"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Devletin istiklâli için fertlerin hürriyeti şarttır

05 Mart 2020, Perşembe 01:08
Stratejik Kalkınma Derneği Başkanı emekli bürokrat ve eğitimci Hasan Kaplan: İnsan için hürriyet her ne demekse toplumlar ve devletler için de istiklal o demektir. Dolayısıyla İslam devletlerinin istiklali için fertlerin devlet karşısında hürriyeti elde etmiş olması şarttır.

Eğitimci Hasan Kaplan’ın Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesi’nde verdiği seminerden notlar (2)
Haber Merkezi-Ankara

Geçmiş zamanda insan nihayetsiz kabiliyetlere sahip olduğu halde o kadar dar sınırlar içerisinde hareket ediyordu ki adeta insan iken hayvan gibi yaşadığından fikirleri ve ahlâkı da o daire içerisinde gerilemiş ve sınırlı kalmıştı. Şimdi ise şu adaletli hürriyet insan düşüncesinin ağır zincirlerini parçalamakla, gelişme yeteneğinin önündeki engelleri darmadağın ederek o küçük daireyi dünya kadar genişletebilir. O nispette himmeti büyür, ahlâkı yücelir ve fikirleri de Osmanlı ülkesi kadar genişler. Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlasının; Eflatunları, İbn-i Sinaları, Bismarkları, Dekartları ve Taftazanileri inşallah geri bırakacak çok vatan gençleri yetiştireceğinden ümitli olmak gerekir.

Özellikle peygamberlerin çoğunluğunun Asya’da görülmesi ve Asya’nın geçmiş medeniyetlerin beşiği olması ve İslâm güneşinin doğduğu coğrafya olması bakımlarından insanların fıtratlarında ektikleri üç mükemmel kabiliyet, hürriyet yağmuru ile gelişse herkesin yeteneği ve aydınlık düşüncesinin dal ve budakları Tuba ağacı gibi her tarafa açacaktır. Eğer tembellik tabiatı ve düşmanlık zehri ile kurutulmazsa, Doğu’nun Batı’ya nispeti, gün doğumunun gün batımına nispeti gibi olacaktır.

Parlak şeriat Ezelî Kelâmdan geldiğinden ebede gidecektir. Zira gelişmeye ve mükemmelleşmeye yönelmiş olan kâinat ağacının asıl dalı olan insandaki gelişme arzusunun mahsul ve meyvesi olan kabiliyet ve fikirlerin birbirine eklenmesi ile elde edilen sonuçlarla beslenip büyümesi nispetinde İslâm medeniyeti canlılar gibi gelişip şartlara uyum gösterecektir. Bu da onun ezelden gelip ebede gideceğine açık bir delildir.

Saadet asrının, hürriyet, adalet ve eşitliği o zamanda sağlaması kesin delildir ki İslâm dini eşitliği, adaleti ve hakikî hürriyeti bütün bağ ve gerekleri ile içine almaktadır. Hz. Ömer (ra) Hz. Ali (ra) ve Selâhaddin Eyyübî asırları bu iddiaya açık delillerdir.

Bediüzzaman bu çerçevede dört sebepten eksik ve geri kaldığımızı belirtiyor:

1. İslâm dininin prensiplerine uymadığımızdan.

2. Bazı dalkavukların keyfî ve yanlış yorumlarından.

3. Dış görünüşü önemseyen, gerçeği kavramayan, kuru bilgi sahibi ilim adamı veyahut ilim sahibi gerçek âlimi tanımayan ve ilme ve âlime önem vermeyen yersiz tutuculuktan.

4. Avrupa’nın taklit edilmesi emek gerektiren iyiliklerini almayıp aksine çocuk gibi heva ve hevese uygun günahlarını ve medeniyetin fena taraflarını almamızdan.

Geçmiş zamanlarda toplumu birbirine bağlayan bağlar ve geçim için gerekli olan şeyler ve medeniyetin faydaları ve ürettiği şeyler fazla olmadığından tek adamın düşüncesi devleti idare etmeye yarı kâfi idi. Zamanımızda ise toplumu birbirine bağlayan bağlar o kadar çoğalmış, geçim için gerekli olan şeyler o kadar artmış ve medeniyetin ürünleri ilim ve sanatla o kadar değişikliğe uğramış ki, bir devleti ancak milletin kalbi mesabesinde olan Millet Meclisi, Müslümanların düşüncesi makamında olan İslâm’a uygun meşveret ve medeniyetin kuvveti anlamına gelen düşünce hürriyeti ayakta tutabilir. Bediüzzaman bunu belirtirken, “Meclis hâkimdir, hükümet memurdur” diyerek meclis ve hükümetin fonksiyonlarını tesbit eder. Bu cümleler aslında bugüne ve geleceğe de ışık tutmaktadır.

