soykırımın ve Türkiye’nin sınırlarının tanınması da yol haritasında yok” deyip 70 milyonluk Türkiye’nin töhmet altında bırakılmasına mukabil, milletin irâdesini emânet ettiği siyasî iktidar, siyasî irâde gösteremiyor. Obama’nın “model ortaklığı”nı ilân ettiği ABD’nin ikibuçuk milyonluk Ermenistan’a baskı yapmasını sağlayamıyor.

Bir tek Başbakan Erdoğan ara sıra “Karabağ sorunu çözülmeden sınır açılmaz” diyor ama ötesine geçmiyor; haftalardır bildik demeçlerle geçiştiriyor.

Gündem kargaşası bunalımındaki Ankara, derin zâfiyetle acziyet içinde. İşte tam bu sırada ABD ve İsrail’in başını çektiği dış güçlerin ve yabancı istihbarat servislerinin otuz yıldır besleyip palazlandırdığı ve Kuzey Irak’ta himâye edip her türlü askerî, malî ve lojistik desteği verdiği, uyuşturucu kaçakçılığı, silâh ve insan ticaretiyle bölge ülkeleri aleyhindeki terör faaliyetlerine ve fitnesine göz yumduğu terör örgütü, iftirak emelleri için yeniden terörü tırmandırıyor…

Zamanlama oldukça anlamlı…

03.05.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Söz geri alınır mı?



Gazetemiz akredite olmadığı için televizyondan izleyebildiğimiz Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un “iletişim” toplantısında yaşanan bir diyalog bazı çağrışımları akıllara getirdi. Önce diyaloğu aktaralım.

Gazeteci Mehmet Ali Birand, İlker Başbuğ’a bir soru sordu. Sonra pişman oldu sözünü geri aldı, ama hafta boyunca “fırça mı, değil mi?” tartışması yapıldı.

Birand, Ergenekon soruşturması kapsamında kazılarla ilgili “Her yerde topraktan silâhlar fışkırıyor” diyerek başladığı sorusuna devam edince Başbuğ, “Madem sordunuz cevaplayayım” dedikten sonra “Sayın Birand, siz en duayensiniz. Fışkırma lafı doğru mu? Bu kazmayı vur, fışkıracak demek” ne demek diye sordu. Birand’ın, “Peki topraktan çıkacak diyelim o zaman” demesine rağmen, “Gerçekten güzel bir tabir mi?” diye sordu. Birand’ın “peki geri aldım” demesine rağmen Başbuğ devam etti, “Bunu kamuoyunda korku, karamsarlık haline getirmek doğru mu? Kamuoyunu bir şekilde bilgilendirmelisiniz, ama bunun yanında korku karamsarlık yapmanın ne alâkası var…” dedi. Birand’ın soruya devam etmek istemesine rağmen Başbuğ başka yöne dönmeyi tercih etti. Orada olmadığımız için duymadım, ama bazı gazetelerde yer aldığı şekliyle Birand, “Beni herkesin yanında bozdu” diye dert yanmış. Bu diyalogdan sonra gazetelerdeki “fırçalandığı” yolundaki habere katılmadı ama “Fırça nasıl olur”u da izah etmedi Birand... Mahalle baskısını orada da hissettiğini söyleyen Birand, aklındaki bir soruyu sormaya cesaret edemediğini ve yanlış anlaşılmaktan korktuğunu söyledi. (Posta, 1.5.2009)

Başbuğ’la yaşadığı bu diyalog, Birand’ın 28 Şubat’ta “andıç”lara maruz kalıp işinden olduğu günü hatırlattı. Hem de televizyon başında izlerken…

Not: Cuma günü yazdığımız yazıda Bağbuğ’un MKE’den kafile numaralı çıkan mühimmatın bir kısmının Emniyete verildiği yönündeki sözlerinden sonra “Bizim eksik mühimmatımız yok” açıklamasını yapmıştı. Yazımızda “Emniyet bunu cavap vermeli, vermemeli mi?” diye sormuştuk. Emniyet’ten dolaylı cevap geldi. “Son günlerde basında mühimmat konusunda bazı haberler yer almaktadır. Bu bağlamda Emniyet Genel Müdürlüğü kayıtlarında herhangi bir eksik mühimmat bulunmamaktadır.”

Yorumu size bırakıyoruz…

***

MEĞER 70 MİLYON DEĞİL, 70 BİNMİŞ…

Gündem yoğunluğu dolayısıyla birçok şey gözden kaçıyor. Özellikle Ergenekon soruşturması kapsamında internet vasıtasıyla değişik yöntemlerle yapılan dinlemeler çokça konuşulur ve tartışılır oldu. Herkes “Acaba dinleniyor muyum?” diye endişe içinde. Bu yüzden telefonda daha dikkatli konuşmaya başlandı.

Dün itibariyle Adalet eski Bakanı olan Mehmet Ali Şahin geçtiğimiz günlerde dinlemelerle ilgili bilgiler verdi. Bakan’ın verdiği bilgiye göre endişelenmeye gerek yok! Bakan itiraf gibi bir açıklama yaptı. 70 milyon değil, sadece ve sadece 70 bin kişi dinleniyormuş. Abartmaya gerek yok yani! (Kanunsuz dinlemeler buna dahil değil)

“70 milyon dinleniyor deniyor. Bu tabiî ki doğru değil. Türkiye’de yasal olarak suç ve suçlu ile mücadele bakımından 70 bin civarında vatandaşımızın telefonunun dinlendiği anlaşılıyor” derken sonrasında başka bir şeyi daha açıklıyor. Bunlardan 12 bin 841’i herhangi bir suç unsuruna rastlanmadığı için imha edilmiş… Peki, devletin konuşmaları silinenlere bir özür borcu yok mu? Veya bu silindiği söylenen konuşmaların kopyaları olmadığını kim iddia edebilir? Sorular sorular… Milletvekilleri Şahin’e bu konuda bunun gibi birçok soru sordu. Bakalım yeni göreve başlayan Bakan Sadullah Ergin bu sorulara nasıl bir cevap verecek…

Herkesin aklına şu sorular takılmış olmalı. Acaba dinleniyor muyum? Silinenler arasında benim konuşmalarım da var mı? Sahi dinleniyor muyuz? Paranoya böyle bir şey demek ki…

***

GÖZLERİM YAŞARDI…

Makam ve mevkiyi kaybetmek bazıları için çok zordur. “Tabiri caize” diyerek kabinedeki revizyon etrafında yaşanları aktaralım.

Mahallî seçimlerden bu yana bakanlar kurulunda yapılacak değişiklikler konuşuluyordu. İki sefer Gül’ün huzuruna çıkan Başbakan Erdoğan Cuma günü akşamı yeni bakanlar kurulunu açıkladı. 10 bakanın yeri değişti, biri Meclis dışından olmak üzere 9 yeni bakan atandı. 8 bakan ise koltuğunu kaybetti. Bu hükümetin özelliklerinden birisi de bakanların birçoğunun 7 yıldan beri görev yapıyor olması. Birkaç aydır, değişeceği tahmin edilen bakanlar nerede görülse bu konu soruluyordu. Haliyle de bakanlar tatlı-sert de olsa cevap veriyorlardı. “Revizyon yapılacak mı?” sorusuna verilen cevaplardan bakanlığını kaybeden iki bakanın sözlerini aktaralım:

Maliye eski Bakanı Kemal Unakıtan: Bakanlık görevinden ayrılma niyetim yok... O niyet bana ait bir şey değil… İnsanlar dünyaya bile bir gün geliyor, bir gün de gidiyor.

Millî Eğitim eski Bakanı Hüseyin Çelik: Yapma ya! Gözlerim yaşardı. Revizyon kelimesi Türkçe olmadığı için sorunuzu anlayamadım.

Yorumu cümlelerde…

03.05.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

İsrail’in ikiyüzlülüğü



İsrail Devleti Filistin ile ilgili siyasetinde her zaman iki yüzlü davranıyor. Bir yandan barış masasına oturduğu zaman, bir de bakıyorsunuz ki öte yandan acımasızca saldırabiliyor. Bunu da hep haklı gerekçelere dayandırıyor. Uluslar arası kamuoyundan ve de uluslar arası kuruluşlardan yeterli baskıyı görmediği için, baskı yerine bilakis destek aldığı için de hep yaptıkları yanına kâr kalıyor.

Şimdilerde İsrail Devleti birinci ağızdan Filistin ile “iki devletli çözüm” için masaya oturabileceğini açıklıyor. Bunun için bazen İsrail’in bir Yahudi devleti olduğunun kabul edilmesinin şart olduğu açıklamaları gelirken, bazen bu açıklamalar yalanlanıyor. Ancak bütün bunlar olup biterken de İsrail’in asıl yaptığı ve asla görmezden gelinmemesi gereken bir şey var ki, gelecekte iki devletli bir çözümün gerçekleşmesi halinde bu durum çok mühim bir tıkanma noktası olacaktır. İsrail’in yaptığı şey, 1967 yılında 6 gün savaşları sonrasında işgal ettiği Doğu Kudüs’ü tamamen Araplardan arındırma çalışmalarıdır. Bunun için çok acımasız bir iskân politikası devreye soktu İsrail. Uzunca bir süredir de Kudüs’ü ama özellikle de Doğu Kudüs’ü Araplardan arındırmaya çalışıyor.

