08 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hakan YALMAN

Varlık mertebeleri ve küresel Asr-ı Saadet


A+ | A-

İnsan her yönü ile iki boyutlu olarak yaratılmış. Bir tarafı ile acıkan, üşüyen, hastalanan, zaman ve mekânın sınırladığı bir varlık. Diğer yönü ile seven, üzülen, sevinen, acı ve mutluluk gibi duyguların şekillendirdiği bir varlık. Cesedi ile maddî alanda yaşarken kalbi ile duyguların alanında yaşıyor. Cesedin bulunduğu alanın temel meselesi doymak ve arzuların tatmini şeklinde ortaya çıkıyor. Kalbin alanında ise duygular ve mânâlar ön planda. Belki de hayatın anlamı ve her şeyin aslî mânâsının içinde yer aldığı alan. Bütün kompleks yapısına, teknolojik gelişmeler, toprak kavgaları, savaşlar; makam sahibi olmak, hükmetmek gibi arzulara rağmen maddî alanın en temel meselesi insanlık tarihi boyunca hep doymak olmuş. Bu, her anlamda doymak, cesedinin bütün arzu ve hazlarını tatmin etmek şeklinde ortaya çıkıyor. Aslında bu hâl vücut mertebesinin seviyesi ile bağlantılı olarak bütün varlıklarda var. Varlığın maddî boyutuna bakıldığında çarkların rızk ve doymak, tatmin olmak hakikati etrafında döndürüldüğünü gözlemliyoruz.

Oysa, güzellik ve gözükmek arasındaki muhteşem bağlantıdan hâsıl olan eşya özde mânâlara ve duygulara yönelik olarak vücuda getirilmiş. Yani ceset kalbin hissedişine ve orada hâsıl olacak aslî mânâlara bir başka deyiş ile esmâya hizmet için var. Bu anlamda insanın konumu diğer varlıklardan önemli şekilde ayrışıyor ve ikili hayat mertebesinin kalp alanında kalan kısmının belirginliği ile diğer varlıklardan ayrılıyor. Hayat ile ve hayat mertebesi ile doğru orantılı olarak kalbin alanına kayan kısım artıyor. Bu mertebelenme içerisinde kalbin hayat mertebesinde özellikleri en üst düzeyde olan insan, varlık mertebesinde de en üste yükselmiş ve en şereflisi şeklinde adlandırılmış oluyor. Bu da insanın özünde kalbe yönelik bir varlık olduğunu ve bedeninin duyguları bunlarla bağlantılı mânâları yani esmâyı hâsıl edecek bir cihaz şeklinde yaratıldığını ortaya koyuyor.

Zamanla, hayatı bedenin boyutunda tanıyan ve kimliği ile bu alanda yüzleşen insan maddenin katılığı, hazlarının çekiciliği ve bedenin hayatının merkezine oturuşuyla kalbin alanından uzaklaşıyor ve bütün benliğiyle cesedin alanına ve maddî plana yöneliyor. Bu alanda oluşan kimlikle benliğini şişiren nefsini tatminle uğraşan ve hayvânî alan içerisinde biraz daha üst düzey fiillerle mücadele edip insanlığından uzaklaşan bir varlık konumuna düşüyor.

Tam da bu çıkmazın içindeyken ve içinde bulunduğu konumu da fark edemeyecek şekilde boğulmuş olan insanın çıkış yolu kendini tanımak ve aslına dönmek olmalı. Boğulduğu alan maddî ve hazların şekillendirdiği alan olduğu için kendine dönüş süreci de bu alanda gerçekleşmeli. Bu alanın en büyük meselesi rızık olduğu için sorgulama süreci onun etrafından şekillenmeli. İşte bu noktada Ramazan ve oruç, ferdin kendi kimliğini sorgulama, varlık içersinde yer aldığı mertebeyi tanımlama ve Rabbiyle olan ilişkisini tekrar yerli yerine oturtma anlamında büyük bir önem arz ediyor. Nefsin hazların peşinde koştuğu ve her şeyin kendi gücüyle sağlandığı algısıyla maddî alana saldırdığı bir hayat düzeninde açlık ile rızkı verene boyun eğmesi ve O’nun Rab olduğunu, rızkı veren olduğunu, bedenini ve hayatını şekillendirip terbiye eden olduğunu tekrar hatırlayıp konumunu fark etmesi, kalp denen bir hayat mertebesiyle de yüzleşmesi sonucunu doğuracaktır. Aslında bu beşeriyetten insaniyete geçiş sürecidir. İnsaniyete geçiş ile ceset ve kalbin birlikteliğinden esmâ hâsıl eden muhteşem bir cihaz ortaya çıkar ve bu da insanın kemal noktasıdır. İnsanın kemâle doğru ilerleme sürecinde mahrum kalmanın, aç olmanın, çoğunlukla da irâdî olarak maddeyi terk etmenin çok önemli bir yeri olsa gerektir. İradi olarak terk etmenin kolektif tarzda yaşanması anlamına gelen Ramazan orucu her bir insanın ve topyekün insanlığın kemâli anlamında çok önemli bir yer tutmaktadır. Bu gün insanlık olarak adlandırılan topluluk içinde hâlâ ahlâkî değerler belli bir yer tutuyor ve insana ait sevmek, fedakârlık, diğergamlık gibi değerler varlığını sürdürüyorsa bunda Ramazan ve orucun önemli bir katkısı olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu yönüyle Ramazan ve oruç sadece İslâm âlemini değil tüm dünya insanlığını ilgilendiren bir anlam da taşımaktadır.

İnsanlık maddî alan ve cesedin ihtiyaçlarına, meyillerine yönelen ve özünden kopan haliyle kapıldığı girdaptan ancak kalbin varlığını fark ederek ve duygularının genişliğini, zaman ve mekân üstü boyutunu keşfederek kurtulabilir. Bu anlamda her Ramazan, büyük bir fırsat sunmaktadır. Bu dönemde insan biraz daha semavi, biraz daha kalbî yönelişleriyle arzîliğin getirdiği zaaflarından kurtulup kalbin hayat mertebesine yükselmekle gerçek huzuru ve onda hâsıl olması beklenen hakikatlere ulaşmakla ideal noktadaki dinginliği yaşayacaktır. Topyekün insanlığın pisikososyal analizi yapıldığında şu an yaşanan bütün kalbî ve ruhî, bunlarla beraber ortaya çıkan maddi ve bedeni problemlerin gerisinde bu sürecin tamamlanmamasının yer aldığı görülecektir. Her ramazan gibi bu ramazan da bir fırsat dönemi, her ferdin kendini bu anlamda tekrar gözden geçirmesi için bir süreç şeklinde algılanmalıdır. Bu tüm insanlığın problemi şekline dönüştüğünde, dünyanın genelinde asr-ı saadet mutluluğunun yaşandığı küresel asr-ı saadet çok yakınlaşmış demektir.

08.09.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Krizin asıl sebebi


A+ | A-

İÇİNİZDE, işinizde sıkıntılarınız mı var? Üzerinize kapılar mı kapanıyor?

“Lâ ilâhe illallah” hakikatine gönülden inanan insanlar için hangi sıkıntı olursa olsun üstesinden gelinemeyecek kadar büyük değildir.

Çünkü mü’min, “Darlığı da, bolluğu da, rızkı da veren yalnız Allah’tır”1 hadis-i şerifinde ifade edildiği gibi darlığı da, bolluğu da Allah’tan bilir.

Şu kriz döneminde esnafın, tüccarın sıkıntılarını bilmeyen yok. Bolluğa, bol bol harcamaya, rahatlığa alışmış insanların bir anda kendilerini cenderenin içinde bulmaları tabiî ki zor.

Ama bizim kusur ve hatalarımız sebebiyle bu sıkıntıların geldiğini hiç düşündük mü? Umumî musibet ekseriyetin hatası sebebiyle gelir.

Meselâ dinimiz, evimizin önünden bir nehir aksa abdest bile alsak suyu ihtiyaçtan fazla kullanmamamızı tenbihler.

Nehir bolluğun ifadesi. Yapılan iş abdest gibi hayırlı bir iş. Ama dinimiz böyle bir durumda bile bir litre su ile abdet alabiliyorsak beş litre su kullanmamamızı emrediyor. İhtiyaç kadar kullanacak insan.

İmkânlar bol olabilir. Ama bu aslâ “Mal benim değil mi, istediğim gibi kullanırım” mantığıyla israfa, har vurup harman savurmaya sebep olamaz. Öncelikle mal bizim değil. Canımız, organ ve yeteneklerimiz gibi mal da Allah’ın. Emanet durmakta bizde. Onun için asıl mal sahibi Yaratıcının emirleri doğrultusunda kullanmaktan başka birşey yapamayız.

İşte bu gerçeği göz ardı edip israfa kaçanlara kriz gibi bir sebep yaratıyor Allah. İnsanları tasarrufa, tutumluluğa itiyor. Malın fazla mı? “Hayır yap, muhtaçları sevindir, hayırlı duâlarını al!” demek istiyor. Bak sıkıntaların nasıl gidecek!

İşte sana bir Peygamber reçetesi: “Kalbinin yumuşaması, işinin rast gitmesi için, yetimlere merhamet et, başlarını okşayıp ihtiyaçlarını karşıla, yediklerinden yedir. O zaman sertliğin, sıkıntın gider, işlerin de yoluna girer.”2

Denemek zor değil. Bizzat Peygamberimiz (asm) örnek olmuş. Akrabe oğlu Beşir’in Uhud’da babası şehit düşünce sahipsiz kalmış. Kâinatın Efendisi (asm) evlerini ziyaret ettiğinde Beşir’i ağlar vaziyette bulmuş. Gözyaşlarını dindirmek için, kendisini babası yerine kabul etmesini istemiş. “Ben baban, Âişe de annen olsun istemez misiniz?” buyurmuş,3 Beşir sevinçten uçar hâle gelmiş. Tesellî bulan Beşir’in gözyaşları dinmiş, bu defa sevinmeye başlamış. Hz. Peygamber gibi bir babası, Hz. Ayşe gibi bir annesinin olması kimi sevindirmezdi? Hz. Ayşe’nin himayesinde daha Beşir gibi nice yetimler vardı. Şu mübarek Ramazan günlerinde yetimleri, yoksulları sevindirmenin tam zamanı.

Dertlerden, sıkıntılardan kurtulmanın en kestirme yollarından biri.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Büyu’: 73; Ebû Davud, Büyu’: 51.

2- Mecmaü’z-Zevaid, 8:160.

3- DİA, Beşir bin Akrabe maddesi, 6:4.

08.09.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Fıtır sadakası ve hükmü


A+ | A-

İzmir’den okuyucumuz: “Fıtır sadakası ne demektir? Hükmü nedir? Ne zaman verilir? Ne kadar verilir? Ramazan ayında fıtır sadakası vermenin hikmeti nedir?”

Ramazan ayında Cenâb-ı Hakk’ın maddî-mânevî rahmeti ve bereketi yağmur gibi üstümüzde.

Beklediğimiz berekete denk, bizim de gönlümüz cömert olmalı. Elimiz hayra açık olmalı. İmam-ı Azam’ın, “Hayırda israf olmaz; israfta da hayır olmaz” sözünü en fazla yaşayacağımız ve idrâk edeceğimiz bir ayın içerisindeyiz.

Resûlullah Efendimiz (asm) insanların en cömerti idi. Ramazan ayında Cebrâil (as) ile karşılaştıkları zamanlarda ise, cömertlikte bir derya kesilirdi. Öyle ki, Cebrâil (as) her akşam gelirdi ve Resûl-i Ekrem (asm) ile karşılıklı Kur’ân okurlardı. Böyle zamanlarda Allah Resûlü (asm), rahmet yüklü bulutlardan daha cömert olurdu.

Resûlullah (asm) buyurur ki: “Sadaka malı noksanlaştırmaz. Allah, bir kulunun afta hissesini ziyâde kılarsa, onun izzetini de artırır. Allah için tevâzu gösteren bir ferdi, Azîz ve Celîl olan Allah muhakkak yükseltir.”

Vermekle kaybetmeyiz. Bize veren Rabb’imizin rızâsını tahsil etmek vermemize bağlı olduğu gibi, âhiretteki servetimiz ve zenginliğimiz de vermemize bağlı. Hattâ vermekle düpedüz, âhiretteki kendimizi gözetmiş oluyoruz. Gücümüzü aşan bir şey veremeyiz hiç şüphesiz. Ancak kendi çapımızda kucak açabileceğimiz, elinden tutabileceğimiz, gönlünü alabileceğimiz, sevindirebileceğimiz Allah kulu muhakkak düşer payımıza. Payımıza düşeni baş tâcı yapabilirsek, Allah’ın taksim ve takdirine rızâ gösterebilirsek, Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak’ın bizimle fakrımıza göre değil, Kendi Gınâsına göre muâmele yapmasına istihkak kazanmış olmaz mıyız?

Cömertlikten bahsedilir de, şu hadîs hatırlanmaz mı? Peygamber Efendimiz (asm) buyur ki: “Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine oruçlunun sevabının bir misli vardır. Bununla beraber oruçlunun sevabından bir şey eksilmez.”

Fıtır veya fıtra, “yaratılış” demektir. Fıtır Sadakası ise, Ramazan bayramına kavuşan ve aslî ihtiyaçları dışında belli bir miktar mala sahip olan Müslümanların kendileri ve velâyetleri altında bulunan kimseler için yerine getirmekle yükümlü oldukları mâlî bir ibâdettir, bir yaratılış sadakasıdır. Vâciptir. Kişi başına konmuş bir mâlî ibâdet olması cihetiyle baş-göz ve beden zekâtı da denmektedir.

Fıtır Sadakası orucun kabûlüne ve kabir azabından kurtulmaya vesîledir. Ayrıca Ramazan ayı içerisinde yapılan hatâ ve kusurlara da bir kefârettir. Resûlullah Efendimiz’in (asm) oruçlunun boş, çirkin ve kötü sözlerinin günahından arınması ve fakirlere bir azık olması için fıtır sadakasını emrettiğini İbn-i Abbas (ra) rivâyet eder. Fıtır Sadakasını, aslî ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan herkes vermekle mükelleftir. Bu malın üzerinden zekâtta olduğu gibi bir yıl geçmesi şart değildir. Bayram namazından hemen önce nisap miktarı mala kavuşan bir kimse Fıtır Sadakasını vermekle mükellef olur.

Nisap ölçülerine sahip olmayan fakir Müslümanlar da Fıtır Sadakasını verebilirler. Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Allah zenginlerin malını fıtır sadakasıyla temizler. Fakirler ise verdikleri zaman Allah fazlasıyla yerini doldurur.”

Özürleri olsun olmasın, oruç tutmayan kimseler de fıtır sadakası vermekle mükelleftirler.

Fıtır sadakası kendilerine zekât verilebilecek kimselere verilir.

Bir fitre ancak bir kimseye verilir. Fakire fitre verirken, bunun fitre olduğu söylenmese de olur. İçinden fitre niyetiyle vermesi kâfîdir.

Fıtır sadakasının verilme zamanı, dört mezhebin umûmî ve ortak görüşüne göre, Ramazan Bayramının bir veya iki gün öncesi ile Ramazan Bayram Namazı arasıdır. Hanefîler ve Şâfiîlerce yaygın görüşe göre ise, fıtır sadakası Ramazan ayı içerisinde de verilebilir. Yoksulların ihtiyaçlarını bir an önce giderebilmeleri için uygun zaman dilimi ve uygun ortam bulunduktan sonra hemen vermek en tavsiye edilen şeklidir.

Fıtır Sadakası bayramdan sonraya kadar verilmemiş ise, zimmetten düşmez; zimmeti devam eder ve ilk fırsatta kazâen verilmesi gerekir. Ancak fitreyi bayramdan sonraya bırakmak günahtır.

Fıtır sadakasını herkes bizzat kendisi verebileceği gibi, âile fertleri nâmına aile reisi de verebilir. Bayram gecesi doğan çocuğun fitresini de, aile reisi vermelidir.

Fitrede esas olan, bir fakîrin bir günlük yiyeceğini temin etmektir. Fitre miktarı kişi başına buğdaydan takriben bir buçuk kilogram; arpa, kuru üzüm ve hurmadan üç kilogram üzerinden hesap edilir. Günümüzde ekonomik değerlerin çok değişmesi nedeniyle, eğer bu miktarlar veya bunların parasal karşılıkları bir fakîri bir günlük doyurmaya kâfî değilse takviye yapılmalı ve artırılmalıdır. Fıtır sadakası için Diyânetin belirlediği rakam günümüz itibariyle bir kişi için asgarî yaklaşık altı buçuk milyon liradır. İmkânı yerinde olanlar bu rakamın üzerine çıkabilirlerse, daha fazîletli ve daha makbûl olacağı şüphe götürmez.

Böyle sevinç ve rahmet günlerinde fakirleri ve ihtiyaç sahiplerini el avuç açmaktan kurtarmak, onların günlük yiyeceklerini, verilecek fitrelerle kâmilen temin etmek hiç şüphesiz büyük bir himmet ve gayrettir.

08.09.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Bediüzzaman'da seyyitlik nişanı


A+ | A-

Muhtelif mahfillerde konuşulup tartışılan konulardan biri de, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin aslen seyyid olup olmadığı hususudur.

Üstad Bediüzzaman, 1923'ten evvel "Kürdî", bu tarihten sonra ise "Nursî" lâkabını kullanmıştır.

Hz. Üstad, bunların dışında da imza yerinde bazı lâkap ve ünvanları kullanmıştır: Molla Said, Mehmed Said, Ebu Lâşey, Garibuzzaman, Sin Ayn, vesaire...

Ancak, 1923'ten tâ vefat tarihi olan 1960'a kadar hasseten kullandığı lâkap ve imza "Nursî"dir.

Hatta, 1935'teki Eskişehir ve 1944'teki Denizli Mahkemelerinde, onun hakkında Nursî dışındaki lâkapların kullanılmasını yadırgamış ve itiraz etmiştir.

Meselâ, bir müdafaasında şöyle diyor: "...İsmim Said Nursî iken, her tekrarında 'Said Kürdî' ve 'bu Kürd' diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem âhiret kardeşlerimin hamiyet–i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adâletinin mahiyetine bütün bütün zıd ve muhalif bir cereyan vermektir." (Tarihçe–i Hayat, s. 202)

Said Nursî ve hatta bütün Nurslular, zahirî tarih nazarında Kürt sayılırlar. Nursluların bugünkü sosyal ve kültürel yaşantılarına bakıldığında da bundan farklı birşey görülmez.

Ancak, herşey zahirden ibaret değildir. Hemen her meselede olduğunu gibi, helâket ve felâket asrının adamı olan Bediüzzaman Hazretlerinin nesebi konusunun da bir zahirî, bir de hakikî vechesi var.

Bu iki vecheyi, hikmetiyle birlikte düşünerek değerlendirmek lâzım.

Açıkça ifade edelim ki, böyle bir değerlerdirmeyi zahirperestler yapamaz. Aynı şekilde, Türkçüler ve Kürtçüler gibi, Vehhabilik yapan Suudî ırkçılar da İlâhî hikmete uygun bir değerlerdirme yapamaz.

Hz. Bediüzzaman'ın zahirî ve hakikî hüviyetinin ne olduğunu bilecek ve bunun sıhhatli bir tevilini yapacak olanlar ise, ehl–i tahkik olan Nur Talebeleridir.

Nitekim, onlardan biri olup "Denizli kahramanı" ünvanını kazanan Hasan Feyzi Efendi, sırr–ı teklif ve imtihana taalluk eden bu meselenin perdesini kısmen aralamış ve aynen şu ifadeyi kullanmıştır: "Ona 'Kürdî' denilmesi, ...Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfâ için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadıyla değildir." (Emirdağ Lâhikası, s. 75)

Dikkatle bakılacak olursa, burada bir "setr ve ihfâ" gerçeğinden bahsedildiği ve zahirin dışında ayrıca bir "hakikî hüviyet ve milliyet"ten söz edildiği görülecektir. (Aynı paragrafın başında ise, Hz. Bediüzzaman'ın hem seyyid, hem de şerif olduğu imâsı yapılıyor.)

Demek ki neymiş? Herşey zahirden ve görünürden ibaret değilmiş...

Esasında, hikmet–i İlâhiye de, bunun böyle olmasını iktiza ediyor. Tâ ki, sırr–ı teklif ve imtihan bozulmasın ve "maslahat–ı irşad–ı umumî" zayi olmasın.

İşte, bu muazzam hakikatin izahına dair, Risâle–i Nur'da beş–altı yerde tekrarla nazara verilen ve ezberlenmesi gereken veciz ifadeler: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbâb perdedâr–ı dest–i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celâl ister ki, esbâb ellerini çeksinler tesir–i hakikiden." (Sözler, s. 265)

Hasan Feyzi'ye ait yukarıdaki sözlerin, bu veciz hakikate bihakkın paralel düştüğünü görmekteyiz.

Bazı kardeşlerimiz, Üsdat Bediüzzaman'ın sadece "mânen seyyid" olduğunu söylüyor. Bu ise, hakikatin tamamını yansıtmıyor.

Zira, Hz. Bediüzzaman'ın mânen olduğu gibi, neseben de kat'iyyen seyyid olduğunu "Büyük Ruhlu Küçük Ali" beyan ediyor. Kuleönü'lü Küçük Ali, Hz. Üstad'ın hem "ikinci Âl"den, hem de "birinci Âl"den olduğu bizce kat'idir diyor. Ayrıca, Âl–i Beyt'ten oluşunun hakikî bir nişanı/işareti olarak, Hz. Üstad'ın omzunda gördüğü "kadem–i Resûl–i Ekrem"den (asm) bahsediyor. (Bkz: Yeni baskı Lem'alar, 22. Lem'anın son haşiyesi.)

Küçük Ali, bu iddiasına getirdiği delillerden bir tanesi olarak gördüğü bir "nişan"dan söz ediyor ki, o hususî nişan ve işaretlere, Hz. Bediüzzaman'ın kendisi de perdeli şekilde temas ediyor.

İşte buna dair kendisi de seyyid olan Bedreli Hoca Sabri'ye (Santral Sabri, İskele memuru, Nur ve gül fabrikasının sahibi, Isparta kahramanı Sabri) hitaben yazılan üç mektuptan, üç kısacık ifade:

1) "...Sabri ise, fıtraten bende mevcut has bir nişan var; bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan–ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet–i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş." (Barla Lâhikası, s. 21)

2) "Sabri kardeş! Senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman..." (Kastamonu Lâhikası, s. 28)

3) "Ey Sabri kardeş! Başın sağ olsun. Cenab–ı Hak, o validemizi mağfiret eylesin, âmin. Benim, karabet–i nesebiyeyi (seyidliği) ihsas eden parmaklarındaki nişan ve bu yedi sekiz sene Abdülmecid’den daha hararetli faalâne kardeşlik vazifesini yaptığınızdan, elbette senin merhume validen benim de validemdir." (Age, s. 155)

Mâlûm, seyyidlerin ayak parmaklarında bir alâmet–i fârika var. Üstad, bu mektuplarında ondan bahsediyor ve Seyyid Hoca Sabri ile aralarında bir akrabalık (karabet–i nesebiye) bağının olduğunu söylüyor.

Bunlar gibi, Risâle–i Nur'da Üstad Bediüzzaman'ın seyyidliğine dair daha başka deliller, işaretler de var. Perdeyi büsbütün yırtmamak adına, şimdilik bu kadarlıkla iktifa ederek, son cümleyi ekleyelim...

Elhasıl: Bediüzzaman Hazretleri seyyittir, evlâd–ı Resûldendir; temsil ettiği dâvâ bunu iktiza ettiği gibi, icrâ ettiği hizmetin tesiri de, muhakkak ki böylesi bir kuvve–i kudsiyeye dayanıyor.

08.09.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Nişanlınızı imtihan edin!


A+ | A-

Adam yolda yürürken yerdeki çaydanlığa tekme atmış. İçinden çıkan cin kızgın bir eda ile:

“Seninle uğraşacak çok vaktim yok, basit bir şey iste, hemen yapayım, işim var...”

Adam düşünmüş:

“Ömrüm boyunca Hawai’yi görmek isterdim, ama uçağa binmeye korktuğum için hiç gidip göremedim, bana öyle bir yol yap ki, gidebileyim…”

“Ooo zor iş daha basit bir şey iste!” deyince adam, sosyal tarafının eksik olduğunu, insan ilişkilerinde zorlandığını düşünmüş:

“Ey Cin, bana öyle bir formül ver ki, herhangi bir insanla karşılaşıp konuştuğumda ne istediğini, ne düşündüğünü anlayayım ve onun iç dünyasını anlayayım!” Cin:

“Hawai’ye yapılacak yol üç şerit mi olsun, dört şerit mi?”

***

En zor iş insanları anlamaktır. Zira, her biri farklı bir dünyadır, farklı duygu, düşünce, arzu, emellere sahiptir. Üstelik bu duygu ve düşünceleri de sabit değildir.

Ve insan, aslında çok değişkendir. Devamlı teceddüt ve yenilenme veya tedenniye müsaittir. Ancak, onların temel karakterlerini, huy ve mizaçlarını, ahlâkî yapılarını anlayabilirsiniz…

Seçeceğiniz eşin size denk ve uygun olup olmadığını anlamak için nasıl bir metot takip etmelisiniz?

En iyi yollardan birisi onu imtihan etmektir!

Evet, yanlış anlamadınız, imtihan edin… Okullar, üniversiteler, devlet daireleri, şirketler istihdam edecekleri insanları imtihandan geçiriyorlar. Üstelik onları daima yanlarında tutacaklar diye bir kaide de yoktur.

Siz, ömürboyu birlikte olacağınız insanları, alelacele, üstünkörü seçemezsiniz!

Bundan ötürü gayet ince bir elekten geçirmelisiniz.

Gayet tabiî ki, kalem, kâğıt ve sorular demetini eline tutuşturup imtihan etmeyeceksiniz…

Evlenilecek adayda aranması gereken bazı kıstasları, hasletleri daha önce sıraladık.

Nişanlılık süresince onu gözlemleyin ve sözlü imtihandan geçirin.

Düşünceleriniz, beklentileriniz, hayallerinizle ilgili sorular sorunuz.

Bazı olaylar anlatın ve yaklaşım tarzını tesbit etmeye çalışın.

Onları sadakat imtihanından geçiriniz.

Bilgi seviyeleri ne durumda, marifet ve becerileri nelerdir?

Bu imtihanı mutlaka şuurlu bir şekilde yapmalısınız. Zira, günümüz müthiş bir duygu sapması anaforunda.

Kim ne kadar dürüst, doğru, sadık, mütevazi, gerçekten lâyıkıyla, lâyık olanları seven, şefkat sahibi, minnet altında bırakmadan iyilik ve yardım eden, olumlu bakabilen vs.

***

Sadece sadakat, dindarlık değil, aynı zamanda meslek ve beceri yönünden de imtihan etmelisiniz.

Meselâ, bayanların yemek yapmasından dikiş nakışa, çocuk bakımından ev idaresi, ekonomisinden iktisada kadar…

Beyler, meslekî yönden imtihan edilmeli. Bir mesleği var mı? Çoluk-çocuk, ev idare edecek, ailesine bakabilecek maharete sahip mi?

Eğer, bu noktalarda bir eksiklik görürseniz, nişanlılık devresini bir veya iki sene olarak tayin edin. Bu zaman zarfında kurslara gitsinler, evlilik ve aile ile ilgili meselelerde kendilerini yetiştirsinler, sertifikalar alsınlar!

İşi ciddî tutmalısınız. Hayat, aile müessesesi, “Ne olacak, evleniriz, anlaşamazsak boşanırız!” diyecek kadar ucuz ve basit değildir. Zira, boşanmışlığın getirdiği büyük riskler vardır, onları göze almamalısınız.

08.09.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



H. İbrahim CAN

Krize rağmen Amerika’nın silâh satışları niye patladı?


A+ | A-

Dünyayı saran küresel krize rağmen, Amerika’nın silah satışları geçen yıl yükseldi. Amerikan Kongresinin yaptığı araştırmaya göre dünyadaki tüm silâh anlaşmalarının üçte ikisinden fazlası Amerika’ya ait.

2007 yılında 25,4 milyar dolarlık silah satan Amerika, geçen yıl 37,8 milyar dolara çıkardı payını. Bu rakam ikinci sıradaki İtalya ile kıyaslandığında müthiş bir gelir. İtalya yalnızca 3,5 milyar dolar satış yapmış geçen yıl. Aynı zamanda tüm dünya silâh satışının toplam tutarının 55,2 milyar dolar olduğu düşünüldüğünde Amerika’nın payı dudak uçuklatıcı.

Peki nasıl oluyor da bu kadar büyük bir ekonomik krize rağmen Amerika’nın silâh satışları bu kadar rekor düzeyde artıyor?

Bu sorunun cevabı müşterilerde gizli.

İşte size müşteri listesi: Birleşik Arap Emirlikleri: 6,5 milyar dolarlık hava savunma sistemi. Fas: 2,1 milyar dolarlık jet uçağı anlaşması. Irak, Suudi Arabistan, Mısır da sonraki sıralarda.

Yani Amerika bir yandan kaos içine attığı Ortadoğu’ya demokrasi ve barış getireceğini ileri sürerken, öbür yandan gayet kârlı silâh ticareti yapıyor aynı ülkelerle.

Peki Suudî Arabistan ve Mısır kime karşı silâhlanıyor?

En büyük düşmanları Amerika’nın kadîm müttefiki İsrail değil mi?

Sizce burada bir çelişki yok mu? Amerika bir yandan ne yaparsa yapsın, Filistinlilere cehennem azabı da yaşatsa, haksız yere birkaç ülkenin topraklarını onlarca yıldır işgal altında da tutsa, İsrail’i kayıtsız şartsız destekliyor. Öbür yandan da güçlendirip Ortadoğu’nun kabusu yaptığı İsrail tehdidine karşı Suudi Arabistan ve Mısır’ı ikna edip onlara silâh satıyor. Öbür yandan Afganistan’ı kan gölüne çevirip, komşusu Pakistan’a tonla silâh pazarlıyor.

Aslında buna çelişkiden çok ikiyüzlülük demek gerek. Önce savaşı çıkaracaksınız, sonra oraya barış ve demokrasi getirmek için müdahale edeceksiniz. Sonra müdahale ettiğiniz ülke ve komşularına bol bol “ikna ederek” silâh satacaksınız.

Yapılan bir araştırmaya göre 2006-2007 yıllarındaki 27 büyük savaşın 20’sinde ABD silâhları ve askeri eğitimi önemli rol oynadı. Bunlar arasında Çad, Kongo, Etiyopya, Sri Lanka da bulunuyor. Bu dönemde en büyük yardımı 3,7 milyar dolar ile Pakistan alıyor. Yani Pakistan’ı da savaş ateşine düşüren şimdiki savaşa hazırlık yapılmış. Yani yardım listesine baktığınızda, Amerika’nın silâh satışı ile savaş çıkan yerler arasında doğru orantı var.

Dünyaya yeni bir Amerikan dış politikası vaat eden Obama döneminde bu rakamların nasıl değişeceğini gelecek yıl göreceğiz. Umarız dünyanın süper gücü Amerika’nın lideri, dünyayı yönetmenin silâhla ve parayla yürümeyeceğini, savaş çıkarıp silâh sattıkları ülkelerde de insanların yaşadığını anlar ve gerçekten adalet ve demokrasiye öncülük etme yolunu seçer.

08.09.2009

E-Posta: [email protected]



Fatma Nur ZENGİN

Ankara’da bir parça Almanya


A+ | A-

“Ankara’nın soğuğu hiçbir yere benzemez, bıçak gibi keser insanı” , “Ankara’nın sıcağı Kahire’ninkine benzemez, bunaltır insanı”…

Benim iflah olmaz gezginliğim, tam bir aydır aynı şehre sıkıştığından beri düşünür dururum. “Ankara sıcak” diye şikâyet edenlere, Kahire’nin daha da sıcak olduğunu anlatmaya çalışırken, “Ama Ankara’nın güneşi daha keskin” deyip, Ankara ile Kahire’yi yarıştırma sevdalılarına gülüp geçeyim dedim. Tabiî bu Ağustos sıcağında üşüyen oda arkadaşımı da, Ankara’nın sıcağından kurtarıp, Kahire’nin sıcağıyla baş başa bırakmayı da istemez değilim.

Neyse efendim, bunları bir kenara bırakmalı. Ama hazır konu oda arkadaşımdan açılmışken, benim bu sayede daha yakinen şahit olduğum bir mevzuya temas etmek istedim bugün. Kaldığım yere, iki yeni oda arkadaşım ilk geldiklerinde, “siz nerede öğrencisiniz?” diye sorduğumda, “ Biz aile birleşimi sınavı için geldik” cevabını aldım. Çok fazla bilgim olmasa da, Almanya, Fransa, Hollanda vs. gibi, gurbetçilerimizin yaşadığı ülkelerin son dönemde başlattığı bu uygulamadan haberdardım. Eh, bir ay boyunca sürekli Almanca ezberleyenlerle aynı odada olup, “ninni “niyetine duyduğum Almanca kelimeleri hızla öğrendiğimi duyunca “acaba ben de mi Almanca öğrensem?” düşüncesi beynimden teğet geçti. Fakat onların öğrenme süreçlerine şahit olurken, sistemin yanlışlığı üzerine de düşünmeden edemedim.

Hayatında hiçbir yabancı dil öğrenmemiş ve genel anlamda eğitimden yana çok şanslı olmayan insanların da aralarında olduğu bu kişiler, nişanlıları ya da eşlerinin yaşadığı Almanya’ya gidebilmek için, bu başlangıç seviyesindeki sınavı geçmek zorundalar. Buraya kadar, iyi güzel. Hükümetlerin en azından bu kişilerin istekliliğini ölçebileceklerini düşünüyorum. Ama dediğim gibi, daha önce hiçbir yabancı dille muhatap olmamış kişilere, bir ay gibi bir süre içerisinde sadece ezbere dayalı yoğun Almanca eğitimi verilmesi, sistemi tamamen bloke ediyor. Bu sınava hazırlayan kurslar, varlarını yoklarını bu uğurda harcamayı göze almış, bir umut ışığı gördükleri yere heyecanla giden bu kişilerden, yüksek meblağda rakamlar talep ediyor. Bir yandan da” kesinlikle bu sınavı geçeceksiniz !” diye vaatler veriliyor. Diğer taraftan, “ya sınavı geçemezsem?” stresini yaşayan ve geçemezlerse ne yapacaklarını bilemeyen bu gençlere çok yazık oluyor. Benim etrafımdaki gençler, kendi dillerini bile çok iyi bilmeyen ve dolayısıyla dilbilgisi kurallarından haberdar olmayan kişiler. Tabii olarak, Almanca çalışırken “sıfat, fiil” denen kelimeler için, önce sıfat ve fiilin ne demek olduğunu öğrenmeye çalışıyorlar. Bu da işi oldukça zorlaştırıyor.

Aslında kendi dillerinden ve ülkelerinin gerçeklerinden haberdar olmayan gençlerimizin, başka ülkelere giderek orada yaşamaya başlamaları, beraberinde oldukça fazla problem getiriyor. Her şeyden önce, Türkiye’yi temsil eden, fakat kendi ellerinde olmayan sebeplerden dolayı, yanlış temsiliyete vesile olmaları başlıca bir nokta. Bu da, beraberinde entegrasyon problemlerini getiriyor. Almanya’da; Türkler, sadece Türklerle görüşüp, Türk bakkallarından, Türk manavlarından alışveriş yaparken, çocukları Alman okullarına gidip, farklı bir kültürü –içinde yaşadıkları ülke olmasına rağmen– görüp, öğreniyorlar. Anneler çocuklarına derslerinde yardımcı olamıyor, babalar kızlarını, oğullarını anlayamıyor.

Bu söylediklerim tabii ki herkes için geçerli değil. Fakat, genelin problemi olduğunu düşünüyorum. Bu dil sınavı uygulaması gelmiş olsa bile, buradaki sınavı geçmek adına gece-gündüz ezber yapan gençler, eğer Almancalarını ilerletmezlerse, benim birkaç yıl önce şahit olduğuma benzer durumların azalmayacağını düşünmekteyim.

3-4 yıl önce; bir Berlin seyahatimde, havaalanında inmiş, arkadaşımın beni almasını beklerken; “Affedersiniz, bana yardımcı olabilir misiniz?” diye, yanıma gelen bir bayanla sohbete başlamıştım. Danışmaya gidip, Türkiye’den gelecek olan bir uçağın iniş saatini öğrenmek isteyen bayan, Almanca bilmediği için benim sormamı istiyordu. Ben de, Almanca bilmediğimi, ama İngilizce olarak yardımcı olabileceğimi söyledim. İlk etapta benimle aynı uçaktan indiğini sandığım bayana, “Siz de mi yeni geldiniz?” diye sorduğumda aldığım cevap beni hayrete düşürmüştü: “Hayır, ben on yıldır Berlin’de yaşıyorum.”

Bu ve bunun gibi durumlar ilk değil, tek değil. Yüzlercesi var. Bunun başlangıç seviyesi, Almanca sınavı uygulamasıyla da düzelmesi pek mümkün değil. Önemli olan, ülkeye gittikten sonra adapte olmaya, öğrenmeye ve paylaşmaya hazır olmak. Sanırım bunda da, Almanya’da yaşayan gurbetçilerimize çok iş düşüyor. Türkiye’den gelecek eşlerinin ve nişanlılarının en az kendileri kadar iyi Almanca konuşmaları ve daha sonra nesiller arası anlaşmazlığa sebep olacak eksikliklerin düzeltilmesi adına, ellerinden geleni yapmalılar.

Tabii bir de, Almanya’nın soğuğunun Ankara’ya benzemediğini anlatmak lazım.

08.09.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Bediüzzaman’dan içtimaî tesbitler-1


A+ | A-

“Hayat ittihaddadır”, “adem-i merkeziyet”te değil

“Açılım” tartışmalarıyla demokrasi ve hak ve hürriyetlere “özerklik” ve “eyâlet” ayrıklarının sokuşturulması, “açılım”ın ötesinde Türkiye’nin topyekûn demokratikleşmesini dinamitlemekte, “açılım”ı bombalamakta.

Ve olup bitenler, bir asır önce Osmanlının çözülüşüne çâreler aranırken, Bediüzzaman Said Nursi’nin Sultan Abdülhamid’in yeğeni Prens Sabahattin Bey’in yenilikçi “adem-i merkeziyet” teklifine verdiği hakikatli “cevab”ını gündeme getirmekte.

Babası Mahmut Celâlettin Paşa’nın ülkeyi terk etmek zorunda bırakılması sonucu Paris’te yaşayan ve Avrupa’da dönemin kargaşasında Jön Türklerle yakınlaşan, ortaya atılan “Osmanlıcılık”, “Türkçülük” ve “İslâmcılık” akımlarına mukabil kurtuluşu entelektüel “ferdiyetçi fikirler”de ve yine bir “Batı reçetesi” olan “adem-i merkeziyetçilik”te gören Prens’in tezlerinin temelini “Anglo-Sakson adem-i merkeziyet” zihniyeti oluşturur.

Yazısının başında Prens Sabahadddin’in Avrupa’daki Anglo-Sakson eğitimden etkilendiğine imâyla, tespitlerinin “fıtrat-ı asliyeye daha yakın” ve “muhâkemesinin tabiî” olduğunu yazan Bediüzzaman, eğitimden ekonomiye bütün alanlarda “Batılı değişim”i isteyen Prens’in, Batı toplumlarındakine benzer maddeci felsefenin “endüstriyel medeniyeti oluşturmuş insan tipi” üzerine kurulu milletin fıtratına yabancı “sistem”i kopyaladığını nazara verir.

Ecnebilerin “frenk illeti” tâbir ettiği “kavmiyetçilik” tahrikiyle bir takım “azınlık” ve özellikle gayr-i müslim unsurların hararetle “yeniden yapılanma” maskesinde, “adem-i merkeziyet”e sahip çıkıp “yerinde yönetim” ve “idarî taksimat” perdesinde “muhtariyet”le ülkeyi parçalamaya uğraşmaları, daha baştan bu ithâl zihniyetin sakatlığını ortaya koyar.

“ADEM-İ MERKEZİYET”E KARŞI

“USÛL-Ü MERKEZİYE”

Bediüzzaman’ın, “Prens Sabahaddin Beyin su-i telâkki olunan güzel fikrine cevap” başlıklı yazıda, “hayat ittihaddadır” ifâdesiyle başlamasının mânâsı budur. (Âsâr-ı Bediiye, Abdülkadir Badıllı, 450-251; Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, 183-184)

“Cevabı”nın sonunda Bediüzzaman’ın, “Onun te’vili (yorumu) güzel, fikren taakkül edebiliriz (düşünebiliriz); amma isti’dadımıza (milletin fikrî ve medenî irfan, kabiliyet ve seviyesine) amelen (uygulamayla) tatbik edemeyiz” ikazı, “adem-i merkeziyet” ithalinin Osmanlının ecnebi politikalarıyla bölünüp parçalanması plânına götüreceği gerçeğiyledir.

Aynı yazıda, “Hem de her kavmin mâbihil-bekası olan (devamlılık sebebini sağlayan) âdât-ı milliye (millî örf ve âdetlerini) ve lisân-ı kavmiyeye (kavimlere mahsus dili ve edebiyatına) ve isti’dâdı efkâra muvafık, (fikrî kabiliyet kapasitesine uygun) hükümet teşebbüsata başlamalı…” teklifinde bulunan Bediüzzaman, çağımızda insan hakları ve özgürlükleri sırasına geçen bütün demokratik kültürel hak ve hürriyetlerin teminini hedefler.

Demokrasinin yaygınlaşması ve yerelleşmesinin, idarî anlamda yerinde yönetimin, unsurlara mahsus lisân ve millî âdetlerinin gelişmesinin, bugün “demokratik cumhuriyet” anlamına gelen mükemmel bir meşrutiyetle olabileceğini bildirir.

Aslında yazısının ilk paragrafında, “Efrad (fertler, vatandaşlar) mâbeyninde (arasında) muhabbet-i millî (millî sevgi), zerrat (atomlar) mabeynindeki câzibe-i cüz’iyeleri (atomik çekim gücü) gibi bir muhassal (netice, hülâsa) teşkili ile cihet’ül vahdetimiz (birlik ve bütünlük yönümüz) olan usûl-ü merkeziyeyi (merkezî usûlü, merkezî usûlle idâreyi) intacını (netice vermesini)” ehemmiyetle tavsiye eden Bediüzzaman’ın, peşinen “adem-i merkeziyet” paravanında “muhtariyet”in felâket getireceğini uyarması, oldukça anlamlıdır…

Bu uyarı, bugün ecnebilerin kuklası terör örgütü, terörist başı ve içteki siyasî yandaşlarından gelen “özerklik” ve “ülkenin etnik ve bölgesel bölünmeyle eyâletlere ayrılması” tartışmalarının nirengi noktasını teşkil etmekte…

“İTTİHAD VE MUHABBET-İ MİLLΔ

Bu bakımdan Bediüzzaman’ın, Prens Sabahaddin’in şahsında “adem-i merkeziyet”le başlayıp, “muhtariyet”e (özerkliğe, eyâletlere), ardından “istiklâliyet”e (bağımsız devlete), sonra “tavâif-i mülûk” diye tâbir edilen ülkenin ayrı ayrı devletçiklere bölünüp parçalanması felâket ve fitnesine zemin hazırlayan “ecnebi plânı”na dikkat çeker…

Ve yine bundandır ki; milletin maddî ve mânevî terakkisinin, demokrasi ve hürriyetlerin gelişmesinin “adem-i merkeziyet”le sağlanamayacağını izâh eder. Yabancı mihrakların “kavmiyetçiliği” telkinle ırkî-etnik unsurlara ve bölgesel ayırımlara göre vatanı ve milleti tefrika fitnesi belâsına düçar etme oyununa karşı, “usûl-ü merkeziye”yi önerir.

Devamında “adem-i merkeziyet”in değil, “usûl-u merkeziye”nin “ittihad ve muhabbet-i millî” denilen milletin sevgi içinde birlik ve beraberlikte olması bağlarını tahkîm edip kuvvetlendireceğini kaydeder. “Zülâl-ı medeniyet” dediği medeniyetin tatlı suyunun bu mecrâda akarak ancak çeşitli kavimleri bir seviyeye getireceğini tesbit eder.

Devletin ve milletin bugün bu esaslı ve muhtevalı tesbitlere ihtiyacı var. Gerçek bir demokratikleşme ve doğru bir “açılım” ancak bu tesbitlerle olur…

08.09.2009

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Hasm-ı hakikî Hasm-ı hakikî


A+ | A-

“Hiçbir acı cehaletten daha fazla zahmet verici değildir.” Hz Ali’ye atfedilen bu söz Türkiye’nin birkaç asırdır ta yüreğinde hissettiği, yaşayageldiği acıların kaynağına işaret etmekte. Osmanlı’dan miras kalanlar da dahil, bugün içinden bir türlü çıkamadığımız meselelerin özünde de aynı olgu yatmaktadır. Orhan Veli nasırından, biz cehaletimizden çektik, ne çektiysek.

Mehmet Akif’in “Ey hasm-ı hakiki seni öldürmeli evvel!/ Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el”dediği cehalet gerçekten de bizim gerçek düşmanımızdır. Bu düşman sayesinde birbirimize düştük, bu düşmanın kışkırtmasıyla bir imparatorluğu çökerttik, bu düşman yüzünden değerlerimizi yitirdik, bu düşmanla birlikte Allah’a sırt çevirdik, kitapsız Müslümanlara dönüştük. Bunu da yine Akif’in “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür” diyerek işaret ettiği okumuş cahillerle yaptık.

Cehalet, Bediüzzaman’ın da şikâyet ettiği büyük düşmanlardandır. O, üç büyük düşmandan birincisi olarak zikreder cehaleti. Bediüzzaman’ın gözünde cehalet bizim baş hastalığımızdır ve özgürlükleri, adaleti, hak ve hukuku ifade eden meşrutiyeti korkutan bir ejderha, aşılması zor bir bataklık, istibdadı doğuran bir silâhtır. “Din öldürülecek” meş’um kararıyla yola çıkarak Türk modernleşmesini din dışılık sacayağına oturtanların çok rahat ve etkili kullandıkları bir silâh. “Millet cehâletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder” sözünü doğrulayan bir silâh.

Goethe’nin dediği gibi; eylem halindeki cehaletten, daha korkunç ne olabilir ki? Bu cehalet en çok “yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana” mısraına masadak akıllıların işine yaramıştı. Ezanlar sustu, Mevlânın adı fezalardan silindi, yeni bir akla büründük, çağdaşlaştık. Kucağımızda Kürt sorununa rahmet okutacak bir dizi mesele; ne gam! Bu meseleler karşısındaki akıl tutulmamızın ifade ettiği anlam ise, cehaletin farklı bir kategorisinde saklı. Denilir ki; bir şey bilmeyen cahil, bilmediğini bilmeyen de kara cahildir. Asıl cehalet de budur. Biz daha çok ikincisine yakışıyoruz. Sorunlar karşısında herkes âlim. Ne teşhis, ne metod!

Bugün Türkiye’nin her alanda yaşadığı sıkıntıları fiilî bir kara cehaletle çözme akıllılığını gösteriyoruz. Tarihî bir süreç içerisinde değerlendirilmesi gerekirken, son yirmi beş yıla ve teröre endekslediğimiz Kürt sorununda böyle davranıyoruz. Bir inancın gereğini, en temel bir insan hakkını, genç kızlarımızın saçını rejim meselesi haline getirip onu çözümsüz kılarken ve bu meseleyi çözüm adına takip edilen yolda da göstermiştik bu allameliğimizi. Gençlerimizin derin bir boşlukta boğulduğunu görmezden gelerek, onları kurtarmak adına o boşluğa yuvarlamak için yaptıklarımız da yüksek ilmimizin bir eseriydi. Eğitim sistemimiz sistemli bir cehaletin kurbanı. İnsanımız, gençlerimizin hayalleri, bir ülkenin geleceği…

Cahillerin ihaneti onulmaz yaralar açtı. Bediüzzaman’ın cehalet hastalığına karşı önerdiği ‘marifet’ de bu hastalığın kurbanı oldu. Gönül sızısından anlamayan, kuru, maneviyattan yoksun, Allah’ın adını andırmayan sığ bir eğitim anlayışının ‘marifet’ olduğu sanıldı. Marifetin anlamı “İlim kendin bilmektir” mısraındaydı oysa. Öz değerlerinden yoksun, tarihini düzmece hainlere kurban etmiş, sahte kahramanlarını baş tacı etmiş, kendini, dinini, yaradanını öğrenmeyi engellemiş bir anlayışla yükselmeyi sanmak mı marifettir? Sevmeyi unutturmuş, merhameti ortadan kaldırmış, gönülleri karalamış; paylaşmayı, bölüşmeyi, kardeşliği unutturmuş bir birliktelik anlayışıyla ‘misak-ı milli’yi koruyacağını ummak mı marifettir? Ötekileştirmeyi, yaftalamayı, hakareti, hakkı çiğnemeyi, hukuku yok saymayı siyaset anlayışı haline getirerek bütünleşmeye çalışmak mı marifettir?

Hasılı, bizde marifet çok. Bunların ilim anlayışı da başka bir marifet. “İlim insandan cehalet alır, eşeklik baki kalır” tarzında. E, böyle olunca da semer vuran çok oluyor tabii.

08.09.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Adem-i merkeziyet


A+ | A-

Osmanlıda hürriyet hareketlerinin yayıldığı dönemde istibdattan kurtuluş çaresi olarak ortaya atılan formüllerden biri de Prens Sabahaddin Beyin “adem-i merkeziyet” fikriydi. Merkezi pençesine alıp her tarafa sirayet eden istibdadı aşmak için, asırlarca aynı çatı altında yaşamış farklı unsurlar üzerindeki merkezî otoritenin kaldırılmasını öngören bu formül ilk bakışta mâkul ve cazip gibi görünüyordu.

Ama Said Nursî’ye göre işin aslı öyle değildi. İstibdat uygulamaları sebebiyle merkeze duyulan nefretin had safhaya ulaştığı bir ortamda böyle bir teklifin tatbiki halinde, ayrılıp kopmaya hazır unsurlar Osmanlı ve meşrûtiyet perdesini yırtarak önce muhtariyet, sonra istiklâliyet ve sonra da tavaif-i mülûk aşamalarına geçip, tarihte Abbasî devletinin yıkılmasından sonra oluşan birbiriyle kavgalı çok sayıda küçük beyliklere benzer şekilde darmadağın hale gelecek, aralarındaki dengesizlik sebebiyle güçlü olanlar diğerlerini istilâ edip ezmeye kalkışacak ve sonuçta ortaya çıkacak tablo, hürriyetin getirdiği kazanımları berhava edecek bir vahşet ve keşmekeş manzarası çizecekti.

Bu tablonun dehşetini, on üç asır önce ölmüş asabiyet-i cahiliyenin ihyası, fitnenin uyandırılması ve istikbal semamızdaki cennetin cehenneme çevrilmesi gibi ifadelerle tasvir ediyor Bediüzzaman.

Ona göre, adem-i merkeziyet, Almanya gibi gelişmişlik seviyesi bir medenî toplumlarda herhangi bir mahzur doğurmadan uygulanabilir, ama bizde seviye bir olmadığı için, şu şartlarda tatbiki böylesi tehlike ve sakıncalara yol açar.

(Bediüzzaman, “Fikirleri karıştırıp hürriyet ve meşrûtiyeti takdir etmeyenler kimlerdir?” sualine cevap verirken, bunlar arasında “beylik veya tavaif-i mülûk mukaddemesi (başlangıcı) olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak mânâsında bir cumhuriyet gibi gayri mâkul fikirlerde bulunan”ları da zikrederek, işin bir diğer önemli boyutuna dikkat çekiyor. {Münâzarât, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 229})

Ve böyle neticelere meydan vermektense, yapılması gereken, merkeze ârız olan ve millî birliği de engelleyen istibdat zehirini ve onun tetiklediği ayrılıkçı emelleri izale edip durdurmak; bunun için de, milleti oluşturan fertler arasındaki sevgi bağlarını güçlendirip, ittifak ve ittihad-ı millî rabıtalarını tahkim edecek politikalar uygulamaktır.

Bu meyanda, her kavmin bekasının temel ve dayanağını oluşturan millî âdetlerine, lisanına ve fikir yapısına uygun teşebbüslere girişmek, hükümetin öncelikle yapması gereken işlerdendir.

Ve bunlar öyle bir şekilde uygulamaya konulmalıdır ki, asırlarca aynı merkeze sadakatle bağlı olarak yaşamış kavimler arasında medeniyet ve kalkınma makinasının buharı hükmündeki müsabakayı netice verecek müsbet ve yapıcı bir rekabet başlasın.

Demek ki, çözüm, merkezdeki istibdadı kaldırıp, idaresi altındaki her unsuru ve her bir ferdi sevgi ve şefkatle kucaklayan, kimseyi haksız şekilde kayırmayan ve kimseyi de dışlayıp mağdur etmeyen bir hizmet devleti anlayışının hayata geçirilmesi; bu politikalar uygulamaya konulurken millî âdet ve geleneklerin dikkate alınması; yerel dillerin ihmal edilmemesi; farklı mizaç ve psikolojilerin gözetilmesi gibi prensiplere dikkat ve hassasiyetle riayet edilmesini gerektiriyor.

Yani, tam ve eksiksiz bir demokrasiyi, hukuku, hizmetkâr devlet anlayışını…

Samimî sevgi hislerine dayalı güçlü bir millî birliğin sağlanması, devletin bu esaslara uygun şekilde yapılandırılmasına ve işlemesine bağlı.

Böyle bir millî birliğin dayanacağı sağlam temeli de Said Nursî, Prens Sabahaddin’e verdiği cevabın son cümlelerinde şöyle ifade ediyor:

“Biz ki ekseriz (çoğunluğuz), muvahhidiz (tevhide inanmışız); tevhidle mükellef olduğumuz gibi, ittihadı tesis edecek muhabbet-i millî ile muvazzafız. Eğer unsur (milliyet) lâzım ise, unsur için bize İslâmiyet kâfidir.” (Nutuk, Eski Said Dönemi Eserleri, s. 183-4)

Sonuç: Yüz senedir bu esaslardan uzaklaşıldığı ve bunlara aykırı hareket edildiği için, mâlûm sorunlar ortaya çıktı. O esaslara hâlâ uzak durulduğu, gayri fıtrî ve gayri insanî “çözüm”lerde ısrar edildiği için de bir türlü gerçek çözüme ulaşılamıyor...

08.09.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.