Bu hakikate misal ise eski ve yeni hal yani otoriter rejim ile meşrûti rejimdir. Bugüne getirecek olursak hürriyetçi demokrasiler ile yönetilen ülkelerin diğer ülkelere nispetle çok daha gelişmiş olmaları ve refah toplumunu oluşturmaları yüzyıl önce söylenen bu gerçekleri teyit etmektedir.

Bediüzzaman bu çerçevede ikinci meşrûtiyet döneminde şu ihtarlarda bulunur:

Bir şeyin birden bozulması, dağılması ya da değişmesinden sonra yeniden birden meydana gelmesi imkânsız olacağından yeni düzen arayışları sırasında devletin eski memurlarının tümüyle görevden alınması ve yenilerinin yerleştirilmesi zordur ve zararlıdır. Devletin yeteneksiz ve düzelmesi mümkün olmayan memurları zaten devletin işleyişi içerisinde tabiî olarak sistem dışına çıkacaktır. Ama güneş batıdan doğmadığına göre düzelmesi imkân dahilinde olanlar için pişmanlık ve hürriyetçi parlamenter rejime uyum kapısı açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade edilmesi gerekir. Çünkü bunların yerlerini doldurmak için uzun senelere ihtiyaç vardır.

Memurların geneline dil uzatmak, kötü ithamlarda bulunmak ve itibarsızlaştırmak devletin kalitesini bozacağı gibi milletin birliğini de bozacaktır.

Devlet kadrolarını doldur-boşalt yöntemi ile değiştirerek ülke yönetmeye çalışanların bugün içine düşmüş oldukları güçlükler yüz küsur sene önce yapılan bu uyarıların ne kadar isabetli olduğunu gözler önüne sermektedir.

Bediüzzaman o tarihte hilâfetin merkezi olan İstanbul’u, korku ve nefretin yaygın olması sebebi ile medeni giysiler içerisindeki vahşi adama benzetmektedir. Meşrûtiyetle birlikte millî birlik sebebiyle medeni adam, fakat yarı medeni, yarı vahşi giysisinde görünüyor.

Bediüzzaman mealen “ben önceleri doğunun hasta olduğunu zannediyordum. İstanbul’u gördüğümde araştırdım ve anladım ki bir kalbin hasta olup hastalığının bütün vücuda sirayet etmesi gibi kalp hükmündeki İstanbul yani başşehir hastadır. Taşraya da bu hastalık sirayet etmiş. Ben bu hastalığın tedavisine çalıştım ve divanelik -le ödüllendirildim. Hem de gördüm ki hakikî medeniyeti teşkil eden İslâmiyet maddeten medeniyetten geri kalmış; adeta İslâmiyet kötü ahlâkımızdan darılmış, mazi tarafına dönüp gidiyor. Asr-ı Saadete bizi şikâyet edecektir” demektedir.

Bunun sebebi İstibdattan sonra toplumu yönlendiren kesimdir ki “cümlenin amacı bir, ama rivayetler farklı” mesabesinde olan ve medrese, mektep ve tekke mensupları arasında fikir ve meşrep farkları sebebiyle görülen ihtilâflardır. Biri ifrat ederek diğerini küfür ve dalâlet ile suçluyor, öteki tefrit ile berikini cahil ve güvenilmez görüyor. Bu birbirine zıt fikirler İslâm ahlâkının temellerini sarsmış, milletin birliğini bozmuş ve medeni gelişmeler açısından geri bırakmıştır. Bunun çaresi birlik ile fikirlerin arasını bulup birbirlerini desteklemeleri ve uzlaşmalarıdır.

O halde bugün de hürriyet adına bize düşen Ankara’nın yani siyasilerin kalp hastalığını tedavi etmeye çalışmaktır.

O dönemde milletin kalbi konumunda Başşehir olarak İstanbul vardı. Şimdi onun yerine Ankara geçmiş. Aynı hastalık bugün de devam ettiğine hatta zaman zaman şiddetlenip nüksettiğine göre bu uyarıları şimdi de Ankara’ya yapmak icap eder.

Esasen lider eksenli yönetilen toplumlarda ve tek adam rejimlerinde bu istibdat hastalığı şiddetlenir. Zira bilhassa kötülüklerini millet ya tenkit ya taklit eder, ikisi de kötüdür. Halbuki işler ekiplere dağıtılsa ve en küçük memurdan en büyük amire kadar herkes kanuna ve hukuka uysa tenkit kapısı da kapanır.