Bunun için Arapların evlerine sürekli olarak yasa dışı yıkım tebligatları çıkartılıyor ve evler bir bir yıkılıyor. Asla bir Arap kökenliye ev satışına izin verilmezken, Yahudilerin ev ve arsa satın almaları ise kolaylaştırılıyor.

Son olarak Birleşmiş Milletler de Doğu Kudüs’te böylesi bir zulmün yaşandığını doğruladı. Birleşmiş Milletler, İsrail’e, Doğu Kudüs’te Filistinlilerin evlerinin yıkılması uygulamasını dondurmasını istedi.

BM uyarısına rağmen İsrail tarafı her zaman yaptığı gibi mazeretler üretiyor. İsrail, söz konusu evler için ruhsatsız olduğu gerekçesiyle yıkım tebligatları çıkardığını söylerken, Filistinliler ise Kudüs Belediyesinin Doğu Kudüs’teki evlere bilerek ruhsat vermediğini belirtiyor. BM İnsani İşler Ofisince yayımlanan raporda da Filistinliler’in dile getirdikleri şikâyetler doğrulanmış oldu. Rapor, Filistinlilerin yasal olarak inşaat yapmakta ciddî engellerle karşı karşıya olduklarını; Doğu Kudüs’te Filistinlilerin inşaatlarının ancak yüzde 13’lük bir pay aldığını belirtirken; Yahudi yerleşimlerin inşaatlarının yüzde 35’e ulaştığını ifade ediyor. Raporda, “Filistinlileri yasa dışı inşaatlara zorlayan, inşaatların yasal olarak yapılmasının önündeki güçlüklerdir” şeklinde bir ifade de yer aldı.

Yine rapora göre, Doğu Kudüs’te yaşayan 225 bin Filistinliden yaklaşık 60 bininin evleri yıkım tehdidi altında. Bugüne kadar verilen yıkım tebligatlarının sayısı ise 1500 dolayında. Bu yıkımların yapılması durumunda yaklaşık yarısı çocuk 9 bin dolayında Filistinli evsiz kalacak. Raporda, Doğu Kudüs’teki Filistinlilerin evlerinin yüzde 28’inin belediyeden verilen yasal ruhsatlarının bulunmadığı ifade edilirken, “Sonuçta, 225 bin Filistinlinin en az 60 bininin evleri İsrailli otoritelerce yıkım tehdidi altında” denildi. Rapora göre, 1967 yılından bu yana Filistinlilere ait binlerce ev İsrail tarafından yıkıldı. Resmi verilere göre, 2000-2008 yılları arasında yine Doğu Kudüs’te 670 ev, yasal izinleri bulunmadığı gerekçesiyle yıkıma uğradı, bunların yüzde 90’ının yıkımı geçen yıl oldu. Raporda, ev yıkımlarının normal Filistinli vatandaşlara zarar verdiği, şehirde tansiyonu yükselttiği, (İsrail ve Filistinliler arasındaki) güven inşası ve görüşmelerin sürdürülmesi çabalarını sekteye uğrattığı, ayrıca uluslararası yasalarla ve İsrail’in verdiği yükümlülüklere de aykırı olduğu vurgulandı. Ayrıca, planlama ve yatırım eksikliği, Filistin mahallelerinin aşırı kabalalık olmasına ve altyapıda yetersizliğe yol açıyor.

Kudüs’ün etrafına inşa edilen ayırma duvarlarının doğusunda yaşayan Filistinlilerin çoğunun, şehirle bağlantılarının kesilmemesi amacıyla Doğu Kudüs’e taşınmalarının da, son birkaç yıldır bu bölgedeki durumu daha da kötüleştirdiği ifade edildi. Ev yıkımları, sadece Doğu Kudüs ile sınırlı kalmıyor. Rapora göre, İsrail Batı Şeria’da da yasa dışı olarak inşa edilen, Filistinlilere ait yüzlerce evi yıkıyor.

Batı Şeria’daki faaliyetlerden sorumlu Sivil Yönetim, 2000-2007 yılları arasında, Filistinlilerin inşaat izin başvurularının yüzde 94’ünü geri çevirmiş bulunuyor.

Peki İsrail bütün bunları neden yapıyor?

Cevabı oldukça basit. Eğer “iki devletli” bir çözüm gündeme gelirse yeni kurulacak Filistin Devleti’nin elbette başkenti Kudüs olacaktır. Bunun için de Doğu Kudüs tercih edilecektir. İşte İsrail’in özellikle Doğu Kudüs’ü Filistinlilerden arındırma planlarının ardında yatan asıl sebep budur.

Kudüs’ü “ebedi ve değişmez başkenti” olarak ilan etmiş bulunan İsrail barış masasına işte bu faaliyetlerin gölgesinde oturacaktır. Ancak unutmaması gereken şey şudur ki; dünyanın ekseriyeti, Kudüs’ün İsrail’in “ebedi ve değişmez başkenti” olduğunu kabul etmemektedir ve bunu tanımamaktadır. Eğer Kudüs bir ülkenin başkenti olacaksa bu elbette asıl sahipleri olan Filistinlilere daha yakındır. Filistinlilerin Kudüs’ten vazgeçmeyeceği ise gün gibi ortadadır.

03.05.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Dostluk ve mutluluğa dair



Bugün sizinle dostluk ve mutluluğa dair dünyanın dört bir yanından derlediğim güzel söz ve düşünceleri, kendi küçük katkılarımla birlikte paylaşmak istiyorum. Bazen kendi dünyamıza, dertlerimize ve güncel olaylara o kadar çok üzülüyoruz ki, basit mutluluk ve dostluk yollarını görmezden geliyoruz. Kadere inancımıza rağmen başımıza gelen kötü şeyler bizi mutsuz ediyor. Dost bulamamaktan yakınıp duruyoruz. Öyleyse şu basit gibi görünen, çok gördüğümüz hâlde anlamını düşünmediğimiz önemli fikirlere ve tavsiyelere bir göz atın.

***

Bir mutluluk kapısı kapandığında, Rabbimiz hep bir başkasını açar. Ama çoğu zaman kapalı kapıya o kadar çok odaklanırız ki, o bizim için açılmış olan kapıyı göremeyiz.

Sevginin başlangıcı, sevdiğimizi kendi hayal ettiğimize uygun şekillenmeye zorlamayıp, kendisi olmasına izin vermektir. Çoğu zaman yalnızca karşımızdakinde gördüğümüz kendi görüntümüzü severiz. Gerçek mutluluğu bulacak olanlar yalnızca ağlayan, incinen, arayan ve deneyenlerdir. Çünkü ancak onlar hayatlarına temas eden insanların önemini takdir edebilirler.

Parlak bir gelecek daima unutulan bir geçmişin üstüne bina edilir. Eğer geçmişteki başarısızlıklar ve kalp ağrılarını unutmazsanız, asla mutlu ve parlak bir geleceğe adım atamazsınız. Geçmişin yaralarını iyileştirin, bugünü yaşayın ve yarını hayal edin.

Allah hiçbir kimseye gerçekleştirebileceği güç vermediği bir hayali vermez. Yeter ki insan o hayalin peşinde koşacak kadar cesur olsun. Cesarette imkânsız gibi görüneni başarmanızı sağlayacak deha ve güç vardır.

Mutluluğu hep varılacak bir istasyon, bir menzil olarak görenler, hep beklemek zorunda kalırlar. Halbuki mutluluk o arayışın, o yolculuğun ta kendisidir. Rabbimizin Esmâsının aynalara yansıyan güzelliklerini görerek, gördüğünü anlamak için gayret ederek, Kâinat kitabını okuyarak yapılan hayat yolculuğunun ta kendisidir mutluluk.

İnsanlara tebessüm edin. Sünnet olan tebessüm, aynı zamanda iki insan arasındaki mesafeyi aşan en hızlı vasıtadır.

Vaktin kıymetini bilin ve zamanınızı planlayın. Yarım saati bile verimli kullanamayan bir adam ebedi yaşasa ne işe yarar!

Dost; gecenin dördünde arayabileceğindir. Hatalarını görmezden gelip, başarılarını hoşgörebilendir. Dostluk ancak dostluk verilerek kazanılabilir.

Gerçek dost çatlak olduğunu bildiği hâlde senin iyi bir yumurta olduğunu düşünendir. Yani bizim gerçek yüzümüzü bildiği hâlde, bizi sevmekten vazgeçmeyendir. Eğer bir dostluk bitiyorsa, zaten hiç varolmamıştır.

Dostlar sözsüz de anlaşabilenlerdir. Çünkü karşındakini tanıdıkça söyleyecek sözlere ihtiyaç kalmaz. Tıpkı kendisine “suskun” diyen Mevlânâ ile Şems-i Tebrizi gibi.

***

İşte böyle demiş dostluk ve mutluluk ışığını keşfedenler. Peki ya siz? Şeyhinin asıl yüzünü gördüğü hâlde onu terk etmeyen müridi gibi dostlarınız var mı? Peki siz dostunun kusurlarını örtmede gece gibi olanlardan mısınız? Gerçek dostluğun özü, Hak yolunda yolculukta aynı menzile doğru yönelmiş olmaktan geçer. Gayesi Hakk’ı bulmak olan, bu yolda kendisine destek olan dostunun, geçici kusurlarını görür mü? Sözün özü; mutluluk umut edip, gayret etmekle; dostluk ise gerçek dost olabilmekle başlar.

Eğer bugün bir dostluk tohumu ekebilirseniz; vakti geldiğinde bir buket mutluluk derebilirsiniz.

03.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis