“Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”de yürütmenin/hükümetin yanı sıra yasama ve yargıyla diğer bütün sivil demokratik güçlerin uhdesine verilmesiyle, demokratik parlamenter sistemin esası olan Meclis’in denge ve denetleme yetkisi büyük oranda kısılırken, yürütme ve yasama gibi yargı da “tek kişi”ye bağlanarak bağımsızlığı ve tarafsızlığı bütünüyle ortadan kaldırılıyor.
Zira Meclis’te, ancak 360 milletvekiliyle hakkında soruşturma açılabilen ve 400 milletvekiliyle on beş üyesinden on ikisini kendisinin atadığı Yüce Divan görevini yapacak olan Anayasa Mahkemesi’nin bağımsız ve tarafsız yargılayamayacağı cumhur-başkanı Meclis’e hesap vermek durumunda değil.
Dahası, seçilmedikleri takdirde dönem sonunda milletvekilleri yargının önüne çıkarılırken, cumhurbaşkanının yanı sıra atadığı yardımcıları ve bakanlar, görev süreleri sona erse dahi, hayatlarının sonuna kadar seçilmedikleri halde seçilmişlerden üstün konumda yargıda hesap vermiyorlar. Yüce Divan’a gönderilmeleri için de yine Meclis’in üçte ikisinin oyu gerekiyor.
Dahası Yüce Divan’a gönderilme ihtimali karşısında cumhurbaşkanının Meclis’i feshedip seçime götürmesi de Meclis’i devre dışı bıraktırabiliyor.
TEK BAŞINA YANLIŞLAR…
Ancak, sistemin en kırılgan yönü, “partili cumhurbaşkanı”nın aldatılıp kumpasa ve oyuna getirilmesiyle ülkenin milletin geleceğine dair kararlarda büyük riskleri taşıması geliyor.
Dünden bugüne, özellikle AKP iktidarında Meclis’in denetimi olmasaydı Türkiye’nin çok büyük badirelerle karşı karşıya kalacağı birçok örnekle ortada.
Meselâ; Irak işgali öncesinde, Gül’ün Başbakan olduğu ilk AKP hükümeti işgale giden 80 bin Amerikan askerinin silâh ve mühimmatıyla Türkiye topraklarında konuşlanmasına dair “hükümet tezkeresi” çıkardı. Dönemin AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın kapalı kapılar arkasında milletvekillerine direktifler verdiği, hatta hâlâ “Başbakan ben olsaydım, tezkereyi geçirirdim” diye hayıflandığı belirtilir.
Ancak bütün baskılara rağmen sayıları 96’yı iktidar milletvekilinin de katılımıyla sözkonusu “hükümet tezkeresi” Meclis’in direnciyle reddedildi.
Eğer tezkere geçseydi, Türkiye, işgal güçlerine ev sahipliği yapmakla, iki milyon insanın katledildiği, on milyon sivilin evini terk ettiği, mezhebi ve etnik iftiraklar üzerinden parçalanma eşiğine getirilen Müslüman komşudaki savaşın bir parçası ve “cephe ülkesi” olacaktı.
Yine Erdoğan’ın Başbakanlığı’nda “tek kişi”ye bırakılsa ve eğer AYM’den oy birliğiyle dönmeseydi dönemin Başbakanı’nın dayatmasıyla Türkiye’nin 911 kilometrelik Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin temizlenmesi 49 yıllığına İsrailli şirketlere bırakılacaktı.
Vakıa şu ki, hükümete ve Meclis’e rağmen birçok yanlış yapıldı. İktidar partisine mensup on milletvekilinin bindikten sonra gelen bir emirle indiği Türk Bayraklı Mavi Marmara yardım gemisine İsrail’in yaptığı baskına açılan dâvâda şartlar yerine gelmeden, en önemlisi İsrail’in Gazze ablukası ve ambargosu kalkmadan İsrailli sorumlular hakkındaki bütün dâvâlardan vazgeçildi.
Başbakan olarak Erdoğan önce “savcısıyım” dediği “Ergenekon” ve “Balyoz” olmak üzere, son dönemdeki bütün darbe dâvâlarından “kumpasmış” diye vazgeçildi.
TEFRİKA PROJELERİNE GELİR…
“Çözüm süreci”nde Meclis devre dışı bıraktırılıp kapalı kapılar arkasında terör örgütüyle müzâkerelerde bulunulmasıyla, Güneydoğu’daki şehir ve kasabalar cephanelik haline getirilirken yüzlerce “operasyon talebi”ne izin verilmemesi yanlışlarıyla süreç berhava edildi.
Suriye’de izlenen hatalı politikalarla Türkiye 600 bin sivilin katledildiği iç savaş bataklığının eşiğine sürüklendi. Bu arada iç politika rantına yönelik hamaset ve hakaret politikaları üzerine bina edilen dış politikayla Türkiye siyasî ve ekonomik alanda büyük kayıplara uğradı. Irak’la krize girildi, İran’la krizin sinyalleri veriliyor. “Komşularla sfır sorun” “sırf sorun”a dönüştü.
Kısacası, bütün gücün tek kişinin elinde toplanmasıyla sözkonusu yanlışlar daha da katmerleşip devam eder. En vahimi, Türkiye kolaylıkla küresel güçlerin ifsad ve tefrika projelerine getirilir.
Zira tek tek Meclis’le, hükümetle, yargıyla uğraşacaklarına, emperyal emelleri için bir tek başkanı “ikna” etmeleri, kafakola almaları daha kolay. Tıpkı, 12 Eylül darbesi lideri “tek adam” Evren’in “devlet başkanı” olarak “ikna edilmesi”yle “asker sözü” verip Yunanistan’ın NATO’ya dönmesinin sağlandığı gibi…