Konunun diğer boyutlarını ve bilhassa güncel yönlerini sizden gelecek olan sorularla değerlendirelim.

Soru: Bediüzzaman’ın hürriyet hakkında ikinci meşrûtiyet döneminde söyledikleri bugün de geçerli midir? Fark yok mudur?

Cevap: Bu tür bir soru ile 1950’li yıllarda Bediüzzaman Hazretleri de muhatap oluyor ve Eski Said Dönemi’nde yazıp söylediklerinin İkinci ve Üçüncü Said dönemlerinde de aynen geçerli olduğunu, sadece bazı üslûp ve tabir değişiklikleri olabileceğini belirtiyor. Zaten Demokrat Parti iktidarı dönemindeki tavsiyeleri de aslında aynı şeylerin hem o gün Demokratlar için, hem bugün bizim için ve hem de gelecek için geçerli olduğunu gösterir.

Değişiklik şu olabilir: O dönemde devlet İlâ-yı Kelimetullah’ı açık ve esas maksat olarak kabul etmiş iken sonradan Cumhuriyetle birlikte vicdan hürriyeti devletin prensibi haline gelmiş ve hürriyet genişlemiş. Laiklikle ilgili sıkıntılar bir yana, devlet dinler karşısında eşit ve tarafsız kalma prensibini benimsemiş. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın o tarihte söylediklerini bugüne getirirken bunları da nazara almak lâzım. Yoksa devlet yöneticilerini istibdattan uzak durma konusunda ikaz ve hukuka uymaya teşvik açısından bakıldığında o günle bu günler arasında hiçbir fark yok.

Soru: Bediüzzaman’ın ve talebelerinin çok partili siyasî hayatta Demokratları desteklemesinin hürriyetle ilişkisi var mıdır?

Cevap: Elbette. Bediüzzaman Hazretleri sadece 1950 sonrasında ve sadece konjonktürel olarak Demokratları desteklemiş değil ki. İkinci Meşrûtiyet döneminde de Bediüzzaman ve arkadaşları o zamanın Demokratları olan Ahrar Fırkası’nı desteklemiş. Ahrar ne demek? Ahrar hürriyetçi yani hürriyet taraftarı demek. Hatta kendisi de mealen şöyle söylüyor: “O zamanın İttihad-ı Muhammedîsi (asm) Ahrarları desteklediği gibi bu zamanın yani 1950 sonrasının İttihad-ı Muhammedîsi (asm) olan Nurcular da şimdiki zamanın Ahrarları olan Demokratları destekliyor”. Yani ikisinin ortak özelliği hürriyetçi olmaları ve Bediüzzaman’ın onları destekleme sebebi de İslâmî manadaki hürriyeti tesis edebilecek olmaları. Zira o biliyor ve söylüyor ki dinin ihlâsla ve samimiyetle yaşanmasının ön şartı hürriyettir, o da demokrasi ile beraber gelir.

Ayrıca şunu da bilmek lâzım: İnsan için hürriyet her ne demekse toplumlar ve devletler için de istiklâl o demektir. Dolayısıyla İslâm devletlerinin istiklâli için fertlerin devlet karşısında hürriyeti elde etmiş olması şarttır. “Bağımsızlık olmadan hürriyet olmaz denir” doğrudur. Ama asıl, hürriyet olmadan bağımsızlık bir anlam ifade etmez. Zira aslolan devlet değil, ferttir.

Soru: İnanmayana hürriyet vermek dine uygun mudur?

Cevap: İnanç meselelerinin asıl boyutu uhrevîdir. Ahirette herkes kendi mükâfatını veya cezasını alacak. Dünyada Allah herkese rahmetiyle muamele ediyor. Kendisine inanıp inanmadığına bakmıyor, mehil veriyor. Devlet de insanların neye inandığına bakmadan hizmet etmekle mükellef.

Meselâ adliye dairesi. Bediüzzaman Hazretleri’nin de dediği gibi devlet daireleri içinde en ziyade dış tesirlerden etkilenmemesi ve hissiyata mağlûp olmaması gereken yer adliyedir. Dâvâcının, dâvâlının, sanığın vs. hangi inanca mensup olduğunun önemi yok ve olmamalı. Bugün bundan hayli uzağız. Hâkim kararına kendi hissiyatını karıştırdığı zaman hükmü isabetli de olsa kendisi manen sorumlu olur.

-DEVAMI YARIN-

Okunma Sayısı: 2605
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • atilla

    5.3.2020 09:08:10

    Tebrikler, teşekkürler Hasan Kaplan emeğine yüreğine sağlık.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı