01 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Mikail YAPRAK

Belâ vereni bulduysan...


A+ | A-

Allah adına, İslâmiyet ve insaniyet adına, genel barış, birlik ve beraberlik adına ve başımızdaki dünya dolusu belâlardan korunmamız adına güzel gayretler sürerken ve bu mânâda aktiviteler sürdürülürken; görüntülü, sesli ve yazılı medyamız da bu güzelliklerden nasiplenirken, ne olduysa oldu, yine medya canibinden bir belâ zuhur etti. Adı lâzım olmayanın biri, adı “güneş“ olan bir gazete lisanıyla belâ çıkarmaya tevessül etti. Gökteki güneş balçıkla sıvanmazdı, ama adam kendi “güneş“ini bir güzel sıvadı..

Bediüzzaman gibi bir zatı “Belâüzzaman“ olarak vasfetmenin, provokasyon belâsına dâvetiye çıkarmak olabileceğini idrak edemeyen bu adam, belânın da hakikî mahiyetini keşfedenleri, bu kelime ile ürkütmeyi denedi. Halbuki Said Nursî’ye “Bediüzzaman“ ünvanını lâyık gören İslâm âlimleri de bilir ki, âlem de buna şahit ki, Bediüzzaman ömrü boyunca belâlarla boğuştu. O, çocukluğunu bile sıradan bir çocuk gibi yaşamadı. Bütün hayatı mücadele ve mücahede ile, savaş ve esaret meydanlarında, sürgünlerde, hapislerde ve mahkemelerde geçti. Defalarca zehirlendi, kaç defa idamdan döndü. Ülke ve millet üzerinde dolaşan belâları bile, paratöner gibi kendi üzerine çekti. Ülkeyi ve dünyayı saran belâları görerek, Rabb-ı Rahimine yönelip durmadan tazarru ve niyazda bulundu.. “Bana ıztırap veren, İslâmın maruz kaldığı tehlikelerdir“ dedi.

Ve yine dedi ki:

“Bırak biçare feryadı, belâdan gel, tevekkül kıl.

Zira feryat belâ-ender, hatâ-ender belâdır, bil.”

Ve şöylece sordu:

“Cihan dolusu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan?”

Sonra ilâve etti:

“Gel, tevekkül kıl.”

Ve yine dedi ki:

“Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil.

Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.”

(Eğer musîbeti vereni bulduysan, bu da lütfun içinde lütuf, keyfin içinde keyiftir elbette, bil.

Bırak feryadı ve bübüller gibi şükret. Gül mül her zaman keyfinden güler.)

(Burada “belabil“ bülbüller anlamında olup, musîbet anlamındaki “belâ” ile ses benzerliği var. Ve yine bülbülün onsuz yapamayacağı gül çiçeğinin de “gülmek” fiiliyle ses benzerliği var.)

Ve yine dedi ki:

“Evet, Allah’ı tanımayanın, dünya dolusu belâ başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve mânevî sürurla doludur; derecesine göre, iman kuvvetiyle hisseder.”

Ve yine dedi ki:

“O'nu (Allah’ı) tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O'nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.”

Sonra şöylece sordu:

“Cenâb-ı Hakkı bulan, neyi kaybeder? Ve O'nu kaybeden, neyi kazanır?

Ve ilâve etti: “O'nu bulan her şeyi bulur, O'nu bulmayan hiçbir şeyi bulmaz, bulsa da başına belâ bulur.”

***

Büyükler ne güzel söylemiş:

“Kula belâ gelmez Hak yazmadıkça, / Hak belâ vermez kul azmadıkça..”

Allah dostlarından biri başına her ne gelirse, ayağına diken batsa, gözüne toz kaçsa, “Allah’tan“ bilip şükredermiş.. Bir gün düşünceli bir şekilde yürürken, muzip ve kendini bilmezin biri sessizce ona yanaşıp ensesine bir tokat vurmuş. Bu velî zat dönüp ona sert bir bakış atınca, edepsiz adam muzipçe sırıtmış:

“Hani ya, her şey Haktandır diyordun, bir de bana kızarak bakıyorsun.”

Allah dostu cevap vermiş:

“Rabbimin bunu, hangi densizin eliyle yaptırdığına baktım.”

***

Küçüklüğümde gördüğüm bir gazetede Üstadın muhteşem resminin altında büyük puntolarla yazılan şu ifade hâfızamdan hâla silinmedi:

“Dinsizlerin planlarını alt üst eden adam.”

Pekâlâ şimdi soruyorum, bu durumda Said Nursî kimlerin başına belâ kesilmiş oluyor? Ve bugün durup dururken anlamsız insiyakî bir refleksle Bedîüzzaman’a belâ yakıştırmasında bulunan kişi, kimlerin safında yer almış oluyor?

Yazarın, yersiz ve mesnetsiz iddialardan ibaret yazısı önüme gelince, nedense hiddet ve nefret duygularım devreye girmedi. Çünkü o iddiaların hiçbiri, Aziz Üstadın damenine bile yetişmez, ayağının altına bile yapışmazdı. Hattab oğlu Ömer’in, henüz sahabe olmadan kılıcını çekip Hz. Peygamberin (asm) evine yöneldiğini, ama o yönelişin bambaşka bir yönelişe dönüştüğünü hatırlayarak kendimi sükûnete dâvet ettim. Yazar hakkında kim ne yazarsa yazsın, isterse iddialar ciddiye alınıp cevaplar verilsin, isterse hakkında dâvalar açılsın, isterse aynı gazetede tekzip yayınlatılsın...

Ben şahsım adına yazarın şahsına yazacağımı yazıp gönderdim bile:

“Sayın ..., Bütün insanlığın fitne ve belâlardan kurtuluşu için çırpınan ve başkasının günahına; senin de günahına ağlayan bir insan için ‘belâüzzaman’ tabirini kullanmanız, korkarım ki belâların celbine sebep olur. Çabuk tövbe ve istiğfar edip kamuoyundan özür dilemeniz gerekir. Bizden hatırlatması.. Selâm, hatasını anlayıp hatasından dönenlerin üzerine olsun..”




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

01.04.2010

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Risâle-i Nur ve müzik


A+ | A-

Geçtiğimiz haftaki “Nur Cemaati, Risâle-i Nur ve müzik” konulu yazımıza okurlarımızın ilgisi beni mutlu etti. Telefonla arayarak ya da yüz yüze görüşmelerimizde yazıyı son satırına kadar okuduklarını, dikkat çekilmesi gereken bir konuyu işlediğim için duyulan memnuniyeti benimle paylaşan bütün okurlarımıza ve dostlarımıza çok teşekkür ediyorum. Demek ki zaman zaman bu konuya değinmekte fayda var. Okurlarımızdan da bu hususta bildikleri, duydukları hatıraları, eleştiri veya katkıları beklediğimizi de ifade etmek istiyorum. Aşağıda, Risâle-i Nur Külliyatı’nda yer alan iki örnek hatırayı yeri gelmişken paylaşalım:

“… Altıncısı: Bana bidayette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam kapıya yakın bir şarkı kulağıma geldi, evrâd ile meşguliyetime zarar verdi. Ben hiddet ettim, çıktım. Gördüm ki hilâf-ı âdet Ömer’dir. Ben de hilâf-ı âdet bir tokat vurdum. Birden sabahleyin hilâf-ı âdet olarak Ömer başka hapse gönderildi.

Yedincisi: Hamza namında on altı yaşında sesi güzel olmasından şarkı söylüyor başkalarının da iştahlarını açıyor, haylazlık ediyordu: Ona dedim. ‘Böyle yapma tokat yiyeceksin.’ Birden ikinci gün bir eli yerinden çıktı. İki hafta azabını çekti.” Evet doğrudur. Hamza (Şuâlar, s. 295)

Bedensel Engellilerle Dayanışma

Derneği yeni yönetim kurulunu belirledi

Ülkemiz nüfusunun yaklaşık % 9’u engellilerden oluşuyor. Bu da yaklaşık 8-9 milyon kişi demek. Engelli kardeşlerimizin iş, geçim, eğitim, bakım ve sosyal hayatta yaşadığı problemler, manevî ve psikolojik sorunları çözüm bekleyen önemli konuların başında geliyor. İşte bedensel engelli insanlarımızın bu gibi dertlerine çözüm bulmaya, çare olmaya çalışan derneklerden biri de Bedensel Engellilerle Dayanışma Derneği. Dernek merkezi İstanbul’un Maltepe ilçesinde. Başkanlığını kendisi de bedensel engelli olan ve büyük bir azimle hayata bağlanan Kemal Demirel yapıyor. Geçtiğimiz yıl tanıştığımız Kemal Bey’in dâveti üzerine katıldığım derneğin, danışmanlar kurulu üyesi olarak belli aralıklarla toplantı yapıp çözüm üretme sürecine katkı yapmaya gayret ediyoruz. Danışmanlar Kurulu üyeleri arasında sinema san'atçısı, eski milletvekili ve akademisyen Ediz Hun Bey’in özel ve samimî çabasını zikretmek isterim. Yine üniversitede öğretim üyesi, önemli holding ve şirketlerde üst düzey yönetici, farklı meslek ve gruplara mensup bir çok isim içtenlikle çalışıyorlar, maddî ve manevî yardımlarda bulunuyorlar. Kısa adı BEDD olan dernek 27 Mart Cumartesi günü olağanüstü genel kurula gitti. Kemal Demirel tekrar yönetim kurulu başkanlığına seçildi. Ayrıca diğer kurulların da seçimi yapıldı. Kemal Bey’in yıllardan beri süren çabasına ayrıca başka bir başlık açmak gerekiyor. İnşallah bu önemli toplumsal yaraya ve derneğe ileriki yazılarımızda da yer vereceğiz.

NURDAN DAMLALAR

“Evet, evet, neam neam. Sivrisinek tantanasını kesse balarısı demdemesini bozsa sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakaikin esrarını ihtizaza veren musıka-i İlâhiye hiç durmuyor; mütemadiyen güm güm eder.” (Münâzarât s. 46)




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

01.04.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Ali FERŞADOĞLU

Değersizleştirme mekanizması (2)


A+ | A-

İnsan değersizleştirme mekanizması ile rahatlamak ister. Ulaşamadığı, elde edemediği şeyleri değersizleştirerek kendince kaybının olmadığına inanır. Halbuki, geçici bir hafiflik hissederse de, insanın hem kalbinde, hem vicdanında, hem duygularında büyük yaralar açılır. Çünkü, son derece âciz ve zayıf bir varlık olduğunu, sayısız ihtiyaçlarının kâinatın her tarafına dağıldığını; onları elde etmeye gücü yetmediğini; iktidarının ise ancak elinin uzandığı yere kadar gittiğini bizzat görüyor, yaşıyor. Bu sefer, “Kedi, ulaşamadığı ciğere murdar der” özdeyişinde olduğu gibi, değersizleştirme yoluna gider. Zaten değersizleştirme mekanizması; günlük yaşantımızda da hemen fark edilir. Bir grup arkadaşla Türkiye turuna çıkmış; tarihî bir şehre gitmiştik. Şartlar gereği o gün; iki gruba ayrılmıştık. Biz, daha önce herkesin mutlaka ziyaret etmesi gereken ve çok değerli birkaç yere gitmiştik. Gidemeyen arkadaşlara anlatınca, “O, ne ki, basit bir şey, biz şöyle şöyle bir yere gittik, şu işleri yaptık!” diyerek; daha önce mutlaka görmek gerektiğinde ittifak ettikleri yerleri değersizleştirmişlerdi.

Değersizleştirme mekanizmasını meşrû çizgiye çekmek; enenin/benliğin anaforunda boğulmamak; varlıkların gerçek mahiyetine vâkıf olmak, olayların sırrını çözmek dolayısıyla huzûr ve mutluluğa ulaşmak ancak mânâyı harfiyle bakıştan geçer. Mânâyı harfî; bir şeyin kendisini değil; sahibini, ustasını, kâtibini, yazarını, san'atkârını anlatan, bildiren, târif eden mânâdır. Diğer bir ifâdeyle; bir kitabın içindeki cümle, harf ve kelimelerin şekli, maddî yapısı değil, anlatmak istediği hakikatlerdir. Varlığın delâlet ettiği mânâyı kavramak; “Kim ve niçin yarattı?” sorularını sormak ve doğru cevaplarını vermektir. Bu nübüvvet yolu, yâni peygamberî metoddur. Buna göre, bir san'at eserini, san'atkârını düşünüp, takdir ve tebrik edip san'at yönüne ve bize bakan faydaları da dikkate almaktır. Meselâ, bir ağacın gölgesi, yaprakları, dalları, çiçekleri ve meyvelerinden istifâde etmekle birlikte; onu san'atkârâne, harika bir tarzda duyu ve duygularımıza göre yaratıp bize iltifat çiçeği olarak takdim eden İlâhî Rahmeti düşünmek ve teşekkür etmektir. Her resmin bir ressamı, her yapının bir mimarı, her kitabın bir yazarı vardır. Şu kâinat da, atomundan galaksiler topluluğuna kadar baştanbaşa san'at mu’cizesidir. Bir san'at eserine, “Nasıl yapılmış?” diye niyet edip bakarsanız; maddenin, şeklin, görüntünün dar kalıplarına takılıp kalırsınız.

“Kim yapmış, niçin yapmış?” sorularına da niyet edip bakarsınız; bilginiz, ufkunuz genişler, pek çok âlemlere, meselelere açılırsınız. İşte, “mânâyı harfi”, (mâsivâ) denen Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğu şu koca kâinata, O'nun hesabına ve O'nun adına bakmaktır. Böylesi bir bakış, değersizleştirme mekanizmasını da meşrû çizgiye çekecektir.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

01.04.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Hastahane koridorları…


A+ | A-

Hastalar… Hastalarla birlikte hasta olup kalanlar! İnsanların ruh hâleti öylesine dolu ki, yeter ki bir dokun; yeter ki bir söz söyle; ne çok şeyler duyarsın.

Hani, “Bir dokun bin ah işit” diye bir söz var ya! Tıpkı öyle bir durum.

Gün batıyor, gün bitiyor.

Bitmeyen bir tek şey var, o da, ümit yüklü duygular.

Burada, bakışlar derin, kirpikler nemli, tekrar tekrar söylenen tevekkül dolu sözler: “Allah’tan ümit kesilmez” ya da, “Ondan gelene razıyız.”

Tevekkülün her çeşidi hastahane koridorlarında.

Hafta içi günlerde koridorlar tıklım tıklım, dopdolu. Kanepeler kapatılmış önceden gelenlerce. Size bir yer verilmesi sanki büyük bir lütuf. Yavaşça, yorgun bedeninizi yerleştirince oraya, o an, durum kurtulur; Mevlâ kerim, sonraya…

Gözlere ilk ilişen hareket dolu sahne:

Sağa sola hızla giden sedyeler, sedyelerin peşi sıra sendeleyip gidenler.

Her gün tekrar yaşanan bitmek bilmez maraton!

Kul olan kul, umuyor, Şâfî-i Hakîkî’den. Gerçek şifayı verecek olandan, dertlere derman ulaştırandan, merhamet sahibi Zât’tan âfiyeti umuyor.

Bekliyor!

Hastahanede bekliyor, koridorda bekliyor, hasta başında bekliyor. Dahası, hasta bekliyor, hastanın yakını bekliyor, evdekiler bekliyor…

Rabbimizin ihsanıyla ulaşacak şifayı bekliyor, canlar. İnceliği fark edenler, mağfireti bekliyor.

Mahpushanedekiler, hem hâkim hem de avukat oluverir çıkarlar; hasta yakınları da, tıp tahsili görüyor!

Neler işitirsiniz, neler!

Lisanınıza ne de çok şey giriyor.

Ayak, bacak, kafa göz; ortalıkta bin bir söz.

Öylesine çok tedavi konusu, öylesine çok tedavi metodu var ki, gördüğünüz şu insanda, görmediğiniz o, ne de çok ayrıntı olduğunu anlamaya, görülenler yetiyor. Ve, hayret ediş şiddetiniz artıyor.

Aman yâ Rabbi! Kudretinin sınırını aklımız idrak etmez.

Bu arada hemen: “Ey kulum! Öyle çalış ki, Îsa gibi, bir mevte geçici hayat rengi verebilesin” meâlindeki âyet akla geliyor.

Ve, Allah’ın izniyle, hayatı ve memâtı iki eli arasına alabilen, bunlarla yüz yüze gelebilen operatör hekimlere önce hayretiniz, sonra da hayranlığınız artıyor. Yaptıkları iş esnasında, Hâlık-ı Zülcelâlin san’atına şahit oluşlarına ise, gıpta ediyorsunuz.

Fakat, fakat…

Maharetli ellerin yaptığı ameliyat sonrasında hastanın, maharetsiz ellere, hatta, vasıfsız personele teslim edilişine de şaşırıyorsunuz doğrusu!

İman sahibi hastanın, Şâfî-i Hakîkî’nin kapısından başka gideceği yeri yok. Hekim mekim, iğne ilâç sebeplere başvurmak. Takdir, Rabb-i Rahîmin.

Bazıları, hastalarına manevî destek maksadıyla bir köşeye çekilmiş, elde Kur’ân, dilde Gufrân, yalvarıyor durmadan.

Bir hemşire, boş sedyeyi gösterip “Bırakıp geldim” diyor, ötekine; son derece olağan, son derece rahatça. Merak edip soruyorum:

“Ne oldu?” Cevap:

“Morga götürdüm geldim.”

Kim bilir bu kaçıncı?

Burası bir başka dünya…

Kimi gelir kimi gider, kalan sağlar sizindir!

İnsanların sıkça telâffuz ettikleri bir söz:

“Cenâb-ı Hak ne düşürsün, ne de eksik etsin burayı.”

Yâ Rabbi! Sabır kahramanı Hz. Eyyüb Aleyhisselâma lütfeylediğin şifalar hürmetine, kabul olunan duâlar hürmetine bütün mü’min kullarının dertlerine deva, hastalıklarına da şifa ihsan eyle.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

01.04.2010

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Emniyet teşkilâtı ile 165 yıl


A+ | A-

Onlar hayatımızın her alanındalar. 165 yıl önce kuruldu. Eskiler onlara ”kolluk kuvvetleri” derdi.

İnsana ilk bakışta soğuk gelebilir.

Hep moral bozucu şeyleri hatırlarız.

Ama, onların olmadığını bir düşünelim?

Hayat nasıl olurdu?

Malımız, mülkümüz ve namusumuz…

Asayiş pâyimâl olur.

İşte onlar asayişin maddî muhafızlarıdır.

Hayat halleri şeytanlaşmış vicdansız insanların hakkından onlar gelir.

Trafikteki ahengin sağlanmasından, sosyal hayatın bütün katmanlarına kadar onlar vardır.

Şehir ve ilçe merkezlerinde onlar ile beraberiz.

Polisin hayatımızda soğuk algılanması büyük ölçüde tek parti diktası zamanında insanlarımıza menfî yöndeki uygulamalarından kalan bir algıdır.

Şapka giymediği için kırbaçlanan,

Kur’ân okumaya gittiği için dövülen,

Ezan okuduğu için falakaya yatırılan,

Risâle-i Nur yazdığı için ölesiye dövülen,

Cumaya gittiği fişlenen,

Yazdığı yazıdan dolayı hakaret gören nice insanımız, geçmişte akla hayale gelmeyen sıkıntılara maruz kalmışlardır.

Zaman çoktan değişmiştir.

Risâle-i Nur hizmet tarihinde polis teşkilâtının önemli temasları olmuştur.

Bir çok keyfî muâmeleye tabi tutulmuşlardır Nur Talebeleri.

Emsâline şahit olunmamış zulüm görmüşlerdir.

Daha çok uzak olmayan zaman diliminde bile koğuşturmaya tâbi tutulmuşlardır.

Ama, Bediüzzaman Hazretleri onlara her vesile ile “Bizler de manevî asayiş memurlarıyız” diyerek onlara şefkat ve merhamet ile muamele etmiştir.

Bu açıdan emniyet teşkilâtı ile yıllarca ilişkilerimiz hep olagelmiştir.

Bu belgeler arşivlerinde mevcuttur.

Umarım bu konu bir gün belki bir tez ve araştırma konusu olur.

Nice genç fidanlar bu haksız muameleye tabi tutulmuşlardır.

Nur Risâleleri okuduğu ve Nur derslerine gittiği için sıkıntıya giren,

Hapislerde aylarca kalan,

Günlerce soğuk betonlarda sabahlayan masum insanların hakkı nasıl ödenir bilemiyorum?

Mevcut emniyet teşkilâtını ve emniyetin şahs-ı manevisini tenzih ediyorum.

Yıllarca, şahsım için söylüyorum:

Takip edildik,

Telefonlarımız dinlendi.

Artık o eski günler geride bir nostalji olarak kaldı.

Emniyetimiz artık bu tutum ve davranışlardan uzaktır.

Onlar ile iftihar ediyoruz.

Korkusuzca sokaklarda yürüyor, endişesiz bir şekilde uyuyoruz.

Çünkü onlar her şeyimizi muhafaza ediyor.

Nice yıllara emniyet mensupları...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

01.04.2010

E-Posta: [email protected]



Abdullah ŞAHİN

YOLCULUK NEREYE?


A+ | A-

Yol ve yolculuk hakikati insanlık âleminin vazgeçilmez gerekliliklerinden biridir. Bunun sonucu olarak ‘hayat yolu, yolculuk, doğru yol, yanlış yol, eğri yol, kıvrım kıvrım yollar, uzayan yollar, bitmeyen yollar, kara yolculuğu, hava yolculuğu, deniz yolculuğu, uzay yolculuğu, ahiret yolculuğu… Yollar yürümekle biter, yollar yürümekle aşınmaz’ vb. birçok kelime ve tâbir bizim kültürümüzde ve diğer milletlerin kültüründe yer alır. Dünyevî mânâda bile düşündüğümüzde ömür sermayesinin hatırı sayılır bir kısmının yollarda ve yolculukta geçtiği hayatın bir başka gerçeğidir.

Uzak ve bilinmeyen yerleri merak sâikası, insanlık âleminde çok geniş mânâda bir seyahat kültürü ve edebiyatı oluşturmuştur. Bizim kültürümüzde Evliya Çelebi, rivâyetlere göre, ”Şefaat Ya Rasulullah” diyeceği yerde “Seyahat Ya Rasulullah” dediği için, zamanında dünyanın en büyük ve en geniş cihan devleti olan Osmanlı ile birlikte daha birçok ülkeyi gezip intibâlarını Seyahatnamesinde yansıtmıştır. Bunun yanında Piri Reis, Macellan, Kristof Kolomb ve Vasco da Gama gibi ismi bilinen birçok ünlü dünyayı dolaşarak, gezip gördükleri ve yeni keşfettikleri yerler hakkında bilgi vermişlerdir. Günümüzde ise bu merak saikasıyla insanlık gözünü gökyüzüne ve kâinatın derinliklerine çevirmiş, buraları keşfetme ve anlama hususunda kat ettiği mesafe dolayısıyla çağımıza “Uzay Çağı” adı verilmiştir.

Madalyonun diğer yüzüyle konuya baktığımızda ise, Güneş etrafında saatte 108 bin km hızla yol alan Dünya gemisine, ezelde “Elest” meclisine çağrılan ruhlardan sırası gelenler, emr-i İlâhî ile, harika bir şekilde binmişler.

Yüce Yaratan, Ezelî Hitabı Kur’ân’ın Yasin Sûresi’nde, gezegenimizin de içinde bulunduğu Güneş Sistemi’nin yolculuğunu, “Güneş ve avâneleri kendileri için takdir olunan yere doğru durmaksızın akıp giderler” şeklinde ifade eder. Bu seyahatte Dünya gemisine sırası geldiğinde ruh sür'atinde binenler, geminin “Kimsin? Vazifen ne? Nereye gidiyorsun?” parolalarındaki ayrıntılara uymak zorunda olmakla birlikte; yolculuğun takdir edilen bir kısmında başka bir âleme alınarak, yolculuğun haşre kadar olan kısmını burada geçirirler. Kabir âlemi denilen bu safhada amellere göre karşılaşılacak sefa veya cefa, yolculuğun bir başka veçhesi…

Dünyevî ve uhrevî bütün seyahatlerimizde yol göstericimiz olan Kur’ân-ı Hakim ve Yüce Rasûlün (asm) hadislerinden, fen ve din ilimlerini mezcederek yaptığı yorumlarla uzay çağı insanının ufkunu genişleten ve bir pusula görevi yapan Büyük Kur’ân Müfessiri Bediüzzaman ise, tefsirinde, herkesin başına gelen bu büyük yolculuğu, ”İnsan bir yolcudur. Âlem-i ervahtan dünyaya, sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder” sözleriyle özetler.

Gemi, şu an geri dönmeyecek bir yolculukla çok büyük bir hızla seyir hâlinde, üstündeki ve karnındaki yüz milyarlarca yolcuyu indireceği kâinat okyanusunun Haşir İskelesine yanaşıp yolcularını boşaltmak üzere.

Yolculuğun sonuna doğru yaşanacak korkunç durumlar ise, çok endişe ve ürküntü verici. Gemimizin kendisinden milyonlarca büyük gemi ve seyyârelerle çarpışacağı, dağların pamuk yığınları gibi atılacağı, okyanusların yanacağı büyük vaveyla ve gürültüyle, Gemi Sahibinin emriyle İsrafil (as) denen görevli Meleğin boru sesiyle irkilen herkes “Bize ne oluyor?” diyerek, derin uykudan uyanıp son rıhtımda olduğunun farkına varacak. Orada herkes mutlak gerçeğin farkına varıp ”Keşke’”lerin bini bir para olacak. Yolcuların büyük bir kısmı karşılaştıkları durumun şaşkınlığından ve pişmanlıklarından ”…Keşke toprak olsaydım da bunlarla karşılaşmasaydım” (Sûre-i Nebe: 40) diyecek.

Yolculardan, Gemi Sahibinin emrine harfiyyen itaat edenleri ise rıhtımda bir sürpriz bekliyor. Yaver-i Ekrem (asm) başta olmak üzere, yaratılış âleminin güneşleri, ayları ve yıldızları olan enbiyâ (as) ve gemi Sahibinin en sevgilileri onları karşılamaya gelmişler. Allahım bu hâl ne muhteşem ve sürur verici bir hâl!

Haşir rıhtımından ve Mizan meydanından sonra, aktarmalı olan yolculuğun geri kalan kısmında, gemide 50-60 yıllık sürede kazanılan a’mâl ve rıza-yı İlâhîye göre, Sırat’a uğrayıp oradan Burak’a binerek ruh ve hayal sür'atinde 50 bin senelik bir mesafeyi bir anda katederek Cennet ve Saadet-i Ebediyeye uçmak mümkün. Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve merhameti gereği, Mizan’da yüzünün akıyla hesabını vermiş olanların Sırat Köprüsü başında, yine Rabbin sevgililerinden olan uğurlayıcıları olacak. Yüzleri ayın ondördü gibi parlayan ve ebedî imtihanı kazandığı anlaşılan bu bahtiyarlara, adeta dünyadaki günlük hayatın telâkisindeymiş gibi naz ve niyazla sorulan “Yolculuk nereye?” suâline gülümseyerek ve heyecanla ”İnşaallah, Cennet ve Saadet-i Ebediyyeye” diye cevap vereceklerdir.

Burada bu ulvî halleri düşünüp hayal ederken, bunun mutluluk ve heyecanını dünyadayken bize yaşatan Üstad Bediüzzaman’ın “Sizlere Müjde! Ölüm yokluk değil, hiçlik değil... Başta şefiimiz olan Habibullah Aleyhissalatü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir.….. Ey insan, bilir misin nereye gidiyorsun! Dünyanın bin sene mesudane hayatı bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat Rü’yet-i Cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelâl’in ve bir Baki-i Zülkemal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve saadet-i ebediyesi olan Cennete çağrılıyorsunuz. Öyleyse kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz…” müjdelerini kalbimin derinliklerinde hissettim.

Zerrât ordusunun tesbihatıyla, şefîimiz Hazret-i Muhammed’in mübarek ağızlarından çıkan hurufât, kelimât, ibâdât ve efkârının esir sahifesindeki intişarıyla çarpımı sayısınca “İnşâallah hepimizin yolu Cennet ve Saadet-i Ebediyyeye gider” diye Yüce Rabbe niyazda bulundum ve ümitlendim….

Bir başka Muhavere’de buluşmak temennisiyle Allah’a emanet olun…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

01.04.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

12 Eylül’ün bir günahı daha


A+ | A-

Askerî darbelerin ülkemize neye mal olduğunu tam anlamıyla hesaplayabilmiş değiliz. 27 Mayıs 1960’daki kanlı darbeden sonra alışkanlık haline gelen ve maalesef her 10 yılda bir çeşitli bahanelerle tekrarlanan darbe ve ihtilâller; hem ekonomik hem de sosyal hayatımızı alt üst etti.

İhtilâllerin tarihini 1960’dan başlatmak doğru olmaz, ama neticede bir başbakan ve iki bakanın zulmen idam edilmiş olması 27 Mayıs tarihini bir mihenk taşı yapıyor. Sonrasında gelen darbe ve ihtilâllerde de 27 Mayıs örnek alınmış, biraz cilalanarak ve günün şartlarına uygun bahaneler üretilerek aynı anlayış tekrarlanmıştır.

12 Eylül 1980’deki darbeyi savunanlar güya bu darbenin ‘kanlı olmaması’nı överler. 12 Eylül darbesi görünüşte kanlı değil, ama özde ve temelde en kanlı darbelerden biridir. Aradaki fark, 27 Mayıs’ta olduğu gibi darbe sonrasında değil, darbe öncesinde kan akıtılmış olmasıdır. Bugün çok daha iyi biliniyor ki, darbeye zemin hazırlamak için binlerce kişinin ölmesine göz yumulmuştur. Bu tesbit kuru bir iddia değil, aksine darbeye imza atanların sonraki yıllardaki itiraflarına dayanır. Madem yeri geldi, ‘belge’yi de hatırlatalım: 12 Eylül darbesi için bir yıl beklendiğini söyleyen kişi, dönemin 2. Ordu Komutanı Org. Bedrettin Demirel’dir. 5 Temmuz 1987 tarihli Milliyet’te yayınlanan röportajında, “Paşam, 12 Eylül’ün olacağını ne kadar önceden biliyordunuz?” sorusuna karşılık şu cevabı vermiş: “Hep konuşuyorduk. 12 Eylül’ün geç yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımızın çoğu, ‘Tam olgunlaşsın, millet tarafından tamamen tasvip edilsin’ dediler. Bana kalsaydı, en az bir yıl önceden yapardım. Bir yıl çok kan aktı.”

Elbette darbelerin ‘olgunlaşması için beklendiği’ ve bu arada da teşvik edildiğini itiraf eden tek örnek bu değildir. Ama bu çarpıcı itiraf, darbeden sonra ‘yakın bir tarihte’ yapılmış olması bakımından diğer itiraflardan daha önemlidir.

Aradan yıllar geçtikten sonra 12 Eylül’ün başka bir günahına daha işaret ediliyor. Gerçi bu günah, geniş kitlelerce zaten biliniyordu, ama aynı gerçeğin bir mahkemenin gerekçeli kararında yer alması dikkat çekici. Diyarbakır’da 16 sanığın ömür boyu hapis cezası aldığı Hizbullah dâvâsının gerekçeli kararında, “Ülkemizin Güneydoğu Anadolu Bölgesi özellikle 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra terörün açık hedefi haline gelmiştir” denilmiş. (Milliyet, 31 Mart 2010)

Çeyrek asırdır Türkiye’nin başına belâ olan terörün kaynağının 12 Eylül 1980 darbesi olduğunun itiraf edilmesi yabana atılabilir mi? Darbe yapanlar güya Türkiye’yi ‘uçurumun kenarından’ kurtardıklarını iddia ederler. Tarihî gerçekler ise tam tersini söylüyor. İşte Güneydoğu örneği... Türkiye’nin başını ağrıtan terörün 12 Eylül sonrası filizlenmesi tesadüf olabilir mi?

Türkiye ne edip etmeli ve 12 Eylül’e imza atanlarla hukukî zeminde hesaplaşmalı. O dönemin açtığı maddî ve manevî yaralar önce teşhis, sonra da acil tedavi edilmeli. Darbeci anlayışla hukuk önünde hesaplaşmadan terör belâsından kurtulmak kolay olmayacak.

Her ‘kötü’lüğün altından 12 Eylül anlayışının çıkması tesadüf olabilir mi?




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

01.04.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Bir Demirel yazısı


A+ | A-

Süleyman Demirel ismini ilk duyuşum çocukluk yıllarımdadır. 12 Eylül 1980 sabahı, neşeli bir sabah kahvaltısı sırasında, rahmetli amcamın telâşla bize gelişini, korkuyla “Hükümeti devirdiler” deyişini hatırlıyorum. Henüz sekiz yaşındaydım. Hükümet, muhayyilemde dev gibi bir şeydi. Koskoca devi nasıl devirmişlerdi acaba? Sonraki yıllarda öğrendim, bugün çektiğimiz eziyetlerin kaynağını... Devrilen yalnız hükümet değilmiş. Bu milletin kafasına balyoz inmiş, başı ezilen milletmiş; devrilen, çiğnenen bu ülkeymiş. Bir milletin ruhuna, hafızasına kastedilmiş. Zincirbozan’a sürülen sadece bir başbakan değil, zincire vurulan koca bir milletmiş.

İslâmköylü Demirel ya da Çoban Sülo, ne fark eder? Her darbede inatla kafasını kaldıran, yere düşenleri kucaklamaya çalışan bir adamdı. Bu yüzden “Baba” denilince akla gelen ilk isimdir Süleyman Demirel. Bu yüzden on yıllarca “Kurtar bizi baba” haykırışlarına muhatap olmuş tek siyasetçidir. Yaptıkları da meydandadır, yapmadıkları da… Demirel’i sevmek ya da sevmemek; onu yermek ya da övmek, kısır tartışmaların içinde olmak… Her bir kalbe fethedilecek bir ülke sevdasıyla yaklaşan muhabbet fedailerinin işi midir bu? İki darbe görmüş Demirel’in, kırk küsûr yıllık siyasetinin ne günahlarını savunurum, ne de sevaplarına ortak olurum. Fakat, hakkı teslim etmenin dürüst bir tavrın gereği, bir ahlâk duruşu olduğunu da bilirim. Bu yazı, ne bir Demirel methiyesidir, ne de onu savunma çabasıdır; yalnızca insafa ve ilkeli davranmaya dâvettir, biraz da “Delikanlı olun” çağrısıdır.

Bugün seksen küsûr yaşında olan Demirel’in hâlâ tartışılıyor olması hayret verici değildir. Darbelerle şamar oğlanına dönen, darbelerin en çok mağdur ettiği bir siyaset duayeninin bugün darbecilerle aynı fotoğrafta gösterilmesi, bugünkü tartışmaların temelini oluşturmaktadır. Demokrat Türkiye sevdalısı Demirel değişmiş midir, onca yıl milleti aldatmış mıdır, neler olmuştur sorularını bugün aktif siyasetin içinde olmayan birisi için yöneltmek farklı arayışların stratejisidir. Artık Demirel, benim için, emekli bir cumhurbaşkanıdır ve sorunsuz bir imam-hatip hayatımın Başbakan’ı, 28 Şubat dönemine kadar “başörtülü meleklerle” aynı sıralarda okuyabildiğim bir üniversite dönemimin Cumhurbaşkanıdır. Hatıraların adamıdır.

İntikam ne kötü bir histir. Dün, “mason Demirel” propagandasını yapanların bugün “hain Demirel” söylemini kullanmaları kârlı bir siyaset stratejisi olabilir; ama asla ahlâkî değildir. Demirel’in 28 Şubat dönemindeki bazı söylemlerinden ve tavırlarından yola çıkarak, onun Nurcuları yıllarca aldattığı sonucunu çıkarmanın ve bunun propagandasını yapıyor olmanın altında yatan gerçek; Risâle-i Nur hareketinin siyasal İslâm karşısındaki net tavrıdır, Nur hareketinin “pis oyunlar”dan ibaret olan siyaset arenasına sokulamamasıdır. Bu, “Nasıl olur da İslâmî bir cemaat bir İslâm partisine oy veremez?” sendromunun, “Hâlâ nasıl olur da bize oy vermezsiniz” şeklindeki hortlayışıdır. “Bakın, yıllarca aldanmışsınız, aldatılmışsınız, biz ne kadar da haklıymışız” şeklindeki yaklaşımlar, Risâle-i Nur hareketini siyaset yoluyla sekteye uğratmak amacını içinde barındırmaktadır. Aldanmak ve aldatmak bizim işimiz değildir. Bu tür yaklaşımlar, “Rektörler başörtülülere selâm duracak” hamakatinin doğurduğu çözümsüzlüğe kılıf arama, kendi günahlarına ortak bulma çabasından başka bir şey değildir. Bugün temel hak ve hürriyetlere yönelik çözülemeyen temel meselelerin günahını Demirel’e yüklemek ise özrü kabahatinden büyük sayılacak bir tavrın işaretidir.

Bizi anlayamayanların ya da anlamak istemeyenlerin yanıldıkları noktalar şunlardır. Hakkın hatırını her şeyin üzerinde gören anlayış; “Başörtülüler Suudi Arabistan’da okusun”u onaylamadığı gibi, “Ermenileri ülkeden kovarım” söylemini de onaylamaz. “Said Nursî’siz Türkiye’nin maneviyatı eksik kalır”ı alkışladığı gibi, haksızlıklar karşısındaki “alnını karışlarım” çıkışını da alkışlar. Hakkın büyüğüne küçüğüne bakmadan, onu hiçbir menfaate feda etmeden sahibine verir.

Anlaşılmalıdır ki, Risâle-i Nur hareketi, asla dini siyasete ve ahlâksızlığa alet eden bir anlayışın ya da uzantılarının yanında olmamıştır. Konjonktürel bir tavırla her doğan güne göre duruş belirlememiştir. İnsan merkezli, insanı önceleyen bir yapı için siyaset kurumundan taleplerde bulunmuştur. Demirel çizgisi bu taleplere çoğunlukla cevap verebilmiştir. Bu bağlamda, bugün Demirel’in çizgisini eleştirenlerin kendi çizgileriyle ilgilenmiyor olmaları hayret vericidir. Dün, demokrasiyi küfür rejimi ilân edenlerin bugün gömlek değiştirerek en kral demokrat kesilmelerini bile tebessümle alkışlıyorum ve bunu Risâle-i Nur hareketinin başarısı olarak görüyorum. Kırk yıl sonra bizim çizgimize gelmeleri ve onca yıl sonra Demirel’in referanslarını kullanmaları yine de iyi bir gelişmedir.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

01.04.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Bediüzzaman’ın vatanî ve millî hizmetleri… (7)


A+ | A-

Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle “Gönüllü Alay Kumandanı” olarak Ermenilere ve Ruslara karşı talebeleriyle cansiperâne çarpışıp çetin muharebeler yapar.

Bunun içindir ki 1918 yazında İstanbul’a geldiğinde Harbiye Nâzırı (Genel Kurmay Başkanı) Enver Paşa’nın takdirâtıyla Kafkas Cephesindeki kahramanlıklarından dolayı Harbiye Nezaretine davet edilen Bediüzzaman, bizzat Enver Paşa tarafından karargâhtaki subaylara “Şarkta Rus Kazaklarına karşı koyan Hoca” olarak takdim edilir, “Harp madalyası” takılır. (Sâdık Albayrak, Daru’lHikmetü’l-İslâmiye, 186)

Harp cephesinde yazmış olduğu İşârâtü’l-İ’câz tefsiri ve ilmî çalışmaları Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi tarafından takdir edilerek, Meşihat’ın kararıyla Sultan Vahdettin’e Osmanlı’nın en üstün ve yüksek ilmî pâyesi olan “mahrec mevleviyyeti” verilmesi Padişah tarafından (26 Ağustos 1918’de) tasdik edilir.

Bediüzzaman’ın ehemmiyetli ve tesirli vatanî ve millî hizmetinden bir diğer örnek, işgalcilerin ahlâkı tahrip kargaşasına neşriyatla, konferanslarla, toplantılarla mücadeleye başlamasıdır.

Yine İngiliz Anglikan Kilisesinin Meşihât-ı İslâmiyeden sorduğu altı suale, “altı tükrük”le cevap vererek, mağrur ve gaddar zâlimlere karşı İslâm’ın izzetini ve milletin şerefini muhâfazasıdır…

“CİHAD FETVASI”NA KARŞI…

İşgal kuvvetlerine karşı neşredip el altından dağıttığı “Hutûvat-ı Sitte (Şeytanın altı aldatması)” adlı eseriyle mücahede eden Bediüzzaman’ın hâmiyetverperliğine saptırmamalarla dil uzatmak, tek parti zihniyetinden kalma “sureten medenî, dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanlar”ın harcı olamaz.

İstanbul’un kurtarılmasına paralel olarak kendisi gibi düşünen Osmanlı münevverleriyle birlikte Anadolu’yu destekleyenlerin başında gelen Bediüzzaman’ın vatanperverliğini sorgulamak, sapıtmış mezhepçi dönek Marksistlerin haddi değildir.

Yine bu süreçte İngilizlerin baskısı ile Şeyhülislâm Dürrizâde Efendi’nin Anadolu kurtuluş mücadelesini “âsîlik” ve “bâğilik”le suçlamasına mukabil “cihad fetvası”nı verir. İşgal altındaki Şeyhülislâmın fetvasının geçerli olmadığını, baskı altında verilen böyle bir fetvanın muallel olduğunu ve dinlenilmeyeceğini ilân eder; “fetva geri alınmalıdır” diye açıkça karşı çıkar.

İstanbul’da işgal altındaki idârenin baskısıyla Anadolu’daki Kuvayı Millîyeye karşı verilen fetvanın taraflı ve ârızalı olduğunu nazara verir. Bu fetva alınırken mutlaka “Anadolu da söylettirilmeliydi” diyen Bediüzzaman, bü tür dâvâların siyasilerden ve ulemâdan bir heyetin meseleyi İslâm’ın maslahatı noktasında muhâkeme ettikten sonra ancak fetva verilebileceğini kaydeder. (Osmanlı Şeyhülislâmları, 260; Sarıklı Mücâhitler, 300; Risâle-i Nur Hakkında İlmî Bir Tahlil, 71)

Bediüzzaman, Damat Ferit Paşa hükûmetiyle işbirliği değil; işgal altındaki irâdeye bağlı dönemin Meşihat’a İngilizler’in baskısıyla yazdırılan “cihad” aleyhindeki fetvayı ve İngiliz taraftarlığını şiddetle takbih eder. Anadolu’daki Kuvay-ı Millîye aleyhtarı fetvaların “muallel (hastalıklı, eksik, sakat ve kusurlu)” olduğunu ilân ederek şiddetle reddeder. (Tuluât, 62-63)

Ömrü vatan ve millet hizmetinde sarfeden, cihâda katılan Bediüzzaman, İstiklâl Harbinin kazanılmasının ardından Kasım 1922’de dâvet edildiği Büyük Millet Meclisi’nde “hoşâmedi (hoşgeldin) merâsimi” ile karşılanır. Meclis kürsüsünde Anadolu gazilerini ve mücahidlerini tebrik ederek ülkenin birliği, İslâm âleminin dirliği için duada bulunup, on maddelik “beyânnâme” neşreder. Zaferin mâverasındaki mânevî dinamiklerinin ve maddî diriliş ve toparlanışın temel umdelerini vazeder.

İNDÎ BAYAT UYDURMALAR…

Diğer taraftan, tarikatın mânâ ve mahiyetini yazan ve zamanın tarikat zamanı değil, iman hakikatlerinin öğretilmesi zamanı olduğunu eserlerinde açıkça beyân eden ve “Ben şeyh değilim, hocayım; bunca sene zarfında bir tek tarikat dersi verdiğimi ispat etsinler” diyen Bediüzzaman’ı “tarikat şeyhi” olarak tanımlamak, cehâletin ötesinde iflâholmaz bir kin ve adâvetin teşeffisidir.

Keza bu çağın suallerine cevaplar getiren Kur’ân tefsiri Nur Risâleleri etrafında gelişen imanın tahkimi ve ahlâkın takviyesi çalışmalarını “iman ve Kur’ân hizmeti” olarak vasıflandırdığı hiçbir maddî ve resmî kaydı olmayan, tamamen uhrevî kardeşlik üzerindeki Nur Talebelerinin mânevî birliğinin “tarikat” olarak nitelenmesi de üzerinde durulmayacak kadar basit ve indî bayat bir uydurmadır. Yine daha önce defalarca çürütülen, “İngiliz ve Yeni Zelanda askerlerinin şehit sayılması” gibi alâkasız uydurmalar, mevzu edilmeyecek kadar iğrenç bir yalandır.

Belli ki zındıka cereyanları ve küresel ifsad komiteleri, bu tür maskara mahlûkları maksatlarında istimal etmekte; sonra da işleri bitip miâdları dolunca içi boş bir teneke gibi bir tarafa terk edip, bir paçavra gibi buruşturup atmaktalar.

Ve “belâ zihniyet” uşağı câhil, gammaz, muhbirler, çukurunda boğulup kalmaktalar. Bediüzzaman’a çamur bulaştırmaya, darbeci ırkçı çamur ve çukur nâdânların gücü yetmez.

Yazıklar olsun, kalpleri, kulakları ve gözleri mühürlü müfteilere. Vay haline, yarasalar misâli gerçeklerden fellik fellik kaçan zâlim müfteriler zümresinin akıbetsiz akıbetine…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

01.04.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Cern’de büyük çarpışma gerçekleşirken!


A+ | A-

CERN’deki büyük çarpışmada korkulan—daha doğrusu şehir efsaneleriyle bilinmezliğe ve korkutuculuğa bürünen—patlama olmadı.

Halbuki ne efsaneler uydurulmuştu. Büyük çarpışma ile ortaya kontrolsüz bir güç çıkacağı, kara delik doğacağı, bu enerji ve kara deliğin dünyayı emip yok edeceği ileri sürülmüştü. Bazıları Tevrat’tan hareketle kayıp yüzük ile CERN arasında irtibat kurmuş, Tanrı kelâmının dünyaya yayılacağına ilişkin Tevrat âyetlerini alıp, CERN’de icat edilen interneti haber verdiğini ileri sürmüştü.

Ve nihayet o çarpışmaların en önemlilerinden birisi gerçekleşti. İsviçre’nin Cenevre şehrinde yapılan deneyde 3,5 trilyon elektron volt (TeV) enerji ortaya çıktı. Deneyin aslı 27 kilometrelik bir oval tünelde iki taraftan gönderilen proton parçacıklarının müthiş bir hızla belli bir noktada çarpışmalarının sağlanması, böylelikle kâinatın ilk yaratılışındaki—yani 13,5 milyar yıl önceki— Büyük Patlama’dan hemen sonra maddenin nasıl oluştuğunun anlaşılması çabasından ibaret. Ama orijinaline uygun asıl çarpışma hızına en erken iki yıl sonra ulaşılabilecek ve protonlar 7000 milyar elektron volt enerjiye ulaşacak. Bunun için de saniyede 40 milyon kez çarpıştırılıyor parçacıklar. Böylece ışık hızına ulaşılmış olacak. Bu aşamada saniyede 600 milyon proton çarpışacak.

Bu çarpışmaları gerçekleştiren ise Büyük Hadron Çarpıştırıcısı. İsviçre ile Fransa arasında ve yerin 100 metre altında bu sistem. 26.659 metre uzunluğunda ve içinde 8300 mıknatıs var. En büyük sıcaklık ile en büyük soğukluk bir arada sağlanıyor. Mıknatıslar önceden -193,2 C’ye kadar soğutuluyor. Sonra da helyum ile -271 dereceye düşürülüyor. Böylece çarpışmada ortaya çıkan ve güneşin merkezinden 100 bin kat daha fazla olan sıcaklığın etrafa zarar vermesi önleniyor.

Kara delik efsanesine gelince; dünyada her şey zıddıyla kaim olduğu için, maddenin de zıttı olan anti-madde zaten kâinatta var. Burada atoma karşıt olarak anti-atom üretiliyor. Ancak madde ile anti-madde çarpışınca birbirini yok ediyor. Yani ortaya bir kara delik çıksa bile bu anında yok oluyor. CERN’de işte bu mekanizmanın nasıl çalıştığı inceleniyor.

Böylece kâinat nasıl yaratıldı; bugüne nasıl gelindi ve sonrasında neler olacak sorularına cevap aranıyor. Sisteme onbinlerce bilgisayar dahil dünyanın dört bir yerinde. Onbeş yıl boyunca bu çarpışmalardan elde edilecek sonuçlar analiz edilecek. Şimdiden ne tür sonuçlar alınacağı bilinmiyor. Bilinen bir şey varsa; insanoğlu bu proje ile hem kâinatın bilinmezlerini öğrenme çabasında önemli bir adım atıyor; hem de geleceğin yeni ilimlerinin temelini oluşturacak fizik kurallarını keşfetmeye çalışıyor. Yani Sani-i Zülcemal’in san’at eserlerinde gizli sırları öğrenmeye çalışıyor.

Türkiye bu projede gözlemci olarak yer alıyor. CERN’de yüz civarında Türk ilim adamı var. Ama ne acıdır ki; bunların büyük bir kısmı yabancı ülkelerin kurumları adına orada görev yapıyor. Kıymetli beyinlerimize biz sahip çıkamayınca, Batılılar kapıyor.

Peki projede katılımcı olarak yer almak için neyi bekliyoruz? Füze savunma sistemlerine ayıracak büyük paraları bulurken, böylesine önemli bir projeye katılımcı mı bulamıyoruz? Belki bugün CERN’de hayaller, teoriler üzerinde çalışılıyor. Ama Albert Einstein’in dediği gibi; “Bilgi sınırlıdır. Hayal ise dünyayı kuşatır”. Ve her bir hayal geleceğin gerçeğinin temelidir.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

01.04.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

AB hutbesi nasıl olmalı?


A+ | A-

Eğer camilerde AB meselesi anlatılacaksa—ki, biz bunun gerekli olduğunu düşünüyoruz—bu anlatımların dayandırılacağı temel esasları, çerçeveyi, üslûp ve yöntemi belirlemede en önemli kaynak ve referansın Bediüzzaman’ın izahları olduğu kanaatindeyiz.

Bize göre, bunun Cuma hutbesiyle sınırlandırılması da doğru değil. Vaazlarda ve müftülüklerce organize edilecek konferans, seminer gibi etkinliklerde de bu konu uygun tarzda işlenmeli.

Bediüzzaman vaizlerin nasihatlarının tesir etmeyişinin önemli sebeplerinden birini, kürsüde anlatılanların geçmiş zamanlara takılı kalıp, yaşanan hayattan kopuk olması olarak gösteriyor.

Vaaz ve hutbelerde AB’ye dair konulara girmekten kaçınılması, bunun örneklerinden biri.

Halbuki bu mesele çok önemli. Süreçle ilgili olarak, halkın zihninde aydınlatılmayı bekleyen birçok sual var. “AB’ye girersek dinimiz elden gider” kaygısından tutun, gayrimüslimlerle ilişki bahsinde yaşanan tereddüt ve şüphelere kadar...

Bu hassasiyetleri statüko namına istismar etmeye çalışan AB karşıtı çevrelerin kasıtlı ve asılsız propagandaları da işin içine girince, cami cemaatinin aydınlatılması ihtiyacı daha da artıyor.

Bu izahlarda hangi noktalar vurgulanmalı?

Bir defa, demokratikleşme kriterleri olarak ifade edilen adalet, hukuk, hak ve hürriyetler, şeffaflık gibi değerlerin aslında İslâm başta olmak üzere semavî dinler kaynaklı olduğu, dolayısıyla Müslümanlarca, kendi öz malları olarak sahip çıkılması gerektiği, dinî deliller ve Asr-ı Saadet başta olmak üzere tarihî örneklerle anlatılmalı.

Aynı şey, çevreye duyarlılık, temizlik, üretimde kalite, dürüstlük, nizam, intizam gibi günlük hayatı ilgilendiren bütün hususlar için de geçerli.

Bugünkü Avrupa medeniyetinin, vaktiyle ilim öncülüğünü elinde bulunduran İslâm âleminden aldığı ders ve ilhamla kâinat kitabını okuyup, satır, kelime ve harflerinde gizli sırları keşfederek şimdiki düzeyine ulaştığı hatırlatılmalı.

Evvelce ortaçağ karanlığında debelenen Avrupa’ya, altın çağını yaşayan Müslümanların hem bilim ve teknolojide, hem de sosyal ve ekonomik hayatta üstadlık yaptığı belirtilerek, “İlim ve hikmet Müslümanın yitik malıdır, nerede bulsa alır, Çin’de bile olsa” hadisi dikkatlere sunulmalı.

Ve Endülüs medeniyeti önemle vurgulanmalı.

Bu bağlamda, Bediüzzaman’ın “Avrupa ikidir” tesbiti ve buna dair izahları anlatılmalı. Müslümanların AB’ye bakışının, “İsevînin din-i hakikîsinden ve İslâmiyetten aldığı feyiz ile” insanlığın sosyal hayatına faydalı sanatları, adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri takip eden birinci Avrupa ekseninde olması gerektiği belirtilmeli.

Tabiatçı-materyalist felsefenin karanlığıyla, medeniyetin fenalıklarını iyilik zannedip insanlığı sefahet ve dalâlete götüren ikinci Avrupa’ya karşı birinci Avrupa ile işbirliği gereği vurgulanmalı.

Ve bizatihî AB’nin içinde de bu mücadelenin cereyan ettiğine dikkat çekilerek, Müslümanlar ona göre konumlarını tayin etmeye çağrılmalı.

Bu çerçevede, “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin” mealindeki âyetin, onlarla barış içinde olmayı, medenî ve ticarî ilişkiler kurmayı engellemediğine dair izahlar cemaate iletilmeli.

AB’ye dair değerlendirmelerde, bütün insanlığa gönderilen en son dinin mensupları olarak, Müslümanların önündeki hakkı tebliğ görev ve sorumluluğunun da göz önünde tutulması gerektiği belirtilerek, Türkiye’nin AB üyeliğinin bu açıdan yeni ufuk ve pencereler açtığı belirtilmeli.

Çağımızda ilim, fikir ve ikna esasları üzerine bina edilen manevî cihadın öne çıktığı gerçeği dikkate alınarak, “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir” prensibi dindar kitlelere mal edilmeli.

Tebliğde birinci önceliğin, İslâmın güzelliklerini hal, fiil, tavır ve ahlâkımızla gösterip, İslâma perde değil, ayna olmamız olduğu söylenmeli.

Risale-i Nur’da mevcut olan bütün bu ölçüler camilerde anlatılırsa, AB sürecinin de önü açılır.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

01.04.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl