Son yazımızı şu soruyla bitirdik: Bu yazıyı paylaşmak bile korku veriyorsa... “Hür basın var” denilir mi?
Sorunun cevabı aslında belli. Zira Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün Endeksi’ne göre, Türkiye 2018’de iki basamak daha gerileyerek 180 ülke arasında 157. sırada yer almış.
Bizimkine benzer soruyu “basın özgürlüğünde sıramız nedir?” diyerek CHP’li Sezgin Tanrıkulu da Cumhurbaşkanlığına sormuş. Aslında “uluslar arası basın izleme örgütleri neden notumuzu kırıyor” demiş.
“Cevap Yardımcısı” Fuat Oktay da cevap vermiş:
Özetle “o raporlar bizi bağlamaz” diyen Oktay, dünya genelinde ülkelerin basın ve ifade özgürlüğü durumuna ilişkin objektif değerlendirme yapma yetkisine sahip devletler üstü bir otorite bulunmadığı zannının da rahatlığı içinde şunları söylemiş:
“Batı merkezli kuruluşlar tarafından hazırlanan bu endeksler, basın özgürlüğü kavramını Batı merkezli ele almakta olup, ülkelerin içinde bulundukları özgün koşulları göz ardı etmektedir. Söz konusu endeksler gerek ideolojik gerekse metodolojik sorunlara sahiptir. Ülkelerin gerek medya sektörlerinin büyüklükleri gerekse bu ülkelere ilişkin sağlıklı verilerin nasıl temin edildiği, Türkiye gibi devasa bir medya sektörüne ve çeşitliliğe sahip ülkeyle nasıl kıyaslandığı bilinmemektedir. Bu çerçevede hangi kriterler baz alınarak hazırlandığı bilinmeyen endeksler, tarafımızdan değerlendirmeye alınmamakta olup bahse konu endekslere ilişkin verilere ilgili kuruluşların web sitesinden ulaşılabilmektedir.”
Özeti şu:
Hay Allah, topu geri kim getirecek şimdi, tüh! Taca atmıştık, ama uzağa gitmiş. Ne yapalım canım. Getirmeseniz de olur!
Arabistanlı gazeteci Kaşıkçı’nın kaçırılması ile ilgili olarak Yasin Aktay Pazartesi günü köşesinde şunları yazdı:
“Fikirleri ve duruşunu büyük bir takdirle ve onaylayarak takip etmekte olduğum Kaşıkçı’nın … bıraktığı emanet sadece kendi hayatı değil, kendisinin de hayatından daha fazla önemsediği mücadelesi. İslâm dünyasında insan haklarının güçlendirilmesi, demokrasinin gelişmesi, ifade özgürlüğünün ve bütün özgürlüklerin temin edilmesi, insanlık onuruna hak ettiği önemin verilmesi, yolsuzluğun bitirilmesi ve devlet yönetiminde şeffaflığın sağlanması… Bütün bu değerleri merkeze alarak yaptığı konuşmaların birilerine rahatsızlık vermesi aslında kaçınılmaz bir şey. Biz, esasen bu rahatsızlığı her zaman verdik, vermeye de devam edeceğiz. Kendisi bu konularda Türkiye’nin kat ettiği mesafeyi büyük bir takdirle ve sevinçle izliyor, ama bu konularda da Türkiye’deki eksiklikleri gerektiğinde eleştirmekten geri durmuyordu. Ama eleştirileri hiç rahatsızlık vermiyordu. Çünkü samimiydi, art niyetli değil yapıcıydı, hasmâne değil dostâneydi. Aslında kendi ülkesinin yöneticilerine yönelik eleştirileri de öyleydi, ama onlar rahatsız oluyorlardı. Samimiyet eksikliği, art niyetlilik ve hasımlık bu kez Kaşıkçı’nın kendisinde değil eleştirdiklerindeydi. Kaşıkçı’nın en çok rahatsızlık yaratan eleştirileri, belli ki, kendi ülkesinde son zamanlarda aydınlara, âlimlere ve gazetecilere yönelik keyfi tutuklamalara yönelik olanlarıydı. … Aslında başına gelenler vesilesiyle, kendisinden bir emanet de olarak, bu konuda daha fazla konuşmamız gerekiyor. Çünkü o bu konuda susmanın caiz olmadığını düşünüyordu.”
Bu cümlelere kim ne diyebilir ki?
Peki ya aleyhte yorum yasağı deryasının dibindeki hür Arap basını? Onlar ne der?
Meselâ Arabistan Kralına basın özgürlüğü meselini sorsak… “Cevap yardımcısı” ne cevap verir?
O da bize “başka ülkelerin ve bilhassa bizim kuzeyimizdeki Türkiye’nin siyaset bilimcilerinin ve düşünce adamlarının bizim ülkemizin özgün şartlarını bilmeden ve bizim ülkemizde basın özgürlüğünün ideal seviyede gelişmiş olduğunun farkında olmadan yaptığı eleştiriler bizi bağlamaz” der mi?
Dese bile, Yasin Aktay’lar, “tatmin oldum” deyip ya da “tatmin olmadım, ama” deyip susar mı, susmalı mı?
Ya Türkiye’deki basın özgürlüğü için?
Kim sormalı? Kim cevap vermeli?
Tanrıkulu her halde soruyu yeniden soracak. Ve bu sefer “devletlerüstü vicdan”a da atıf yapacak!
Ama biz cevabı biliyoruz: Bu yüzden hep “konuşan Türkiye” istiyoruz. Yeniden ve daima.